16 Şubat 2009

,

Doğunun Ortası, Ortanın Doğusu

Merkezsizleşen Marksizm

Kopernik, Kepler ve Galile’nin ardından, üzerinde yaşadığımız gezegenin dinî-mitik bir değeri kalmadı. Büyü bozulunca insan denilen biyolojik canlı türüne kendi içinde var olduğu tarihin merkezi olmak öğütlendi: hümanizm ile birlikte, tarihin sınıflarla ve sınırlarla yaralı bedenini örten şık bir şal bulunmuş oldu. İnsanı sınırlayan tüm engeller burjuva devrimleriyle (sözde) yıkıldı. Artık insan geleceğe umutla bakabilirdi. Ama olmadı: insanî ilişkilerin toplumla tanımlı doğası kendisini teoride ve pratikte dayattı, bunun sonucunda insana toplumun merkezindeki taht önerildi. O tahtta kimin olduğunun önemi yoktu, özdeşlik kurmak, kendi bedensel ve ruhsal varoluşunu tahta oturanla bir tutmak yeterliydi.

Sosyalizm, böylesi bir iklime doğarak, kısa zamanda taht mücadelesi verenlerin ideolojisi oldu. İnsanın toplumun merkezi oluşuna ilişkin fikir de kısa sürede eskidi. 

Yirminci yüzyılda insanın dinî, sanatsal, felsefî, bilimsel ve politik alt anlamları sorgulandı, bu anlamlar farklı bedenlerle buluştu, ama farkların tarihsel-toplumsal sebeplerine hiç bakılmadı.

İnsanı tarihin ya da toplumun merkezine oturtanlar yalan söylüyorlardı. Yalan, “insan tarihsel-toplumsal bir varlıktır” diyen Marx ile bozuldu. Artık krallar hiç olmadıkları kadar çıplaklardı. Çünkü tarihin ya da toplumun efendisi olduğu iddiası ile yaşayan kralların karşısına, hikâyedeki çocuğun saflığı ile gerçeğe bakan, bu sahiplik oyununda seyirci olup özdeşlik kurmayı reddeden ve kendi pratiği ile varoluşunun tarihe ve/ya topluma ait olduğunu gören köleler çıktılar. Kral soytarıları ve dalkavuklar, insanı tarihle toplum arasına sıkışmış bir maddî varlık olarak resmedip, hürriyet adına, onun varoluşunu madde ötesine kaçırdılar ve onu canlı hayatın kutsallığı (vitalizm) içine oturttular.

Kopernik, bizzat “devrim” sözcüğünü var etmekle devrim yapmıştı, ama devrim’ciler, devrimin tarihsel-toplumsal macerasını hiçe sayarak, onun durumsal-dönemsel hâllerini görmezden geldiler. Bu körleşme, devrimin de gözlerini bağladı. Devrim, canlı hayatın varoluşuna indirgenerek kendi gerçekliğini yitirdi.

Her türlü “izm”in aslî sorunu, arkasına gelip süreklileştirdiği olguyu tarih ve toplum dışına atmak, kaş yapayım derken göz çıkarmak ve sürekliliği bir yerde oluşa indirgemekti. Devrim’ciler, kendi varlıklarıyla özdeşleştirdikleri devrimi muhafaza etmek için kendi bedensel ya da zihinsel varlıklarını kutsadılar; sosyalistler, toplum kurgularını kendilerinde dondurdular; komünistler ise arkaik kabile hayatını kafataslarının içine hapsettiler.

Marx, yeni doğum adına, bu üçlü düğümü çözmek için çabaladı: üç ideo-politik akımın ördüğü bentleri yıktı. Ama sonuçta korkuyla birbirine sarılan özneler, bu sefer “marksizm” yatağına sığındılar ve Marx’ın tarihsel-toplumsal alandaki devrimci teorik ve politik varoluşunu kendilerine kapattılar.

Kendisine “marksistim” diyen birisi var diye marksizm yaşıyor olamazdı. Öyle olsaydı, “ben marksist değilim” diyen Marx ile bu hikâye sona ermiş olurdu. Marx, kavgasının sürekliliği, hayatiyeti adına kendi benliğini eyleminde yok etmesini biliyor, tüm marksist pratiğin merkezine kendisini yerleştirmek isteyenleri ikaz ederek bu sözü söylüyordu. Bugün de hâlâ Marx’ın güncelde yeniden üretilmesi gerekiyor, ama günümüz marksistlerinde bu dirayet ve cesarete rastlanmıyor. Marksizm, Marx’ın kırbacından kaçıp kurtulmuş devrim’ci, sosyalist ve komünist ideolojilere indirgeniyor.

Burada, Edison ve Tesla arasındaki ayrım üzerinde durmakta fayda var. Doğrudan akımı bulan Edison, bu buluşa göre daha gelişkin olan alternatif akımı keşfeden Tesla’yı kıskanıyor. Edison’un buluşu ile bir ev ancak tek bir trafo ile aydınlatılabilirken, Tesla’nın buluşu tek trafo ile tüm şehrin aydınlatılmasını sağlıyor. Edison, Tesla’nın şöhretini yıpratmak için kampanyalar yürütüyor. Üstelik doğrudan akımla çalışan elektrikli sandalyeyi bile savunur konuma geliyor.

Bu benzetmeden hareketle, Marx’ın da üç ideoloji için bir trafo görevi gördüğü söylenebilir. O, bir kavşak noktasıdır. Ama onu kendi evini aydınlatsın diye kullananlar var. Marx, özellikle kapitalizm çağında oluşan genel teorinin zirvesi olmakla kendisini takip ettiğini söyleyenlere sadece postunu bırakıyor. Bu posta oturup kendisini marksist olarak adlandıranlar, bulundukları dönemin tüm teorik alanına hükmeden kral oluveriyorlar. Pratikteki kral ya da mesih ise Lenin!

Teori ve pratiğin merkezi olduklarını düşünenler odak yaratmak için çabalıyorlar. Herkesin kendi eylemleriyle oluşacak odağın etrafında toplanacaklarını zannediyorlar. Hiçbiri, Mustafa Suphi’nin Komintern kongresinde yaptığı konuşmada kullandığı biçimiyle, ocaktan söz etmiyor. Kendisini de içine attığı ocakta yanmayı ve kemâle ermeyi aklı kesmiyor. Herkes “Marx’çı” ama Marx gibi, devrim’ciliğin, sosyalistliğin ve komünistliğin ortaklaştığı ocakta oluşmanın önemini görmüyor.

Ocakta oluşun önemi güncelle ilişkili: orada olmamak, tabiatıyla, zaman-mekân ötesi tasavvurların fiilîleşmesine neden oluyor. Güncele ait fırsatlar, imkânlar, yenileşmeler ve ortaklaşmalar görülemiyor. Güncelin karşısına tüm çaresizliği ile çıkanlar, orada olanlara ait resimlerin tarihötesi akışını izliyorlar. Fırsatları algılamadan oportünist oluyorlar; biçimi ve özü ayrıştırma/birleştirme işlemine tâbi tutmadan biçimci/özcü oluyorlar; oradaki insanı değil, geçmişte oluşmuş, kanından ve barutundan sıyrılarak kodifiye edilmiş bir “insan”a bakıp hümanistleşiyorlar; oradaki işçiyi anlamadan işçicileşiyor ya da mazlumun yüreğine dokunmadan ezilencileşiyor. Özetle, her gelecek tahayyülü, geçmiş tasavvurunun kölesi olup ideolojik anlamda katılaşarak akla ve yüreğe hükmediyor.

Onlar, elli yıl öncenin siyaseti ile elli yıl sonranın siyasetinin kesişimi (bileşkesi) olarak kendilerini kabul edip herkesi kendileri gibi olmaya çağırıyorlar ve ardından da varlığını verili güncel gerçeğe dayatıyorlar. Oysa tarihi ve toplumu merkezsizleştiren, insanî ilişkileri sınıf bağlamında gerisin geri toplum ve tarihin içine atan marksizmin de tarihsel/toplumsal anlamda merkezsiz olması gerekiyor.

Depremler-Devrimler

Dünya kâinatın, insanoğlu dünyanın, insan, toplumun ya da tarihin merkezi değilse, canlı hayat ve bununla ilişkili üretim ve ilerleme de kâinatın merkezi değil. Merkezci düşünce, yerleşik hayata geçen kabilelerin davarlarını ve maddî ilişkilerini korumak için mecbur kaldıkları bir yöntem. Ama tarihin ve toplumun yasaları hiçbir merkez tanımadan hareket ediyor. Animist bir kafa ile maddî hareketliliği canlı hayatla bir tutan ve bu sayede kendi canlılığına ebediyet atfederek bunun edebiyatını üreten insan, en ufak bir depremde madde ile zihnin ayrımını tam o sarsıntı anında anlıyor ve maddî hareketlilikle biyolojik-kimyasal temelleri olan canlı hayat kurgusunun farklılığını görüyor. Bu farkındalık nereye ait olunduğunun görülmesiyle ilgili. Elbette bu hat boyunca öbür tarafa geçerek aidiyetin gerçeğine kendisini atanlar olabileceği gibi, bu tarafta kalıp daha canlı bir hayat kurarak maddeye hükmetmek ve onun kral-tanrısı olmak isteyecekler de olacaktır. Yahudilikte yoğun biçimde görülmeyen, ama öbür iki büyük dinde önemli bir yer edinen ötedünyacılık, felsefî-ideolojik bağlamda bu yönüyle değerlendirilmelidir, bilimci, pozitivist ve ilerlemeci (bizde kemâlist) bir kafayla değil.

Ahiret, cennet-cehennem ve araf gibi ötedünya kurgularına masal diyen akılcılar masallara inanmamak gerektiğini vazederlerken, nedense masalların gerçekliğini de çöpe atıyorlar, ama diğer yandan da savaşın hedefi olarak görmekle onları maddî olarak da kabul etmiş oluyorlar. Hem perhizde olup, hem lahana turşusuna saldıranlar, bu dünyada ötedünyacılık yapanlara karşı ötedünyadaki budünyacılığı çıkartıyorlar. Bunu yaparken de materyalist olmuş oluyorlar. Maddeden kaçmak suretiyle, ötedünyaya bakarak kendilerini aidiyet ilişkilerine bağlamış kitlelerin sebep olduğu sarsıntılara/devrimlere yabancılaşıyorlar ya da hissetse bile, korkup kendi kovuğuna saklanıyorlar.

Devrim de toplumsal-tarihsel süreçte yaşanan depremlere benzer. Canlı hayatın maddî hayata bağımlı oluşunu fark ettiren depremler gibi devrimler de canlılığını topluma ya da tarihe bağlamış sözsüz eylem içindeki kitlelerin kendi maddîliklerini fark etmelerini sağlar. Nesnel dinamiklerden bağımsızlaştığını, onlara hükmedip yönetebileceğini, tanrısal bir kudretle donatılmış olarak kilitlenen hareketi canlandırabileceğini düşünen özneler de bu momentte nesneyi ve kendi nesnelliğini fark ederler. Oysa zaten bir biçimde, nesnel planda içinde olduğu toplumsal-tarihsel dinamiğin bu tür kudret hesapları yoktur. Böylesi bir dinamiğin iç/dış tasarımı da olamaz.

Kolektif dinamikler, şiddetli deniz dalgaları, kayaç hareketleri, heyelan, sel, yanardağ püskürmesi ya da tayfun gibidirler. O dinamiğin içindeki insan, kendini muhafaza etmek, belinin kırılmasını önlemek için bir tür iç-dış tasarımına meyil edecek, bu tasarım, büyük ölçüde dinî, sanatsal, felsefî ve bilimsel nitelikte olacaktır. Sözkonusu tasarımın dinî kaynakları arandığında, tarihi aşan kutsal kitap bir ânda yüceleşir. Sanatsal yönelim, insanbiçimselleştirilmiş bir doğaya atıf yapacak, ama hiç doğa olmayacaktır. Felsefî tasarım, düşüncenin yeraltı dehlizlerine saklanıp dışarıyı kafanın dışı olarak betimleyecek, bilim ise dışarısını iç ölçüsünde dilimlediğinde anlam kazanacaktır.

Tüm bu karmaşanın kilit noktası, yukarıda bahsi edilen depremlerle/devrimlerle farklı bir düzlemde ilişki kurmak suretiyle görünür hâle gelir. Bu düzlem, politikanın teorideki ve pratikteki fiilî varlığı ile ilişkilidir. İç-dış tasarımına bağlı kalıp kendisine özne süsü verenlerin “içeride” olmayı kavradığı moment politikadır. Politikleşme, iç ile dışı ayıran sınırların nesnel anlamda esnemesi, kırılması ya da silinmesi ile bağlantılıdır.

Ancak tam da burada biçimlenen gerçeklik, apolitizm ve antipolitizm olarak çifte uç verir. Politika kendi karşıtıyla doğar. Sınırlarda yaşanan değişimi/dönüşümü mutlak kabul edip kendi dışarısına koşanlar ilkine, kabul etmeyip yeni iç tasarımlarına doğru yönelenler ikincisine eğilim gösterirler. Politik olmak, bu iki uç arasında gerilen gerçeğin içinde olmaktır. Politika yapmak, bu gerilimin, olası çelişki ve çatışma durumlarının dediğini yapmaktır.

Örneğin, ötedünyacı yönelimlerin budünyaya teslimiyet öngören yönleri olduğu gibi, onu imha eden tarafları da olabilir. Apolitizm teslimiyetçi, antipolitizm ret’çidir. Bu dünyanın ötesi politikanın gerçek zemini olabileceği gibi, onun inkârı ile de sonuçlanabilir.

Her iki eğilimin kesişiminde tanımlı olan hitlerizm, kendi politikasından başka politikaya alan açmayan bir tür ötedünyacı/mesihyen harekettir. Ancak benzer kesişimlere ve ayrımlara oynamak kimseyi faşist yapmaz. Bu iddiada olanlar, faşizmin fiilîleştiği 1920-45 arası dönemde ona karşı ret politikası geliştiren anti-faşist hareketi resim olarak dondurup bu resmi her gerçekle örtüştürmeye çalışan anti-faşizm’cilerdir.

Marksizmin yüz elli yıllık tarihinde öne çıkan iç-dış tasarımları üç ana başlıkta özetlenebilir: sınıf, ülke ve beden. Bu üç kolektif dinamiğin içinde iç-dış tasarımlarına yönelen ve buralarda yaşanan depremleri içe ve dışa göre algılayanlar, marksizmi farklı yönlere doğru çekmişlerdir. Örneğin işçi sınıfı adına konuşan sendikacılar, sınıfın böylesi tasarımları olmamasına rağmen, kendi iç-dış tasarımlarını sürece dayatmışlar, kendi varlığını bazen ABD, bazen AB, bazen de SSCB’ye bağlamışlardır. Sınıf için bu tip coğrafî tanımlamalar yokken, sendikacı ya da siyasetçi kendi hareketini bu noktalara göre belirlemiştir. “Sınıf bizi eyleme çağırıyor” denilmiş, bunu derken, sınıf dışılık zımnen kabul edilmiştir.

Devrimler ve depremler farkları var ediyorlar. Sınıf içi bir kişi öznelleşip iç-dış tasarımına yöneldiğinde, bu yönelimi koşullayan nesnelliğin yine sınıf olduğunu unutuyor. Aslını unutan haramzadeler misali, bir süre sınıf adına konuşuyor, ama sınıfsallaşmıyor, söylediklerinin ve yaptıklarının sınıf içiliğini ve sınıfa aitliğini ciddîye almıyor.

Tek kişi bile olsa, bir tür iç-dış tasarımına yönelip teorik ve politik tercihlere yöneliyorsa, bu yönelim, sınıfın diğer sınıflarla arasındaki sınırların değiştiğini somutta gösterir. Onun dışında bu kişinin teorik açıdan bir önemi yoktur. Sözkonusu kişi, sınıfı atalete, konumunu korumaya zorlayabilir, oysa belki de sınıf, kendisininki de dâhil, başka sınıfların duvarlarını yıkmak istiyordur.

Sınırların ve sınıfların nesnelliğini görmemek, orta sınıf solculuğunun genel karakteristik özelliğidir. Orta sınıf solculuğu, sınırların ve sınıfların hareketliliğinden ve değişiminden korkar. Arada olmanın belâsıyla sınırın her iki tarafına ayaklarını basar ki, duruma göre kendi varlığını koruyabilsin. Kazananın önceden bilinemediği bir düelloda ortada durup ilk kurşunu sıkanın kucağına atlamaya hazırlanan mülksüz korkak aristokrat gibidir o.

Türkiye için genel sorun da burasıdır: kırk yıldır orta sınıf solculuğunun hâkimiyetinde olan hareket, hep bu sınıfsal dinamiğin ihtiyaçlarını analiz etmiş, bu analize uygun teoriler ve siyasetler geliştirmiştir. Oysa proleter bakış açısıyla orta sınıf analizleri, temel sınıfsal çelişkinin analizi için birer veriden ibarettir. Proletaryanın hareketini ortaya bakarak anlamaya çalışanlar, gençliği yüceltmiş, toplumsal-tarihsel dönüşümdeki durumsal-dönemsel gelişmelerin üzerinden atlamışlardır. Bugün hâlâ teori ve pratik namına ortaya konan, gençlik hareketinin tarihsel ve toplumsal macerasıdır.

İşçiye (ve gence) işçi (ve genç) olduğunu öğretmek, bu yönde ona politik iktidar araçları bahşederek onu payelendirmek ve bu sayede demokrasi/devlet geriliminde ona rol vermek, komünist siyasetin ayırt edici özelliği olamaz.

Sınırların ve sınıfların öznelliğine inanmak, yani “sınıf ve sınır ben varım diye var” demek, marksist bir yaklaşımın ürünü değildir. Marksizm, öznellik iddiasında bulunanları da nesnel-teorik zemine oturtmayı bilmek zorundadır.

Sınırlar-Sınıflar

Geçmişte komünist hareketten kopup sağa, dinciliğe, liberalizme ve hattâ faşizme yâr olanların da ispatladığı gibi, komünist hareket, bu insanların siyasî maceralarında net, somut, nesnel, geriye dönüşe mani olacak bir ayrım çizgisi çekememiştir. Dün komün yaşayıp bugün bireyci “takılan” birisinin bu geçişi yapabilmesini mümkün kılan, komünist siyasetin yeterli ölçüde devrimcileşmemiş olmasıdır. Sözkonusu geçişi tarihsel-toplumsal anlamda imkânsızlaştıracak bir hamlenin yapılamaması, herkese kimlik ve etiket dağıtmakla yetinilmiş olduğunu gösterir.

Hakları, mülkî ilişkileri ve bedensel ihtiyaçları uyarınca ayaklanan işçiye sınıf olduğunun öğretilmesi, demokrasi ve devlet içinde rol kapmak isteyenlerin işi olmuştur. Aslında o işçi, bu isyanı işçi olmanın sınırlarının yaşadığı değişime yönelik bir tepki biçimi olarak somutlamaktadır. Burada işçi, artık işçi olmak istemiyor da olabilir, gerçekten işçi olmak istiyor da olabilir. Her ikisini aynı kefeye koyup “siz sınıfsınız, gelin benimle demokrasi sahnesinde rolünüzü oynayın” demek hiçbir şeyi çözmez. Her ikisi arasına devrimci-politik bir ayraç koymadan atılacak adım, hareketi kilitleyecek, işçi olmak istemeyenler, “hücre sorumlusu”, “sendika başkanı” ve “MK üyesi” gibi sıfatları isim olarak yaşamaya başlayacaktır. Oysa tam da bu noktada proleterleşme temel ayraç olmalı, gerçekten işçi olmanın kavgasını verenlerin proleterleşme eğilimi taşıdıkları görülmelidir. Sahip oldukları ile değil, kolektif ilişkiler içinde kalarak o kolektiviteye ait olmanın sancısını yaşayanlar dikkate alınmalıdır. Çünkü tam da onlar, zincirlerinden başka kaybedecekleri bir şey olmadıklarını fark edip sınırların ve sınıfların nesnelliğine yönelenlerdir. Sahiplik (mülkiyet) ilişkine göre bu aidiyet ilişkisi komünist hareket için daha fazla elzemdir. Sahiplik ve mülkiyet üzerinden kendi iç kurgusunu muhafaza etmek için kavgaya atılan bir işçi, kısa sürede belli bir sınıfa ait olduğunu somutta görecektir. Bu farkındalık ve onu takip eden bilinçlilik hâli, sınıf analizlerini içeren binlerce sayfalık kitaptan daha değerlidir.

“Sınıf ve sınır ben varım diye var” diyen bir kişinin önünde iki yol vardır: varlığının hayatiyeti için ya sınıfının sınırlarına veya sınırların sınıfsallığına biat edecek ya da tutarlılık gereği, intihar edecektir. (Soldan sağa geçişlerin önemli bir bölümü bir tür intihar olarak değerlendirilebilir.) Aradan çekildiğinde sınırların ve sınıfların bir anlığına kaybolacağını zanneder. O an, sonsuzluktur. Orta sınıf solculuğu, “ya o/ya bu” değil, “hem o/hem bu” mantığını kullanır.

Proleterleşme, para ve meta ilişkilerinin sınırlarını zorlayan dinamiklerde aranmalıdır. Komünizm nostaljisinin ve ütopyasının reddi üzerinden gelişecek politik hareketin bakacağı yer burasıdır.

Sınıf, ülke ve beden üçlüsüyle hareket eden marksizmin politikleşmesi, bu bakış açısına sahip olmayı bir mecburiyet olarak yaşaması ve bu mecburiyeti fark etmesi, akademilerden kendisine enjekte edilen teorisist zehirden arınmasına bağlıdır.

Sınıf, ülke ve beden anlamında duyargaları açık olan tarihsel marksizmin teorik düzlemde köprü kurduğu bilim disiplinleri, sırasıyla, ekonomi, coğrafya ve biyolojidir. Efendiler için gözlük numarası ve çerçeve ayarlayan üniversitelerin penceresinden topluma ve tarihe bakan marksizm körleşmiş, fazlalığa dönüştüğünden, kesilip atılmaya çalışılan bir ura dönüşmüştür. Son yıllarda çevirisi yapılan kitaplar bu yöndeki girişimlerdir. Orta sınıf solcularının marksizmden arınma teşebbüsleri hayra alâmet olarak görülmelidir.

Proleterleşmenin aranacağı ilk yer olan para-meta ilişkileri, meselenin ekonomik yönüdür. İkinci yer, coğrafî yöndür ki bu yön, devlet-millet ilişkilerine dairdir. Üçüncü yer ise biyolojik temeli olan irade-iktidar ilişkileridir.

Solun iki yüz yıldır kendisini sınırlarla kurulan ilişkilere, bu ilişkilerin gerilim, çelişki ve çatışma biçimlerine göre tanımlamış olması teorik düzlemde önemli bir marazdır. Marksizmin diğer sol akımlardan farkı, elindeki sınıf, devrim ve iktidar ayracıdır. Ancak onu solun bütününe yedirme ya da sol akım olmaya indirgeme teşebbüsleri, sınıf ayracının silinmesine ya da sınıfın sol ideolojinin oyuncağı hâline gelmesine, doğal olarak, marksizmin de teoride ve pratikte etkisizleşmesine sebep olmuştur.

Bu noktada, marksizmin sol içinde bir devrim olduğu üzerinde durulması gerekmektedir. Ama orta sınıf solculuğunun marksizmle mesaisi olmuş kesimleri, hâlâ sağ-sol ikiliğini üreten Fransız Devrimi ile düşünmektedir. Bizzat Engels’in ifadesi ile bu devrimi tarihin çöplüğüne fırlatıp atmış olan Paris Komünü’nü ve bu pratikten çıkarttığı derslerle Ekim’e yürüyen Lenin’i anlamayan sol, marksizmi de kendi meşrebince ve mezhebince şekillendirmektedir.

Sınırlarla düşünmek yetmez. Ufkunu sınırlara göre tayin eden, sınıfların bizzat sınırlandırıcı doğasını reddedeceğinden, bir süre sonra kolaylıkla ya “sınıf yok” diyecek ya da pratikte tüm sınıfları yok etmek isteyecektir. Salt sınırlara göre tayin edilmiş ideoloji ve politika, sınıfsallaşan dinamiklere ve dinamize olan sınıflara karşı körleşir. Sınırların aşılmasıyla sol, her türlü hareketi buna göre kodlayacak, devrimi basit değişime indirgeyecek, elinde çekiç olanın her şeyi çivi görmesi gibi, her sınıra saldıracak, bunu yaparken de hangi sınıfa hizmet ettiğini unutacaktır. Bu anlamıyla devrimi takip eden sosyalizmin önsel kurgusu, bizzat devrimin fiilî varlığı ile anlamsızlaşır.

Devrimden öğrenmeyen sosyalizm, marksizm dışıdır. Örneğin solcu gelenek içinde kalmakta ısrar eden troçkizmin anlamadığı budur: kapitalizmin sınırları ötesine yerleştirdiği sosyalizm, eni sonu devrimsizdir. Bu devrimsizlik, troçkistlerin devrimcileşme momentlerinin dışında kalmasına sebep olur. Oysa sosyalizme geçen ülkede de kapitalizm hâlâ mevcuttur ve kaldı ki dünyayı kuşatan kapitalizmin sınırları dâhilindeki bu sosyalizm, dışarıda (uzayda) kurulan sosyalizmden daha hayırlıdır.

Bir işçiyi sosyalist bilinç proleterleştirmez. Farklı toplumsal-tarihsel süreçler, bu proleterleşmede rol oynar. İşçi için önemli olan neden proleterleştiği değil, bu proleterleşmenin belli bir devrimci mecra bulabilmesidir. Komünist siyasetin tarihsel zaafı buradadır: o, sınıfı sınıf olma bilinci ve iktidar arzusu ile kuşatarak devrimcileştirebileceğini zannetmektedir. Oysa hâlâ aynı paradigma içindedir. Merkeze aldığı “sınıf”, onun farklı momentleri ve imkânları görmesini engeller. Sınıfın zorunlu yönelimlerini anlayamaz.

Bu anlamda, yukarıda bahsedilen efendi-köle ilişkisi, farklı bir bağlam dâhilinde, yeniden su yüzüne çıkar: komünist siyaset, işçi sınıfı ile bir tür efendilik ilişkisi kurar. Tek yaptığı, bir dönem hâkim olan özdeşlik ilişkisinin merkezine bir süreliğine kendisini koymaktır. Sonrasında ya komünist siyaset efendilerle uzlaşır ya da sınıf.

Sınırların sınıfsallığı, sınıfların sınırlılığı: komünist siyaset için bu ayrım ve bu ayrımın çelişkili bütünlüğünde düşünüp eyleme geçmek elzemdir. Çelişkili bütünlük, sınıf, ülke ve beden üçlüsü üzerinde kurulur. Sonuçta kapitalizmin gelişimiyle birlikte kitleler, somut tepkilerini dinî, millî ve sınıfî olanla vermişlerdir.

Marksizmin tarihsel seyrine bakıldığında, kendisini bu üç tepki biçiminden tek birisine indirgemesi ciddî marazlar doğurmuştur. On dokuzuncu yüzyılın ortalarından 1948’e dek Yahudilerle kurulan ilişki, esas olarak dinî düzlemde gerçekleşmiş, millî bir devlete yönelmeleriyle bu ilişki kesilmiştir. (BAAS çizgisi de millî bir hareketliliktir ve ihtiyatlı bir üslupla kurduğu ilişki, belli asabiyetlerin bölgede millî-devletleşmesiyle birlikte kopmuştur.) İlişkinin kesilmesi, marksist ve komünist harekete ağır bir darbe indirmiştir. Bu kopuşu hâlâ anlamayan kesimler ise Yahudilerin dinî-teolojik-kiliastik manada marksizmle ve komünizmle kurduğu ilişkilerin semeresini bugünkü Müslüman Ortadoğu’da güncelleştirmeye çalışmaktadırlar ki, bu bile tek başına coğrafyadaki cılızlığın sebebini izah eder.

Ortadoğu’nun ABD ve AB emperyalizminin saldırıları sonucunda giderek proleterleştiği tespiti, dinî ve millî olan unsurlarla daha onurlu, namuslu ve gerçek ilişkiler kurmanın yollarını açar. SSCB ve Çin’in diplomasi masasında koz olarak kullandığı Ortadoğu, bugün tüm masaları kıracak sınıfsallığa, coğrafî ortaklaşmaya ve ortaklaşan bedene doğru tüm sınırlarını zorlamaktadır. Burada emperyalistlerin çizdikleri sınırlarda değil, ortak-proleter kavganın/mücadelenin/savaşın tayin ettiği sınırlarda olmak gerekmektedir.

Bu coğrafyada devrimci sınıf bilinci ve eylemi tek başına, iktisadî olan burjuva karşıtı mücadeleyle değil, coğrafî anlamda yeni oluşan ortak “ülke”nin sınırlarındaki cephe savaşıyla ve ortaklaşan mazlum halkların proleter bedenine ait iradeyle birlikte oluşacaktır.

Bir işçinin “ey işçi, sömürülüyorsun” yazılı bildiriyi okuyarak devrimcileşmesi mümkün değildir; dün olduğu gibi bugün de devrimcilik, aynı zamanda coğrafî ve biyolojik olanla ilişkilidir. Oysa bugün orta sınıf solculuğu, ekonomideki, coğrafyadaki ve biyolojideki parçalanmaya tahammül edememekte, sınıfını, ülkesini ve bedenini muhafaza etmek için çırpınmakta, bu yüzden de çözüme hızla ulaşmak adına, bütünlüklü görülen sınıfî, vatanî ve bedenî unsurlara iltihak etmektedir. Bu iltihak, işçi sınıfının burjuvaziye, mazlum milletlerin efendilere ve parçalı alt bedensel iradelerin iktidara teslimiyetini getirmektedir.

Marx, nesnelerin içinde işe yararlılık potansiyeli olduğuna inanan ve onlara çıkar üzerinden yaklaşan alıklarla alay eder. Esasta marksizm de Marx’ın uyarısıyla her türlü pragmatizme karşı şerbetlenmiştir. Marksistler, her öznel öfkenin ve tepkinin nesnelliğe ait olduğunu nesnel bir bakışla tespit ederler.

Burjuva ideolojisinin temel niyeti, parçalanmanın sarsıntısını yaşayan insanları kendi tekil bütünlüklerine kapatmaktır. Bu yönüyle, sol,  bütünsel projeler üreterek parçalanmanın kabulünü tekil bireyler nezdinde sağladığı için bu sınıfa hizmet eder. Oysa örneğin, para ve meta ilişkileri üzerinden parçalanan ekonomik “bütünlük”te işçi, üç kuruş parasını korumaya ya da metaı ve üretimle kurduğu ilişkileri sürdürmeye çalışabilir. Bu parçalanmada sol, ya para ya meta ideolojisinin ürünlerini pazarladığı için, işçinin kendi sınırlarını zorlayan gerçeği ve onun eylemini görmez, görse de engellemek ister. Kendi varlığını sınırlarla tanımlı kıldığından, para/meta ile ilişkili gelişmeleri sınırları aşmak/korumak geriliminde değerlendirir. Bu gerilimi işçi sınıfına da atfederek, onun mücadelesini esir alır.

Bu noktada komünistlerin özgürlük mücadelesi vermek yerine, mücadelenin özgürleşmesi için çalışması gerekir. Böylece işçi sınıfı, para ve meta ilişkilerinin sınırlarını aşıp onların sınıfsallıkları ile dövüşerek kendisini yeniden kurar.

Türkiye’de “Doğu” kavramı, artık liberallerin “öteki” kavramı ile anlaşılamayacak bir düzeye gelmiştir. Empati ile ötekinin ayrıklığını örtmeye çalışan orta sınıf solculuğu, Batı’nın kalelerine saldırmak yerine, bu kalenin çatlaklarını örten duvar ustasına dönüşmüştür. Bugün orta sınıf merkezciliği yüzünden, burjuva devletin Doğu’dan Batı’yı inşa etme girişimine karşı komünist hareketin eli kolu bağlıdır.[1] İktidarın bu hamlesi sonucunda dışarıda kalan ve zulme/sömürüye tabi olan kolektif iradî hareketler, solun kucağında uyuşturulup iktidarın hizmetine sunulmaktadırlar.

Bir işçi/emekçi, para ve meta ile kurduğu sınıfsal ilişkiyi; bir millet, devletini; bir kişi, iradesini muhafaza etmek isteyebilir. Solun liberalizm-muhafazakârlık (ya da faşizm) ikilemine teslim olup kendi pozisyonunu bu ikileme göre tarif etmesi sebebiyle, bu muhafazanın devrimci imkânları çöpe atılmaktadır. Burada komünistler, sözkonusu ikilemi devrim ayracına tâbi tutmalı, işçinin sınıfıyla; milletin farklı milletlerle; kişinin farklı kolektif iradelerle ortaklaşması için çalışmalı, bu ortaklaşmalara eşlik eden proleterleşme ile kendi varlığını tanımlı kılarak proleter devrimciliğin mevzilerini güçlendirmelidirler.

Her muhafaza amaçlı edimin kendi içinde yıkıcı bir yön barındırdığını görmek zorunludur. Sınıf, kendi sınırlarını, Batı kürsülerinde sınıfların sosyolojik, psikolojik ve ekonomik sınırlarını öğrenerek onu aştıklarını zanneden solculardan değil, kendi kolektif mücadelesinden öğrenir.

Muhafaza amaçlı edimin bizatihi kendisi de sınırları öğretir ve sınıfın bu sınırlarla bağlantılı zulmü tanımasını sağlayarak farklı zulüm/sömürü ilişkileriyle ortaklaşmasını koşullar.

Millet ve din gibi baskıcı unsurlardan kurtulmayı öğütleyen Batılı solcular, bebeğin banyo suyunu dökerken bebeği de çöpe atıyorlar ve giderek, kendi benlikleriyle bir tuttukları işçiyi sınıfî ilişkilerden soyutlanmaya zorluyorlar. Sınıfın sınırları silinmeye çalışılırken sınıf da arada kaynıyor, sınıfların ortadan kaldırıldığını zannedilirken sınırların da silindiği varsayılıyor. Oysa sömürü ve zulüm, kendi işleyişi uyarınca, sınıfların sınırlarını ve sınırların sınıfsallığını değiştiriyor. Komünistlerin burada bizzat kendilerini bir proleter devrimci bir ayraç olarak konumlandırmaları gerekiyor.

Ortaklaşma-Proleterleşme

Komünist siyaset, sınıfçılık-işçicilik sapmasından kurtulup, proleterleşme eğilimlerine ve dinamiklerine bakmaya mecburdur. Üç katmanda düşünülmesi gereken proleterleşme analizinde temel kural, sınırları ve sınıfları birlikte düşünerek, bunların nesnel oluşları üzerinde durmaktır: ekonomi-sınıf (para/meta ilişkileri); coğrafya-ülke (devlet-millet); biyoloji-beden (irade-iktidar) koşutlukları, hem sınır-sınıf karşıtlığını iptal edecek, hem de öznelci yaklaşımların ipini çekecektir.

Roma’da kullanıldığı biçimiyle, Latince “döl” anlamına gelen proles sözcüğünden türeyen proletaryanın aranacağı yer, gene bu köktür. Zamanla çocuk yapmak dışında toplumda değeri olmayanların oluşturduğu bu sınıfa duhûl edenleri göreceğimiz yer, aşağısıdır. Alt sınıflar, alt ülkeler, alt bedenler proleterleşme tohumlarının ekildiği topraktır. Sol ve özelde komünist siyaset, alt ile üstün arasındaki sınırları zorlayanlara bakmakta, kendisini bu zorda tarif etmekte, alttakilerin şiddetini önemsememekte, daha doğrusu, kendisini bu şiddetten kaçırmaktadır. İşine gelen araziye kendisini kapatmakta ve diğer bölgelerle ilgilenmemektedir. İç-dış tasarımıyla savunmaya çekilerek, saldırıya geçeceği durum ve dönemleri görememektedir.

Sol, sınıf içinde biraz para ya da meta edinip yer değiştirenlerin, devletin ya da milletin arkasına saklananların ve irade’ci/iktidar’cı olup kolektif irade ve iktidara karşı körleşenlerin ideolojisi olarak biçimlenmektedir. Bu fasit daireyi kıracak olan, gene marksizmle kuşanmış komünist harekettir.

Ekonomiyle bağlantılı olarak sınıfta yaşanan ve para-meta hattında kırılmaya neden olan olaylar; coğrafyayla bağlantılı olarak ülkede yaşanan ve devlet-millet hattında kırılmaya neden olan olaylar; biyolojiyle bağlantılı olarak bedende yaşanan ve irade-iktidar hattında kırılmaya neden olan olaylar komünist siyaset için mutlak olgular değil, ilksel verilerdir. Bu kırılmaların ayrı ayrı ve birbiriyle bağlantılı olarak şekillendirdiği hat, yani sınır, artık potansiyel gerilimin çelişkiye dönüştüğünü, bu çelişkinin çatışma hâlini alacağı durumun yakınlaştığını gösterir. Üst sınıflarda, ülkelerde ve bedenlerde yaşanan çatlağın alttaki yansıması farklı olur ve bu farkın bilincinde olacak olan, gene komünist siyasettir.

Eğer bir yerde sınır varsa, verili bir mücadelenin var olduğu ve onun denge hâline geçtiği düşünülebilir. Solun “sınırları aşalım ya da silelim” aymazlığının sebebi, bu niyetinin altını sınıfsal-politik anlamda dolduramıyor oluşudur. Çünkü kendi altında proletarya vardır. Sınırların aşılması, öncelikle bu mücadelenin içinde olmayı, bir tercih ve ihtiyaç olarak değil, orada olmanın dayattığı bir zorunluluğun sonucunda, sözkonusu dengenin aşılması gerçeğinin bilince ve kuvveye çıkmasını gerektirir.

Sol, toplumsal-tarihsel bir olgu olmasına rağmen bu niteliğini unuttuğundan, sınırların her halükârda aşılmasını her şeyin üstünde tutmaktadır. Temel hata budur. Komünist siyaset de bu sol bataklığının içinde debelendiği ölçüde, sınıf, ülke ve beden dâhilindeki kırılmaları, hatları ve dönüşüm momentlerini görememektedir. Sınıfa nasıl bakıyorsa, onunla ne türden ilişki kuruyorsa, ülkeyle ve bedenle de benzer ilişkiler kurmaktadır. Ayağını her iki tarafa atanların hâkimiyetinde olan sol, işine gelenleri öne çıkartmaktadır.

Sınıfa vurgu yapması gereken yerde sınırlılığa, sınırlılığa vurgu yapması gereken yerde sınıfa vurgu yapmaktadır. Örneğin emperyalizmin çizmesi altında inleyen Arapları sınıf ölçütüne vurmakta, bir sonuç alamadığından, yüzünü eski ezberlerine çevirmekte, Arapların o çizme altında proleterleştiğini görememektedir. Vurdumduymazlığı ve solcu tarafgirliği siyonist-emperyalist efendilerin siyasetine eklemlenmektedir.

Yukarıda bahsedilen kırılmanın sonuçları ile kendisini tarif ettikçe sol, oluşan çatlaklara mastar olmaktan başka bir işe yaramaz. Oluşan hattın taraflarından birine kendisini indirgedikçe ortaya koyacağı pratik, çatlağın üstünü örtecek, bu örtü yüzünden de olası devrimci imkânlar görülemeyecektir. Para’cı, meta’cı, devlet’çi, millet’çi, irade’ci ve iktidar’cı olunduğunda proleterleşmenin sancıları hafifletilmiş olacak, ama buna bağlı gelişecek ortaklaşmanın zemini kaybolacaktır.

Yatay boyutla ilgili söylenen bu sözlere bir de dikey boyut eklenmelidir: komünist siyaset alta bakmalı, orayı anlamalı, hatta orada olmalı, ama gene ısrarla söylenmeli ki, alt’çı olmamalıdır. Üst’çülük gibi alt’çılık da altüst oluşları anlamaz.

Para, meta, devlet, millet, irade ve iktidardaki ortaklaşmaları da dikine kesen proleter vurgusu olmalıdır. Aksi takdirde her aksakallı “dede” diye kucaklanır, “ortaklaşmayı sağlaması sebebiyle Avrupa Birliği (ve ABD) hayırlıdır,” denilir. Özetle: sınıfçılığın panzehri ortaklaşma ise, ortak’çılığın panzehri proleterleşme vurgusudur. Komünistlik ortakçılık olarak anlaşıldığından, kimi komünist solcular, fiilî gerçekteki proleterleşme dinamiklerine kör bakarlar.

Örneğin, insanın Tevratik manada cinsiyet ötesi Yehova gibi olması için kadın-erkek arasındaki sınırı silip Tanrı katında tek “et” olmayı sağlayacak cinsiyet üstülüğü savunurlar; bu noktada, ilk aşama olarak gördükleri eşcinselleri öne çıkartırlar. Bu bakış açısı, erkeğin erkek, kadının kadın olarak yaşadıkları gerilimleri, çelişkileri ve çatışmaları anlamaz. Bir kadın bedeninin işçi olarak patronun, eş olarak kocasının malı oluşunu ve bu mülkiyet ilişkisine karşı farklı bir aidiyet ilişkisi için onun sahip olduğu dövüşme kabiliyetini görmez. Bir yandan gerçekteki kadın proleterleşirken, öte yandan ortakçı, ortaklığa ilişkin değerini kimseyle paylaşmamak için elinden geleni yapar. Kıskançlıkla koruduğu ortakçı düşüncesini ve eylemini kimseye yâr etmez. Öyle ki, kadın, işçi, eşcinsel, Arap ya da diğer dinamiklerin ortaklaşma teşebbüslerine kin ve hasetle yaklaşır; bu teşebbüsleri akamete uğratmak ister. Ortakçılığı kendi öznelliğinin bekası için bir zırha dönüştüren “komünist”in, diğer ortaklaşma dinamiklerine sıcak ve samimi bir gerçeklik olarak görünmesi, tabiatıyla, imkânsızdır.

İsrail Devleti’nin temeli olan ve Avrupa-Rusya hattında gelişen komünist hareketin rahle-i tedrisinden geçmiş siyonistlerin kurduğu kibbutz sisteminde böylesi bir ortakçılık mevcuttur. Yahudiler dışında kimseyi içine almayan bu komünal çiftlikler ve işletmeler, 67 Altı Gün Savaşı’ndan sonra Arapları da kabul etmiştir, ancak sadece köle-işçi olarak! Binlerce yıl zulme uğramış Yahudi komünizminin ürettiği sonuç, İsrail’dir ve bugün bu devletin ne işe yaradığı tüm sömürülenler ve mazlumlar nezdinde bilinmektedir. 1948’e dek sınıfsal/proleter bir nitelik olarak önemsenen Yahudiler, komünistlerin ve marksistlerin umutlarını kursağında bırakmış, sınıfa ve proleter mücadeleye “ihanet” etmişlerdir. Bugün Batı’da sözkonusu “ihanet”in ne düzeylere ulaştığı tartışılmakta, marksizm ve komünizm için yeni imkânlar araştırılmaktadır. Son kertede Batılı oldukları için göremeyecekleri bu imkânlar bugün Ortadoğu’dadır.

İsrail Devleti’nin resmî anlamda tanıdığı yegâne sınırı Mısır’sa ve onun dışında çevresindeki ülkelerle kurduğu hiçbir sınırı devlet hukuku anlamında tanımıyorsa, Soros gibi Yahudi para babaları açık toplum enstitüleriyle sınırsızlık yaygarası kopartıp finansal darbeler yapıyorsa, Yahudilerin on dokuzuncu yüzyıla ve yirminci yüzyılın ortalarına dek süren mazlumluğu bitmiştir. Dinî, millî ve sınıfî bir hareket olan Yahudilerin incelenmesi, önümüzdeki süreçte teorinin ve politikanın netleşmesine hizmet edecek, Ortadoğu’nun sunduğu imkânların daha net anlaşılmasını sağlayacaktır. Hâlâ “mazlum Yahudilik”le tanımlı olan bir komünist siyasetin bugünün gerçeğinde efendilere hizmet etmek dışında bir seçeneği yoktur.

Komünizm sınırsızlığın ve sınıfsızlığın kesişim hattı ise bugüne ait farazî, varsayımsal bir kesişim kümesi ile değil, somut maddî ayrışmalar ve çatışmalar üzerinde durmak zorunludur. Komünist teori ve pratiğin kendisini olmayanla değil, olan gerçeklikle tanımlı kılması gerekmektedir. İsrail ve Yahudi dinamiği örneğinde görüleceği üzere, proleter disiplinle, ahlâkla ve terbiye ile tanışmamış olmak, ortakçılığı efendilerin oyuncağı/silâhı hâline getirmektedir.

Türkiye hattında da benzer bir mesele, Kürt ve Alevî hareketleri için sözkonusudur. Belli bir disipline, ahlâka ve terbiyeye tabi olamamak, öznelerin hududunu (sınırlarını) tanımamaya zorlamaktadır. Bu öznelerin kontrolündeki kitlelerde pratiği farklı yöne doğru zorlamak isteyenler de mutlaka olacaktır. Komünistlerin öznel kişiliklerin hudutsuz pratikleri ile değil, kitlesel-kolektif hareketlerin sözsüz eylemleri ile kendilerini tarif etmeleri icap eder.

İşçi olsun olmasın, öznenin bedenin bizatihi kendisine indirgenmesine ve bu sayede politikanın ciddî bir serbestiyet imkânı bulmasına dönük niyet komünist teoriyi de vurmuştur. Sınırsız ve sınıfsız bir toplum arzusunu dillendiren komünistler, sınırsızlığı bugünde, bir biçimde var olan sınıfın kendisinin engellediğini görünce sınıfsızlığı teorik anlamda şimdide güncellemenin yollarını aramışlardır. Tersten sınıfçılar da sınırları bugünde iğreti bulup özel alanlarda oluşan mücadelenin sınır çizgilerini ve sınırlarda yaşanan dönüşümleri algılamamışlardır.

Sınırlar kafada silinince mücadelede haddini belirlemek zorunda olan öznenin içi de boşalmış, pragmatizm ve oportünizm kendini daha hızlı biçimde üretmiştir. Küreselleşme edebiyatı ile birlikte tek merkezî bir köye dönüştüğü iddia edilen Dünya’da bugün de sınıfsız ve sınırsız olanlar ortak durumlarda biraraya gelmişler, ama geleceğin sınırsız-sınıfsız Dünya’sı için hiçbir şey yapmamışlar, hatta bu süreci hızlandıracak olgu ve olaylara mani olmuşlardır.

Ortak Sınıf, Proleter Beden

“Tüm toplumların tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir”: sınıfın, ülkenin ve bedenin birbirinden ayrı ve birbiriyle ilişkili tarihleri vardır. Sınıfın sınıf olarak Ortadoğululaşmasına değil, proleterleşen ülkenin Ortadoğululaşmasına bakılır. Bu ortaklaşma ortak bedeni bulacaktır. Ortak irade ile emperyalizm ezilecektir. Proleterleşmenin ortaklaşması, ortaklaşmanın proleterleşmesi: sınıf, ülke ve beden, Ortadoğu dâhilinde proleterleştikçe ortaklaşmakta, ortaklaştıkça proleterleşmektedir.

Bugün komünist harekette teknik ve teorik yetersizlikten dolayı ciddî bir indirgemecilik hâkimdir. Sınıfa kilitlenenler, her şeyi burjuva/kapitalist olarak görmekte, ayrı ayrı ya da birlikte ortaklaşan ve proleterleşen unsurları görmezden gelmektedirler. Bir sınıfçıya ülkeden bahsedildiğinde çıkınındaki faşizme, milliyetçiliğe ve yerelciliğe ilişkin tüm eleştirileri ortaya dökmektedir. Esas olarak sınıf adına konuşup onun varlığına ve eylemine ipotek koyan sınıfçılar, sınıfın gerçekte başka sınıflarla ve proleter dinamiklerle ortaklaşmasına engel olmaktadırlar.

“Kadın ve gençlik çalışması işçi çalışmasını böler” diyenlerle, tüm faaliyetini bu tip bileşenler üzerine kuranlar aynı evreni paylaşmakta, aynı mantığı kullanmaktadırlar: her ikisi de işçicidir; sadece birincisi, kendi örgüt merkezinde, ikincisi alanda herkesin işçiyle aynı sıraya girmesini istemektedir.

Kadın ve gençlik hareketleri, kendi iç bilinç ve eylem hattını kendileri belirleyebilmelidirler. Kadınların kadın olduklarına ilişkin bilinçle yaptığı hareket içinde kadın proleter niteliğini görecek, işçi sınıfının kavgasına ortak olacaktır. Bu farkındalık ve bilinç dışarıdan dayatılan pedagojik müdahaleyle oluşmayacaktır. Aynılaşmak değil, ortaklaşmak, önemli olan budur.

Örgütler, belli özel durumlara ve buralarda faal hâle gelen dinamiklere tabi olmaktadır. Bu tabiyetle birlikte örgütler, ya sınıfçı ya ülkeci ya da bedenci olmaktadırlar. Bunları teoride ve pratikte ayrıştırmayı bilmediklerinden, birleşmeleri hâlinde ne gibi sonuçların doğacağını da kestirememekte, bileşkelerin kendisine zarar vereceğini düşünmektedirler. Ülkesini ve ortak bedenini seven bir işçiyi bu “yük”lerden arındırmaya çalışan hareket, onu kendisi için zararsız duruma getirmektedir. İşçinin bu tip yüklerle örgütüne zarar vereceğini düşünen şefler işçinin soyut işçi, ülkenin soyut ülke, bedenin soyut beden olarak kalması için uğraşmaktadır. Bu soyutluğun somutla kurabileceği hiçbir ilişki olamaz.

Oysa bir işçi, belli bir coğrafî ve biyolojik dünya içinde hareket eder. Kırıntı değil, yeni bir dünya istemesi için bu dünya içinde parçalanmalı, parça oluşun gerilimiyle diğer parçaları disipline edip belli bir hatta oturtacak hareketi oluşturmalıdır. Bu harekete dönük ihtiyaç da gene içinde olduğu dünyada görülebilir. Ancak solcu örgütler, işçileri kendi soyut dünyalarına çağırmak dışında bir iş yapmamaktadırlar. Komünist siyaset için birleştirme işlemi ayırmak, ayırma işlemi birleştirmek için yapılır. Teorik anlamda iktisadî, coğrafî ve biyolojik anlamda ayrıştırılan teorideki işçinin pratikteki karşılıklarını aramak hatadır. Pratikte aranacak olan ortaklaşmalar, yani birleşmelerdir.

Marx’ı önceleyen devrim’cilerin yoğunlaştığı nokta irade-iktidar hattıdır; sosyalistlerin derdi devlet-millet meselesidir; komünistlerinki ise para-meta gerilimidir. Marx, bu unsurların teorideki ortaklaşmalarını somutta ifade eder. Ortaklaşmanın pratikteki karşılığı proletaryadır. Marx sonrasında devrim’ciler, sosyalistler ve komünistler, kendi “Marx”ını yaratmış, yeniden kendi içlerine kapanmışlardır.

Bugün “eğer proletarya üzerinde durursak böylesi bir ortaklaşmayı sağlarız” demek marksistlik değil, idealizmdir. Üç ideo-politik yönelimin kavşak noktası olarak marksizmin oluşması için onlara ait ortakçı değerlerden bu anlamda kurtulmak, daha doğrusu sözkonusu değerleri onlardan kurtararak onların teoride ve pratikte oluşan ortaklaşma deneyimleri ile öznelliği tarif etmek gerekmektedir. Tarihsel marksizmin ortaklaşma ve proleterleşme istidadı gösterebilmesi için kan ve baruttan soyutlanan, bu durumunu muhafaza etmek için herkesi kan ve baruttan korkup kaçmaya çağıran Batı marksizminden kopup Ortadoğululaşması zorunludur.

Bugün irade’cilik pompalayan devrim’ciler, milliyetçileşen sosyalistler ve meta üretimi bağlamında ilerlemeci-modernist olan komünistler vardır. Ama somut, maddî gerilimlerin, çelişkilerin ve çatışmaların her bir hareketin içindeki karşılıkları önemli yarılmalara ve dönüşümlere sebep olduğundan, bu hareketlerin en azından tabanda ortaklaşma ve proleterleşme kanalları bulmaya başladıkları söylenebilir. Sınıfın kolektif (ortak) niteliği ve proleter bedenin iradî yapısı arasında nesnel bir zıtlık mevcuttur. Solun bu noktada zıtlığı kendi lehine çevirmesi gerekir.

Bu amaçla, devrim ayracının devreye sokulması ve onun kurucu/yıkıcı yönlerinin anlaşılmasıyla pratikte sınanması gerekir. Sınıfın ortakçı niteliğinin meyli, meta üretimi bağlamında, kuruculuk yönünde olup, proleter bedenin iradesi her şeyi yıkmak niyetindedir. Devrim ayracına göre düşünüp harekete geçen komünistler için devrim öncesinde kuruculuk tehlikeli olduğundan, sınıftaki kuruculuk eğilimine alttan eşlik eden yıkıcılığın örgütlenmesi zorunludur. Solun bu yönde tercihi, yıkıcılığı kendi potasında eritmek ve zararsız kılmaktır. Burada ikili düşünmek elzemdir: yıkıcılığın kurma, kuruculuğun yıkma iradesi.

Sınıfla beden ilişkisi coğrafya/devlet-millet/ülke dolayımı ile kurulur. Kuzey-Güney ve Doğu-Batı başlıkları birer örnektir. Ortaklaşan unsurlar sınıfsallaşıyordur, sınıfsallaşan bu unsurlar, belli bir coğrafyaya yoğunlaşıp devlet-millet geriliminde kendisini ifade ederek ortak bedene yöneliyor ve bu beden de proleterleşiyordur. (Bu ilişkiye en güzel örnek Kürtlerdir.) Ortaklaşma hâlinde işçinin kendi hayatını özgül bedenine ve iradesine indirgemesi imkânsızlaşır. Başka milletlerle ve ülkelerle ortaklaşan ülkenin kendi tarihini ve geleceğini özgül varlığına kapatması artık zordur. Köylüler gibi alt sınıfsal katmanlarla ortaklaşan işçi sınıfının faaliyetini iktisadî olanla sınırlaması geçersizleşir.

Komünist hareketin tam da bu geçiş hududunda olması gerekir. Bu sebeple, sınırların silinmesine kilitlenmiş teori ve pratik, komünistlerin varlık imkânlarını sıfırlar. Sınır boylarında yaşayan göçebe kavimler gibi hareket edecek bir komünist hareketin, sınıfın ülkeyi, ülkenin bedeni, bedenin sınıfı çelen yönlerini görüp aşması kolaylaşır. Komünist hareket, tek boyutlu düşünme sakatlığından kurtulur. Sapla samanı karıştırmaz. Sınıfçı olduğundan, ülke ve bedenle ilişkili düşünceleri efendilerden almaktan vazgeçer. Gerçeğin diliyle konuşmayı ve buna uygun işler yapmayı öğrenir. Disiplinini işçiden, ahlâkını milletten ve iradesini mazlum/proleter kolektiflerden edinmeyi bilir. Bunların ortaklaşmasında kendisini tarif edip, işçiyi, milleti ve kolektifleri dönüştürür.

Marksizmin proletarya vurgusu, tek başına meta üretimi ve ilerleme bağlamında ele alınamaz: Engels proleteri, rekabeti, özel mülkiyeti ve tüm sınıf farklılıklarını ilga eden unsur olarak tarif eder ve aynı broşürde proleterin 19. yüzyılın çalışan sınıfı olduğunu vurgular (Komünizmin İlkeleri). Bu tarif ve vurgu uyarınca dönemsel olarak “proleter” değişkenlik arz edebilir. Örneğin bugün tabi oldukları sömürü ve zulüm uyarınca Müslüman Arap halklar proleterdir.

Bugün soldaki en ciddî hastalık, teorisisizmdir. Dünya’yı anlamak ve dönüştürmek edimini (11. Tez) teoriye kapatan sol, teori içi ayrışmaları ve birleşmeleri fark etmediğinden, Türkeş’in “mermer”i gibi yekpare bir teorik coğrafya belirleyip huzurlu fildişi kuleler inşa etmektedir. Sınıf mermerinden yapılan kuleye, ülkeye ve bedene dair hiçbir şey girmez vb. Fildişi kulelerinde huzurlu bir hayat yaşayıp ahkâm kesen teorisistler, ayrışma ve birleşmenin sonucunda bir gereklilik olarak gündeme gelen hiyerarşiyi de redde tabi tutacaklardır. Her şeyin kendisi ile başladığını ya da başlayacağını zanneden bu insanlar, disiplinden, ahlâktan ve terbiyeden de mahrum hâle gelecek, malûmat çorbasını herkese içirmek için çabalayacaklardır.

Hiyerarşik konum açısından din, sanat, felsefe, bilim ve politika, zamanla kendi içinde bölünebilir. Alt/üst ayrımı ile ifade edilebilecek bu bölünmeye karşı hiyerarşiyi reddedenler iki türlü tepki geliştirirler. Kendi teorilerine ve pratiklerine alan açmak için bu hiyerarşiyi reddettiklerinden: (1) alt ve üst arasında tercih yaparak onun devamı olduklarını düşünebilirler; (2) sıfatsız, niceliksiz bir alan oluşturmak için kavga edebilirler. Birinci seçenek durumsal/dönemseldir, ikincisi ise sürece aittir. Yani, belli bir durumda ya da dönemde, yüksek siyaset de denilen üst politika önemsenebilir; halk İslâm’ı özelinde alt din öne çıkartılabilir. Burada hangisi ile otantik, organik ilişki kurulacağı, ancak gerilimin, çelişkinin ve çatışmanın içinde olmakla görülebilir. İmkânlar ve fırsatlar, birincisinden üçüncüsüne doğru daralır. Bir savaşın ortasında ise artık tek bir (zorunlu) seçenek vardır.

Alt, üst gibi sıfatları reddedenler, altüst oluşları anlamayacaklar, ayakların baş olmak istediğini göremeyeceklerdir. “Ya ayaktan baş olmaz” diyecek ya da ayakları ve başları kesik bir gövde ile düşünmeyi öğreneceklerdir. Örneğin “mazlum” sıfatını isim yapmakla övünenler, mazlumları sadece gövde gibi görüp onu kullanmak isteyen başların sahipleridir ki, bu başlar kendine özgürdür!

Benzer bir durum, “proleter” sıfatının da başına gelir. O da gövdeden ayrılır ve onun adına konuşan başların kendi çıkarları, özgürlükleri için kullanılan bir gövdeye dönüşür. Bu açıdan proleterler ile proletaryanın arasındaki fark, ayak/baş ayrımıyla değil, bedenin kendisiyle (ve onu fiiliyatta işleyen ellerle) görülebilmelidir. Kimi komünist özneler bu ayrımı kabul etmekte, ikisinin örtüşmediğini görerek proleterlere seslenmekte, ama bu seslenişi, gövdeye sinyal gönderen beyin gibi kullanmaktadırlar. Oysa arada bir fark varsa orada gerilim vardır demektir ve bu noktada aslolan, gerilimden öğrenerek onun “yap” dediğini yapmaktır. Aksi takdirde, akılsız başın cezasını ayaklar çekecektir!

Ortada Olmak (Ilıklık)

“Bu mücadele, sadece her iki tarafın aralarındaki fark dâhilinde sahip oldukları ayrımsızlıkla değil, ayrıca birlik içinde birbirlerine bağlanıyor olmalarıyla tanımlanır. Ben sadece savaşa kilitlenen bir savaşçı değil, mücadelenin bizatihi kendisiyim. Ben hem ateşim, hem de su...”

Hegel’in bu sözünde ifade edilen savaşçılığı gerçekte ifa edebilmek için ikinci önermeden kurtulmak zorunludur. Savaşçı, mücadelenin bizatihi varlığı ile özdeşlik kurmaz: ya ateş ya da su olarak hareket eder. Savaşa kilitlenen kişi, kendisini kilitlememelidir.

Hem ateş, hem su olmak: işte bu orta sınıf solculuğunun genel karakteridir. Bu solculuk, mücadelenin içinde pişmek değil, mücadelenin bizatihi kendisi olmak arzusuyla gerçeğe bakar. Ayrımları ve farkları gören olarak mücadelenin gerçeğine hüküm koyduğunu zanneder. Bu idealist refleksle teori katına çıkarttığı ayrım ve fark bilinci diğer bilinç hâlleriyle arasındaki ayrımlarını yitirir, onlardan farksız bir hâl alır.

Mücadelenin özgürleşmesi, onun üzerinde yükseldiği gerilim, çelişki ve çatışmaların üzerini örten öznellik hâllerinden kurtulmayı mecbur kılar. Orta sınıf solculuğunun gerilim, çelişki ve çatışmalardan kurtulma gayretinin sebebi, mücadelenin iptali arzusudur. Proletarya ve burjuvazi arasındaki mücadelenin ortasında olmanın meşrulaşıp aklîleşmesi için aradakilerin mücadeleyi kendi öznel varoluşlarında somutlamaları gerekir. Alt ya da üst sınıfa geçme gerilimi, insanî özneleri sınıf dışı, sınıf üstü kimlik/kültür tanımlamaya iter. Sınıfsal gerilim, çelişki ve çatışmaların dışına atılan mücadele popüler kimliğin ve kültürün malzemesi olur. Tersten, bu kimlik ve kültür verili gerçekteki ayrışmaları ve birleşmeleri maskeler:

“Hegel’de üç unsur vardır: Spinoza’nın Töz’ü, Fichte'nin Özbilinci ve bunların zorunlu sonucu olarak kendisinin tesis ettiği bu ikilinin uzlaşmaz birliği, yani Mutlak Ruh. İlk unsur, doğadan ayrışmış olan insanı metafiziksel açıdan maskeler; ikincisi, doğadan ayrışmış olan ruhu metafiziksel açıdan maskeler; üçüncüsü, her ikisinin, yani gerçek insan ile gerçek insan türünün birliğini metafiziksel açıdan maskeler.” [Karl Marx, Alman İdeolojisi: “Aziz Max”]

Orta sınıflar, sahip oldukları kimlik ve kültüre ait sorunlarla birlikte, kendi özne-nesne ilişki tarzlarını teori-pratik ve tarih-toplum ilişkisine de dayatırlar. Sınıf dışı ya da üstü olan pratikleri sınıfsallıklarının sancılarını örtbas etmek için kullanılan birer yöntemdir. Bu yöntemi (reçeteyi) işçi sınıfına ve burjuvaziye önerirken, alttan alta kendi sınıfsal varlıklarının iktidarı için alan açmaya çalışırlar.

Hegel’in “tez/anti-tez/sentez”i, özne-nesnenin birliğinin eyleyenin varlığı ile tanımlanmasını ifade eder. Bu tanıma meyyal olan orta sınıf solcuları, işine geldiği yerde ayrışmasız birlik, işine geldiği yerde ortaklaşmasız ayrım derdine düşerler. Özne-nesne, teori-pratik ve tarih-toplum meselelerine mutlak birlikçi ya da mutlak ayrımcı olarak yaklaşırlar. Buradaki hata, öznelcilikten kaynaklanır. Mücadele, onsuz başlamaz ve bitmez, birlik ve ayrım onsuz gerçekleşemez. Bu yaklaşımın sınırlar yerine merkeze yakın ev tutması kaçınılmazdır.

Hem ateş, hem su olduğunu düşünen Hegel, ruhanî bir “ateş” olarak sönmemek, maddî bir “su” olarak buharlaşmamak istiyordur. Sönmek ve buharlaşmak istemeyen Prusya Devleti’nin onu hizmetine alması doğaldır. Sosyalizmle birlikte sönmeye, buharlaşmaya başlayacak devlete işaret eden Marx, bu fikre Hegel’den kopmakla ulaşabilmiştir. Gerilimlere, çelişkilere ve çatışmalara bilmekle[2] hükmettiklerini zannedenler bu üç unsura ait olamazlar ve paraya, devlete ve iktidara hizmet için görevlendirilirler. Bilgiyle değil de eylemle yaklaşıp bu üç unsuru gene mülkiyetçi bir yerden ele alanlar da meta, millet ve iradeye teslim olurlar. Bilen de eyleyen de kendi öznelliğini gerilimlerin, çelişkilerin ve çatışmaların merkezine yerleştirerek orada taht kurar, tarihi ve toplumu oradan anlar. Tarihe ve topluma koşulsuz teslim olamadığından, gerilimleri, çelişkileri ve çatışmaları öznelci anlayarak, ya sınıfını kurtarmaya ya da sınırları silmeye çalışır. Özne eleştirisi, nesne tapıncı ya da öznenin reddi demek değildir.

Merkezci düşünme tarzı, çok boyutluluğu ve çoklu düşünüp eylemeyi engellemektedir. Örneğin, kapitalizm öncesi üretim tarzlarının bugündeki artıklarını ve uzantılarını fetişleştirmeden, komünizmi onların varlığında tanımlama yanlışından uzakta durarak, bu dinamikleri geleceğe dönük imkânlar biçiminde değerlendirmek mümkündür. Düz mantıkla, kapitalizme rağmen bugüne gelen tarihsel-toplumsal ilişki biçimlerinin, hiç önemi yoksa bile, geleceğin komünizmi için onlardan öğrenecek çok şey vardır. Kapitalizmin defterini teoride dürenler, ona karşı varlığını koruyan geçmiş unsurları da küçümseme derdindedirler. İlk fırsatta geçmişe savaş açan burjuvazinin ordusuna yazılmak isteyen bu insanlar, gelecek adına geçmişin bugüne yönelik kavgasından hiçbir şey öğrenmezler.

Burjuvazi ve tekellerle kavgaya tutuşmuş geçmişe ait her unsur, kavganın ateşinde tüm pisliklerinden arınır ve ortaklaşıp proleterleşmek suretiyle komünizm için ciddî araçlar ve aklî/duygusal bir zemin üretirler. Gerçeğe işe yararlılık üzerinden bakan istismarcı yaklaşımların da bu kavgalardan öğrenecekleri bir şey yoktur.

Orta sınıflar, kendi zaman ve mekân algılarına uygun bir sol üretmektedir. Arada oluşunu geçmiş ve gelecek arasında oluşla ilişkilendirmekte ve bugünü ipotek altına almaktadır. Anı yaşamak, sadece ona ait bir meziyettir. Anın sonsuz gerçeğini kuşatan bir ideolojiye dönüştürdüğü Fransız Devrimi’nin “eşitlik-özgürlük-kardeşlik” solculuğunu hiçbir bozulmaya uğramasına izin vermeden bugüne dayatmakta, bugüne ait gerçeklerin sözkonusu üçlü sloganı parçalayıp dönüştürmesine engel olmaktadır. Her türlü ayrışma ve parçalanma bu bütünlüklü sol ideolojiye halel getireceğinden, sınıfların, ülkelerin ve bedenlerin pratiklerini dondurmaya çalışmaktadır. Sonuçta, eşitlik sınıfların, ülkelerin ve bedenlerin hareketsizleştirilmesi; özgürlük bu unsurların birbirinden bağımsızlaşması; kardeşlik tekilleşmesi uğruna istismar edilir. Oysa hareket hâlinde, birbirine bağımlı ve bütünleşen sınıf, ülke ve bedenler ortaklaşma imkânları yaratacaklardır.

Orta sınıf solculuğu için solun merkezinde Avrupa durur; solun ortası Avrupa ise, ortanın solu, duruma ve döneme göre değişse de, Sovyetler, Çin, Arnavutluk ve Küba; sağı ABD’dir. Türkiyelileşen ortanın solu ile solun ortası niteliksel ve niceliksel açıdan farklılık arz eder. Ölçek ülke sınırlarına çekildiğinden, merkez farklılaşır.

“Ortanın Solu” meselesi, Türkiye’nin gündemine altmışlı yıllarda gelir. DP/AP’nin Sovyetler’le ilişki kurmasını mas etmek için ortaya atılan bu politika, CHP’nin merkez kurucu parti olarak bugüne gelmesini sağlamıştır. Avrupa’yı solun ortası olarak görenler, bu yaklaşımı ortanın sağı, yani ABD’nin işi olarak görmüşlerdir. Dünya genelinde ortanın solu (SSCB, Çin, Arnavutluk ve Küba) ile ortanın sağı ABD arasındaki kavgadan iki Amerikan darbesi çıkmıştır.

CHP, ortanın solu ifadesiyle orta sınıflara, bürokrasiye, orduya ve memur/esnaf kesimine yeşil ışık yakmış, onların toplaştığı merkez olmak istemiştir. Sosyalist ya da marksist solun ise buna yönelik tepkisi solun ortası olmak istemidir. Oysa solun ortası, Dünya genelinde Avrupa, ülke özelinde kemâlizmdir. CHP’nin “ortanın solu”yla kastı, Sol Kemâlizm’dir. Solun ortasına oynayan sosyalizm hem Avrupaîleşmiş, hem kemâlistleşmiştir. Solun içinde görülen kemâlizmin ve diğer alt versiyonların ortasında olmakla CHP’nin değil, kendisinin merkez olacağını düşünen sosyalist sol, kemâlizm ve CHP karşıtı dinî, millî ve sınıfî tepki biçimlerini örgütleyememiştir.

Sözkonusu merkezciliğe göre pozisyon alan üç önemli sima, yakından uzağa: Doğan Avcıoğlu, Mihri Belli ve Hikmet Kıvılcımlı’dır. Bu üç şahsın temsiliyetleri Deniz, Mahir ve İbrahim şahsında parçalanmış ama Deniz’ciler, Mahir’ciler ve İbo’cular, bu parçalanmayı kendilerinde toparlamak adına, yeniden merkezciliğe meyil ederek, kendi mezhep ve meşrepleri uyarınca, Avcıoğlu/Belli/Kıvılcımlı’yla hazırladıkları bir karışımı farklı yollardan güncelleştirmeye çalışmışlardır. Yeni oluşan solun ortasına yerleşmek isteyen bu üç simayı merkezsizleştiren yetmiş solculuğu, onlarla harmanladığı siyasetini Dünya’daki ortanın soluna göre belirlemiş, ya Sovyetçi, ya Çin’ci ya Arnavut’çu ya da Küba’cı olmuştur. (Yanlış anlamaya mahal vermemek adına, “ortanın solu” ve “solun ortası” ayrımlarının orta sınıflara ait olduğu vurgulanmalıdır. Meseleyi bu şekilde anlamayan proleter devrimci bir hattın var olduğu, belli kesintilere rağmen, bugüne dek geldiği söylenmelidir. Yazının üzerinde yükseldiği güven zemini bu hatla ilişkilidir.)

Bugünkü solun hikâyesini hâlâ bu ayrımlar ve birlikler belirlemekte, hâlâ CHP ve onun türevi Demokrat Parti geleneği ile uğraşılmaktadır. MHP ve MSP gibi odaklara kayan halk kütlelerine yabancılaşarak, bu partilerin merkeze oturma eğilimi çaresizlikle izlenmektedir.

Ortanın Solu ile kurduğu ilişkiye ait bu açıklama bir analoji olarak kullanılacak olursa, marksist/sosyalist sol, Ortadoğu meselesine de benzer biçimde yaklaşmaktadır. “Ortanın doğusu”na karşı “doğunun ortası” çıkartılmaktadır. Burada ortanın solunda ifade edilen kemâlizmse, ortanın doğusunda tespit edilen “orta”, Türkiye’dir. PKK ve savaşla birlikte artık orta, Ankara-İstanbul hattıdır. (Merkez Bankası’nın İstanbul’a taşınmasını öneren hükümetle birlikte bu hattın kendisinde de çatlak oluştuğu görülmektedir.)

Bugün biri Türkiye’ci, diğeri Dünya’cı iki eğilim mevcuttur. Türkiye’ciler, merkeze yerleştirdikleri ülkeyi tüm dış etkenlerden korumaya çalışmaktadırlar. Onların Ortadoğu’yla ilişkileri, orada akan kan ve yanan barutun ülkeye bulaşmaması içindir. Bunu yaparak hangi sınıfa hizmet ettiklerini gizlemektedirler. Dünya’cılar ise, merkezdeki Türkiye’yi emperyalist projelere eklemlemek niyetindedirler. Bölgede tekellerin yürüttüğü siyasetin merkez üssü olarak ülkeyi önermek için içerisinin istikrarlı ve homojen olmasına gayret etmektedirler.

Her iki eğilim, bu konuda suç ortaklığı yapmaktadır. Aralarındaki fark, nicelik meselesidir: birinci eğilim, kendi konumuna göre, ülkeyi pahalıya, ikincisi ucuza satma niyetindedir. Her iki eğilime karşı verilecek mücadelenin ortaklaşması proleterleşen Ortadoğu halklarıyla ve milletleriyle buluşulmasını sağlayacak, bu sayede emperyalistlerin ülkeyi üs olarak kullanma arzuları kursaklarında kalacaktır. “Her musibette bir hayır vardır” diyerek meselelere yaklaşmak zorunda olan komünistlerin Türkiye ve Dünya gibi merkezci yaklaşımlardan uzak durması, bölgedeki ortaklaşmanın ve proleterleşmenin imkânlarını anlayıp ona uygun bir faaliyet içine girmesini sağlayacaktır.

Türkiye’cilerin bölge halkları ve milletleriyle ortaklaşma niyetleri zaten yoktur. Ortaklaşma niyeti olmayanın proleterleşme istidadı da olamaz. Bu unsurlar arasında ortakçı ve işçici kesimler mevcuttur, ama bunlar da işine geldiği yerde ortaklaşma, işine geldiği yerde proleterleşme edebiyatı yapmaktadır. Bu hâliyle, işçicilerin ve ortakçıların henüz olmamışlarsa bile Türkiye’ci ve Dünya’cı olmaları ân meselesidir. Efendilerle kuracakları ortaklık kanallarını kesme niyeti olmayan bu kesimlerin “yaşlı olmasaydım cepheye giderdim” diyen Plehanov’lar üretmemesi, İran’a ya da Doğu’ya elde silâh koşmaması için herhangi bir sigorta mevcut değildir.

Ünlü futbolcu Pele, “futbol basit bir oyundur, onu karmaşıklaştıran, teknik direktörler.” demektedir. Gene Cruyff ise, “futbol basit bir oyundur, zor olan bu basitlikte oynamaktır.” diye eklemektedir. Proleter bir spor olan futbolla ilgili bu alıntılar uyarınca, komünistlerin orta sınıfa mensup teknik direktörlerden kurtulup basit, ortada olana bakmaları gerekmektedir. Che’nin yaptığı “karışık bilinç, basit hayat” tespitinden hareketle, hayatın sadeliği ile bilinçler basitleştirilmeli, bu sayede hayat basitleştirilmelidir. Amerikalı marksist yazar Harry Magdoff’un ifadesiyle, komünistler “öyle basit yaşamalıdırlar ki herkes bu hayatı yaşabilsin.”

“Senin işlerini bilirim, ne soğuksun ne de sıcak: keşke ya soğuk ya da sıcak olaydın. Böylece ne soğuk ne de sıcak, ılık olduğun için seni ağzımdan kusacağım.”[3]

Onu ancak “ben size barış değil, kılıç getirmeye geldim”[4] diyen kusabilirdi. Kılıca muhtaç olan komünist hareketin ılık orta sınıf solculuğunu kendi ağzından kusmadan Ortadoğu’da var olması mümkün değildir.

Eren Balkır
16 Şubat 2009

Dipnotlar:
[1] Marx, teorik anlamda inşa süreci için Eski Grek tarihinden bir alıntı yapar: denizden gelen düşmanın saldırılarını göğüsleyemeyen Grek polis (şehir) devleti, hatanın şehri karadan kurmak olduğunu fark edip, onu denizden kurmaya karar verir. Böylece devlet, “deniz içre balık” olduğu için göremediği karadaki çatlakları denizden bakarak görmüş ve kendisini daha sağlam biçimde tesis edebilmiştir. Doğu’daki savaşın yirmi yılın ardından bıraktığı tehlikeli miras budur. Solun bir bölümü savaş karşıtlığı ve PKK düşmanlığı ile bu kuruluş (restorasyon) sürecine ortak olmak istemiştir. Oysa sınıfsallık ve sınıf devrimci bir irade hâline gelip kendi coğrafyasını sürece dayatabilseydi, bu yeniden inşa süreci sekteye uğrayacaktı.

[2] İbranicede ve Eski Grekçede “bilmek”, “cinsel ilişkide bulunmak” anlamında kullanılıyor: “Ve Âdem karısı Havva’yı bildi; ve gebe kalıp Kain’i doğurdu; ve Rab’bin yardımıyla bir adam kazandım, dedi” [Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 4. Bap]. Sonradan Kabil çiftçi, Habil çoban oluyor. Kabil Habil’i öldürüyor. Dinî kaynaklara göre insanlar arası çatışmanın ilk sebebi, toprak ve kimin onu bilip ona sahip olacağı meselesidir. Bilmenin, yani cinsel ilişkinin mülkiyetçi bir yönü olabildiği gibi, aidiyetçi bir tarafı da vardır. Âşık ile maşuk birbirlerine aittirler ve her ikisi aşka tâbidirler.

[3] İncil, Yuhanna’nın Vahyi, 3. Bap.

[4] İncil, Matta 10:35.

05 Şubat 2009

,

Solun Sınıfsal Politik Devrimi


Marx’tan, bu büyük kuramcıdan, proleterlerin bu eşsiz yol göstericisinden, devrime inançla bağlanmayı, işçi sınıfını yakın devrimci çıkarlarını sonuna dek savunmaya çağırma sanatını ve devrim geçici yenilgilere uğradıkça pısırıkça yakınmalara yer vermeyen karakter sağlamlığını öğrenmelidir.

[V. I. Lenin]


Türkiye’de solun Marx ve marksizmle ilişkisi her daim tali bir biçim arz etmiştir. Sol özneler, her zaman ve mekânda, sınıfsal karakter olarak proleter oluşun dışında hareket etmiş, bu da solun kendi dar alanındaki hareketliliği uyarınca belirginleşen çıkar ilişkilerinin sürece hâkim olmasına yol açmıştır. Sol, proletarya ile tanışmadığından, Marx’ın nesnel-tarihsel önemini, yani bu sınıfın “eşsiz yol göstericisi” oluşunu anlamamış, devrimle ilişkisi hep kesintili olmuş, inanç noktasında kendi yürek kıpırtılarına güvenmiş, devrim inancını ucuz gündelik çıkar hesaplarına satmış, işçi sınıfı ile bu sınıfın devrimci çıkarları arasında bağ kuramamış ve giderek burjuva siyaseti karşısında bir tür karakter erozyonuna maruz kalmıştır.

Bu anlamda Lenin’den yapılan alıntı bugün için hâlâ güncelliğini koruyor. Sol, içinde bir biçimde var olmaya çalıştığı erozyon dâhilinde bir tür karakter sağlamlığı edinebilmek adına bilginin hülyalı dünyasına koşuyor. Hiç sınıfla ilişkisi olmamış, başlarken sınıfı tarihe gömerek yola çıkmış teorisyenlerle yol bulmaya çalışıyor. Kendi bireysel karakter oluşumu adına ortak olan her şeyi dışlıyor. Karakterindeki dalgalanmaları dış unsurlara da yansıtıyor. Her dalgalanmayı değişim edebiyatı ile kutsuyor. Sınıf ile marksizm arasında düz bir çizgi çizerek, sınıftaki değişimleri yenilenme ihtiyacına binaen marksizme; marksizmdeki değişimleri de sınıfa dayatıyor. Marksizm dışı antikapitalist mücadele birikimlerini kucaklayabilmek amacıyla sınıfla ve marksizmle hesaplaşıyor, ama devrimci anlamda bir çaba içine giremiyor. Ya “marksizm eskidi” diyor ya da yeni bir “marksizm” için çırpınıyor. Her bilgi kırıntısı ile maddî gerçeklikten uzaklaşıyor, maddiyatta çizilen devrim yolunun yeniden kumların altında kaybolmasını ise sadece seyrediyor.

Kendisi tecimsel varoluşuna zarar vermeyecek yollara kıvrılmak için dünyayı daha geniş ve bütünlüklü görme sevdasında olan sol, gözlerini iyice aralıyor ama bu genişlik ve bütünlük arayışı bir süre sonra maddiyattaki her türlü sınırı, farklılaşmayı, cepheleşmeyi ve kutbu siliyor. Doğal olarak bu tip durumların oluşması için verilmesi gereken mücadeleyi de askıya almak zorunda kalıyor. Savaş alanından kaçıyor, kaçışı edebîleştiriyor. Kendisini sağlama alabilecek bir duvar ördükten sonra maddî hayata teslim olup gidişattan nemalanmaya bakıyor.

Sınırlar silinince Marx da, Marx’ın “proletarya”sı da, proletaryanın devrimi de, devrimci mücadele de anlamını yitiriyor. Kimi aydınlar altmışlardan beri ellerinde tuttukları dizginleri sınıfın eline vermemek için türlü taklalar atıyorlar ve süreci kendilerince rasyonalize etmenin yollarını buluyorlar. Genel olarak batıdan devşirilen düşünceler sabit değer olarak alındıktan sonra, ülkede yaşanan olaylar bu düşüncelere doğru bükülüyor. Yaşanan olaylar sözkonusu düşünceleri desteklemek için kullanılıyor. Olayların kendi içinde taşıdığı potansiyel devrimcilik gizleniyor ve batının (ya da kimi doğucu çevrelerde doğunun) talep ettiği doğrultuda ülke siyasetinin dümeni ile oynanmaya çalışılıyor. Dümenin başında olanların sınıfsal nitelikleri görmezden geliniyor. Bu anlamda yaşanan hiçbir olay ve açığa çıkan hiçbir olgu sınıfsal politik bir mücadelenin ve müdahalenin konusu olamıyor.

Tarih de bu anlayışa uygun olarak yazılıyor. Çeşitli özeleştirel tarihyazımlarında sadece kimi şahısların tiyatral diyaloglarına rastlanılıyor. Kitlesel bir hareketliliğin somutladığı tarih analiz edilemiyor. Her örgüt kendi tarihinde öne çıkan isimleri fetişleştiriyor ve onun etrafında dönen bir tarih kaleme alıyor. Bu döngüsel anlayış ileri sıçrama yapamıyor, kendisini kendi merkezinde kilitliyor. Bu kilitlenme Marx, Engels, Lenin ve diğer isimlere de benzer biçimde yaklaşıyor. Kendi ihtiyaçlarına göre elindeki cımbızla tarihten isimler seçiyor, bu isimlerin takipçiliği teori ve pratiği vuruyor, proleter birer militan olmaktansa bu isimlerin acenteliği yapılıyor ve sonuçta, Kıvılcımlı’nın da dediği gibi, “her eteğini savuran kendisini Rosa, her bıyık buran kendisini Stalin zannediyor.”

İlk bakışta göze çarpan çarpıklık ise bu işleyişten proletaryanın hiç mi hiç haberinin olmamasıdır. Tarihin dizginlerini eline alarak topluma hâkimiyet kurmak isteyenlerle, toplumun zihinsel anlamda dizginlerini eline alarak tarihe hükmetmek isteyenler marksizmle işçi sınıfının ilişkisini belli kanallara çekerek boğuyorlar. Sonuçta bakıldığında geçmişten cımbızlanarak alınan isimler birer kılıftan ibaret ve bu kılıf, sözkonusu isimlerin tarihsel/toplumsal meşruiyetlerini istismar etmek için kullanılıyor.

Kılıf olarak kullanılan isim “Marx” bile olsa marksist devrimcilerin bu istismara karşı durmaları gerekiyor. Lenin’in ifadesi bu konuda önemli bir ayraca işaret ediyor: işçi sınıfı ve devrim.

Türkiye toprağı verimlidir, bu topraklar tarihteki önemli isimleri, olayları ve dönemleri istismar edenlerin kendilerini güvence altına almak için ördükleri kılıfları parçalamayı bilen marksist devrimcileri gene üretecektir. Bunun önkoşulu, işçi sınıfının tarihsel-toplumsal yürüyüşü ile maddî, canlı ve somut ilişki kurabilmektir.

Bu ilişkinin en önemli tarihsel ayağı Mustafa Suphi’lerin Bakû Kurultayı, toplumsal ayağı ise 15-16 Haziran işçi kalkışmasıdır. Türkiye komünist hareketinin yerelde, bölgede ve dünyada politik bir güç olabilmesi toprağa bu iki ayağı ile basabilmesiyle mümkündür.

Son kırk yıldır sol küçük burjuva aydın tabakasının dizginlerini elinde tuttuğu dönemde marksizm, parti, siyaset, ideoloji, sınıf hareketi gibi konularla ilgili yapılan tartışmaların bu iki merkez etrafında döndüğünü tespit etmek gerekmektedir. Sınıf dışı duran, sınıfsal intiharını gerçekleştirmeyen ya da tam aksine kendi sınıfsal güdüleri ile hareket eden sol küçük burjuvazi bu iki merkeze doğru yakınlaşmanın güncel hâle geldiği her durum ve dönemde yoğun bir direniş sergilemiş, toplam hareketin ilgili merkezlere doğru daralmasını önlemek için elinden geleni yapmıştır.

Bütün eksikliği ve fazlalığı ile yaşanan bu iki olay, marksist devrimciliğin tüm maddî gerçekliği ile bu topraklarda vücut bulmasını sağlayacakken, sol içi bol, kuru bir marksizm ile çeşitli devrimcilik formları arasında paramparça olmuştur.

Bu soyutlama dâhilinde yapılacak tespitler hâlâ çok önemlidir. Burada artık öne çıkartılması gereken husus, Türkiye’de solu ilgilendiren hiçbir hareketliliğin bu iki olay teorik ve pratik düzlemde ilişkilendirilmeden anlaşılamayacağı gerçeğidir.

Örneğin 1970’te TKP’nin yaşanan olaydan tarihsel planda doğru dersler çıkarmaması önemli bir eksikliktir. Tersten Haziran hareketliliğinin de parti oluşumunu kavramsal ve siyasî bir gerçeklik olarak zorlamaması önemli bir zaaftır.

Elbette yaşanan güncel olaylar karşısında tozlu raflardan çıkartılan tespitlerin hiçbir yararı olmayacağı da düşünülebilir. Yani “maziye değil, şimdiye bakalım” denilebilir. Ama hâlâ mazinin temel sorunları güncelliğini muhafaza ediyorsa, geçmişe âit marazlar varlığını sürdürüyorsa, o mazi adına söz hakkına sahip olunduğu yanılsamasına kapılmadan, geçmişin geleceğe doğru devrimcileştirilmesi zorunludur.

Mustafa Suphi kadar Haziran ayaklanmasının işçi önderleri de tüm ülke marksizmine âittir. Doğal olarak buradan üretilecek teorik ve pratik her türlü kazanım da başta Türkiye işçi sınıfı olmak üzere, tüm devrimcilerin olacaktır.

İlgili aidiyet üzerinden düşünüldüğünde tüm devrimci, sosyalist ve komünist ekipler için temel marksist devrimci ayracın 1920 ve 1970 momentleri olduğu görülecektir. Her ekip hangi ayağa ağırlık bindirdiğini bu yüklem sonucunda ne tür sonuçlara ulaştığını, attığı adımlarda burjuvaziyi ve devleti ne ölçüde köşeye sıkıştırdığını görecektir. 1920’yi devrimci bir edinime tabi tutmadan particilik oynayanlarla, 1970’i kavramadan işçicilik sevdasına düşenler ya oyuncaklarını kırıp atacak ya da düşmanın silâhları karşısında susmayı tercih edeceklerdir.

“Emperyalizmin silâhları önemli değil, önemli olan halkın sahip olduğu silâhların farkına varmasıdır.” diyen Castro’nun uyarısı bu bağlamda ele alındığında, sahip olduğumuz bu tarihsel silâhların farkına varmak ve bu silâhları bilerek ya da bilmeyerek oyuncağa çevirenleri saf dışı etmek suretiyle onları gerçek sahiplerinin, işçi sınıfının eline teslim etmek Türkiyeli komünistlerin birincil görevidir.

Türkiye’de bölgede ve dünyada taşlar yerinden oynuyor, bir yandan da farklı noktalarda farklı binalar inşa ediliyor. “Tüm toplumların tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir.” demek ya da bunu bilmek yetmiyor. Sınıf mücadelelerini izleyip onun hangi taşı nereden söktüğünü, hangi taşı nereye yerleştirdiğini anlamak gerekiyor. Bu noktada komünistlerin hem kendi içinde hem de işçi sınıfında yaşanan gelişmeleri gözlemci edası ile değil, müdahil olarak kavraması bir ihtiyaç olarak gündeme geliyor. Aksi takdirde küçük bir sarsıntıda balkondan atlayıp ölmek de, büyük bir depremde “bana bir şey olmaz” anlayışı ile yerin dibini boylamak da mümkün hâle geliyor.

Her depremde herkesin deprem uzmanı, her ekonomik krizde iktisat profesörü kesildiği ülkemizde benzer bir durum sol içinde de gözlemleniyor. Sol içinde sınıf uzmanları türüyor, parti profesörleri ise köşe başlarını kapmak için birbirleriyle yarışıyorlar. Ancak kimse yapılması gerekenlere yönelik tek laf etmiyor. Bu uzmanların ve profesör takımının kendi dar dünyası içinde yaptıkları ise basit bir vicdan muhasebesinin sonucunda biçimleniyor. Ya günü kurtarma ya da “dostlar pazarda görsün” anlayışı ile hareket ediliyor. Sınıf ve parti gibi aslî konularda herkes yan çiziyor. Etraftan topladıkları küçük taşlardan kendilerine güvenli gecekondu evler inşa ediliyor.

Bilgi ile maddî gerçek karşı karşıya getirildikten sonra hayat kolaydır. Bilim insanı, aracı rolüyle kendisine güvenli bir yer edinir. Hem bilginin hem de maddenin iç gerilimlerinden azade bir yerdedir. Kandilli Rasathanesi ölçümleri verir, huzur bulur, iktisatçılar makro hareketleri analiz ederler ve rahata ererler. Aradaki çelişki ve gerilimlerin kimleri vurduğu ile ilgilenilmez.

Sınıf mücadelelerini bilenler için de benzer bir durum sözkonusudur. Mücadelenin tarafları bilinir, ona göre konum alınır, bir süre sonra hayat öyle bir hâl alır ki, öbür tarafta olmak tek çözümmüş gibi görülür ve bu noktada “yaşamak için yaptım” denilir, bu tavrı eleştirenlere karşı yaşama hakkının kutsallığına inanan tüm hümanistler ayaklanırlar ve eleştiriyi bir kaşık suda boğarlar.

Bazen durumsal, geçici gerilimler su üstüne çıkar, birileri yaygara kopartır ve sözkonusu durum dâhilindeki gerilimde taraf olmaktan nemalandığı için bu durumun sürekliliğini talep eder ve gerilimin sürgit devam etmesi için uğraşır. Örneğin parti ile sınıf arasında belli bir coğrafyada ve tarihte kısmî bir çelişki gündeme gelmişse bunu kaşıyanlar, ne hareket ne de sınıf adına bir şey söylemeksizin, sadece çelişkinin sürekliliği için uğraşarak hayatlarını idame ettirmeye gayret ederler.

Türkiye’de sol özneler bu anlayıştan kurtulamamış, kendisini hep fiilî, durumsal kimi gerilim ve çelişkilerin somut varlığına bağlamış, varlığını hep arada derede bir yerde konumlandırmış, hep mutedil hareket etmiş ve gerçek bir güç olmanın imkânlarını görememiştir.

Marx’ın sınıf mücadelelerine yönelik vurgusunu gerçek anlamda somutta kavramamış, kendisini bu sınıf mücadelelerinin ve tezahürlerinin gölgesinde tanımlamıştır. Belli bir fiilî durumda açığa çıkan gerilim ve çelişkide sınıfsal politik mücadele verdiği takdirde geleceğe yönelik önemli kazanımlar elde edebileceğini kestirememiş, hep en yakınındakine sarılmıştır. Örneğin kendi politik varlığını sınıf mücadelesi bağlamında görmediğinden, ordu içinde yaşanan bir çatışmayı hep dışsal kabul edip bu çatışmanın bir tarafına kendi varlığını bağlama yolunu seçmiştir. Ya da genel bir ifade ile “faşizme vurayım” derken liberalizmin; “liberalizme vurayım” derken faşizmin değirmenine su taşımıştır. Liberalizm-faşizm arasında fiilî ayrımı mutlak kabul etmekle mücadeleye baştan yenik başlamış, saflaşmanın geçiciliğini görmeyerek sınıf mücadelesini bir tarafa bağlamak suretiyle teslimiyet yolunu seçmiştir. Sınıf mücadelesinin her iki taraf içinde ciddî çatırdamalara yol açabileceği ihtimalini gündemine hiç almamıştır.

Solun politik haritadaki konumlanış mantığı budur: kendisini sınıf dışı, sınıf ötesi, sınıf mücadelelerinden azade kabul etmesi sebebiyle fiilî politik gerilim ve çatışmalarda çaresiz kalmakta, kendi meşruiyeti adına gerilim ve çatışmanın bir tarafına biat etmeyi yegâne tercih olarak görmektedir.

Sözkonusu tercih, solun politik bir özne olarak sınıflar mücadelesi dâhilinde yapacağı etkiyi de sıfırlamaktadır. Örgütlerin kendi içine kapanmaları, çıkış noktalarına geri dönüp kendilerini etkisiz kılmalarının sebebi budur.

Marksistlerin görevi, en genel sol başlığı altında toplanan hareketleri devrime doğru örgütlemek, kolektivize etmek ve saflaştırıp yeniden bütünlemektir. Sınıflar mücadelesinin içinde olmak ve bu oluşu bilince çıkarmak için sınıfsal politik devrim şarttır. Oluş ve oluşa yönelik bilinç olmadan sınıfsal politik öznelerin devrimcileşmeleri ve devrim yolunu belirginleştirmeleri mümkün değildir.

Herkes yaptığı işte iyi niyetli, samimi ve dürüst biçimde yapıyor olabilir, ama yapılan işlerin belli bir hukuku ve ahlâkı olmalıdır. Özbilinç, dışarının tanımlanması ve oradaki konumlanış açısından teori ve pratiğin yeniden sınıfla tanımlanması gerekmektedir. Ancak bu sayede burjuvazinin tarihsel ve toplumsal düzlemde bizi soktuğu fasit daireyi parçalayıp adsız ve adressiz birer fail olarak sınıf mücadelesine koşulsuz dâhil olmak mümkün hâle gelir.

Derviş Okan
2005

,

Sosyalizm İçin Devrim Ocakları

I

SSCB ve Berlin Duvarı sonrası solun genel yönelimi, tarihsel birikimin analizine bağlı olarak biçimlendi. Burada aslî vurgu, sosyalizmin kökenine ilişkin tespitlerdi. Dünyada ve Türkiye’de sosyalist sol, sosyalizmin temel dayanak noktalarını ya yeniden gözden geçirdi ya da hâlihazırda var olan yerlere hücum etti. Her iki yönelim de sorunluydu: yeniden gözden geçirme, reformist ve revizyonist eskilerini sahhâflardan bulup çıkarttı; verili olana hücum, devrimciliği eskitti.

Sovyet yanlısı ya da karşıtı her akım, bu dönemsel sarsıntıyı bir biçimde yaşadı. Sosyalizm bağlamında belli bir kesişim kanalı bulan fikirler ve pratik tarzları ayrıştı. “Toplumculuk” anlamında sosyalizm, topluma küsülmesi ile birlikte, anlam kaymasına uğradı. Birey meselesi ön plana alındı. Kapitalizmin “sosyalizmin bireye saygısı yok” lafını çürütmek için bireycileşildi, kapitalizme yaranılmaya çalışıldı.

Marx’ın yoğun bir teorik ve pratik mücadele ile belli bir kavşakta buluşturduğu devrimcilik, sosyalizm ve komünizm, düşüncede ve eylemde farklı kanallara yöneldi. Birçoğu kendisine ait eski yatağa koştu, bir kısmı da gerçekçi olmak adına, verili gerçeğin yanılsamalı edinimine kendisini bırakarak ona uyum sağladı.

Her akım, doğal olarak marksizmle bir biçimde hesaplaşmak zorundaydı. SSCB’nin olmasa da marksizmin hâlâ bir ağırlığı vardı. Bu açıdan farklı işlemlere ihtiyaç duyuldu ve sosyalizm, “yeni”yi anlamak adına, güncel olanın etkisine açık hâle getirildi.

Kapitalizme endeksli fikrî yönelimler, onu “ideoloji”, “bilim”, “felsefe” ve “siyaset” olarak görenlerin kendince açtığı kompartımanlara ayrıştı.

İdeolojistler için kapitalizm, bir avuç burjuvanın ya da tekelin fikrî pratiğiydi; bunun karşısına daha büyük, kapsamlı ve etkin bir ideoloji üretildiği takdirde bu mel’un ideoloji alt edilebilirdi. Bilimcilerse kitleleri kendi ürettikleri “kapitalizm bilimi”ne inandırmak için uğraştılar. Herkes bu bilime vakıf olursa sosyalizm çok yakındı. “Daha büyük, kapsamlı ve etkin ideoloji” arayışı, kapitalizme biat etti.

Felsefecilerse Marx’ın Proudhon ve diğer isimlerle yaptığı hesaplaşmalardan bir şey öğrenmeden, felsefî terennümlerde bulundular ve aşkın bir felsefî görüyle sosyalizme doğru yükselmenin mümkün olduğunu vazettiler. Kapitalizmin insanı ancak “üstinsan”la ya da “insan olmayan insan”la aşılabilirdi. Çevre, bireyin kimliği, cinsiyet gibi meseleler, varolan insan kitlelerinin üzerine çıkmak için kullanıldı, buna “sosyalizm” denildi. İktidarı almaya gerek yoktu, çünkü herkes artık kendi ölçeğinde muktedirdi veya öyleymiş gibi yapabiliyordu.

Siyasetçiler, burjuvaların toplam siyasî pratiği olarak gördükleri kapitalizmin benzer bir örgütlenmeyle aşılabileceğine inandılar. Bu çevre, ipin ucunu kaçırdı: burjuvaların gücünü paralelize etmek için benzer örgütlenmelere yöneldi.

Tüm bu keşmekeş içinde, geçmişin inkârına bağlı olarak, tarih bilimi unutuldu. Tarih bilgisi, belli tarihsel olayların kronolojik dökümüne indirgendi, kapitalizmin tarihi, kimi dalgaların bu dünyadaki etkilerine ait verilerin bilinmesi olarak görüldü.

II

Sensimoncular, bir insanın bir başkasına muhtaç olduğunu ifade etmek için sırttan düğmeli gömlekler giyiyorlar, onun karşısında ise “insan insanın kurdudur” diyen anlayış duruyordu. Esas olarak, Fransız Devrimi’nin düşünce ikliminde yaşanan gelişmelerin sonucu olarak biçimlenen sosyalizm, toplumla düşünmenin ve eylemenin genel adı olarak kullanılıyordu. Ancak buradaki toplumcu düşünce ve pratik, esas olarak “Fransız Devrimi’nin bir daha olmaması için ne yapılmalı?” sorusu üzerine kuruluydu. Bu anlamda, aslında toplumu bir aydın topluluğunun ya da öncü-Jakoben bir grubun düzelteceği fikri, Fransız Devrimi’nin bir daha olmaması için geliştirilmiş üsluplardı.

Burjuva devrimleri esnasında kapitalizmin politik merkezi Paris, iktisadî merkezi Londra yakıldı; ardından bu iki şehir, yaşanacak olası bir ayaklanmanın daha kolay bastırılabilmesi için yeniden inşa edildi. Küçüklü büyüklü tüm burjuvalar yeni bir huzursuzluk istemiyorlardı.

Buralardan gelen kimi düşünürler, kapitalizmin pazar arayışı ve meta-para dolaşımı bağlamında gerekli gördüğü ulus-devletleri toplum merkezli olarak organize etmenin yollarını aradılar. Sosyalizmin ilk nüvelerini üreten bu arayış, devlete iltihak etti. Toplumun aklî bir merkezden düzenleneceği yer, devletin ta kendisiydi. Sırttan düğmeli gömlekler giyen aydınların ham ve nahif eylemleri tarihsel dönüşüme eklemlendi.

Marx ve Engels, fikirlerini Fransız Devrimi’nin sağdan ve soldan eleştirildiği bir süreçte biçimlendirdi. Bu dönemde eleştirinin esas noktası, devrimin bileşenlerine ayrılması ve bu bileşenlerin hareket tarzlarının belirlenmesiydi. Marx’ın kendisini önceleyen sosyalizm formlarına ilişkin eleştirisi şu şekildeydi:

“Sınıf savaşımının gelişmemiş oluşu kadar, kendi içinde bulundukları ortam da, bu türden sosyalistlerin kendilerini her türlü sınıf karşıtlığının çok üstünde görmelerine neden oluyor. Bunlar, toplumun her üyesinin, hattâ en iyi durumda olanların bile, koşullarını düzeltmek istiyorlar. Böylece bunlar, sınıf ayrımı yapmaksızın toplumun tamamına, hattâ tercihen egemen sınıfa seslenip duruyorlar. Çünkü bunların sistemini bir kez anladıktan sonra, insanlar nasıl olur da mümkün olan en iyi toplum için mümkün olan en iyi planın bu olduğunu görmezler? Böylece bunlar, her türlü siyasal ve özellikle de her türlü devrimci eylemi reddederler, amaçlarına barışçıl yollarla ulaşmayı arzularlar ve zorunlu olarak başarısız kalmaya mahkûm küçük deneyler ve örnek gösterme ile yeni toplumsal İncil-i Şerif yolunu açmaya çalışırlar.”

Fransız Devrimi sınıfsal analize tabi tutularak eski sosyalist akımlardan kopuldu, ama Lenin’in sonradan ifade ettiği biçimiyle, marksizm-öncesi sosyalizm, “revizyonizm” formunda yeniden hortladı. Lenin’e göre, topluma yeni bir biçim ya da vizyon vermek marksizmin işi olamazdı. Sınıfsal-politik ve tarihsel-politik açıdan her şeyden münezzeh bir “toplum” olgusunun var olmadığını düşünen marksizm için esas olan toplumun bütünü değil, ona ait devrimci parçaydı. Bir daha devrim istemeyenlerin karşısında yegâne güvence böylesi bir parçalama pratiğiydi. Toplumsal yapı kendi içinde devrimci bir öğe çıkartmak zorundaydı. Topluma yeni vizyon vermek için çırpınanların bu tip öğeleri tespit etmesi mümkün değildi; tespit etseler bile, bulunan öğelerin varlık gerekçesi, büyük ölçüde yeni vizyon için kurulan dekorun küçük bir parçası olmaktı.

III

SSCB ve Berlin Duvarı sonrası süreçte ABD’li düşünce kuruluşları, Sovyetler Birliği’ni yıkmak için 200 milyar dolar civarında para harcadıklarını ve bu paranın büyük bir bölümünün ideolojik ve istihbarî harcamalara gittiğini söylediler. Oysa Sovyet çizgisine dışsal, hattâ karşı olan kimi sol yönelimler, Sovyetler’in ekonomik zafiyet yüzünden öldüğüne ikna oldular. Sağcı liberaller, eski troçkistleri devşirerek neo-muhafazakârlığı güçlendirdiler ve bu süreçte ekonominin “ilk ya da son tahlilde” belirleyici olduğuna ilişkin tartışmalar alevlendi.

Sağ, durmadan, “marksizm ekonominin belirleyici olduğunu söylüyor ama bakın Sovyetler’e, ekonomiyi temel alan sistem çöktü, demek ki bunlar ekonomiden anlamıyor” dedi. Kimi marksistler aslında iyi birer marksist olduklarını ispatlamak için ekonomi hıfzettiler. Bir grup aydının zorla ya da sevimli yollardan toplumu değiştireceğine inanan gruplaşmalar görüldü. Saint-Simon, Fourier ve Proudhon yeniden hortladı.

Madem sorun ekonomiydi, marksistler, kapitalist ekonomik gelişmenin anlaşılması konusunda bir yerlerde hata yapmış olmalılardı. Sosyalizm antikapitalizme indirgendi ya da toplumu çürüten emperyalizme ilişkin kuramlarla tanımlandı. Ama toplumsal-tarihsel planda cereyan eden sınıflar mücadelesinin sonuçları es geçildi ya da en fazla, masa başı çalışmaların konusu yapıldı.

Reformizm, revizyonizm ve ekonomizm, karşılıklı olarak birbirini besleyerek gelişti. Yeni biçim, ekonomik alanda yaşanan “yeni” gelişmelere göre ayarlanmalıydı, yeni vizyonun iktisadî bir temeli olmalıydı, marksist ekonomi ABD’ye göre biçimlenmeli, ABD karşıtlığı her türlü ideolojik ve politik çalışmanın merkezinde olmalıydı, vs.

On dokuzuncu yüzyılda yeni toplumsal alanı düzenleyici güç olarak öne sürülen devletin yerini birey aldı; devletin pazarla ilişkisi dâhilinde biçimlendirdiği yeni sosyolojik alan olarak ulus, bireysel serbestiyet mahallerine dönüştü. Bu anlamda kemalizmin soldan kadro devşirmesi gibi, liberalizm solun belirli bir bölümünü saflarına çekti. Bugünün “devlet”i olan bireye ve ona ilişkin politik yönelimlere benzer bir cevap üretilemedi. Millet ve sınıf gibi tarihsel olgular, biçimsel sosyolojik kavramlara dönüştürülerek birey merkezli düşüncenin nesnesi hâline geldiler.

Toplumsal alana doğru yayıldığı dönemde kapitalizme yönelik tepki biçimleri bugüne hâkim oldular ve bu ölçüde de sistemden nemalanmaya başladılar. Ancak kimse kapitalizmin, farklı bir içerik ve biçimle, tarihsel plana doğru yayılmakta olduğunu görmek istemedi. Herkes, yerleştiği yuvadan memnun ve huzurluydu. Genel olarak herkes, elini taşın altına koymak yerine, yeni biçim ve vizyon kılıfı altında üretilen malumat yığınının altına saklandı.

IV

Marksizmin kapitalizm analizinde vazgeçilmez olgular olarak tespit ettiği meta ve para akışı, yeni dönemin karşılandığı momentte yeniden ele alındı. Aslında buradaki yenilik, tepki biçimlerinin özsel değil, yüzeysel olarak ele alınması ile ilgiliydi. “O hâlde, meta ya da para gibi düşünülürse Sovyetlerin hatasına düşülmez ve sosyalizm somut bir gerçeklik hâline gelir” zannedildi. Marx’ın bu tip konularda kendi sınıfsal sınırlarını aşamayanlara yönelik eleştirisi şu şekildeydi:

“Onları küçük burjuvazinin temsilcisi yapan şey, bakkalların yaşamda aşamadıkları sınırları onların kafalarında aşamamaları, dolayısıyla da nesnel çıkarları ve toplumsal konumun bakkalları pratikte sürüklediği sorunlara ve çözümlere onların teoride sürüklenmeleridir. Bir sınıfın siyasal ve yazınsal temsilcileriyle temsil ettikleri sınıf arasındaki ilişki, genellikle budur.”

Esas olarak “bakkal sahibi nihayetinde bakkal sahibi gibi düşünür” diyen Marx’ın eleştirisinde olduğu gibi, kapitalizm eleştirisinde saf tutanlar, kendi sınıfsal reflekslerini teorilerine yansıttılar ve sonuçta ya metacı ya da paracı oldular. Bu iki eleştiri kulvarı, Sovyet eleştirisi ve dünyanın yeni hâli ile ilgili tespitlerde kimi noktalarda ortaklaştı. Özde bu iki kesim şu sonuca ulaşmaktaydı: sosyalizm, esas olarak kapitalizm içi düşünsel ve eylemsel yükseliş biçimi olmalıdır.

Meta ve para akışını birlikte analiz eden ve artı-değer bağlamında sınıfı gören marksizm unutuldu, onun yerine, metanın ve paranın özsel ve biçimsel sorunları gündeme taşındı. Sonuçta bakkal sahibi bakkal sahibi gibi düşünüyordu ve metacılar tefecilere, paracılar tüccarlara cephe aldılar.

Mecazî anlamda kullanılan bu ifadenin somut karşılıkları da görüldü. Küçük üreticiyi sahiplenen ve buradan kapitalistlere akıl verenler ya da serbest piyasa ve sermaye akışı üzerinden ekonominin canlanmasını düşleyip AB’ci olanlar görüldü. Tarihe de bu anlayış üzerinden bakıldı. Meta üretiminin belirleyici olduğu dönemler göğe çıkartıldı. “Ne güzel kapitalizm fabrika kuruyordu, ama şu lânet olası malî sermaye geldi, mertlik bozuldu” denildi. Tersten, meta üretiminin talileştiğini, aslolanın insanların cebindeki para olduğunu söyleyen “marksist” sosyalist ekonomistler görüldü.

V

Yıllar sonra ABD’li düşünce kuruluşlarının itiraf ettikleri ideolojik saldırıyı göğüsleyecek herhangi bir adım atılmadı. Bu kadar ekonomi ve ekonomizm içinde siyaset ekonomiyle ilgili düşüncelerden oluşan ideolojik tepkilere indirgendi. İdeolojik zafiyetlerin üzerine gidilmesi için gerekli olan teori, hep karşı tarafın düşünsel taktik ve stratejilerine kurban edildi.

Burjuva devlet iktidarı ile şu veya bu şekilde mücadele eden unsurlar, bu isim tamlamasının neresine vurgu yaptığına göre ayrıştılar. Burjuva karşıtları devleti; devlet karşıtları sistem eleştirisini; sistem eleştirisi yapanlar, iktidarın gerekliliğini görmediler.

Her kilidi açan, her durumu karşılayan ya da tüm gerçekliği kucaklayan devrimci işçi iktidarı formülasyonları üretenlerle, kendi kısmî mücadele biçimlerini bu formüle ikame edenler, burjuva devlet iktidarını teoride ve pratikte somutlayacak hiçbir adım atmadılar.

Nihaî bir hedef olan devrimci işçi iktidarı, ya unutuldu ya da ânın belirsizliği içine gömüldü. Sonuçta burjuvalara, devletlere ya da tüm iktidar ilişkilerine karşı formüle edilen “sosyalizm”ler türetildi. Bu tartışmaları belli bir kavşakta buluşturma yönünde, marksizm bağlamında teorik ve pratik faaliyet söz konusu olmayınca herkes kendi krallığını ilân etti. Lenin’in sınıf mücadelelerine dair bilgiyle devrimci işçi iktidarını ilişkilendiren tarihsel varlığı ise çoktan unutulmuştu. Bu anlamda sosyalizm, kimi zaman liberallerin kimi zaman da faşist/şovenist unsurların oyuncağı oldu.

Burjuva devlet iktidarına karşı üretilen kısmî tepki biçimlerini ortaklaştıracak belli bir ahlâk ve hukuk tarzı da üretilemedi. İçe ve dışa dönük varoluş kavgası adına bu tepki biçimleri, sosyalizm edebiyatını kendi çeperinde güncelleştirmekten başka bir şey yapmadılar. “Yaşasın sosyalizm” demek hoş, nahif ve güzeldi, ama asıl önemli olan, onu mücadele içindeki kolektif dinamiklerin silâhı hâline getirebilmekti.

Bu süreçte tüccar ve tefeci solcular her yanı sardılar. Kapitalizm karşıtı tepkilerini somutta tanımlayamadıkları ve bu anlamda sınıf mücadelelerinin ateşi içine girip kendi sınıfsal çeperlerini aşamadıkları için bu iki çevre, ideolojik anlamda piyasaya hâkim oldu. Her güncel durum verili pozisyona göre değerlendirildi.

Hızlı giden bir şoförü esasen arabanın kullandığı düşünülürse, meta ve para piyasalarındaki her türlü hareketlilik, ilgili kişileri farklı mecralara sürükledi. Sonuçta, IMF’i eleştirirken daha iyi “IMF”, AB’yi eleştirirken daha iyi “AB” isteyenler türedi. Kara ya da ak, her türlü para akışının kontrolünü öngörenler IMF’i bir biçimde savundular. Metaların nitel gelişkinliğini ve kalitesini arzulayanlar AB görüşmelerini alkışladılar.

Tefeciler Avrupa çizgisini; tüccarlar ABD’yi eleştirdiler. Her iki emperyalist gücün ortak bir maziye sahip olduğunu, sınıfsal ilişkilerde yan yana durduğunu, faşizmin ve ardıllarının askerî ve istihbarî bağlamda aradaki bağı teşkil ettiğini kimse görmedi. Her iki coğrafyadaki sınıflar mücadelesi unutuldu. Para ve meta ilişkileri bağlamında geliştirilen artı-değer analizleri moda olmaktan çıkınca, sınıfın sömürüsü ve sosyalist siyaset de anlamsızlaştı.

Para, meta ve artı-değer bağlamında geliştirilen kapitalizm eleştirisinin teorik planda marksizm kavşağına ihtiyacı vardı; marksizm unutuldukça ya da farklı liberal tezlere doğru evriltildikçe kapitalizm eleştirisi de onu içeriden dönüştürmek isteyenlerin dümen suyunda biçimlendi.

VI

Solcuların nicel ve nitel açıdan tefeci ya da tüccar olduğu bu dönemde ne tefeci ne tüccar olabilenler farklı bir çizgiyi benimsediler. Onlar özellikle Batı’daki “Eleştirel Marksizm” geleneğinden beslenip, kendi bireysel konumlarını toplumun karşısına çıkarttılar. Esasında marksizme dönük eleştirellikten beslenen bu çevreler, toplumu sınıfsal değil, bireysel konumuna göre parçaladılar. Eziliyorlarsa, ezilmeyi bu bireysel konumun bayrağı yaptılar. “Ne malım var ne pulum” diyenler kendilerine döndüler. Kendi varoluşlarını sisteme entegre etmenin gizli ya da açık yollarını aradılar.

Bu noktada ya ruhlarına paranın akışkanlığını kazandırıp âlemlere aktılar ya da bedenlerine meta muamelesi yapıp yeni pazarlarda yer aldılar. Her iki tarzın da kendince bir sosyalizm anlayışı vardı. Her iki yönelime mensup birey de toplumun kendisi gibi olmasını istiyordu. O, toplum adına konuşana “faşist”; arkadaşın sırttan düğmeli gömleğini ilikleyene “zavallı” dedi, ama kendisi de “herkes benim gibi serbest olsun” diyebildi.

Bugün metaı paranın akışkanlığı ile yeniden formüle eden ve serbest piyasanın nimetlerinden faydalanmaya meyleden Çin Marksizmi geleneğinden beslenenlerse, “karma felsefesi” uyarınca, iyi ile kötünün diyalektiği adına, farklı bir yola girdiler. Onlar, Doğu masallarından esinlenen teorik yönelimleriyle, nesnel analiz geliştirmeksizin, ara yolların yararlı olduğunu düşündüler. “Hem ateşim, hem su” diyen bu eşhas, kendilerini sosyalizmin (hatta komünizmin) bugünde fiilîleşmiş hâli olarak gördüklerinden, her şeye üstten bakabilme yetisi kazandıklarını zannettiler.

Tüm karşıtlıklarla oynama hakkıyla birlikte kapitalizmin bir biçimde aşılabileceğine inandılar. Kendi bedensel varoluşlarıyla sosyalizmi yaşattıklarını düşünenler, devrimci siyasete katkı sunmadılar, aksine, onun somut varlık alanı bulması yönündeki tüm fırsatları tükettiler.

VII

Sosyalizmi ilkel hâliyle kucaklayıp sahiplenmenin ya da arkadaşının gömleğini iliklemenin romantik bir yanı var, ama devrimci politik mücadele buna indirgenmemeli. Toplum, saf bir bütünlük olarak ele alındığı sürece toplumcu düşünce düşmana kan vermeye devam edecektir. Düşman, sınıfsal-politik açıdan netleşmek zorunda. Bu netleşme, tümüyle, sınıfsal-politik olanla devrimci-politik olanın örgütlü kolektif mücadele aracılığıyla eşgüdümlü hâle getirilmesiyle mümkün. Sosyalizm fikri ve pratiği tarihsel çatışma momentleri ile beslenmiyorsa devrimci olamaz; toplumsal çelişki hâlleri ile beslenmiyorsa sınıfsal anlamını yitirir.

Sosyalizm, sınıfsal yığınların elinde bir bayrağa değil, silâha dönüşmelidir. Bunun için kavgacı bir aydın grubuna değil, savaşan bir sınıfa ihtiyaç vardır.

Toplumsal alanda politikleşen unsurlar devrimci sınıf perspektifine kavuşmazsa egemenlerin gücüne güç katarlar. Eğer atılan yumruk düşmana zarar vermiyorsa yumruğun sahibine zarar verir. Topluma hâkim olan düşünceler egemenlere aitse o vakit somut olarak politikleşen fikirler ve teorize edilen politik pratikler sınıfsal ayraca tabi tutulmalıdırlar.

Teori ve pratik olarak sosyalizm eski güzel günlerinin çok gerisindedir. Kimileri geçmişin inkârı adına ondan çoktan vazgeçmişler, bu anlamda toplumu görmenin anlamsızlığına kani olmuşlardır. Oysa toplumsalı görmekle soyut bir kurgu olarak toplumu görmek farklı şeylerdir ve komünistler için ilki hâlâ önemlidir. Toplumsal olan görülmeden sınıfsal ve devrimle ilişkili olan, görülemez.

VIII

Marx, geçmiş devrimlerin devrimci eleştirisi ile ilerlemiştir. Bugünkü marksistlerin de benzer bir devrimci tavırla geçmişteki devrimleri devrimci eleştirinin konusu yapmaları gerekmektedir. Marx, Fransız Devrimi dâhil tüm devrimlerin küçük bir azınlığın devrildiği ve yerine gene küçük bir azınlığın geldiği tarihsel olaylar olarak değerlendirmiştir. Buradaki kritik nokta, devrimlerin toplumsal niteliğinde bir değişikliğin yaşanmamış olmasıdır.

Paris Komünü ve Ekim Devrimi, bu anlamda toplumsal dönüşüm momentleridir. Her ikisi de siyasî iktidarın toplumsal alandaki değişimine muazzam katkılar yapmıştır. Ancak gene de eksik olan, tarihsel dinamiklerin yol açtığı değişimlerin kurumsallık kazanamamış olmasıdır. Bu sebeple, geçmiş devrimlerin biçimsel bir hatası, devrimcilerin yıktıkları saraylara yerleşmesidir.

Verili durum ve dönem dâhilinde eski iktidar kurumlarına olan ihtiyaç, o kurumları yıkıp farklı bir bağlamda yeniden kuracak olan dinamiklerin pratik katkıları ile yeterince beslenememeyi dayatmıştır. Geleceğin devrimi için yola koyulanlar, geçmişteki bu zaafa düşmeksizin, fiilî olarak şimdiden tüm sermaye, devlet ve iktidar karşıtı dinamikleri görecek bir yerde durarak, devrimin karakterine ait oluşumu bu dinamiklerin kolektif pratiği ile tanımlamalıdırlar.

Bizim devrimimiz, iktidar alanlarını fabrikalara, işliklere, tarlalara ve kampüslere taşımalıdır. Yeni Kremlin’ler yerine, önceden oluşan devrim ocakları devrimci ocaklara dönüşmeli ve buralar yeni iktidar alanları hâline gelmelidir.

“Söz yetki ve karar emekçi halkın olmalı” cümlesi lafta kalmamalıdır. Küçük burjuva aydınların egemenliğindeki solun bunu düşünmesi mümkün değildir. O, ya tefeci ve tüccar olup sistemle çelişkilerini “politika” ve “ideoloji” diye yutturur ya kendince devlet taklidi alanlar yaratır ya da kendi yaşamsal pratiğini içi boş iktidar hesaplarına kurban eder.

Saraylar yenileri yapılsın diye yıkılmaz; toplumsal-tarihsel dönüşüm, kendi öznesini kapalı kapılar ardında toplanıp masa başı hesaplar yapan insanlar arasından bulmaz.

Derviş Okan
2004

01 Şubat 2009

, ,

Doğu Halkları Kurultayı

Bir Marksist için tarihin sınıf mücadelelerinin tarihi olduğunu bilmek yeterli değildir. Mesele, tam da bu önbilgiyle birlikte başlar. Her Marksist, kendi sınırlı politik gerçekliğinde Marx’ın devrimci teorik ve pratik hattını işletmeli, bu hattı bir mevzi olarak güçlendirmelidir. Bu açıdan Marksistler, durum, dönem ve süreç üzerinden tespitler yaparken sınıf mücadeleleri ile ilgili bilgisini mi kullanacağı, yoksa tersten, bu bilgiyi her duruma, döneme ve sürece göre anlamlandırıp derinleştirmesi mi gerekeceği konusunda karar vermek zorundadırlar.

Sol literatürde karikatürize edilmiş bir yığın “Marx”, “Engels” ve “Lenin” mevcuttur. Kurucu Marksistlerin sözleri ve eylemleri farklı öznel ihtiyaçlar uyarınca istismar edilmektedir. Oysa aslolan, onların teoride ve pratikte yaptıklarını yapmaktır. Ama buradaki birincil mesele, metodolojist bir yaklaşımla yöntemi soyutlamak ya da diğer bilimler ölçüsünde yeni bir bilim inşa etmek değil, bütünselliği ve sürekliliği içinde yaşanan gerilimlere, çelişkilere ve çatışmalara teoride ve pratikte alan açmaktır.

Marksistlerin belli bir durum/dönem/süreç dâhilinde oluşan gerilim/çelişki/çatışmalara dair söyleyecekleri bir sözü mutlaka olmalıdır. Bu noktada işin kolayına kaçılmamalı, örneğin başka bir durumda diğer Marksistlerin nasıl bir tavır sergilediğine bakıp onlar taklit edilmemelidir. “Ekim Devrimi bir savaşa doğdu” denilip yeni bir savaş beklenmemeli ya da “Küba Devrimi bir diktatörlüğe karşı halkın ortak isyanıdır” tespitinde bulunulup, verili durumda iktidarda olan her unsura diktatör muamelesi yapılmamalıdır.

Marksist bağlamda yürütülecek devrimci teorik ve politik mücadele, durumu döneme, dönemi de sürece boğmamalı, bunlar arasındaki tarihsel-toplumsal ayrımları tespit edebilmelidir. Bu anlamda, sürecin döneme, dönemin de (devrimci) duruma doğru daraldığı koşullarda fiilî olarak var olabilmelidir. Bu daralmanın neden ve sonuçları, yaşanan gerilim, çelişki ve çatışmalarda aranmalıdır.

Örneğin, “her şey emek-sermaye çelişkisinden ibarettir” deyip, düşmana karşı millî ya da dinî mevzilerde örgütlenerek savaşıldığı durumlarda/dönemlerde, süreçte aradığı “işçi” ve “burjuva”yı aramaya kalkmamalıdır. İşçinin ve burjuvazinin sabit değil, dinamik, değişken olgular olduğu öntespitiyle, sınıf mücadelelerini politik alandaki tezahürleriyle birlikte karşılamalıdır. İşçi sınıfıyla özdeş olmak, onun safında ve yanında hareket etmek ile işçiler dâhil tüm emekçi kolektif dinamiklere politik öncülük yapmak, birbirinden bütünüyle farklı maddî pratiklerdir.

Her durumda ve dönemde “işçi-burjuva” çatışmasını arayan bir özne, soluğu ya rahat sendika koltuğunda ya da serin parlamento koridorlarında alır. Oysa Marksizmin varlık zemini rahat koltuklar, serin ve sığ sular ya da düz ovalar değil, fiilî gerilimlerin, çelişkilerin ve çatışmaların olduğu alanlardır. Bu, hem teori hem de pratik için geçerlidir.

Marx sonrasında Marx’ın fiilî olarak var olduğu böylesi pürüzlü, gerilimli alanları kendi rahatlığı için düzlemek isteyenlerin huzurunu Lenin ve Ekim Devrimi büyük ölçüde bozmuştur. Ancak ne yazık ki bu süreç kesintiye uğramış, Marksizm de kendi memurlarını, tüccarlarını ve kalpazanlarını üretmiştir.

Sömürge politikaları ile büyük ölçüde uykuya yatan Avrupa’nın karşısına Asya’nın uyanışını çıkartan Lenin ve partisi, Avrupa’yı işgal edeceği korkusuyla Avrupaî fikirlerin devrimci etkisine açık hâle gelen Rusya’da iktidara geldiğinde, Batılı güçlerin oyununu bozarak farklı bir perspektif geliştirmiş ve Doğu’daki yeni durumu devrimcileştirmenin imkânlarını araştırmıştır.

Moskova-Petrograd hattına sıkışan devrim, genelde Batı, özelde Avrupaî güçlere karşıtlıkla nefes almış olmasına rağmen, devrimin öncü güçleri, “Avrupa karşıtı devrim”i “Avrupa için devrim” olmaktan kurtaramamışlardır. Bunun önemli bir nedeni, devrimin gerçekleştiği politik dönemin maddî yetersizliğidir. Sözkonusu maddî yetersizlik, manevî imkânsızlığı da tetiklemiş, komünistler, Batı işçi sınıfından ve komünistlerinden medet umar hâle gelmişlerdir. Burada tabiî ki, Lenin’in Marksizmde ısrarı ve bu ısrarın devrimciliğine bağlılığı önemli rol oynamış, “Almanya-Fransa-İngiltere” bütünlüğünde tanımlanan Marksizmin Avrupa-merkezcilikle malûl olması sebebiyle Lenin kendi ülkesinde “Batı ajanı” muamelesi görmüş, Batıda ise “oryantal despotik diktatör” olarak mimlenmiştir.

Bu gerilimde biçimlenen Leninizmin Batı ayağı Zimmerwald ise, Doğu ayağı Bakû’dür. Macar Sovyeti, Almanya’daki grevler ve diğer ülkelerdeki sınıf mücadelelerindeki başarısızlık Rusya komünistlerini Doğu’yla tanıştırmış, ancak bu tanışma, dönemin verili politik niteliğine ait sınırlara mahkûm olması sebebiyle akim kalmıştır. Bu sonuç, Doğu’nun komünist mücadeleye ve komünist inşaya kendi rengini katmasına izin vermemiştir.

Zimmerwald, Avrupa işçi sınıfını savaşın öncü gücü hâline getirmediği gibi, Bakû de Doğulu mazlum milletleri anti-emperyalist mücadelenin öncüsü kılmamıştır. Ekim Devrimi tarihsel-nesnel zemine oturtulduğunda, bu iki devrimci politik adımın ortak “zaaf”ının devrimin bizatihi kendisi olduğu görülecektir. Darlaştırılmış politik durum dâhilinde oluşan devrime öncülük etmek, devrim öncesinde Zimmerwald’ı, devrim sonrasında Bakû’yü içinde bulundukları dönemsellikte talileştirmiştir.

O dönem Komintern genel sekreteri olan ve Avrupa’daki sosyalist hareketin bütün olarak muhafaza edilip kazanılmasını arzulayan, bu anlamda, komünistlerin “bölücü” faaliyetlerine tahammül edemeyen Angelica Balabanova, Zimmerwald’ı kısmen onaylamış, sonrasında ise kendi rızası ile kenara çekilmiştir. Balabanova, kendisini tasfiye etme amacı güttüğünü düşündüğü Türkistan görevini “Ne o ülkeyi, ne de ilkellikleri şüphesiz olan insanların psikolojisini biliyorum” diyerek reddetmiştir. Avrupacı Balabanova Doğuyu küçümserken, Avrupa’nın işçisine bile güvenmeyen Doğucu Sultan Galiyev de Batı düşmanlığını farklı temeller üzerine kurmuştur. Ekim Devrimi, her iki insanda temsil olunan siyaset tarzını kendi hattının dışına atmıştır. Geride kalan kişilerarası tartışmalar ise bu noktada önemsizdir.

Zimmerwald’da ve Bakû’de simgelenen, birbirinden farklı iki hattın devrimle kesintiye uğramasına ilişkin gerçek, iki tarihsel-politik olguya bugünden bakarken devrimin menfaatleri adına düşünüp hareket etmeyi gerektirmez. “Devrim edebiyatı” adına, bu tip politik olguların bugüne geldiği biçimiyle hâlâ dışlayıcı bir refleksle karşılanması bilimsel değildir. Ekim, Zimmerwald ile Avrupa’yı, Bakû ile Doğu’yu parçalayıp kendisinde bütünlemiştir. Bu devrimin tarihsel varlığıyla sebep olduğu zaaflar geriye dönük olarak bertaraf edilemeyeceğine göre, her iki durumsal politik müdahalenin, geleceğin devrimi için farklı bir bağlamda, teorik açıdan ilişkilendirilmesi zorunludur. Bu ilişkilendirmede, Avrupa’nın ve Doğu’nun toplumsal, politik ve tarihsel ihtiyaçları belirleyici olmamalıdır. Kimse, politik planda Avrupa’nın ve Doğu’nun kolektif tarihsel bilinciymiş gibi davranamaz. Bu davranışın kısmî durum ve dönemler dışında, devrimci politik bir değeri yoktur.

Bu açıdan Zimmerwald’da Doğu’nun öfkesi, Bakû’de de Batı’nın bilinci eksiktir. Bolşevikler, ilkinde dönemin fiilî öfkesi, ikincisinde de verili bilinçlilik hâlinin kendisi olmaya çalışmışlardır. Ancak bu pratik tarz, hâlihazırda mevcut olan ya da oluşma imkânı barındıran öfke ve bilinç hâllerinin fiilîleşmesini, politik dönemin ihtiyaçları uyarınca, görmezden gelmiştir. Bu zaaf ve eksiklik, her kısmî, parçalı ve kesintili politik gerçekliğin doğal olarak yaşayacağı bir durumdur. Bir makale “kitap” olamadığı için eleştirilemeyeceğine göre, bir devrim de tarihin bizatihi kendisi olamadığı için eleştirilemez.

Taktik ve strateji bağlamında Doğu’da açığa çıkan Pan-Türkist ve Pan-İslamist yönelimlerin içinde fiilî ve maddî planda işleyen sınıf mücadelelerini tetiklemeksizin yapılan ideolojik çalışma, bu coğrafyanın Batı’ya kan kusmasını önlemiştir. Bu eksiklik, Rusya komünistlerini 1921’de Britanya ile gizli bir anlaşma imzalamaya itmiştir. Avrupaî bakış açısına sıkışıp kalan Ruslar, Batı’daki komünistleri de sosyal-demokrat ve geniş anlamda sosyalist siyasanın alanına hapsetmişlerdir. Bu açıdan Ekim Devrimi, süreç içinde “Avrupa için devrim”e dönüşmüştür. Her iki dünya savaşında gücüne güç katan ABD’nin kara gölgesi Avrupa üzerine düştüğünde, SSCB’nin varlığı bu fasit daire içinde devrimci anlamını yitirmiş, seksenlerin sonunda ise fiilî olarak işlevini kaybetmiştir. Buradaki eksikliğin ve zaafın nedeni, bugün Uzak ve Yakındoğu hattında yaşanan siyasî ve iktisadî gelişmelerin açığa vurduğu biçimiyle, Doğu’nun devrimcileştirilememesi ve devrimci Doğu’nun teorik/politik ürünleri ve yankılarının Batı’da dalgalanmalara yol açmamasıdır. Batı, kendi meşruiyeti ve haklılığı dâhilinde icat ettiği “Doğu” denilen şeytanı taşlamaya devam etmiş, içindeki sınıf mücadelelerini örtbas etme ve ezme konusunda ustalaşmış, bu ustalık, büyük ölçüde Doğu’nun politik varlığından kaynaklanmıştır. Komünistlerin tarihsel zaafı, Batı’nın elindeki bu oyuncağı kırmamak olmuştur.

Dün olduğu gibi bugün de Doğu, tüm bilinmezliği ve belirsizliği ile emperyalist kapitalizmin olduğu kadar, dünya komünist hareketinin de yumuşak karnıdır. Doğu’ya ilişkin bilgi, Batı’dan yansıtılan teorilerin sınırlarına mahkûm olduğu sürece komünist hareket, kendi dar mecrasında boğulacaktır. Doğu’nun sağ liberal/faşist siyasetler uyarınca belirsizlikten kurtulması ise komünistlerin siyaset sahnesindeki yerini etkisizleştirecektir.

Bu anlamda 1920’de, Doğu’nun Batı’ya bakan eşiğinde, Bakû’de toplanan kurultayın devrimci edinimi Çin, Kore, Vietnam, BAAS ve hatta İran pratiklerinin toplam sonucunu dönüştürecek, farklı bir mevzii, farklı bir hat boyunca yeniden kuracaktır. Sözkonusu devrim pratiklerinin dolaylı ya da doğrudan Bakû’den beslendiği düşünülürse, kurultayın 1920 yılıyla, Zinovyev ve şürekâsının kaprisleriyle sınırlı olmadığı görülür. Ancak kurultay salonunu aşan politik devrimcilik, bizzat devrimci işçi iktidarı için savaşan komünistlerin önderliğinde somutlanmadığından, kurultayın tüm teorik, ideolojik ve politik kazanımları, küçük büyük tüm Doğulu burjuvaların hanesine yazılmıştır. 1920’lerle birlikte mazlum halklarla ve milletlerle ilgili geliştirilen politika, sınıf mücadeleleri ve devrimci işçi iktidarı perspektifinden uzaklaştığı ölçüde, iflas etmiştir.

Komünist Enternasyonal’in İkinci Kongresi’nde kurultay için kararlaştırılan çağrı metni, esas olarak İran, Türk ve Ermeni emekçi halklarına mensup temsilcilere yöneliktir. Burada asıl amaç, Moskova-Petrograd hattında yanan devrim ateşinin güneye doğru genişletilmesidir. Ancak hem karşı-devrimci güçlerin varlığı, hem de Batı’dan gelen kötü haberlere Doğu’daki sınıfî çelişkilerde komünistlerin zayıf olması eklenince, sözkonusu niyet terk edilir ve ateşin bu coğrafyaya taşınmasından ziyade, bu üç kart uluslararası ilişkiler ve diplomasi bağlamında, emperyalist güçlerle oturulan pazarlık masasında koz olarak kullanılır. İngilizler, Almanlar, hatta Osmanlı artıklarının göz diktikleri bu bölgede Rusya, devrimci-saldırgan değil, savunmacı-çekilmeci bir siyaset uygular.

1920, bölge için önemli değişimlerin ve dönüşümlerin yaşandığı bir yıldır. Batı’nın iktisadî ve siyasî açıdan Doğu’ya muhtaç olması sebebiyle bu yıl, sadece bölge değil, tüm dünya için muazzam bir önemi haizdir. Kurultaya katılan ABD’li komünist John Reed’in, kurultayın güneyi ve kuzeyiyle tüm Amerika kıtasına sirayet edeceğine dair tespitleri, meselenin boyutlarını göstermektedir. Ancak kurultayda ve sonrasında yaşananlar, Reed’i hayal kırıklığına uğratmış ve o, yapılan hamlenin birkaç politikacının ayak oyunlarına kurban edildiğini söylemiştir. Bu ayak oyunları, kurultayın teorik mimarı, Milletler Komiseri Stalin’in yardımcısı ve KUTV kurucusu Mir Seyit Sultan Galiyev’i dönem dâhilinde tasfiye etmiştir.

Devrimin Batı’ya doğru yayılamayacağını gören Rus komünistleri, önce Doğu kartını oynamışlar, ardından da devrimin muhafaza edilmesi için adımlar atmışlardır. Sonradan geliştirilen Türkçülük ve İslâmcılık karşıtı edebiyat, büyük ölçüde mazeretten ibarettir. Zira o dönemde, bugün anladığımız anlamda anti-komünist bir Türkçülükten ve İslamcılıktan eser yoktur. Devrimin fiilî varlığı, Çar ve Rusya karşıtı halk dinamiklerine öncülük eden siyasetlerin bilinç ve eylemlerini dönüştürmüştür. Kurultay salonunda asılan ve üzerinde Kur’an’dan bir ayetin yazılı olduğu pankart bunun delilidir: “Birbirinizi şûralarla yönetin.”

Batılı anlamda devlet olmayan bir şûra devleti, Sovyet Rusya, Mehdî’ci kimi Müslümanlara cazip gelmiş, Mehdî’nin yeryüzüne indiğini ve O’nun Sovyetler olduğunu düşünmelerine sebep olmuştur. Gene Batı’da milliyetçi ideolojiyi biçimlendiren Yahudi-Siyonist teorisyenlerin anladığı anlamda bir millet kavramsallığını Doğu’nun somutunda arayanlar, ya bu dinî-politik yönelimin mensuplarıdır ya da onların güdümünde hareket edenlerdir. Doğu’daki millet anlayışı, büyük ölçüde, politik temelde darlaştırılmış bir ümmet anlayışıdır ki burada ırkî, kabilevî üstünlük anlayışına yer yoktur.

Brest-Litovsk ile sarsılan devrim, ölçeğini ve ölçüsünü değiştirmek yerine, kendisini teorik ve pratik açıdan besleyen Avrupa ile arasındaki tarihsel-toplumsal bağları nitel anlamda dönüştürecek müdahaleye, Doğu’nun pratik mücadelesine, izin vermemiştir. Sadece Rus değil, tüm Çarlık Rusyası’na ait coğrafyayla kendisini tanımlayan devrimin partisi, kendi içinde devrime alan açmak konusunda zayıf kalmıştır. Barış politikasıyla mevzi kazanan Bolşevikler, iç savaşı ve dış tehditleri savuşturmak için kimi durumsal ittifak politikaları geliştirmenin ötesine geçememişler, Doğu’nun hâlihazırda var olan ya da oluşma potansiyeli taşıyan kolektivist/komünizan geleneklerine güvenememişler, mazlum milletler içinde oluşan ideolojik geçişmelerin içinde faal hâle gelen çatışmaları ve gerilimleri devrimcileştirmek için gerekli zamansal-mekânsal imkânları bulamamışlardır. İmkânsızlık, Doğu’ya Batılı gözlüğüyle bakmaya, Sanayi ve Fransız Devrimi gibi dönüşüm momentlerini yaşamamış olan Doğu’daki bu çifte eksikliği Ekim’le gidermeye zorlamıştır. Bu zorunlu girilen yolun İngilizlerle ve Batı ile yapılan ticaret anlaşmalarıyla da doğrudan bir alakası bulunmaktadır.

Moskova’nın talimatıyla, ama esasen Bakû’nün zorlamasıyla toplanan Tüm Türkiye Komünistleri Kurultayı (10 Eylül Kongresi), devrimin sınırlarını Brest-Litovsk’un ötesine taşımayı hedefleyen ve farklı kanallardan gelen kadroları ortaklaştıran yeni bir parti örgütlenmesiyle süreklilik kazanmıştır. İçindeki Türkçü ve İslamcı öğelerin tespitini bugünün apolitik sosyolojistlerine ve siyaset bilimcilerine bıraktıktan sonra söylenebilir ki TKP, emekçi halkın gerçek ideolojik-politik cephesi olması sebebiyle, önce Karadeniz’de, ardından Ankara koridorlarında boğulmuştur. Bir yıl gibi kısa bir süre içinde Doğu’nun cesur komünistleri, emekçi halk dinamikleri ile kurduğu ilişkileri devrimcileştiremeden, Kemalistler gibi sınıf düşmanları tarafından ezilmişlerdir. Bakû Kurultayı’ndan iki gün sonra aynı şehirde kurulan parti, Onbeşler’in katlini izleyen süreç içinde burjuva siyasasının figüranı düzeyine düşürülmüştür.

Eski Doğu toplumlarında kullanılan bir atasözü, partinin ezilmesine dair önemli bir işaret vermektedir. Geçmişte Doğu’da kurulan hemen hemen bütün devletlerin bilinçaltında olan bu söze göre; “Evi kuran balta evin içine konmaz.” Tarih boyunca bu sözü doğrulayacak şekilde, devletleri kuran unsurlar dışlanmış, zulme uğramış ve tasfiye edilmişlerdir. Kurtuluş Savaşı olarak ifade edilen dönemde Osmanlı’nın bir biçimde dönüştürülüp yeni bir devlet formülasyonunun oluşacağı momentte üç kurucu dinamik öne çıkmıştır: Kürtler, Müslümanlar ve sosyalistler.

M. Kemal, yeni devletin mutlak kendisi olarak, bu üç kurucu unsuru tasfiye etmek için elinden geleni yapmış, ordu tümüyle bu zihniyet üzerinden biçimlendirilip tahkim edilmiştir. Hâlâ tartışılan bu üç meselede komünistler, önemli bir kolektif mevzi açmış olmakla baştan hedef tahtasına alınmışlardır. Komünistlerin bu üç dinamik içinde ortak devrimci hat çıkarmasına izin verilmemiştir. Sonraki kuşaklara bu zaaf, teorik ve pratik bir mecburiyet olarak öğretilerek, Kemalist siyasanın sınırlarını aşmayı imkânsızlaştırmıştır. Kürt ayaklanmalarını bastıran orduyu alkışlayan ve mazlum Müslüman halkın horlanması karşısında ellerini ovuşturan Batı kafalı II. Enternasyonalci sosyalistler, komünist hareketi sekteye uğratmışlardır. Üç kurucu unsur içinde işleyen sınıf mücadelelerinde saflaşmayı zorlayıp devrimci bir hat çıkartmayı düşünmeyen sözde komünistler, burjuva siyaset tiyatrosunda, perde arkasında rol bekleyen figüranlar gibi, oyunu daima kenardan izlemişlerdir.

Önümüzdeki süreçte komünistlerin kendi tarihini dönüştürecek adımlar atması zorunludur. Bakû Kurultayı ve Tüm Türkiye Komünistleri Kurultayı, bu dönüşümün ihtiyaç duyduğu araçlar için iki önemli örnek modeldir. Batılı fikriyatın ve fiiliyatın ülkeyi ve bölgeyi dönüştüreceğine hâlâ safça inananlar, bu inançlarından ötürü dönüşümü gerçekleştirecek fiilî maddî dinamikleri göremeyip onlarla organik ilişkiler geliştirememektedirler. Hâlâ Batı’nın “gör” dediğini gören, “duy” dediğini duyan aydınlar ve genelde solcular, Tanzimat’tan M. Kemal’e uzanan dönemin kırıntılarıyla yaşamayı tek yol olarak görmektedirler.

“Batı’dan devrim çıkmaz” diyen Sultan Galiyev’in erken çığlığı bugün için gerçek bir hattı anımsatmaktadır. Soros’un, Masonik vakıfların, NATO ordularının, BM’nin, ABD ve AB’nin Doğu’yu “dönüştürmesi”ne eyvallah eden solculukla komünistlerin hiçbir ilişkisi olamaz, olmamalıdır.

Komünistlerin, bir yıl gibi kısa bir süre içinde kimi tarihsel zorunluluklar uyarınca etkisiz kalan Bakû Kurultayı ve TKP oluşumunu yeni imkânlarla farklı bir bağlamda üretmesi gerekmektedir.

Komünistler, kendilerini tarihe ve topluma ait her türlü hareket biçimine karşı koruyan sığınaklarından çıkmalı, soyut imgelerden, hayallerden ve ütopyalardan sıyrılıp somut ilişkiler kurarak, tüm kapı ve pencerelerini Doğu’dan esen rüzgârlara açmalıdır.

Geçmişte İngilizlerin saldırı ve yağmasına maruz kalan, bugün ABD’nin yeni stratejik planlarına kurban edilen Doğulu mazlum ve emekçi halklar için komünistlerin söyleyeceği bir şeyler olmalıdır.

Derviş Okan
Şubat 2006