02 Mayıs 2014

,

Barış Savaştır


Siyonist güçler, sömürgeleştirme projesini devreye soktuklarından beri, Filistin’i “barışçı yöntemlerle” sömürge hâline getirmeye çalıştıklarını ısrarla dile getirdiler; hatta Siyonizm zaviyesinden bakıp söyleyecek olursak, ülkenin sömürgeleştirilmesi, aslında yerli halka zarar vermeyecek, aksine, onlara yarar sağlayacaktı.

Siyonist hareketin kurucusu olan Theodor Herzl, barış içinde yaşanacak bu gelecek tasavvurunun iki yüzünü bizzat belirtmişti: Birisi, fütürist romanı Altneuland’da geçen, yaygın olarak paylaşılan ve kabul gören bir hikâyedir; bu hikâyeye göre, Filistin bir Yahudi devleti hâline gelecek, Avrupa’dan gelen Yahudiler eliyle sömürgeleştirilip medenîleştirildikleri için mutlu ve minnettar olan yerli Araplar ve Yahudiler, aynı toprakları paylaşacaklardır. Bu gelecek tasavvurunun diğer yüzünde ise Herzl’in Günlükler’inde açıkladığı, Yahudilerin Arap halkını ülkesinden sürme yönünde geliştirdiği gizli, lojistik ve çarçabuk uygulamaya konan strateji durmaktadır.

Herzl, kamuya açtığı görüşlerinde barışçı bir yaklaşım sergiliyormuş gibi görünse de bu maskenin ardında Filistinlilerin topraklarını fethetme yönünde vahşet dolu bir Siyonist strateji yatmaktadır; işte bu yaklaşım, ta o zamanlardan beri sıkı sıkıya benimsenmiştir ve İsrail’in bugünkü politikasının da esasını oluşturmaya devam etmektedir.

Barış İçin Savaş Açmak

İşin aslı, George Orwell, 1949’da yazmış olduğu romanında “savaş barıştır” ifadesini kullanmadan ve ifade, bu bağlamda yaygınlaşmadan çok daha önce, Siyonist güçler, birbirine zıt terimler olan “savaş” ve “barış” sözcüklerinin kasıtlı ve istikrarlı bir şekilde birbirinin yerine geçecek şekilde kullanılmasıyla sömürgeci stratejilerinin başarıya ulaşacağını çok iyi anlamışlardı; bu iki sözcük, artık birbirinin ardına gizlenen tek bir strateji hâlini alacaktı: “barış”, her zaman sömürgeci bir savaşın kamuoyundaki adı olacaktı ve “savaş”, bir kere gerekli hâle getirilip işgaller aracılığıyla bütün dünyaya duyurulduğunda, “barış” getirmenin başat yolu olarak ifade bulacaktı.

Barış için savaş açmak, Siyonist propaganda açısından o denli hayatî bir önem taşıyor ki İsrail’in 1982’de yirmi bin sivili öldürerek gerçekleştirdiği Lübnan işgali, “Celile Barış Harekâtı” olarak adlandırılmıştı. Şu durumda, görüldüğü üzere, barış ve savaş esasen aynı projenin iki farklı yüzüdür; nihai amaçsa Filistin’in Avrupalı Yahudilerce sömürgeleştirilmesi ve Filistin halkının bu duruma boyun eğerek topraklarından sürülmesidir.

Herzl, Filistinlileri sürgün etmek ve Filistin’de Yahudi sömürgesi kurmak için Filistin’in kaderini ellerinde tutan güçlerin koruması altına girmek istedi. Osmanlılara yanaşma ve onları kendisine imtiyaz vermeye ikna etme konusundaki canhıraş çabaları suya düşse de, kendisinden sonra gelen Siyonist lobi, Herzl’in stratejisini benimsedi ve başarılı bir atakla, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Filistin’e hükmetmeye başlayan İngiltere’nin koruması altına girdi; bu lobi, aynı zamanda, İngiltere’nin Irak ve Ürdün’ün hükümranları olarak tayin ettiği Britanya Haşimilerinin de desteğini kazandı. İngilizler, meşhur Balfour Deklarasyonu’nda Filistin’in Avrupalı Yahudiler tarafından sömürgeleştirilmesinin bizzat kendi himayelerinde barış içinde yürütüleceğini taahhüt etmiş ve yürek burkan bir incelikle, “Filistin’de yaşayan ve Yahudi olmayan toplulukların beşerî ve dinî haklarını tehlikeye atacak hiçbir şey yapılmayacağını” belirtmişlerdi.

ABD Desteği

Herzl’in büyük dünya güçlerinin İsrail’i himaye etmesini sağlama alma stratejisini izleyen Siyonist lider Vladimir Jabotinsky, kendi Siyonist konumunu şu sözlerle ifade ediyordu:

“Siyonist sömürgeleştirme, ya durmalı ya da yerli halka rağmen sürmelidir. Devam edecekse, ancak yerli halktan bağımsız bir gücün koruması altına girerek ve gelişerek devam edebilir; her şey, yerli halkın yıkamayacağı demir bir perdenin arkasında olup bitmelidir. Araplara dair politikamız da budur zaten: kabul etsek de, etmesek de olması gereken değilse de olan budur. Peki, o zaman niçin Balfour Deklarasyonu’na ihtiyaç duyuyoruz? Yahut niçin egemen güçlerin himayesi altına girmek istiyoruz? Bunlar bizim açımızdan önemlidir; zira bu sayede egemen dış güçler, ülke içerisinde öyle bir idare ve güvenlik sistemi kuracaklardır ki yerli halk işimizi engellemeye kalkışırsa, bunu asla başaramayacaktır.”

Ancak tabii bunların hiçbirisi, Filistinlileri ülkelerinden çıkarmak için en şedit araçlara başvururken, Siyonistlerin “barışçıl” sömürgecilik faaliyetlerinin hiçbir Filistinliye zarar vermeyeceği yönündeki iddialarından vazgeçtikleri anlamına gelmiyordu. Aslına bakarsanız, Siyonistlerin topraklarını ele geçirmeye çalıştıkları Filistinlilerle “barış” içinde yaşama yönündeki vaatleri Jabotinsky’yi öfkelendirmişti. Siyonist liderlerin Filistinlilerin belli miktarda sus payıyla defedilebilir oldukları, satın alınabilecekleri ve maddî çıkarları karşılığında Yahudi hâkimiyetini kabul edecekleri yönündeki varsayımlarına Jabotinsky her seferinde karşı çıkıyordu. 1923 gibi erken bir tarihte şöyle bir beyanatta bulundu:

“Pek değerli barış tacirlerimiz, bizi Arapların gerçek hedeflerimizi gizleyerek kandırabileceğimiz aptallar sürüsü olduğuna ya da yozlaşmış, değerlerini kaybetmiş bir toplum olmaları sebebiyle, Filistin’in öncelikle kendi hakları olduğuna yönelik iddialarından vazgeçmeleri için rüşvet karşılığında kültürel ve ekonomik açıdan birtakım avantajlar elde etmeye razı geleceklerine inandırmaya çalışıyor. Filistinli Araplara ilişkin böylesi bir tasavvuru reddediyorum. Kültürel açıdan bizden beş yüz yıl geride olabilir, bizim kadar dayanıklı yahut azimli de olmayabilirler; ancak psikolojiden en az bizim kadar iyi anladıkları kesin. Amaçlarımızın masumiyeti konusunda istediğimizi söyleyebiliriz onlara, onları istediğimiz kıvama getirmek için yumuşak davranabilir ve allı ballı sözlerle kalplerini çalmaya çalışabiliriz, ancak biz nasıl ki onların ne istemediğini biliyorsak, onlar da bizim ne istediğimizi çok iyi biliyorlar. En azından, Aztekler eski Meksika, Siular Prairie için ne hissettilerse Araplar da Filistin için aynı duyguları hissediyor ve o toprakları sahipleniyorlar.”

Kör Irkçılığın Tuzakları

Jabotinsky’ye göre Siyonist liderlerin ırkçılığı, onları kendi stratejilerinin tuzaklarına karşı körleştiriyordu. Paranın veya tatlı sözlerin tek bir insanı bile ülkesini yabancılara vermeye ikna etmeye yetmeyeceğini anlayan Jabotinsky, Siyonistlerin Arap topraklarını ele geçirmesinin önkoşulunun Filistinlilerle askerî yönden de savaşmak olduğunu kavramıştı. Bu minvalde, şöyle diyordu:

“Arapofillerimizin (Arapseverlerimizin) yaptığı gibi Filistinlilerin Siyonist projenin nihai amacına ulaşmasına gönüllü olarak, Yahudi sömürgecinin sağlayacağı maddî ve manevî faydalar karşılığında, rıza göstereceğini tahayyül etmek çocukça bir tasavvurdur ki bunun altında Arapların azımsandığı gerçeği yatmaktadır. Yani, Siyonistler Arap ırkını küçük görmektedirler; onları alınacak ve satılacak, yozlaşmış bir güruh sanmakta ve iyi bir demiryolu sistemi için atalarının topraklarını satmaya gönüllü oldukları vehmine kapılmaktadırlar. Oysa bu görüş sağlam bir temele dayanmıyor. Münferit olarak bazı Araplar, para alıyor olabilirler. Fakat bu, Filistin’de yaşayan bütün bir Arap nüfusunun çok sahiplenerek korudukları topraklarını ve tutkuyla bağlı oldukları vatanlarını satacakları anlamına gelmiyor. Kaldı ki vatanlarını, üzerinde yaşadıkları toprakları Papualılar bile satmayacaklardır. Sömürgeleştirilmekten kurtulmak konusunda en ufak bir umuda sahip oldukları sürece, dünya üzerindeki yerli halkların tamamı sömürgecilere karşı direnmiştir.”

Barıştan Bahsedip Savaşa Yürümek

Dolayısıyla, Jabotinsky için Filistinlilerin topraklarını bırakmaya rıza göstermelerini sağlamanın en doğru ve güvenilir yolu, ülkelerinin sömürgeleştirilmesini durdurmalarını ya da sömürgeleştirildikten sonra bunu tersine çevirmelerini sağlayacak herhangi bir ihtimali ortadan kaldırmaktı. Bu da öncelikle yerleşimci Yahudi sömürgesinin tesisi için emperyal bir gücün desteğini garantiye almak ve Siyonist ordu tarafından savunulacak, Filistinlilere geçit vermeyecek bir “demir perde” yaratmak suretiyle gerçekleştirilecekti. Jabotinsky’e göre, Filistinliler topraklarını ele geçiren sömürgecilerle barış içinde yaşamaya ancak bu safhadan sonra rıza gösterebilirlerdi:

“Bu, Filistinli Araplarla hiçbir anlaşma yapılmayacağı anlamına gelmiyor. Bahsettiğim şey, gönüllü bir anlaşmanın imkânsızlığıdır. Araplar, bizden kurtulacaklarına dair en ufak bir umuda sahip oldukları sürece, hoş sözler ya da ekmek ve yağ karşılığında bu umuttan vazgeçmeyi reddedeceklerdir; nitekim, Araplar bir parya sürüsü değil, canlı kanlı bir halktır. Ve bir halk, bu kadar hayati önem taşıyan bir konuda pes ettiği vakit, artık kurtulma umudu kalmamış demektir; demir perdeyi hiçbir şekilde aşamayacağını biliyor demektir. O zamana kadar ‘Asla vazgeçme!’ sloganıyla kendisine öncülük eden radikal liderlerinden vazgeçmeyecektir; liderlik de bize, her iki tarafın da ortak mutabakata varacağı bir anlayışla yaklaşacak olan ılımlı gruplara geçmeyecektir. Ancak bütün bu saydıklarım gerçekleştikten sonra Arapların yerlerinden edilip edilmeyeceğini, Arap vatandaşlara eşit haklar verilip verilmeyeceğini yahut Arapların ulusal bütünlüğünün korunup korunmayacağını açık açık tartışmayı umabiliriz. Bu aşamaya geldiğimizde, Yahudilerin onlara tatmin edici teminatlar vermeye hazır olacaklarına ve böylelikle her iki halkın da iki iyi kapı komşusu gibi barış içinde yaşayacaklarına eminim.”

Jabotinsky’nin görüşleri, yalnızca David Ben-Gurion’un başını çektiği hâkim akım olan İşçi Siyonizmi’ne (Labour Zionism) değil, Siyonist hareketin ondan sonra gelişen bütün kollarına öncülük edecekti.

Herzl gibi Ben-Gurion da kamusal alanda kendi sömürgeci çıkarlarıyla yerli halkın çıkarlarının çatışmadığını söyleyerek Filistinlilerle barışı destekliyor, öte yandan, Siyonist toplantılarda Filistinlilere karşı stratejik savaş planları hazırlıyordu. Fakat ona asıl yol gösteren, Jabotinsky’nin mantığı olacaktı.

1936 yılında, Siyonist sömürgeciliğe ve İngiliz istilasına karşı Büyük Filistin Ayaklanması esnasında Ben-Gurion şöyle demişti:

“Ülkede barışı tesis etmek için bir anlaşma yapmamız gerekiyor. İşin doğrusu, barış bizim açımızdan hayatî önemi haiz bir mesele. Sürekli olarak savaş hâlindeyken bir ülke kurmak imkânsız; dolayısıyla, barış bizim için bir araç niteliğinde. Varacağımız nihai durak, Siyonizmin tam ve eksiksiz bir şekilde gerçekleşmesi olacaktır. İşte bu yüzden anlaşma yapmamız gerekiyor.”

Jabotinsky’ye benzer şekilde, Ben-Gurion da 1930’larda Filistinlilerle “geniş kapsamlı ve uzun süreli” bir barış anlaşması yapmanın imkânsız olduğunu Yahudi sömürgeciler Filistin topraklarında silâhlı ve savaşçı bir azınlık olarak varlıklarını sürdürürken kavrayabilmişti. Vardığı sonuç ise şu olmuştu:

“Araplar, yalnızca yaptıkları müdahalelerin ve ayaklanma çabalarının başarısızlığa uğramasıyla değil, aynı zamanda bizim bu ülkede daha da büyümemiz vesilesiyle tam manasıyla ümitsizliğe düştüklerinde, İsrail topraklarında bir Yahudi devletine rıza göstereceklerdir.”

Teslimiyet: Tek Devlet

Ben Gurion, “barış savaştır” fikri üzerinde detaylı çalışmalar yürütürken, Siyonist takım arkadaşlarına Araplarla yapılacak herhangi bir barış anlaşmasının onların Siyonist sömürgecilerine teslim oluşunu resmiyete dökecek şekilde tasarlanması gerektiğini izah etti. Bunu da 1949 gibi erken bir tarihte, Siyonistlerin askerî zaferinin ve sömürgelerini kurmalarının ardından beyan etti:

“Mısır […] büyük bir devlet. Eğer Mısır’la bir şekilde barış imzalayabilirsek, bu bizim için görkemli bir fetih olacaktır.”

İsrailli uzman Avi Shlaim, bu fethin büyük kısmını Demir Perde adlı eserinde anlatmıştır.

Fakat Yahudiler, asıl “fethin” gerçekleşmesi için otuz yıl daha bekledi; ancak 1978’de, nihayetinde, Enver Sedat eliyle Camp David Mutabakatı aracılığıyla beklenen zafer geldi. Bu zaferle Mısır’ın Yahudi sömürgesinin meşruiyetini tanıması, ertelenip duran bir “özerklik” planını saymazsak, Filistin’in bağımsızlığının ve bu topraklar üzerindeki haklarının reddi ve tabii Mısır’ın Sina Yarımadası’nda bir daha asla kendi egemenliğini yeniden tesis etmeyecek olması resmiyet kazandı. Ancak daha sonra İsrail, Mısır’a yarımada üzerinde egemenlik hakkı tanımasa da kısmî denetim yapmasını kabul edecekti.

Ben-Gurion’un 1949’da bahsettiği Mısır’ın “fethi”, Camp David mutabakatlarında tamamlanmış oldu. Ancak Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) tarafından temsil edilen Filistinliler, o zamanlar hâlâ ülkelerinin sömürgeleştirilmesinin kaçınılmaz bir süreç olduğunu resmî olarak kabul etmemişlerdi ve topraklarını Avrupalı Yahudilerin sömürüsünden kurtarmanın yollarını aramayı sürdürüyorlardı.

Sömürgeci yollarla daha fazla zafer kazanmanın bir aracı olarak barış fikri, Siyonist düşünceye gittikçe yerleşiyordu ve bu fikir, Camp David Mutabakatı sonrasında dahi resmî savaş fikriyle el ele gidiyordu. Bunun en büyük kanıtı, İsrail’in 70’ler, 80’ler, 90’lardaki Lübnan işgalleri ve 2000’lerdeki saldırılarıydı. Bu savaşlar, açık bir şekilde İsrail’in sömürgeci hedeflerini gerçekleştirmek üzere “barış” isteğinin bir parçası olarak başlatılmıştı.

1991 yılında Madrid’de ABD’nin düzenlediği ve İsrail ile Arap halkının FKÖ dışındaki temsilcilerini davet ettiği “barış konferansı” İsrail’in stratejisinde yeni bir dönem başlamasını sağlamayacak, hatta aksine, 1977’den beri sürdürdüğü yeni yaklaşımını resmiyete dökecekti. Siyonizmin sömürgeci mantığına direnmeyi sürdüren Araplara ve Filistinlilere karşı savaşmaya devam edilirken, Jabotinsky’nin deyişiyle, “umutlarını kaybetmiş”, tam manasıyla Yahudi sömürgeciliğine teslim olmuş, yalnızca İsrail’e direnmemeye değil, aynı zamanda ona yardım etmeye söz vermiş Arap ve Filistinli liderlerle “barış” anlaşmasına varılacaktı.

Oslo Antlaşması

1973 Savaşı’nın ardından, ABD, Vladimir Jabotinsky’nin tasarladığı modele tamamen uyan sözde “barış sürecinin” belirli bir versiyonunu erkenden başlatmıştı. Amerika Birleşik Devletleri’ni Dışişleri Bakanı Henry Kissinger temsil ediyordu. Kissinger’ın birkaç sene içerisinde Camp David Mutabakatı’nda Mısır’ın teslimiyetine sebep olacak planı, nihayetinde FKÖ’yü “barış” görüşmelerine dâhil edecekti; FKÖ, bu barış görüşmelerine ancak Mısır, Ürdün ve Suriye Yahudilerin yerleşimci sömürgeciliğinin kalıcılığını tanıdıktan ve kabul ettikten sonra davet edilecekti.

1970’lerde, o zaman dahi Filistin halkının pek çok hakkından taviz verebileceğini bildiren ancak yine de kendini Yahudi sömürgeciliğinin geri dönülmez olduğu gerçeğine tamamen teslim etmeye hazır olmayan bir FKÖ ile görüşmeyi kabul eden Kissinger şunları da ekliyordu: “FKÖ’nün (mevcut) taleplerinin asgarisini dahi karşılayamayız; o halde onlarla konuşmanın manası nedir?” Kissinger’ın açıklamalarına göre, “Bekledikleri tanınma, ancak Arap yönetimleri tatmin olduğu zaman gerçekleşebilecekti.” ABD, 1970’li yılların FKÖ’sünün taleplerinin asgarisini dahi karşılayamazken, İsrail, aynı asgari talepleri 1990’larda karşılayabilecek konuma gelecekti.

İşte FKÖ yirmi yıl önce bu şartlarla kuşatılmış bir ortamda, Oslo Anlaşması olarak bildiğimiz sürecin ardından, İsrail’e tamamen teslim oldu ve Filistin’in sömürgeleştirilmesini kabullendi. Sömürgecilik karşıtı mücadelenin bir köşeye bırakılması, ilkin Filistin Kurtuluş Örgütü’nün gayri-resmî olarak dağılmasıyla, bilhassa ismindeki “Kurtuluş” sözcüğünün silinmesiyle ve hiçbir şeyden kurtulmaya çalışmayan, sömürgeciliğe neredeyse hiçbir direniş göstermeyen bir yönetim olan Filistin Ulusal Yönetimi adı altında yeniden zuhur etmesiyle resmiyet kazanacaktı. Filistin Ulusal Yönetimi, direnmek şöyle dursun, bir yandan iktidarda kalabilmek için kendisine verilen az miktarda imtiyazı koruması için İsrail’den teminat isterken, öte yandan, Filistinlilerin Yahudi sömürgeciliğine gösterdiği en ufak direnişi bastırmak üzere egemen güçlerle işbirliği yaparak İsrail’e hizmet edecekti.

Ancak Filistin Ulusal Yönetimi, İsrail için, Jabotinsky’nin düşündüğünden daha iyi bir işbirlikçi oldu. Jabotinsky, yenilgiyi kabul ettikten sonra tam özgürleşme ve kurtuluş talep eden Filistinli liderlerin ortadan kaybolacağını ve “liderliğin, onlara her iki tarafın da ortak tavizler vererek üzerinde anlaşmaya varabileceği tasarılarla gelecek küçük gruplara geçeceğini” varsaymıştı. Şöyle devam ediyordu Jabotinsky:

“Ancak böyle bir değişiklikten sonra dürüst ve açık bir şekilde pratik sorunları; örneğin Arapların yerlerinden edilmeyeceği teminatını, Arap vatandaşlar için eşit haklar ya da Arapların ulusal bütünlüğü gibi mevzuları tartışmayı umabiliriz.”

İhanet

Herkesin bildiği üzere, Filistin Ulusal Yönetimi böyle taleplerde bulunmadı. İsrail’de yaşayan Filistinli yurttaşları kendi kaderlerine terk etti; Oslo’da bile onlardan bahsetmedi ve aslında Filistin Ulusal Yönetimi, o sırada, biz Ürdün Vadisi’nde görüştüğümüz esnada, Filistinlilerin İsrail tarafından kendi topraklarından çıkarılmasına ses etmezken, bir yandan da Batı Şeria’daki Filistinlileri kendilerine bağlı iş adamlarının mali destek sağladığı inşaat projeleri aracılığıyla topraklarından sürerek bu eyleme iştirak ediyordu (Revvabi projesi bunun bir örneğidir).

Arapların “ulusal bütünlüğüne” gelince, Filistin Ulusal Yönetimi zaten İsrail’den bunu “garanti etmesini” hiçbir şekilde talep etmiyor; talep ediyormuş gibi de yapmıyor. Jabotinsky, Filistin’in kendilerine teslim olması konusunda oldukça karamsardı. Şöyle diyordu Jabotinsky:

“Filistinli Araplara Filistin karşılığında yeterince güçlü bir tazminat veremeyiz. Dolayısıyla, iki tarafın da aklına yatan bir anlaşmaya varmak mümkün değil. Yani, böylesi bir anlaşmayı Siyonizm’in bekası için olmazsa olmaz koşul addedenler, olan bitene ‘hayır’ diyebilir ve Siyonizm’le olan bağlarını kesebilirler.”

Ancak Jabotinsky’nin bu kötümserliğinin aksine ve Oslo Anlaşması’nın bir parçası olarak yeterli miktarda tazminat teklif edildi; Filistin Ulusal Yönetimi, Filistin’e karşılık olarak bu miktarı kabul etti. Söz konusu miktar 23 milyar dolara kadar çıktı; dahası da verilecek.

Oslo Anlaşması imzalanırken de öne sürdüğüm gibi, İsrail’in barış anlaşması algısı, yani FKÖ’nün de riayet ettiği “barış için toprak verme” formülü, İsrail’in “Araplara” vermekte beis görmeyeceği bir toprak parçasına sahip olduğunu ve İsrail’le savaştan sorumlu tutulan “Arapların” da İsrail’e yıllardır hasretini çektikleri barışı bu toprak parçasını alarak geri vereceğini varsaymak suretiyle bütün bir süreci daha başından zayıflatmaktadır.

Aslına bakarsanız bu formül, Avrupalı Yahudiler olan İsraillileri, Filistinlileri ve diğer Arapları karakterize eden ırkçı görüşlerin bir yansıması niteliğindedir. İsraillilerden istenen ve sanki uymaya çok gönüllülermiş gibi sunulan husus, Batı burjuvazisinin her daim bir hak addettiği toprak mülkiyeti üzerinde müzakere etmekken, Filistinliler ve diğer Araplardan istenen meşru olmayan, yalnızca medenîleşmemiş barbarlara atfedilebilecek (tanınmamış) bir hak olarak şiddet kullanımından vazgeçmeleri ya da daha açık şekilde söylemek gerekirse, şiddet “araçlarını” bir köşeye bırakmalarıdır.

Zamanında Oslo Anlaşması’nın ne anlama geldiğini yazmıştım:

“İsrail; toprakları, suları, sınırları, ekonomiyi, Yahudi yerleşimlerini, kısacası kontrol etmek istediği her şeyi kontrol etmeye Yahudi çocukların muhtemel ölümüne yol açabilecek Filistin direnişi ve onu bastırma zorunluluğu kalmadan devam edecek. FKÖ böyle bir direnişe izin vermeyeceği yönünde bir vaatte bulundu. Artık, İsrailli Yahudi çocukların kendilerini tehlikeye atarak öldürmek zorunda kalacakları Filistinli erkekleri ve kızları Filistinli çocuklar öldürecek. Bu arada, İsrailliler de dünyanın geri kalanına Filistinlilere karşı önceden yürüttükleri canice kampanyaların haklılığını göstermişlerdir; değil mi ki artık Filistinliler dahi böylesi vahşi ve uslanmaz bir nüfusun kontrol edilmesi gerektiğini bizatihi kabul etmişlerdir.”

Jabotinsky ve Ben-Gurion’a benzer şekilde, İsrail’in o zamanki dışişleri bakanı Şimon Peres, İsrail’in nihayetinde artık Yahudi sömürgeciliğini ortadan kaldırmaktan vazgeçmesi sebebiyle FKÖ’yü Filistinlilerin temsilcisi olarak tanıdığını kabul etmişti. Verdiği beyanatta da bu gerçeği dile getiriyordu: “Biz değişmedik, onlar (FKÖ) değişti.”

Oslo Anlaşması’ndan bu yana, Batı Şeria’da ve Doğu Kudüs’te devam eden Yahudi sömürgeciliği ikiye katlandı; ancak İsrail’e 1980’de resmî olarak eklenen Doğu Kudüs’ü saymazsak, Oslo’dan bu yana Batı Şeria’da devam eden sömürgecilik faaliyetleri, aslına bakarsanız, üçe katlandı. Üç katına çıkan bu sömürü süreci, Oslo Anlaşması’nın şemsiyesi altında “barışçıl” bir şekilde yürütüldü. Filistinlilerin bu sömürgeciliği ortadan kaldırmak için gerek ikinci intifada esnasında, gerek Hamas’ın seçim başarısı aracılığıyla gösterdikleri bütün mücadelelerle İsrail ordusuna karşı her gün sergilenen direniş, İsrail ve Filistin Ulusal Yönetimi tarafından bastırılıyordu. Hamas’ın faaliyetleri, Mısır’da Mübarek rejimiyle işbirliğine gidilmesi ve son dönemlerde de Sisi’nin darbe rejimiyle anlaşma sağlanması sonucu daha da yoğun bir şekilde bastırılmaktadır.

“Barış savaştır” stratejisi aracılığıyla İsrail, aynı zamanda kendi sömürgeci projesini tanımlamak için kullanılan kelimeleri değiştirmeye de çalışmıştır; bunu da Filistinlileri, ABD ve Avrupa medyasının Siyonist sömürgeciliğin üzerini kapatmak için kullandıkları şekilde isimlendirerek ve onları da bu isimlendirmeyi kabul etmeye zorlayarak yapmıştır.

Kelimeler Neyi Değiştirir?

Sömürge savaşlarının ve sömürgecilik karşıtı direnişlerin tarihinde, bilhassa yerleşimci sömürgecilik bağlamında, yerli halkların Avrupalı sömürgecilere karşı mücadeleleri her zaman “kurtuluş” mücadeleleri olarak isimlendirilmiştir. Bu mücadelelere, Cezayirlilerin Fransız sömürgeciliğine ve sömürgecilerine karşı mücadelesi, Zimbabwelilerin İngiliz sömürgeciliği ve sömürgecilerine karşı mücadelesi ve Güney Afrika’da beyaz sömürgecilerin ırkçılık yaparak devşirdikleri imtiyazlarına karşı ırkçılık karşıtı mücadeleleri örnek gösterebiliriz.

Bu direnişlerin hiçbirinde sömürgecilikten kurtuluş mücadelesi birincil ya da ikincil bir “sorun” olarak adlandırılmadı. Aslına bakarsanız hiçbir zaman Cezayir-Fransa sorunu ya da Beyaz-Siyah Rodezyalı veya Güney Afrikalı “sorunu” gibi teknik terimler kullanılmadı; sömürgeciler bile kullanmadılar bu tarz terimleri. Bu durumlarda, hem yerleşimci-sömürgeciler hem de onlara direnenler, mücadelelerini sömürgecilere, ırkçı imtiyazlara ya da sırasıyla ırkçılığa ve yerleşimci sömürgeciliğe karşı olarak adlandırmada hiç de çekingen davranmadılar. Hiç şüphe yok ki aynı isimlendirme, Filistin’deki Siyonist yerleşimci-sömürgeciler ve Filistin direnişi için de geçerli olacaktı.

Filistin’de 1880’lerde başlayan ve o zamandan beri bitmek bilmeyen Avrupalı Yahudi sömürgeciliği, Filistinlilerin Siyonizm’le karşı karşıya geldiği en sancılı saha olmaya devam ediyor; aynı zamanda gayretkeşlikle korunan fakat bir o kadar da açık bir sır olma özelliğini de muhafaza ediyor. İsrail’e İsrail’de veya İsrail destekçisi Avrupa ile Amerika’da (Filistinlilerin ve Arapların hep söylediği gibi) “yerleşimci Yahudi sömürgesi” demek bir tabu ve bu tabunun sarsıldığı nadir durumlar da fazlasıyla kınanıyor; işte Filistin mücadelesinin hal-i pür melali budur. Aslında yapılan, yalnızca Filistin’in Avrupalı Yahudilerce sömürge haline getirilmesinin Siyonizm ve onun Avrupalı, Amerikalı müttefikleri tarafından yeniden sözde Filistin-İsrail “sorunu” olarak isimlendirilmesi değildi; Siyonizm, aynı zamanda Filistinlilerle ve Araplarla herhangi bir “diyalog” kurmak için, bırakın “barış” müzakerelerinde görüşmek, onları “diyalogun” taraflarından biri olarak bile kabul etmek için öncelikle bu isimlendirmeyi benimsemeleri gerektiği konusunda ayak diriyordu.

“Kurtuluştan” Vazgeçmek

Siyonizm, sömürgeciye “sömürgeci” demenin ve yerleşimci sömürgeciliği açık etmenin artık rağbet görmediği bir dünyada varlık gösterdiğini kavradığından mütevellit, propaganda faaliyetlerini yürütürken temelde bu yeniden isimlendirmeden yararlandı. Filistin halkıysa İsrail’in stratejisini tam manasıyla kavradı ve kurtuluş çağrısı yapan, özgürlükçü isimlerinden vazgeçmeme konusunda ısrarcı davranmaya aşikâr şekilde devam etti. Filistin direnişini temsil eden örgütün 1993’e kadar kendisini Filistin Kurtuluş Örgütü olarak adlandırmasının, sonrasında örgütü oluşturan gerillalarının kendilerine Filistin Kurtuluş Hareketi (el-Fetih olarak bilinir), Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ya da Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi demesinin sebebi, sömürgecilere karşı direndiğini ve onların uzantısı olan ırkçı yapılarla mücadele ettiğini kavramış olmasıdır.

1993’ten sonra FKÖ’nün Filistin Ulusal Yönetimi’ne dönüşmesinin ardından yaşanan tek hadise, Filistin liderlerinin yeni hedeflerini Filistin ve Filistinlileri sömürgeden kurtarmaktan ziyade, bir “ulusal yönetim” tesis etme olarak belirlemesi değildi; aynı zamanda “sömürgecilik” kelimesi de bu meseleyle ilgili kelime dağarcığından silinip gitmişti. Avrupalı Yahudilerin Filistin’deki sömürgeciliğinin müzakereler aracılığıyla sağlanacak “barışçıl bir anlaşma” yoluyla “çözümlenmesi” gereken bir Filistin-İsrail “sorunu” olarak yeniden kavranışı, İsrail’in 1991’de Filistin halkına karşı başlattığı “barış” saldırısı boyunca etkinliğini sürdürdü.

Yirmi yıl süren “barış” müzakereleri, daha fazla sömürgeciliğe, Filistinlilerin topraklarına daha fazla el konulmasına, daha fazla Filistinlinin ölmesine, yoksullaşmasına, Filistinlilerin hareketlerinin daha fazla kısıtlanmasına, daha fazla işsizliğe; kısacası her cephede Filistinlilerin daha fazla baskı ve zulümle karşılaşmasına sebep oldu. Ancak, Filistin Ulusal Yönetimi lafı hiç dolandırmadan Yahudilerin Filistin’i daha fazla sömürgeleştirme, 1948’de Siyonistlerin el koydukları topraklarda bir Yahudi yerleşimi kurma ve aynı zamanda 1967’de el koydukları Batı Şeria ile Doğu Kudüs topraklarında da sömürgeler oluşturma haklarını tanıdığını beyan etti.

Bunlarla birlikte Ulusal Yönetim’in talebi; İsrail’in (Doğu Kudüs için olmasa da) Batı Şeria’daki mevcut Yahudi sömürgelerini arttırmaması ve Filistinlileri, egemenlik sahibi olmasalar da, yönetebilmek için Bantustan benzeri bir bölgenin kurulmasıydı. İsrailliler, bu koşulları çok memnun edici bulmakla beraber, Ulusal Yönetimi açık ve net bir şekilde şu beyanata zorlamaya devam etmektedirler: Ulusal Yönetim, Bantustan “politikası” adı altında nasıl düzenlemelere giderse gitsin, mevcut Yahudi yerleşimlerinin Filistin’in her yerini sömürgeleştirmeye devam etmesini ve hatta ilerideki sömürü faaliyetlerini de kabul edeceklerine; kısacası, hiçbir şekilde “barış” anlaşması yapmaya çalışmayacaklarına dair koşullar olduğu gibi korunacaktır.

İsrail, elbette Filistin Ulusal Yönetimi’ni kendi kapsamlı sömürgeleştirme projesine rıza göstermenin önemine ikna etmek amacıyla “barış” konusundaki ısrarını sürdürecektir. Şu anda İsrail ve Filistin Ulusal Yönetimi arasında devam eden gizli müzakerelerin hedefi FUY ve İsrail’in bu mutabakatının gerçekleşmesi, böylelikle de Filistin topraklarının tamamının Yahudiler tarafından sömürgeleştirilmesinin nihayetinde bizatihi Filistinliler tarafından desteklenmesi ve kutlanması; böylelikle bir asırdır Filistin halkına karşı sürdürülen Siyonist savaşın “barış” bayrağı altında İsrail tarafından kazanılması için doğru formülün bulunacağı bir plan tasarlamaktır. Tek sıkıntı; Filistin Ulusal Yönetimi liderlerinin aksine, Filistin halkının Siyonist sömürgecilik projesine boyun eğmeyi reddetmesidir; nitekim onlar, işbirlikçi yönetimlerinin yaptıkları anlaşmalara ve İsrail’in kendilerine barış adı altında açtığı savaşa bakmaksızın topraklarındaki sömürgeciliğin bir gün tersine döneceğini ve direnişlerinin en nihayetinde bu duruma bir son vereceğini umut etmekten vazgeçmemiş, bu umutlarını her daim korumuşlardır.

Joseph Massad
Çeviri: F. Büşra Helvacıoğlu
Kaynak: Bir ve İki

27 Nisan 2014

, ,

Devrim İran'ında 1 Mayıs Afişleri

[Demokratik Öğrenci Örgütü’nün 1 Mayıs afişi]

1 Mayıs 1979’da yüz binlerce İranlı, Uluslararası İşçi Günü’nü kutlamak için sokaklara döküldü. Şikago’da 1886’da meydana gelen Haymarket ayaklanmasını kutlamak amacıyla İkinci Enternasyonal tarafından başlatılan bir halk bayramı olarak 1 Mayıs, tüm dünya genelinde solcu örgütlerce benimsenen bir tatil hâline geldi.

[Halkın Mücahidleri’nin 1 Mayıs afişi]

İranlı solcu gruplar, 1 Mayıs İşçi Günü’nü 1920’ler gibi erken bir tarihte kutlamaya başladılar. 1941’de Rıza Şah’ın iktidardan indirilmesi sonrası yasaklanmayan 1 Mayıs için 1944’te Şuraye Mutehediye Merkezî’yi (“Birleşik Sendikalar Merkez Şurası”) teşkil etmek amacıyla birçok işçi sendikası biraraya geldi. Sonraki yıllarda işçi hareketi büyümeye devam etti ve 1 Mayıs törenleri, birleşen işçi sınıfının artan gücünü ortaya koydu.

Tude’nin etkisinin zirvede olduğu kırklı yıllar boyunca Tahran’da tertiplenen 1 Mayıs gösterilerine seksen binden fazla insan katıldı. Ancak işçi hareketinin hâkimiyeti kısa ömürlü oldu. 1953 darbesi sonrası sendikacılık, yasaklamalar ve kitlesel tutuklamalar üzerinden imha edildi. 1 Mayıs törenleri, ancak Pehlevi döneminin son yıllarında izinli hâle geldi.

Pehlevi’nin tatbik ettiği devlet baskısının ortadan kalktığı ve iktidarın Humeynîci güçlerin eline geçtiği 1979-1981 döneminde somutluk kazanan devrimci dönem, halkın kütlesel manada seferber edildiği bir dönemdi. Uluslararası İşçi Günü, işçilerle dayanışma içinde olan ve taraftarlarını örgütleme imkânı bulan seküler ya da dinî tüm politik örgütlerin rekabet ettiği ideolojik bir savaş alanı hâline geldi. Afiş türü görsel malzemeler, devrimin ilk yıllarındaki çoğulcu yapıyı yansıtmaktadır. Dönemin örgütlerince dağıtıma sokulan muhtelif afişlere bakıldığında, politik partilerin benzer motifleri ve ikonaları nasıl kullandığı görülebilir.

İranlı solcu örgütler, işçinin yüceltilmesi üzerinden, İran’daki mücadeleleri uluslararası toplumun geri kalan kısmıyla ilişkilendirmeye çalıştılar. Bu afişlerde Marksizme özgü simgeler ön plana çıkıyor: ağır makineler, işçi kasketi ve fabrika bacaları sanayileşmiş toplumun geleneksel Marksizmini kutlamak amacıyla resmedilir.

Solcu 1 Mayıs afişleri, Avrupa ve Latin Amerikalı sosyalist hareketlerce kullanılan afişlere özenen, sosyalist gerçekçi bir tarza sahiptir. Enternasyonalist semboller, solcu örgütlerin kapitalist ve emperyalist güçlere karşı kitlelerin kolektif manada seferber edilmesi fikrine sarılmalarına imkân verir.

[Yumruk ve kızıl laleli bir 1 Mayıs afişi]                      [“Dünyanın İşçileri, Birleşin!”]

İlk iki afiş, Pehlevi devletine karşı faaliyetlerine 1971’de başlamış Marksist-Leninist bir gerilla grubu olan Halkın Fedaileri’ne aittir. Soldaki afiş, büyük bir çarkın önünde bir demet lale tutan kızıl bir yumruğu resmeder. Fabrikalar ve fabrika bacaları gibi endüstriyel altyapı unsurları ile petrol kuyuları arka plana yerleştirilmiştir. Endüstriyel teknolojinin temel bir bileşeni olan çark, tüm makinelerin bir delili ve rasyonalizm, doğruluk ve standardizasyon ilkelerinin bir amblemi olarak iş görür.

Aynı şekilde, sağdaki afişse sosyalist gerçekçi estetiğe başvurur. Bir grup kadın ve erkek hep birlikte kızıl bir bayrağı yukarı kaldırmaktadır. Bu afişte, özel bir görevi yerine getirmek için işbirliği kurmanın ve kolektif bir hareket içine girmenin önemi üzerinde durulmaktadır. Afişte Komünist Manifesto’ya atıfla (“Proletarier aller Länder vereinigt Euch”), “Dünya işçileri, birleşin!” yazmaktadır. Yazı bir anlığına görmezden gelinecek olursa, afişin 1979 yılında Berlin, Moskova ya da 1 Mayıs’ın kutlandığı herhangi bir şehrin sokaklarına asılması pekâlâ mümkündür.

[Tude’nin 1 Mayıs afişleri]

İki afiş de Tude’ye aittir. 1941’de Rıza Şah’ın tahttan indirilmesinden hemen sonra hazırlanmıştır. Tude, İran Devrimi esnasında mevcut sol muhalif örgütlerin en eskisi ve en oturmuş örgütüdür. Ancak yetmişlerde Tude, Şah’ın istihbarat örgütünün baskıları sebebiyle, gücünü önemli ölçüde yitirir. Soldaki afiş, yitirilen yoldaşlarının yasını tutan gözü yaşlı bir işçiyi resmetmektedir. İşçiyi temsil eden bir karanfil kalbinin üzerine iliştirilmiştir.

Sağdaki afiş ise Avrupa’daki sosyalist geleneğin ortak mecazına atıfla, endüstri ve tarımın birliğini resmetmektedir. Uluslararası sosyalizme yönelik bu anıştırmalarla İran işçi hareketi en geniş manada dünya devrimi ve işçi dayanışması bağlamına yerleştirmek istenmiştir. Ancak aşina olmayan insanlara bu tarz biçimsel yaklaşımlar yabancı gelecektir, zira biçimsel unsurlar burada İran’ın kültürel bağlamına uyarlanmamıştır.

[“İslam İşçinin Yegâne Destekçisidir.” İslamî Cumhuriyet Partisi’nin 1 Mayıs afişi]

[İslamî Cumhuriyet Partisi’nin dağıttığı, fabrika ve işçi resimleri bulunan 1 Mayıs afişi]

Humeynîcilerin 1 Mayıs’ı “İslamîleştirmek” için sol akımlara, solun retoriğine ve imgelerine kendilerini uyarlaması gerçekten şaşırtıcı bir durumdur. 1 Mayıs’ın devrimci potansiyeline ait sembolik gücü seküler solculara terk etmeye karşı çıkan Humeynîciler, kitleleri merkeze koyan sembolleri benimseyerek, İslamî tarz dâhilinde, bu sembolik gücü yeniden tanımlamaya çalışmışlardır. Sıkılı yumruklar ve endüstriyel ürünler gibi uluslararası kaynaklardan türeyen görsel devrimci retorikten yola çıkan İslamî Cumhuriyet Partisi, dinî söylemini geleneksel sola ait görsel motiflerle pekiştirmiştir.

Kur’an ayetleri İslamî 1 Mayıs afişlerine eklenir. Suret ve nakış gibi hat sanatı örnekleri 1 Mayıs afişlerinin ilahi kesinliğini teşkil eden unsurlardır. Solculara ait ikonaların kutsal metne özgü mesajlarla birleştirilmesi suretiyle dinî örgütler, dinî kozmolojiye işçilerin dayanışması meselesini dâhil etme imkânı bulmuşlardır. Muhtelif ideolojilerin karıştırılması, bu örgütlerin esnekliğinin ve heterojenliğinin delili gibidir. Söz konusu örgütler, kapsamlı bir devrimci (hatta kimi zaman çatışmalı) bir mesaj ortaya koymak için dinî, ulusal kurtuluşçu, anti-emperyalist, hatta Marksist ikonografiden istifade etmişlerdir.

[“İslam Cumhuriyeti: Ferdiyetin ve işçinin değerlerinin yetiştiricisi”
İslamî Cumhuriyet Partisi tarafından dağıtılan bir afiş]

[Üzerinde çiçek ve el bulunan 1 Mayıs afişi. İCP afişi]

1981’de Ayetullah Humeynî ile ittifak kuran politik örgütler, diğer muhalif gruplara siyaseten üstünlük kurarlar. Ulusal Cephe ve Halkın Fedaileri (Çoğunluk) gibi ulusalcı ve solcu partiler yasaklanır ve kitlesel tutuklamalar gerçekleşir. Ayrıca 1 Mayıs’ın devrimci potansiyeli, yerleşik kimi kutlamalarla, üniversite kampüsleri ve stadyumlar gibi sınırlı alanlara sıkıştırılır. Tatil günü, Ayetullah Mutehari’nin ölümünün anıldığı “İşçiler ve Öğretmenler Günü” kapsamına alınır. Uluslararası İşçi Günü, eskiden olduğu gibi bugün de yaygın bir biçimde kutlanmamaktadır ve İran işçi hareketi değişim için gerekli itici güç olmayı hâlâ sürdürmektedir.

Rustin Zarkar
1 Mayıs 2013
Kaynak

Ayrıca bkz. İran Devrimi Afişleri

24 Nisan 2014

, ,

Cezayirli Siyasî Tutsaklara Mesaj


Özgürlük ve kardeşlik fikrine bağlılığından dolayı hayatının 13 yılını Türk hapishanelerinde geçirmiş büyük Türk şairi Nazım Hikmet, Cezayirli siyasî tutsaklara ulaşması niyetiyle aşağıdaki mesajı bize iletti.

Kardeşler,

Ne yüzünüzü gördüm ne de sesinizi duydum, hiçbirinizin elini sıkmadım ve aranızdan çoğunun ismini bilmem.

Ama sizi, sizinle aynı yoldaymışız gibi, aynı okula gitmişiz gibi, aynı işte çalışıyormuşuz gibi tanıyorum çünkü siz de, insanlık davasının en güzeli ve en haklısı için, ulusal kurtuluş için, özgürlük için, mutlu yarınlar için ve barış için omuz omuza mücadelede saflardaki yerinizi aldınız.

Yiğit liman işçileriniz[1] gibi siz de Cezayir halkının onurlu evlatlarısınız.

Adlarınızı bilmediğimi söyledim; ama dünyanın dürüst insanları birbirlerine sizin kahramanca kavganızı anlatıyor.

Aynı sizin gibi ben de tutsak düşmüştüm ve orada insanların aklına bazen neler geldiğini bilirim. Elleri bağlı bir şekilde bu işkenceyi çekmektense, darağacında bir özgürlük bayrağı gibi sallanmayı ya da düşmanın kurşunları altında yok olmayı istersiniz. Eğer aranızda bazıları böyle düşünüyorsa, onlar hiç de haklı değiller.

Cellâtlarımıza rağmen yaşamalıyız.

Mücadele için, bu yaşama iradesine bir çoklarımız sahiptir. Burada sevgi ve saygı ile Abane’ın[2] adını anıyorum.

Hapishaneler Cezayir halkıyla, bu halkın dünyanın geri kalanındaki kardeşleri arasındaki dayanışmayı engelleyemez. Bizimlesiniz. Bana itimat ediniz ki halkınız ve milyonlarca insan, mücadele çığlıklarıyla, umutlarıyla, zaferleriyle hücrelerinizdedir.

Cezayir’in kurtuluşu için, Cezayir halkının özgürlüğü için, daha iyi günler için kavga ve bütün dünyada barış için mücadele, hem hapishanelerin içinde hem de dışında devam etmektedir.

Sizi bütün kalbimle kucaklıyorum.

Gözlerinizden öperim kardeşler

[Arapça: Yaşasın barış ve istiklâl]

[İMZA: NAZIM HİKMET]

1952, Pekin

Alger républicain[3], 30 Kasım 1952


Dipnotlar:
[1] Cezayir işçi sınıfının en örgütlü ve en militan öncülerinden olan Cezayir limanı işçileri kastediliyor.

[2] Bu kişi büyük ihtimalle Cezayirli devrimci Abane Ramdane’dır (10 Haziran 1910-27 Aralık 1957). Abane Ramdane Cezayir’in kurtuluşu için yürütülen mücadelenin örgütlenmesinde önemli bir rol oynamıştır ve bu nedenle ‘devrimin mimarı’ olarak anılır. Modern Cezayir devletinin kurulmasını sağlayan Soummam Konferansı’nın (20 Ağustos 1956) toplanmasına önayak olmuştur. Frantz Fanon’un yakın dostudur.

[3] Cezayir Komünist Partisi’nin gayri resmî yayın organıdır. 1938’de kurulmuştur, Fransızların sansür ve kapatmalarına rağmen Houari Boumédiène liderliğindeki Devrimci Konsey tarafından yasaklandığı 1965’e kadar sömürge karşıtı ve komünist Henri Alleg tarafından yayımlanmıştır. Cezayir’in bağımsızlığını kazandığı 1962 yılında en çok okunan günlük gazete olduğu tahmin edilmektedir.

23 Nisan 2014

Parti-Devlet vs. Cemaat Demokrasisi


Ülke, sermayenin bölgesel ve dönemsel çıkarları uyarınca yeniden kuruluyor. Kuruluş, doğudan gerçekleşiyor. Kuruluşun doğudan gerçekleşmesi, kuruluşta Kürd’ü ve Müslüman’ı öne çıkartıyor. Hangi Kürd’ün ve hangi Müslüman’ın eleğin altında kalacağını, mücadele tayin ediyor.

Kürd’ün belirli bir gücü var ve kendisini oradan teşkil ediyor. Ama Müslüman âlemin elinde, yıllarca antikomünist hareketin içinde ajanlık ifa etmekten başka bir iş yapmamış kadrolar mevcut. Gücünü onlar tayin ediyor. Bu unsurlar, kendilerine geçmişte emirler yağdırmış, DP geleneğinden gelen ağabeyleriyle-ablalarıyla iktidar koltuğuna yapışmışlar, olan bu.

Dolayısıyla, kuruluş momentinde eskinin koltuk sahipleri, ön planda. Bu anlamda, ilgili momentte bir tür İslam’dan söz etmek mümkün değil. İslam’ın biçimi, sadece kurucu bir devlet ideolojisi olarak yeniden formüle ediliyor, özü ise köpeklerin önüne atılıyor.

İslam karşıtlığı ile kendi öznelliğini, failliğini bu momentte kurmak isteyenleri, demek ki, hüsran bekliyor. Onlar, Demokrat Parti geleneğiyle geçmişte işbirliği kurmuş ecdadını koruma altına alıyor. Müslüman’ı marjinalleştirdiğinde kendisini merkeze oturtacağını sanıyor. Sol, kendisini buradan kuruyor. Son operasyonlar bahanesiyle, İslam ve Kürd karşıtlığı, solda cisimleşiyor. Sol, kendisini İslam ve Kürd kirinden arınık olduğunu satmayı, efendilerine işmar etmeyi iş zannediyor.

AKP, ülkenin yeniden kuruluşuna, doğudan gerçekleşen inşa faaliyetine “parti-devlet” olarak cevap vermek demek. O, esasında devletin eteğinin dibindeki tarikatları, grupları ve cemaatleri devlete ram ediyor. Onları dize getirmek gibi bir role, misyona sahip. Bugün “rol”den ve “misyon”dan bahsedenlerin AKP’ye işaret etmesi bu yüzden.

Parti, fukara Müslüman halkı mevcut Kemalist iktidar ilişkilerine kul etmeye çalışıyor, onun için var. Yani AKP, İslamcılığın tüm tartışmalarının stabilize edilmesi, tüketilmesi ve ezilmesi demek. Kuruluş sürecinin iktisadî yapısını tabiî ki neoliberalizm tayin ediyor, ama buradan bir ekonomizm türetmemek lazım. Zira ekonomizm, üstyapısal unsurları dokunulmaz kılıyor.

“Ekonomi-politik” formülünde politik özne, iktisadî olan üzerinden tesis ediliyor. Bu da AKP’nin siyasetine eklemlenmekle sonuçlanıyor. İktisadî özneler, politikaya düşman olan kısmıyla ele alınıyorlar. Ulus-devlet türünden kurguları ezdiği için iktisadî öznelerin varlığını alkışlamak, politiklik zannediliyor. Tam da bu nedenle, “Tayyip Erdoğan’ın 2050 ufku”ndan dem vuruluyor. Müslüman halk, ancak egemenlerin ideolojisi uyarınca “ümmet” denilen cennete erişebileceklerine inandırılıyor. Buna, saf politik öznellikle karşı çıkıp, iktisadî olanı nesneleştirerek cevap vermek bir sonuç üretmiyor.

Faşizan ya da totaliter, iktidarın ideolojik argümanlarına karşı tam boy cepheden bir karşıtlık üretmek gerekiyor. Belki de ümmetin bugünün mazlumlarının-sömürülenlerinin boynunun borcu olduğunu dillendirmek gerekiyor.

Bugün AKP ile Fethullah arasında cereyan eden kavgada AKP tetikçileri, açıktan Cemaat’e parmak sallayıp, “CHP’yi desteklerseniz, bu ülkede devrimcilere yol açarsınız” diyorlar.[1] İşareti buradan almak gerekiyor. İlgili ideolojik balonun patlayacağı yerin işareti, devrimcilerin bizatihi varlığı oluyor. Zira Cemaat, ABD-İsrail eliyle edindiği özerklik imkânı sayesinde, alternatif bir hattı temsil ediyor. O, ancak antikomünistlik yapmak kaydıyla hapisten çıkartılmış Said-i Nursi’yi takip ederek, devletin girmediği yerlere giriyor, devletin ajanı olarak. Özal’dan bugüne iktidarın hep bir yerinde var oluyor ve bu varoluş, emperyalizmin sopası olmaya yazgılı. Dilipak’ın tespitiyle[2], Cemaat köksüz bir hareket, balon misali şişiriliyor.

Cemaat, bu tartışmada AKP’ye diyor ki[3], “Sen de doğuya doğru büyürken, içine İran giriyor, farkında değilsin.” Bu aşamada “İdris-i Bitlisî’nin ülkesi yıkılıyor” yaygarası kopartılıyor ve özünde “Sizin yüzünüzden İran’a karşı oluşmuş varlığımız boşa düşüyor” denilmiş oluyor. Batı ajanlığı ve batılı ajanlık, alan kavgası veriyor. Aslında iki taraf açısından içe giren İran’ı ve içe giren devrimciyi içeride boğmak. Taktik bu.

İran’a uzanan el, ona karşı olan kafanın kendisi kadar tehlikeli. Ülkenin doğudan kurulması, doğunun da yıkılmasını şart koşuyor. “Ümmet” denilen cennet için buranın cehenneme çevrilmesi gerektiği, millete inandırılmak zorunda. Bunun için herkesin ekmeğe, suya kul edilmesi gerekiyor. Suyun başına geçip herkesi yönetmenin yolları aranıyor. Ama tersten, meselenin dolarlara, avrolara indirgenmesi, kitlelerin paraya kulluğa devam etmesini anlatıyor.

Kavga, İran hattından kopuyor. İran düşmanlığı, Fethullah çizgisinde esasen İran Devrimi düşmanlığı ile tanımlı. O, İslamî devrimin önünü almak için görevlendirilmiş bir dalgakıran. İdris-i Bitlisî türünden tarihsel referansların bulunması, zarftan ibaret. Cemaat, temelde efendilerine, “bu topraklarda yeni bir devrim olmasın istiyorsanız, ben size lâzımım” mesajı vermiş oluyor. AKP de “ben varken sana iş düşmez” diye restleşiyor ve karşı-devrimci pratiğine alan açmak için uğraşıyor, zira Marx’ın tespitiyle, “karşı-devrim de sonuçta bir devrim”. Bu “devrim”in ilerlemesi, Fethullah’ın sinir uçlarına dokunuyor.

Mesele, suyun başını tutmak ve herkesi susuz bırakıp bu suya mecbur etmek. Bu noktada mevcut gerilimin ne sebeple açığa çıktığının analiz edilmesi zorunlu. İlk elden verilerle, gerilim ve çatışmanın devletin parti nezdinde toplaşması ve milletin “kontrol dışı” unsurlarının törpülenmesinden kaynaklı yaşandığını söylemek mümkün. Ama verili hâlde Fethullah’a kontrol dışılık tespiti üzerinden, “solculuk” atfetmek, büyük yanılsama.

Bir komplo teorisine göre AKP, devlet ideolojisinin bir kanadıyla anlaşıyor. Deniz Baykal’ın da içinde olduğu bir mekanizma sayesinde Tayyip, başbakan yapılıyor. Burada bir şey verildiğine göre, bir şey de istenmiş olmalı. Burada istenenin, “Fethullah’ın kellesi” olduğu iddia ediliyor. Zira Fethullah, yeni konsolidasyon momentinde ıskartaya çıkartılmış bir isim.

Tayyip, özünde CHP’nin iç ve dış siyasetinin taşıyıcılığını yapıyor. Dış siyasette İsmail Cem, iç siyasette Kemal Derviş politikaları İslamî kılıfla sunuluyor. Bu kurguda Fethullah, Öcalan’ın ifadesiyle, merkeze çekilen polis şefi. Bu noktada Ergenekon yargılamaları üzerinden Fethullah’a bir alan açılıyor. Ordu, kendi artıklarından kurtuluyor. Yollar temizleniyor. Süreç içerisinde devlet mekanizması, muhtaç olduğu parti-devletine kavuşuyor. Bu kurguda artık cemaat demokrasisinin terbiye ediciliğine ihtiyaç kalmıyor. Disiplin ve terbiye, tek elde toplaşıyor.

Parti-devlet olarak AKP, kendi demokrasisini kurmak için kontrol dışı unsurları bertaraf ediyor ya da onu hizaya sokuyor. “Paralel devlet” terennümlerinin dile dolanması, buna işaret ediyor. Bu kavramı dillendiren ilk kişinin Öcalan olduğunu hatırda tutmak gerek. Demek ki doğudan kuruluş batılı ajanlarını vuruyor, doğunun faillerini öne çıkartıyor.

AKP, Mısırlı şehide Esma’yı anlatmak için kullanılan “4” işaretini ideolojik bir müdahale ile tek devlet, tek millet vs. yalanına dönüştürüyor. Müslüman halk, bu kâfir devletin kulu olmaya zorlanıyor. Onu sorgulama ihtimalleri bir bir siliniyor. Açık kapılar hızla kapatılıyor. Devletin partisinden parti-devlete evrilen bir oluşum, kaotik, belirsiz, her türlü unsuru dışarıda bırakıyor. Nusaybin’de dikilen duvar ne ise, polise ve savcıya getirilen yetki sınırı da o. Sınırların çekilmesi için önce kılıçların çekilmesi gerekiyor. Bu kılıçlar ve sınırlar çekilince, AKP’nin kitle kaybedeceğini düşünmek yanılsamalı. Zira AKP, tam da kitlesine olan güveni için ve bu güven üzerinden ilgili hamleleri yapıyor.

Eskiden Fethullah’ın yüzde sekizlik oyundan bahsedilirken, bu kitlenin yüzde bire gerilediği iddia ediliyor. Tam da bu nedenle Fethullah’a parti kurması söyleniyor. “Her partiye eşit mesafedeyiz” diyen bir hareketin parti-devlet için tehlike arz ettiği açık. Kontrol edilmesi gereken bu hareketin verdiği terbiye, devlet disiplinine sokulmak zorunda. Disiplin, yağma, talan, sömürü ve zulüm için önşart. İkinci şart olarak terbiyenin de imkânlarının devletin eline geçmesi mecburi. Yani AKP’yi her şeyden yalıtık, basit bir özne olarak okumak çıkışsız. Onun ardına, mazrufuna, derûnuna bakmak gerekli.

Konsolidasyon sürecinin en önemli tehdidi, esasında Kürd hareketi. Kavganın fitilini ateşleyen de, bir ölçüde, Öcalan’ın hamleleri olsa gerek. Çünkü AKP ile yaşanan geçici yakınlaşma, Cemaat’in bölgesel planlarda boşa düşmesine neden oluyor. Karşı-devrimci süreç, Cemaat’i ıskartaya çıkartıyor. Kürdistan’da dershanelerle gençliği devlete ve sermayeye hizmet eri yapma projesi, Kürdlerin manevralarıyla değersizleşiyor. Kürd’e uzanan el, diğer el ile Cemaat’in iteklendiğini anlatıyor.

Doğudan batıya doğru kuruluş, doğunun stabilize edilmesini, kontrol altına alınmasını dayatıyor. Doğuya sefer oluyor, zafer olmuyor. Bir yanıyla doğuda zafer olamadığından, Fethullah’ın “batı ajanı” olduğuna dair sözler işitiliyor. Doğudan kuruluş, Fethullah’ın mevcudiyetini tehlikeli ya da faydasız kılıyor. Yaşananı bir “iç” temizlik olarak okumak mümkün bu açıdan.

Fethullah, “tam da bize hizmet ettiği için Özal öldürüldü” diyerek, esasında “bize hizmet etmeyen de ölür” demiş oluyor ve bir yerlere işmar ediyor. Onun tasfiyesinin de belirli yerlere atıfta bulunuyor olması gerek.

“Faşizm, emperyalizmin içe dönük olan hâlidir” tespiti doğru ise, Türkiye alt-emperyalist olduğu değil, olamadığı için AKP merkeze çekilmiş olmalı. Biri içteki, diğeri dıştaki “İsrail”e bağlı. İçteki İsrail’in bugün Ortadoğu’ya kama niyetine sokulmuş gerçek, dışta olan İsrail’le bir tür rekabet içine girdiği momentler var. Demokrat Parti’nin ve Menderes’in tam da “ümmetin birliği” gibi şişirme bir hedefle öne çıktığı durumda tasfiye edildiği biliniyor. İç Siyonizm, dış Siyonizmi kimi zaman hasım, kimi zaman rakip kimi zaman da düşman olarak görüyor. Bu durum, kimseyi yanıltmamalı.

Bugün AKP tetikçileri, açıktan “kurtuluş savaşı” yaşandığını ilân ediyorlar. Bu savaşın “yerli, güçlü, bu toprakların bağrından çıkmış, özgün ve dik duran bir halk önderi” şahsında gerçekleştiğine inanıyorlar. İlk kurtuluş savaşı, savaşlardan yılmış halka rağmen, birkaç Siyonistin, Sabetayistin ve masonun tetiklediği bir hareket. Bu da öyle olmalı. Aynı jargona başvuruluyorsa, başka bir seçenek mümkün değil.

Tayyip, bir imge olarak parti-devlete işaret ediyor. İttihatçıların kurduğu devlet, yeni Kemal’ini buluyor. Dolayısıyla ülke, efendiler için yeniden koruma altına alınmış oluyor. Yıkılma ihtimali, zamansal olarak ötelenmiş oluyor. Bu kurtuluş savaşında kurtulan şeyin işgalciler ve hainler olması gerek.

Bir ânda Fethullah’ın işgalci ve hain seviyesine çekilmesi bu açıdan manidar. Mevcut momentte birden Yunan, İtalyan ve İngiliz sermayesiyle ilişkili olan batı Anadolu toprak ağalarına ve tefecilerine dönüşüveriyor. Eski gerilim, yeni bir biçim altında, tekrar su yüzüne çıkıyor. Batı Anadolu hattına çekilmek, onu bugün CHP-MHP hattına doğalında zorluyor. AKP ise alt sınıfsal katmanlara doğru evrilerek, gücünü oradan konsolide etme imkânı buluyor.

Yolsuzluk operasyonlarının tersten, halkta aksi bir tepkiye yol açtığı biliniyor. Üç beş orta sınıf bond çantalı, safları terk ediyor, ama mütedeyyin fukara kesim, çeşitli gerekçelerle AKP’ye bağlanıyor. Esasında devlet mekanizması, AKP şahsında, bu kesimlerle kopan ya da esneyen ilişkilerini tamir etme şansına kavuşuyor. Fethullah, cemaatten camiaya evrilerek, o fukaranın dininin dışına çıkacağını söylemiş oluyor. Bir fikir etrafında görece daha esnek ve liberal bir yapıya işaret ediyor. Ama düne kadar hizmet ettiği devlet, onu içerip aşarak farklı bir kompozisyona evriliyor.

Solda da bu sürecin benzer bir seyri var: orada da parti-devlet anlayışına karşı anarşizmden rol çalan tuhaf demokratik cemaat ilişkileri çıkartılıyor. Benzer bir süreci, cemaat ile AKP arasındaki gerilimde de görmek mümkün. Parti-devlet anlayışına karşı bir tür cemaat demokrasisi savunusu yapılıyor. Bu noktada, parti-devletin de cemaat demokrasisinin de efendilerin elindeki kılıcın iki keskin tarafı olduğunu bilmekte fayda var. Son operasyonla cemaat, vurucu gücünden, AKP de hegemonik gücünden ödün vermeye zorlanıyor.[4] Aynı operasyon, sola da çekiliyor esasında.

Camialaşma, partileşmenin karşısına çıkartılıyor. Bu türden sosyologlar eliyle sol, iktidar mücadelesinden alıkonulmak isteniyor, yedeğe çekiliyor.

Kıyamet, İran’la gizli yapılan doğal gaz ithalatı yüzünden kopuyor. Bu kanalda Fethullahçıların suyun başına geçmeleri mümkün değil. Bugün AKP tetikçileri[5], tam da bu meseleyle bağlantılı olarak, “İran’ın Türkî cumhuriyetlerdeki etkisinin kırılmasına mani olmak için Fethullah okullarının desteklendiğini” ikrar ediyorlar. Türkiye “büyüyorsa” ve bu büyüme, doğudan batıya doğru bir kuruluş üzerinden gerçekleşiyorsa, esasen İran’ın meselenin merkezine yerleştirildiği iddia edilebilir. İsrail ve ABD’nin yapılan “operasyon”un arkasında olması, AKP’lilerin gördüğü biçimiyle, tam da İran’ın ağırlığı ile ilgili.

Muhtemelen yeni dönemde Tayyip’ten yerli ve Müslüman bir “Mustafa Kemal” karikatürü çıkartacaklar. Bu karikatürün eskinin Rıza Şah’ıyla ilişkilendirilmesi daha bir mümkün.

Mustafa Kemal’in Bektaşî ya da Mevlevî fetvacıları vardı, bugünkü karikatürse Hayrettin Karaman[6] türünden hocalara ihtiyaç duyuyor. Her ikisini de mutlak iktidar sahibi olarak görmek hatalı. Ana ittihatçı gelenek, parti-devlet ve cemaat demokrasisi arasında belirli bir gerilimde ifadesini buluyor. Biri içi konsolide etmeye, diğeri dışı düzlemeye mecbur. Dönemin “mazlum halkların önderi” olarak lanse edilen Mustafa Kemal ve Türkiye’nin yerini Tayyip ve “Yeni Türkiye”[7] masalları alıyor. Yeni savaş kabinesinde bir Jitemcinin olması, tesadüf değil.

Demokrasi, aslında devletin parçaladığı bireylere devletin dolaylı olarak yedirilmesi anlamına geliyor. Dolayısıyla, cemaat demokrasisinin açtığı kanala girmek, buna sevinmek, devletin mikro alana nasıl yerleştiğini görmezden geliyor. Emniyet ve yargı alanındaki tüm çatlakların kapatılması ile bu sürecin kapanacağı açık.

“Amerikan polisi” eleştirisi, polisin Amerikanlaşmasını gizliyor.[8] Taktiklerin İsrail askerlerinden aşırma olduğunu örtbas ediyor. Silâhların menşei unutuluyor.

Cemaat demokrasisinin açtığı yarıktan ilerlemek, sadece huzuru ve rahatı örgütlüyor. Huzursuzluk ve rahatsızlık terörize ediliyor. Sol, bu kanala girmekle kendi topuğunu nişanlıyor. “Hükümet istifa” söylemi, Gezi sürecini lime lime etmiş solun ağzında yalana dönüşüyor. Zira gerekli güç odakları ve ocakları oluşmadığı için bu slogan, en fazla, erken seçime ve CHP-MHP koalisyonuna işaret etmiş oluyor.

Kitlelere “paranızın peşine düşün” demek, onları paraya kul ediyor; kitleleri hükümet karşıtlığında cisimleştirmekse, kitlelerin politik varlığını soyut kabul etmekten ileri geliyor. Dolayısıyla somut, elle tutulur güç ilişkileri ya görülmüyor ya da bu yönde bir ihtiyaç zuhur etmiyor.

Parti-devlet eleştirisi, devletin partileşmesini; cemaat demokrasisi eleştirisi, demokrasinin cemaatleşmesini görmüyor. Bir tür “cambaza bak” oyunu oynanıyor. Bu eleştiriler, esasında birer koruma biçimi. AKP, kendisini devletin partisi olarak inşa ediyor oluşunu gizliyor. Fethullah ise, demokrasiyi cemaatleştirme niyetlerini saklıyor.

Eleştiriler, bu minvalde tek taraflıdır ve suyun başına geçenlerin çıkarları uyarınca biçimleniyor. Fethullah, devletin partileşmesi sürecinde kadrolarının tasfiye oluşuna karşı direnç geliştirmiştir. Muhtemelen demokrasinin cemaatleşmesi karşısında Tayyip, altının oyulduğunu düşünmüştür. Direnen de altının oyulduğunu düşünen de aynı güçlerdir. Tartışma, yöntemseldir. Özetle AKP devletleşmiştir. Ama bu süreç, devletin de partileşmesine doğru evrilmiştir, demokrasi de cemaatleşmiştir.

Fethullah Gülen, cemaat ve camia[9] arasında ayrım yapıyor ve kendi hareketini “camia” olarak tarif ediyor. İlki, bitmiş tamamlanmış olana, ikincisi, bir iradeye, toplama iradesine işaret eder. Demek ki itiraz, “tek parti” ya da “diktatör” eleştirileri, devletin partileşip demokrasinin cemaatleşmesine izin verilmemesiyle ilgilidir.

Camia hareketi, Gezi’den, hatta Hakan Fidan krizinden beri ortaklık teklif ediyor. Bir tür Selçuklu sultanının yanı başında onu ikaz eden Nizamülmülk olma hevesindedir. Bu, “bu kadar böbürlenme padişahım, halkın içinde yaptıklarının bir karşılığının olmasını istiyorsan bana muhtaçsın” demektir. AKP ise yeni kuruluşta bu türden bir ortaklığa kapalıdır. Bu devletin “serseri” ya da “alt-emperyalist” olmasından değil, tam aksine, neoliberal hegemonyanın basit ve aktif bir aktörü olma gayretiyle ilgilidir.

Devletin serseri ya da alt-emperyalist olma imkânı, şansı yoktur. Yapılanlar, olanlar, piyasaların, paranın akış hattının, emperyal projelerin, bölgesel tasarımın dışında asla gerçekleşmez. Sol özneler açısından meseleyi soyut bir kapitalizm eleştirisine indirgeyenlerin devleti olandan büyük göstermeleri zaruridir. Böylelikle kitleler, devlete karşı mücadelenin nafileliğine ikna edilmiş olurlar.

AKP mülkün, metanın iktidarı, Fethullah paranın demokrasisi peşindedir. AKP devletin şirket gibi, Fethullah, şirketin devlet gibi yönetilmesidir. Demokrasi çığırtkanlığı yapmak, kitleleri o mülkün iktidarına bağlamak demektir. İktidar üzerinden siyaset yapmak, kitlelerin iradesini iğdiş etmektir. Bu çürümeyi kökünden söküp atacak, it dalaşına son verecek olan, mülksüz, parasız pulsuz kitlelerdir.

Tayyip Erdoğan Samsun mitinginde, “biz sistemdeki bozuk çarkları düzeltmek için geldik” diyor, böylelikle, bir yerlere mesaj veriyor. Halkın kadîm mesajı ve tokadı ise şudur: “Bozuk düzende sağlam çark olmaz.”

Siyonist-emperyalist şebekenin tetikçisi olarak Fethullah, milletin birliğine kastetmiştir. Millet, bu saldırıyı savuşturacaktır.

Siyonist-emperyalist şebekenin faili olarak AKP, hak-batıl ayrımına küfretmiş, halkın ikiliğine kastetmiştir. Halk, bu cerahati içinden söküp atacaktır.

Eren Balkır
21 Aralık 2013

Dipnotlar:
[1] “Fatih Tezcan: Asıl Hedef Erdoğan”, 1 Aralık 2013, Yeni Akit.

[2] “Tetikçileri de Vururlar”, Abdurrahman Dilipak, 19 Aralık 2013, Yeni Akit.

[3] “Şah Diyen Şah İsmail Olmasın!”, Kerim Balcı, 20 Aralık 2013, Zaman.

[4] “(…) bu sürecin bu denli ağır geçmesinin temel nedeni, yukarıda bahsedilen üç sosyalleşme mecrasını tamamlaması gereken bir dördüncü mecranın son otuz yıldır Türkiye’de baskı altına alınmış olmasıdır. Bu sosyalleşme mecrası, cemaat ya da cemiyet değil ‘camia’dır.” (“Camia Cemaate Karşı: Halk Meclisleri Neyi Hedeflemeli?”, Utku Balaban, 23 Haziran 2013, Bianet.)

[5] İsmail Nacar’dan aktaran: a.g.m., Abdurrahman Dilipak.

[6] “Türkiye’nin Dostları ve Düşmanları”, Hayrettin Karaman, 19 Aralık 2013, Star.

[7] “Bu, Çokuluslu Bir Operasyondur”, İbrahim Karagül, 20 Aralık 2013, Yeni Şafak.

[8] “Affedersiniz, Siz ABD Polisi misiniz?”, Ali Karahasanoğlu, 19 Aralık 2013, Yeni Akit.

[9] “Cemaat Değil, Camia”, Ekrem Dumanlı, 20 Şubat 2012, Zaman.