14 Eylül 2012

Elçiye Zeval, Halka Maval


Libya’daki ABD elçiliğine yapılan saldırı ile ilgili yorumlarda, ağırlıklı olarak Amerika’daki başkanlık seçimi öne çıkartılıyor. Demokratlar ile Cumhuriyetçiler arasındaki rekabete İsrail lobisi, neokonlar ve “İslam’la barışık Obama” portresine ilişkin yorumlar ekleniyor.

Makul: 11 Eylül’ün hafızalarda tazelenip o günün güç sahiplerinin, neokonların, yeniden koltuk peşinde koşmaları, bu sevda ile, provokatif bir çomak sokmaları mümkün. Ama burada başka bir hinlik var: bölge halkları, Amerikan siyasetindeki güç ilişkileri dâhilinde, taraf olmaya zorlanıyorlar. Onların “her iki tarafın da Allah belâsını versin” konumundan uzak tutulmaya çalışıldıkları kesin. Ölümle korkutulup vereme razı edilmek, bu olsa gerek.

Bu hoşgörü, demokrasi ve modernizm başlıklarında Türkiye Müslümanlarının Peygamber’e dönük emperyalist hakarete dair tepkisizliği olumlanıyor ve onların “Obama yeniden seçilse” duasını mırıldanmaları isteniyor. Batıyla barışık, mutedil, uzgörülü ve ferasetli bir ülkenin bilinçli yurttaşlarına, geri kalmış ülke insanlarına özgü tepkilerden uzak durmaları telkin ediliyor.

Solcu bir akademisyen (Koray Çalışkan), bu tepkisizliği olumlayarak, bunun ülkenin hiç sömürge olmayışı ile ilgili bir “hakikat” olduğunu söylüyor. Bölgede Amerikan emperyalizminin gerçekleştirdiği sömürü ve zulmü görmeden, ülkesini allayıp pulluyor. Yeşil kuşağı çıkartıp ak kuşağı sarmış bir Müslüman hareketin herhangi bir Amerikan veya İsrail odağına saldırması mümkün mü? Önce o odakların güdümünden çıkmaları gerekmez mi? Liberal solculuk, Arap’ı ve Müslüman’ı batıcı bir yerden aşağılamanın yeni bir yolunu bulmuş gibi görünüyor. Gözlerine batıdan çakan ışık, sömürge ilişkilerine karşı körleşmeye neden oluyor.

Sonra bir kısım Müslümanlar aynı hoşgörü ile, “dinimize göre elçiye zeval olmaz” diyorlar. Oysa lafza takılarak mazrufa karşı körleşiliyor, zira eski büyükelçilerin de sık sık ikrar ettikleri üzere, elçilik hizmetinin ajanlık faaliyeti dışında bir tanımı ve anlamı bulunmuyor. Bölgede Amerika savaş taktikleri ve stratejileri bağlamında kendisine karşıt dinamikleri köreltmek için bir hamle daha yapıyor ve ekilen rüzgârlar fırtına olarak biçiliyor. En anlamlı yönü ise Irak’ta Şii ve Sünni halkın ortaklaşa eylem yapıyor olmaları. Bizde ise bencillik, benmerkezcilik, birey putu, tasavvufî bir dille politik alana boca ediliyor ve söz konusu tepkisizlik “olgunluk” olarak pazarlanıyor. Burada efendilere yönelik gizli işmar açığa vurulmalı.

Amerikan başkanlık seçimine göre konum almak, taraf olmak, tavır belirlemek problemli esasında. Diyelim ki biri kadife, diğeri demirden bir eldivenle vuruyor. Arasında tercih yapmak, özgürlük ve demokrasi ve bilcümle batılı gevezeliğe kanılmasından başka bir şeyi ifade etmiyor. Dayağı gene sömürülen-mazlum halklar yiyorlar. Tercih yaptığını zannetmek, ihtiyaçlara ve zorunluluklara karşı hissizleşmek ve bilinçsizleşmekle sonuçlanıyor.

Yani diyelim İsrail lobisinden neokonlara, oradan Obama kabinesine, savaş tekellerine, petrol baronlarına vs. tüm egemen blok, sathî, şeklî bir ayrıma tabi tutuluyor. Mesele kara kuşak İslam’ını ezmek ve ak kuşak İslam’ını zindeleştirmek ise, her ikisi de özde ortaklaşıyor. Dert büyük olasılıkla “Arap Baharı” ile içe sızmış, mevzi kazanmış kara kuşak İslam’ını marjinalize etmek, sindirmek ve etkisizleştirmek.

İsrail, Hitler döneminde bolca dillendirilen, “büyümeyen devlet küçülür” mottosu uyarınca hareket etmek istiyor, ABD ise “hazır büyümüşü var, küçük ve etkin kal” emrini veriyor. Burada bir ayrım yapmak ve taraflar arasında tercihe zorlanmak belki sadece büyük bir güç teşkil edildiği vakit anlam kazanıyor.

Demokrasi, hümanizm ve laisizm, bekâret düşkünleri misali, bakir(e), el değmemiş, yüksüz, kendinden menkul, kendi çıkarına kilitlenmiş, bencil, hedonist birey sürülerini emrediyor. Ak kuşak İslam’ı ile solun belirli bir kısmı, bu üç kavramı dikine kesen ilerlemecilikleri adına, bu sürülerin akış güzergâhını temizlemeyi politika zannediyor. Birey sürüleri ise iktisadî, politik ve askerî manada hegemonik güç teşkil etmek, sömürü-zulüm düzenini süreklileştirmek zorunda olanların huzurlu uykularında saydıkları koyunlara benziyorlar. Yani “politika alanı benimdir, buraya işçi, mazlum, Müslüman vs. olarak girme” demek, ileride gerçekleşecek bir hedef değil, geçmişte güç olanların gelecekleri için bugünü muhafaza etme yöntemi oluyor.

“Arap Baharı” bu muhafaza yöntemi dâhilinde ayrıştırılmaya, sadeleştirilmeye ve dindirilmeye muhtaç. Yerel ve küresel efendilerin bu hengâmede ihtiyaçlarını giderme yöntemleri farklılaşabiliyor. Ama öz değişmiyor: kendilerine yönelik kaldırılabilecek kolektif, müşterek her baş öncesinde ya da sonrasında, ezilmeli.

Bu hengâme akbabaları da yüreklendiriyor.

“Adalet ve Kalkınma Partisi” ismi önerilmeden önce Tayyip Erdoğan’ın kafasındaki parti isminin “Yeniden Atılım Partisi” olduğu söyleniyor. “Atılım”dan kasıt, esas olarak Özal dönemi. Bu hengâme yeniden “bir koy üç al” heveslerini gıdıklıyor. Daha doğrusu, halk bu yolla ikna ediliyor, kandırılıyor, ağza ballı parmaklar uzanıyor. Seçim sandığı önünde tekil bireye dönüştürülmüş ve demokrasi putuna kul edilmiş halk fukara hayatına tat gelsin istiyor.

Ballı parmaklara uzanan ağızlardan şu türden sorular dökülüyor:

“Şam’da namaz yakın mı?”

Ülke TV’de Ersoy Dede ağzını şapırdatarak soruyor bu soruyu, “Müslüman akıncı” Adem Özköse de histerik ve zevk dolu bir gülüşle, cevaplıyor:

“İnşallah!”

“İnsan için emeğinden başkası yoktur” diyen Kur’an’a küfürle, gasıp ve yağmacı arzularını İslamî sosa bandıran Özköse, Hz. Muhammed’e hakaret eden film ve Libya olayına ilişkin maval okuduktan sonra Suriye meselesine geçiş yapıyor. İlkinde Amerika karşıtıymış gibi görünen, gayet liberal, hümanist bir dizi lafın ardından, “Şam’da namaz kılabilmek için oradaki direnişin güçlenmesi gerek” diyor. Direnişin güçlenmesi de gelecek mühimmata bağlı elbette.

Filme dönük Mısır’da yapılan gösterilerde kameraya öfkeli, muhtemelen Selefî, bir Mısırlı eylemci yansıyor: “Eğer Hz. Muhammed’e hakaret ederlerse, ABD’den gelecek yardımları da istemiyoruz” diyor. Demek ki hakaret olmasa ortada, gelen yardımlara “eyvallah” diyecek. İnşallahla eyvallahla yürüyor işler. Allah’ın hayatı öncelemediği yerde ve zamanda, ABD’den gelen yardımları kabul etmenin Peygamber’e yapılmış en büyük hakaret olduğu görülmüyor.

Adem Özköse de bu Mısırlı gibi. O da Hakan abisine öykünerek, “mühimmat da mühimmat” diye tutturuyor. Muhtemeldir ki Afyon’daki 25 asker, bunların yol açtığı telaş sonucu kefenleniyor. Yani Özköse gibiler, zarfta Amerika karşıtıymış gibi görünürken, mazrufta, kendi kanlı emelleri için NATO ve ABD silâhlarını istiyor. Zannediyorlar ki Allah, bu küfrü görmüyor.

Eren Balkır
13 Eylül 2012

0 Yorum: