Merkezsizleşen Marksizm
Kopernik, Kepler ve Galile’nin ardından, üzerinde
yaşadığımız gezegenin dinî-mitik bir değeri kalmadı. Büyü bozulunca insan
denilen biyolojik canlı türüne kendi içinde var olduğu tarihin merkezi olmak
öğütlendi: hümanizm ile birlikte, tarihin sınıflarla ve sınırlarla yaralı
bedenini örten şık bir şal bulunmuş oldu. İnsanı sınırlayan tüm engeller
burjuva devrimleriyle (sözde) yıkıldı. Artık insan geleceğe umutla bakabilirdi.
Ama olmadı: insanî ilişkilerin toplumla tanımlı doğası kendisini teoride ve
pratikte dayattı, bunun sonucunda insana toplumun merkezindeki taht önerildi. O
tahtta kimin olduğunun önemi yoktu, özdeşlik kurmak, kendi bedensel ve/veya
ruhsal varoluşunu tahta oturanla bir tutmak yeterliydi.
Sosyalizm, böylesi bir iklime doğarak, kısa zamanda taht mücadelesi verenlerin ideolojisi oldu. İnsanın toplumun merkezi oluşuna ilişkin fikir de kısa sürede eskidi.
Yirminci yüzyılda insanın dinî, sanatsal,
felsefî, bilimsel ve politik alt anlamları sorgulandı, bu anlamlar farklı
bedenlerle buluştu, ama farkların tarihsel-toplumsal sebeplerine hiç bakılmadı.
İnsanı tarihin ya da toplumun merkezine oturtanlar
yalan söylüyorlardı. Yalan, “insan tarihsel-toplumsal bir varlıktır” diyen Marx
ile bozuldu. Artık krallar hiç olmadıkları kadar çıplaklardı. Çünkü tarihin ya
da toplumun efendisi olduğu iddiası ile yaşayan kralların karşısına, hikâyedeki
çocuğun saflığı ile gerçeğe bakan, bu sahiplik oyununda seyirci olup özdeşlik
kurmayı reddeden ve kendi pratiği ile varoluşunun tarihe ve/ya topluma ait
olduğunu gören köleler çıktılar. Kral soytarıları ve dalkavuklar, insanı
tarihle toplum arasına sıkışmış bir maddî varlık olarak resmedip, hürriyet
adına, onun varoluşunu madde ötesine kaçırdılar ve onu canlı hayatın kutsallığı
(vitalizm) içine oturttular.
Kopernik, bizzat “devrim” sözcüğünü var etmekle devrim
yapmıştı, ama devrim’ciler, devrimin tarihsel-toplumsal macerasını hiçe
sayarak, onun durumsal-dönemsel hâllerini görmezden geldiler. Bu körleşme,
devrimin de gözlerini bağladı. Devrim, canlı hayatın varoluşuna indirgenerek
kendi gerçekliğini yitirdi.
Her türlü “izm”in aslî sorunu, arkasına gelip
süreklileştirdiği olguyu tarih ve toplum dışına atmak, kaş yapayım derken göz
çıkarmak ve sürekliliği bir yerde oluşa indirgemekti. Devrim’ciler, kendi
varlıklarıyla özdeşleştirdikleri devrimi muhafaza etmek için kendi bedensel ya
da zihinsel varlıklarını kutsadılar; sosyalistler, toplum kurgularını
kendilerinde dondurdular; komünistler ise arkaik kabile hayatını kafataslarının
içine hapsettiler.
Marx, yeni doğum adına, bu üçlü düğümü çözmek için
çabaladı: üç ideo-politik akımın ördüğü bentleri yıktı. Ama sonuçta korkuyla
birbirine sarılan özneler, bu sefer “marksizm” yatağına sığındılar ve Marx’ın
tarihsel-toplumsal alandaki devrimci teorik ve politik varoluşunu kendilerine
kapattılar.
Kendisine “marksistim” diyen birisi var diye marksizm
yaşıyor olamazdı. Öyle olsaydı, “ben marksist değilim” diyen Marx ile bu hikâye
sona ermiş olurdu. Marx, kavgasının sürekliliği, hayatiyeti adına kendi
benliğini eyleminde yok etmesini biliyor, tüm marksist pratiğin merkezine
kendisini yerleştirmek isteyenleri ikaz ederek bu sözü söylüyordu. Bugün de
hâlâ Marx’ın güncelde yeniden üretilmesi gerekiyor, ama günümüz marksistlerinde
bu dirayet ve cesarete rastlanmıyor. Marksizm, Marx’ın kırbacından kaçıp
kurtulmuş devrim’ci, sosyalist ve komünist ideolojilere indirgeniyor.
Burada, Edison ve Tesla arasındaki ayrım üzerinde
durmakta fayda var. Doğrudan akımı bulan Edison, bu buluşa göre daha gelişkin
olan alternatif akımı keşfeden Tesla’yı kıskanıyor. Edison’un buluşu ile bir ev
ancak tek bir trafo ile aydınlatılabilirken, Tesla’nın buluşu tek trafo ile tüm
şehrin aydınlatılmasını sağlıyor. Edison, Tesla’nın şöhretini yıpratmak için
kampanyalar yürütüyor. Üstelik doğrudan akımla çalışan elektrikli sandalyeyi
bile savunur konuma geliyor.
Bu benzetmeden hareketle, Marx’ın da üç ideoloji için
bir trafo görevi gördüğü söylenebilir. O, bir kavşak noktasıdır. Ama onu kendi
evini aydınlatsın diye kullananlar var. Marx, özellikle kapitalizm çağında
oluşan genel teorinin zirvesi olmakla kendisini takip ettiğini söyleyenlere
sadece postunu bırakıyor. Bu posta oturup kendisini marksist olarak
adlandıranlar, bulundukları dönemin tüm teorik alanına hükmeden kral
oluveriyorlar. Pratikteki kral ya da mesih ise Lenin!
Teori ve pratiğin merkezi olduklarını düşünenler odak
yaratmak için çabalıyorlar. Herkesin kendi eylemleriyle oluşacak odağın
etrafında toplanacaklarını zannediyorlar. Hiçbiri, Mustafa Suphi’nin Komintern
kongresinde yaptığı konuşmada kullandığı biçimiyle, ocaktan söz etmiyor.
Kendisini de içine attığı ocakta yanmayı ve kemâle ermeyi aklı kesmiyor. Herkes
“Marx’çı” ama Marx gibi, devrim’ciliğin, sosyalistliğin ve komünistliğin
ortaklaştığı ocakta oluşmanın önemini görmüyor.
Ocakta oluşun önemi güncelle ilişkili: orada olmamak,
tabiatıyla, zaman-mekân ötesi tasavvurların fiilîleşmesine neden oluyor.
Güncele ait fırsatlar, imkânlar, yenileşmeler ve ortaklaşmalar görülemiyor.
Güncelin karşısına tüm çaresizliği ile çıkanlar, orada olanlara ait resimlerin
tarihötesi akışını izliyorlar. Fırsatları algılamadan oportünist oluyorlar;
biçimi ve özü ayrıştırma/birleştirme işlemine tâbi tutmadan biçimci/özcü
oluyorlar; oradaki insanı değil, geçmişte oluşmuş, kanından ve barutundan
sıyrılarak kodifiye edilmiş bir “insan”a bakıp hümanistleşiyorlar; oradaki
işçiyi anlamadan işçicileşiyor ya da mazlumun yüreğine dokunmadan
ezilencileşiyor. Özetle, her gelecek tahayyülü, geçmiş tasavvurunun kölesi olup
ideolojik anlamda katılaşarak akla ve yüreğe hükmediyor.
Onlar, elli yıl öncenin siyaseti ile elli yıl sonranın
siyasetinin kesişimi (bileşkesi) olarak kendilerini kabul edip herkesi
kendileri gibi olmaya çağırıyorlar ve ardından da varlığını verili güncel
gerçeğe dayatıyorlar. Oysa tarihi ve toplumu merkezsizleştiren, insanî
ilişkileri sınıf bağlamında gerisin geri toplum ve tarihin içine atan
marksizmin de tarihsel/toplumsal anlamda merkezsiz olması gerekiyor.
Depremler-Devrimler
Dünya kâinatın, insanoğlu dünyanın, insan, toplumun ya
da tarihin merkezi değilse, canlı hayat ve bununla ilişkili üretim ve ilerleme
de kâinatın merkezi değil. Merkezci düşünce, yerleşik hayata geçen kabilelerin
davarlarını ve maddî ilişkilerini korumak için mecbur kaldıkları bir yöntem.
Ama tarihin ve toplumun yasaları hiçbir merkez tanımadan hareket ediyor.
Animist bir kafa ile maddî hareketliliği canlı hayatla bir tutan ve bu sayede
kendi canlılığına ebediyet atfederek bunun edebiyatını üreten insan, en ufak
bir depremde madde ile zihnin ayrımını tam o sarsıntı anında anlıyor ve maddî
hareketlilikle biyolojik-kimyasal temelleri olan canlı hayat kurgusunun
farklılığını görüyor. Bu farkındalık nereye ait olunduğunun görülmesiyle
ilgili. Elbette bu hat boyunca öbür tarafa geçerek aidiyetin gerçeğine
kendisini atanlar olabileceği gibi, bu tarafta kalıp daha canlı bir hayat
kurarak maddeye hükmetmek ve onun kral-tanrısı olmak isteyecekler de olacaktır.
Yahudilikte yoğun biçimde görülmeyen, ama öbür iki büyük dinde önemli bir yer
edinen ötedünyacılık, felsefî-ideolojik bağlamda bu yönüyle
değerlendirilmelidir, bilimci, pozitivist ve ilerlemeci (bizde kemâlist) bir
kafayla değil.
Ahiret, cennet-cehennem ve araf gibi ötedünya
kurgularına masal diyen akılcılar masallara inanmamak gerektiğini
vazederlerken, nedense masalların gerçekliğini de çöpe atıyorlar, ama diğer
yandan da savaşın hedefi olarak görmekle onları maddî olarak da kabul etmiş
oluyorlar. Hem perhizde olup, hem lahana turşusuna saldıranlar, bu dünyada
ötedünyacılık yapanlara karşı ötedünyadaki budünyacılığı çıkartıyorlar. Bunu
yaparken de materyalist olmuş oluyorlar. Maddeden kaçmak suretiyle, ötedünyaya
bakarak kendilerini aidiyet ilişkilerine bağlamış kitlelerin sebep olduğu
sarsıntılara/devrimlere yabancılaşıyorlar ya da hissetse bile, korkup kendi
kovuğuna saklanıyorlar.
Devrim de toplumsal-tarihsel süreçte yaşanan
depremlere benzer. Canlı hayatın maddî hayata bağımlı oluşunu fark ettiren
depremler gibi devrimler de canlılığını topluma ya da tarihe bağlamış sözsüz
eylem içindeki kitlelerin kendi maddîliklerini fark etmelerini sağlar. Nesnel
dinamiklerden bağımsızlaştığını, onlara hükmedip yönetebileceğini, tanrısal bir
kudretle donatılmış olarak kilitlenen hareketi canlandırabileceğini düşünen
özneler de bu momentte nesneyi ve kendi nesnelliğini fark ederler. Oysa zaten
bir biçimde, nesnel planda içinde olduğu toplumsal-tarihsel dinamiğin bu tür
kudret hesapları yoktur. Böylesi bir dinamiğin iç/dış tasarımı da olamaz.
Kolektif dinamikler, şiddetli deniz dalgaları, kayaç
hareketleri, heyelan, sel, yanardağ püskürmesi ya da tayfun gibidirler. O
dinamiğin içindeki insan, kendini muhafaza etmek, belinin kırılmasını önlemek
için bir tür iç-dış tasarımına meyil edecek, bu tasarım, büyük ölçüde dinî,
sanatsal, felsefî ve bilimsel nitelikte olacaktır. Sözkonusu tasarımın dinî
kaynakları arandığında, tarihi aşan kutsal kitap bir ânda yüceleşir. Sanatsal
yönelim, insanbiçimselleştirilmiş bir doğaya atıf yapacak, ama hiç doğa
olmayacaktır. Felsefî tasarım, düşüncenin yeraltı dehlizlerine saklanıp
dışarıyı kafanın dışı olarak betimleyecek, bilim ise dışarısını iç ölçüsünde
dilimlediğinde anlam kazanacaktır.
Tüm bu karmaşanın kilit noktası, yukarıda bahsi edilen
depremlerle/devrimlerle farklı bir düzlemde ilişki kurmak suretiyle görünür
hâle gelir. Bu düzlem, politikanın teorideki ve pratikteki fiilî varlığı ile
ilişkilidir. İç-dış tasarımına bağlı kalıp kendisine özne süsü verenlerin
“içeride” olmayı kavradığı moment politikadır. Politikleşme, iç ile dışı ayıran
sınırların nesnel anlamda esnemesi, kırılması ya da silinmesi ile
bağlantılıdır.
Ancak tam da burada biçimlenen gerçeklik, apolitizm ve
antipolitizm olarak çifte uç verir. Politika kendi karşıtıyla doğar. Sınırlarda
yaşanan değişimi/dönüşümü mutlak kabul edip kendi dışarısına koşanlar ilkine,
kabul etmeyip yeni iç tasarımlarına doğru yönelenler ikincisine eğilim
gösterirler. Politik olmak, bu iki uç arasında gerilen gerçeğin içinde
olmaktır. Politika yapmak, bu gerilimin, olası çelişki ve çatışma durumlarının
dediğini yapmaktır.
Örneğin, ötedünyacı yönelimlerin budünyaya teslimiyet
öngören yönleri olduğu gibi, onu imha eden tarafları da olabilir. Apolitizm
teslimiyetçi, antipolitizm ret’çidir. Bu dünyanın ötesi politikanın gerçek
zemini olabileceği gibi, onun inkârı ile de sonuçlanabilir.
Her iki eğilimin kesişiminde tanımlı olan hitlerizm,
kendi politikasından başka politikaya alan açmayan bir tür ötedünyacı/mesihyen
harekettir. Ancak benzer kesişimlere ve ayrımlara oynamak kimseyi faşist
yapmaz. Bu iddiada olanlar, faşizmin fiilîleştiği 1920-45 arası dönemde ona
karşı ret politikası geliştiren anti-faşist hareketi resim olarak dondurup bu
resmi her gerçekle örtüştürmeye çalışan anti-faşizm’cilerdir.
Marksizmin yüz elli yıllık tarihinde öne çıkan iç-dış
tasarımları üç ana başlıkta özetlenebilir: sınıf, ülke ve beden.
Bu üç kolektif dinamiğin içinde iç-dış tasarımlarına yönelen ve buralarda
yaşanan depremleri içe ve dışa göre algılayanlar, marksizmi farklı yönlere
doğru çekmişlerdir. Örneğin işçi sınıfı adına konuşan sendikacılar, sınıfın
böylesi tasarımları olmamasına rağmen, kendi iç-dış tasarımlarını sürece
dayatmışlar, kendi varlığını bazen ABD, bazen AB, bazen de SSCB’ye bağlamışlardır.
Sınıf için bu tip coğrafî tanımlamalar yokken, sendikacı ya da siyasetçi kendi
hareketini bu noktalara göre belirlemiştir. “Sınıf bizi eyleme çağırıyor”
denilmiş, bunu derken, sınıf dışılık zımnen kabul edilmiştir.
Devrimler ve depremler farkları var ediyorlar. Sınıf
içi bir kişi öznelleşip iç-dış tasarımına yöneldiğinde, bu yönelimi koşullayan
nesnelliğin yine sınıf olduğunu unutuyor. Aslını unutan haramzadeler misali,
bir süre sınıf adına konuşuyor, ama sınıfsallaşmıyor, söylediklerinin ve
yaptıklarının sınıf içiliğini ve sınıfa aitliğini ciddîye almıyor.
Tek kişi bile olsa, bir tür iç-dış tasarımına yönelip
teorik ve politik tercihlere yöneliyorsa, bu yönelim, sınıfın diğer sınıflarla
arasındaki sınırların değiştiğini somutta gösterir. Onun dışında bu kişinin
teorik açıdan bir önemi yoktur. Sözkonusu kişi, sınıfı atalete, konumunu
korumaya zorlayabilir, oysa belki de sınıf, kendisininki de dâhil, başka
sınıfların duvarlarını yıkmak istiyordur.
Sınırların ve sınıfların nesnelliğini görmemek, orta
sınıf solculuğunun genel karakteristik özelliğidir. Orta sınıf solculuğu,
sınırların ve sınıfların hareketliliğinden ve değişiminden korkar. Arada
olmanın belâsıyla sınırın her iki tarafına ayaklarını basar ki, duruma göre
kendi varlığını koruyabilsin. Kazananın önceden bilinemediği bir düelloda
ortada durup ilk kurşunu sıkanın kucağına atlamaya hazırlanan mülksüz korkak
aristokrat gibidir o.
Türkiye için genel sorun da burasıdır: kırk yıldır
orta sınıf solculuğunun hâkimiyetinde olan hareket, hep bu sınıfsal dinamiğin
ihtiyaçlarını analiz etmiş, bu analize uygun teoriler ve siyasetler
geliştirmiştir. Oysa proleter bakış açısıyla orta sınıf analizleri, temel
sınıfsal çelişkinin analizi için birer veriden ibarettir. Proletaryanın
hareketini ortaya bakarak anlamaya çalışanlar, gençliği yüceltmiş,
toplumsal-tarihsel dönüşümdeki durumsal-dönemsel gelişmelerin üzerinden
atlamışlardır. Bugün hâlâ teori ve pratik namına ortaya konan, gençlik
hareketinin tarihsel ve toplumsal macerasıdır.
İşçiye (ve gence) işçi (ve genç) olduğunu öğretmek, bu
yönde ona politik iktidar araçları bahşederek onu payelendirmek ve bu sayede
demokrasi/devlet geriliminde ona rol vermek, komünist siyasetin ayırt edici
özelliği olamaz.
Sınırların ve sınıfların öznelliğine inanmak, yani
“sınıf ve sınır ben varım diye var” demek, marksist bir yaklaşımın ürünü
değildir. Marksizm, öznellik iddiasında bulunanları da nesnel-teorik zemine
oturtmayı bilmek zorundadır.
Sınırlar-Sınıflar
Geçmişte komünist hareketten kopup sağa, dinciliğe,
liberalizme ve hattâ faşizme yâr olanların da ispatladığı gibi, komünist
hareket, bu insanların siyasî maceralarında net, somut, nesnel, geriye dönüşe
mani olacak bir ayrım çizgisi çekememiştir. Dün komün yaşayıp bugün bireyci
“takılan” birisinin bu geçişi yapabilmesini mümkün kılan, komünist siyasetin
yeterli ölçüde devrimcileşmemiş olmasıdır. Sözkonusu geçişi tarihsel-toplumsal
anlamda imkânsızlaştıracak bir hamlenin yapılamaması, herkese kimlik ve etiket
dağıtmakla yetinilmiş olduğunu gösterir.
Hakları, mülkî ilişkileri ve bedensel ihtiyaçları
uyarınca ayaklanan işçiye sınıf olduğunun öğretilmesi, demokrasi ve devlet
içinde rol kapmak isteyenlerin işi olmuştur. Aslında o işçi, bu isyanı işçi
olmanın sınırlarının yaşadığı değişime yönelik bir tepki biçimi olarak
somutlamaktadır. Burada işçi, artık işçi olmak istemiyor da olabilir, gerçekten
işçi olmak istiyor da olabilir. Her ikisini aynı kefeye koyup “siz sınıfsınız,
gelin benimle demokrasi sahnesinde rolünüzü oynayın” demek hiçbir şeyi çözmez.
Her ikisi arasına devrimci-politik bir ayraç koymadan atılacak adım, hareketi
kilitleyecek, işçi olmak istemeyenler, “hücre sorumlusu”, “sendika başkanı” ve
“MK üyesi” gibi sıfatları isim olarak yaşamaya başlayacaktır. Oysa tam da bu
noktada proleterleşme temel ayraç olmalı, gerçekten işçi olmanın kavgasını
verenlerin proleterleşme eğilimi taşıdıkları görülmelidir. Sahip oldukları ile
değil, kolektif ilişkiler içinde kalarak o kolektiviteye ait olmanın sancısını
yaşayanlar dikkate alınmalıdır. Çünkü tam da onlar, zincirlerinden başka
kaybedecekleri bir şey olmadıklarını fark edip sınırların ve sınıfların
nesnelliğine yönelenlerdir. Sahiplik (mülkiyet) ilişkine göre bu aidiyet
ilişkisi komünist hareket için daha fazla elzemdir. Sahiplik ve mülkiyet
üzerinden kendi iç kurgusunu muhafaza etmek için kavgaya atılan bir işçi, kısa
sürede belli bir sınıfa ait olduğunu somutta görecektir. Bu farkındalık ve onu
takip eden bilinçlilik hâli, sınıf analizlerini içeren binlerce sayfalık
kitaptan daha değerlidir.
“Sınıf ve sınır ben varım diye var” diyen bir kişinin
önünde iki yol vardır: varlığının hayatiyeti için ya sınıfının sınırlarına veya
sınırların sınıfsallığına biat edecek ya da tutarlılık gereği, intihar
edecektir. (Soldan sağa geçişlerin önemli bir bölümü bir tür intihar olarak
değerlendirilebilir.) Aradan çekildiğinde sınırların ve sınıfların bir anlığına
kaybolacağını zanneder. O an, sonsuzluktur. Orta sınıf solculuğu, “ya o/ya bu”
değil, “hem o/hem bu” mantığını kullanır.
Proleterleşme, para ve meta ilişkilerinin sınırlarını
zorlayan dinamiklerde aranmalıdır. Komünizm nostaljisinin ve ütopyasının reddi
üzerinden gelişecek politik hareketin bakacağı yer burasıdır.
Sınıf, ülke ve beden üçlüsüyle hareket eden marksizmin
politikleşmesi, bu bakış açısına sahip olmayı bir mecburiyet olarak yaşaması ve
bu mecburiyeti fark etmesi, akademilerden kendisine enjekte edilen teorisist
zehirden arınmasına bağlıdır.
Sınıf, ülke ve beden anlamında duyargaları açık olan
tarihsel marksizmin teorik düzlemde köprü kurduğu bilim disiplinleri, sırasıyla,
ekonomi, coğrafya ve biyolojidir. Efendiler için gözlük
numarası ve çerçeve ayarlayan üniversitelerin penceresinden topluma ve tarihe
bakan marksizm körleşmiş, fazlalığa dönüştüğünden, kesilip atılmaya çalışılan
bir ura dönüşmüştür. Son yıllarda çevirisi yapılan kitaplar bu yöndeki
girişimlerdir. Orta sınıf solcularının marksizmden arınma teşebbüsleri hayra
alâmet olarak görülmelidir.
Proleterleşmenin aranacağı ilk yer olan para-meta
ilişkileri, meselenin ekonomik yönüdür. İkinci yer, coğrafî yöndür ki bu yön,
devlet-millet ilişkilerine dairdir. Üçüncü yer ise biyolojik temeli olan
irade-iktidar ilişkileridir.
Solun iki yüz yıldır kendisini sınırlarla kurulan
ilişkilere, bu ilişkilerin gerilim, çelişki ve çatışma biçimlerine göre
tanımlamış olması teorik düzlemde önemli bir marazdır. Marksizmin diğer sol
akımlardan farkı, elindeki sınıf, devrim ve iktidar ayracıdır. Ancak onu solun
bütününe yedirme ya da sol akım olmaya indirgeme teşebbüsleri, sınıf ayracının
silinmesine ya da sınıfın sol ideolojinin oyuncağı hâline gelmesine, doğal
olarak, marksizmin de teoride ve pratikte etkisizleşmesine sebep olmuştur.
Bu noktada, marksizmin sol içinde bir devrim olduğu
üzerinde durulması gerekmektedir. Ama orta sınıf solculuğunun marksizmle
mesaisi olmuş kesimleri, hâlâ sağ-sol ikiliğini üreten Fransız Devrimi ile
düşünmektedir. Bizzat Engels’in ifadesi ile bu devrimi tarihin çöplüğüne
fırlatıp atmış olan Paris Komünü’nü ve bu pratikten çıkarttığı derslerle Ekim’e
yürüyen Lenin’i anlamayan sol, marksizmi de kendi meşrebince ve mezhebince
şekillendirmektedir.
Sınırlarla düşünmek yetmez. Ufkunu sınırlara göre tayin
eden, sınıfların bizzat sınırlandırıcı doğasını reddedeceğinden, bir süre sonra
kolaylıkla ya “sınıf yok” diyecek ya da pratikte tüm sınıfları yok etmek isteyecektir.
Salt sınırlara göre tayin edilmiş ideoloji ve politika, sınıfsallaşan
dinamiklere ve dinamize olan sınıflara karşı körleşir. Sınırların aşılmasıyla
sol, her türlü hareketi buna göre kodlayacak, devrimi basit değişime
indirgeyecek, elinde çekiç olanın her şeyi çivi görmesi gibi, her sınıra
saldıracak, bunu yaparken de hangi sınıfa hizmet ettiğini unutacaktır. Bu
anlamıyla devrimi takip eden sosyalizmin önsel kurgusu, bizzat devrimin fiilî
varlığı ile anlamsızlaşır.
Devrimden öğrenmeyen sosyalizm, marksizm dışıdır.
Örneğin solcu gelenek içinde kalmakta ısrar eden troçkizmin anlamadığı budur:
kapitalizmin sınırları ötesine yerleştirdiği sosyalizm, eni sonu devrimsizdir.
Bu devrimsizlik, troçkistlerin devrimcileşme momentlerinin dışında kalmasına
sebep olur. Oysa sosyalizme geçen ülkede de kapitalizm hâlâ mevcuttur ve kaldı
ki dünyayı kuşatan kapitalizmin sınırları dâhilindeki bu sosyalizm, dışarıda
(uzayda) kurulan sosyalizmden daha hayırlıdır.
Bir işçiyi sosyalist bilinç proleterleştirmez. Farklı
toplumsal-tarihsel süreçler, bu proleterleşmede rol oynar. İşçi için önemli
olan neden proleterleştiği değil, bu proleterleşmenin belli bir devrimci mecra
bulabilmesidir. Komünist siyasetin tarihsel zaafı buradadır: o, sınıfı sınıf
olma bilinci ve iktidar arzusu ile kuşatarak devrimcileştirebileceğini
zannetmektedir. Oysa hâlâ aynı paradigma içindedir. Merkeze aldığı “sınıf”,
onun farklı momentleri ve imkânları görmesini engeller. Sınıfın zorunlu
yönelimlerini anlayamaz.
Bu anlamda, yukarıda bahsedilen efendi-köle ilişkisi,
farklı bir bağlam dâhilinde, yeniden su yüzüne çıkar: komünist siyaset, işçi
sınıfı ile bir tür efendilik ilişkisi kurar. Tek yaptığı, bir dönem hâkim olan
özdeşlik ilişkisinin merkezine bir süreliğine kendisini koymaktır. Sonrasında
ya komünist siyaset efendilerle uzlaşır ya da sınıf.
Sınırların sınıfsallığı, sınıfların sınırlılığı:
komünist siyaset için bu ayrım ve bu ayrımın çelişkili bütünlüğünde düşünüp
eyleme geçmek elzemdir. Çelişkili bütünlük, sınıf, ülke ve beden üçlüsü
üzerinde kurulur. Sonuçta kapitalizmin gelişimiyle birlikte kitleler, somut
tepkilerini dinî, millî ve sınıfî olanla vermişlerdir.
Marksizmin tarihsel seyrine bakıldığında, kendisini bu
üç tepki biçiminden tek birisine indirgemesi ciddî marazlar doğurmuştur. On
dokuzuncu yüzyılın ortalarından 1948’e dek Yahudilerle kurulan ilişki, esas
olarak dinî düzlemde gerçekleşmiş, millî bir devlete yönelmeleriyle bu ilişki
kesilmiştir. (BAAS çizgisi de millî bir hareketliliktir ve ihtiyatlı bir
üslupla kurduğu ilişki, belli asabiyetlerin bölgede millî-devletleşmesiyle
birlikte kopmuştur.) İlişkinin kesilmesi, marksist ve komünist harekete ağır
bir darbe indirmiştir. Bu kopuşu hâlâ anlamayan kesimler ise Yahudilerin
dinî-teolojik-kiliastik manada marksizmle ve komünizmle kurduğu ilişkilerin
semeresini bugünkü Müslüman Ortadoğu’da güncelleştirmeye çalışmaktadırlar ki,
bu bile tek başına coğrafyadaki cılızlığın sebebini izah eder.
Ortadoğu’nun ABD ve AB emperyalizminin saldırıları
sonucunda giderek proleterleştiği tespiti, dinî ve millî olan unsurlarla daha
onurlu, namuslu ve gerçek ilişkiler kurmanın yollarını açar. SSCB ve Çin’in
diplomasi masasında koz olarak kullandığı Ortadoğu, bugün tüm masaları kıracak
sınıfsallığa, coğrafî ortaklaşmaya ve ortaklaşan bedene doğru tüm sınırlarını
zorlamaktadır. Burada emperyalistlerin çizdikleri sınırlarda değil,
ortak-proleter kavganın/mücadelenin/savaşın tayin ettiği sınırlarda olmak
gerekmektedir.
Bu coğrafyada devrimci sınıf bilinci ve eylemi tek
başına, iktisadî olan burjuva karşıtı mücadeleyle değil, coğrafî anlamda yeni
oluşan ortak “ülke”nin sınırlarındaki cephe savaşıyla ve ortaklaşan mazlum
halkların proleter bedenine ait iradeyle birlikte oluşacaktır.
Bir işçinin “ey işçi, sömürülüyorsun” yazılı bildiriyi
okuyarak devrimcileşmesi mümkün değildir; dün olduğu gibi bugün de devrimcilik,
aynı zamanda coğrafî ve biyolojik olanla ilişkilidir. Oysa bugün orta sınıf
solculuğu, ekonomideki, coğrafyadaki ve biyolojideki parçalanmaya tahammül
edememekte, sınıfını, ülkesini ve bedenini muhafaza etmek için çırpınmakta, bu
yüzden de çözüme hızla ulaşmak adına, bütünlüklü görülen sınıfî, vatanî ve
bedenî unsurlara iltihak etmektedir. Bu iltihak, işçi sınıfının burjuvaziye,
mazlum milletlerin efendilere ve parçalı alt bedensel iradelerin iktidara
teslimiyetini getirmektedir.
Marx, nesnelerin içinde işe yararlılık potansiyeli
olduğuna inanan ve onlara çıkar üzerinden yaklaşan alıklarla alay eder. Esasta
marksizm de Marx’ın uyarısıyla her türlü pragmatizme karşı şerbetlenmiştir.
Marksistler, her öznel öfkenin ve tepkinin nesnelliğe ait olduğunu nesnel bir
bakışla tespit ederler.
Burjuva ideolojisinin temel niyeti, parçalanmanın
sarsıntısını yaşayan insanları kendi tekil bütünlüklerine kapatmaktır. Bu
yönüyle, sol, bütünsel projeler üreterek
parçalanmanın kabulünü tekil bireyler nezdinde sağladığı için bu sınıfa hizmet
eder. Oysa örneğin, para ve meta ilişkileri üzerinden parçalanan ekonomik
“bütünlük”te işçi, üç kuruş parasını korumaya ya da metaı ve üretimle kurduğu
ilişkileri sürdürmeye çalışabilir. Bu parçalanmada sol, ya para ya meta
ideolojisinin ürünlerini pazarladığı için, işçinin kendi sınırlarını zorlayan
gerçeği ve onun eylemini görmez, görse de engellemek ister. Kendi varlığını
sınırlarla tanımlı kıldığından, para/meta ile ilişkili gelişmeleri sınırları
aşmak/korumak geriliminde değerlendirir. Bu gerilimi işçi sınıfına da atfederek,
onun mücadelesini esir alır.
Bu noktada komünistlerin özgürlük mücadelesi vermek
yerine, mücadelenin özgürleşmesi için çalışması gerekir. Böylece işçi sınıfı,
para ve meta ilişkilerinin sınırlarını aşıp onların sınıfsallıkları ile
dövüşerek kendisini yeniden kurar.
Türkiye’de “Doğu” kavramı, artık liberallerin “öteki”
kavramı ile anlaşılamayacak bir düzeye gelmiştir. Empati ile ötekinin
ayrıklığını örtmeye çalışan orta sınıf solculuğu, Batı’nın kalelerine saldırmak
yerine, bu kalenin çatlaklarını örten duvar ustasına dönüşmüştür. Bugün orta
sınıf merkezciliği yüzünden, burjuva devletin Doğu’dan Batı’yı inşa etme
girişimine karşı komünist hareketin eli kolu bağlıdır.[1] İktidarın bu hamlesi
sonucunda dışarıda kalan ve zulme/sömürüye tabi olan kolektif iradî hareketler,
solun kucağında uyuşturulup iktidarın hizmetine sunulmaktadırlar.
Bir işçi/emekçi, para ve meta ile kurduğu sınıfsal
ilişkiyi; bir millet, devletini; bir kişi, iradesini muhafaza etmek
isteyebilir. Solun liberalizm-muhafazakârlık (ya da faşizm) ikilemine teslim
olup kendi pozisyonunu bu ikileme göre tarif etmesi sebebiyle, bu muhafazanın
devrimci imkânları çöpe atılmaktadır. Burada komünistler, sözkonusu ikilemi
devrim ayracına tâbi tutmalı, işçinin sınıfıyla; milletin farklı milletlerle;
kişinin farklı kolektif iradelerle ortaklaşması için çalışmalı, bu
ortaklaşmalara eşlik eden proleterleşme ile kendi varlığını tanımlı kılarak
proleter devrimciliğin mevzilerini güçlendirmelidirler.
Her muhafaza amaçlı edimin kendi içinde yıkıcı bir yön
barındırdığını görmek zorunludur. Sınıf, kendi sınırlarını, Batı kürsülerinde
sınıfların sosyolojik, psikolojik ve ekonomik sınırlarını öğrenerek onu
aştıklarını zanneden solculardan değil, kendi kolektif mücadelesinden öğrenir.
Muhafaza amaçlı edimin bizatihi kendisi de sınırları
öğretir ve sınıfın bu sınırlarla bağlantılı zulmü tanımasını sağlayarak farklı
zulüm/sömürü ilişkileriyle ortaklaşmasını koşullar.
Millet ve din gibi baskıcı unsurlardan kurtulmayı
öğütleyen Batılı solcular, bebeğin banyo suyunu dökerken bebeği de çöpe
atıyorlar ve giderek, kendi benlikleriyle bir tuttukları işçiyi sınıfî
ilişkilerden soyutlanmaya zorluyorlar. Sınıfın sınırları silinmeye çalışılırken
sınıf da arada kaynıyor, sınıfların ortadan kaldırıldığını zannedilirken
sınırların da silindiği varsayılıyor. Oysa sömürü ve zulüm, kendi işleyişi
uyarınca, sınıfların sınırlarını ve sınırların sınıfsallığını değiştiriyor.
Komünistlerin burada bizzat kendilerini bir proleter devrimci bir ayraç olarak
konumlandırmaları gerekiyor.
Ortaklaşma-Proleterleşme
Komünist siyaset, sınıfçılık-işçicilik sapmasından
kurtulup, proleterleşme eğilimlerine ve dinamiklerine bakmaya mecburdur. Üç
katmanda düşünülmesi gereken proleterleşme analizinde temel kural, sınırları ve
sınıfları birlikte düşünerek, bunların nesnel oluşları üzerinde durmaktır:
ekonomi-sınıf (para/meta ilişkileri); coğrafya-ülke (devlet-millet);
biyoloji-beden (irade-iktidar) koşutlukları, hem sınır-sınıf karşıtlığını iptal
edecek, hem de öznelci yaklaşımların ipini çekecektir.
Roma’da kullanıldığı biçimiyle, Latince “döl” anlamına
gelen proles sözcüğünden türeyen proletaryanın aranacağı yer, gene bu
köktür. Zamanla çocuk yapmak dışında toplumda değeri olmayanların oluşturduğu
bu sınıfa duhûl edenleri göreceğimiz yer, aşağısıdır. Alt sınıflar, alt
ülkeler, alt bedenler proleterleşme tohumlarının ekildiği topraktır. Sol ve
özelde komünist siyaset, alt ile üstün arasındaki sınırları zorlayanlara
bakmakta, kendisini bu zorda tarif etmekte, alttakilerin şiddetini
önemsememekte, daha doğrusu, kendisini bu şiddetten kaçırmaktadır. İşine gelen
araziye kendisini kapatmakta ve diğer bölgelerle ilgilenmemektedir. İç-dış
tasarımıyla savunmaya çekilerek, saldırıya geçeceği durum ve dönemleri
görememektedir.
Sol, sınıf içinde biraz para ya da meta edinip yer
değiştirenlerin, devletin ya da milletin arkasına saklananların ve
irade’ci/iktidar’cı olup kolektif irade ve iktidara karşı körleşenlerin
ideolojisi olarak biçimlenmektedir. Bu fasit daireyi kıracak olan, gene
marksizmle kuşanmış komünist harekettir.
Ekonomiyle bağlantılı olarak sınıfta yaşanan ve
para-meta hattında kırılmaya neden olan olaylar; coğrafyayla bağlantılı olarak
ülkede yaşanan ve devlet-millet hattında kırılmaya neden olan olaylar;
biyolojiyle bağlantılı olarak bedende yaşanan ve irade-iktidar hattında
kırılmaya neden olan olaylar komünist siyaset için mutlak olgular değil, ilksel
verilerdir. Bu kırılmaların ayrı ayrı ve birbiriyle bağlantılı olarak
şekillendirdiği hat, yani sınır, artık potansiyel gerilimin çelişkiye
dönüştüğünü, bu çelişkinin çatışma hâlini alacağı durumun yakınlaştığını
gösterir. Üst sınıflarda, ülkelerde ve bedenlerde yaşanan çatlağın alttaki
yansıması farklı olur ve bu farkın bilincinde olacak olan, gene komünist
siyasettir.
Eğer bir yerde sınır varsa, verili bir mücadelenin var
olduğu ve onun denge hâline geçtiği düşünülebilir. Solun “sınırları aşalım ya
da silelim” aymazlığının sebebi, bu niyetinin altını sınıfsal-politik anlamda
dolduramıyor oluşudur. Çünkü kendi altında proletarya vardır. Sınırların
aşılması, öncelikle bu mücadelenin içinde olmayı, bir tercih ve ihtiyaç olarak
değil, orada olmanın dayattığı bir zorunluluğun sonucunda, sözkonusu dengenin
aşılması gerçeğinin bilince ve kuvveye çıkmasını gerektirir.
Sol, toplumsal-tarihsel bir olgu olmasına rağmen bu
niteliğini unuttuğundan, sınırların her halükârda aşılmasını her şeyin üstünde
tutmaktadır. Temel hata budur. Komünist siyaset de bu sol bataklığının içinde
debelendiği ölçüde, sınıf, ülke ve beden dâhilindeki kırılmaları, hatları ve
dönüşüm momentlerini görememektedir. Sınıfa nasıl bakıyorsa, onunla ne türden
ilişki kuruyorsa, ülkeyle ve bedenle de benzer ilişkiler kurmaktadır. Ayağını
her iki tarafa atanların hâkimiyetinde olan sol, işine gelenleri öne
çıkartmaktadır.
Sınıfa vurgu yapması gereken yerde sınırlılığa,
sınırlılığa vurgu yapması gereken yerde sınıfa vurgu yapmaktadır. Örneğin
emperyalizmin çizmesi altında inleyen Arapları sınıf ölçütüne vurmakta, bir
sonuç alamadığından, yüzünü eski ezberlerine çevirmekte, Arapların o çizme
altında proleterleştiğini görememektedir. Vurdumduymazlığı ve solcu
tarafgirliği siyonist-emperyalist efendilerin siyasetine eklemlenmektedir.
Yukarıda bahsedilen kırılmanın sonuçları ile kendisini
tarif ettikçe sol, oluşan çatlaklara mastar olmaktan başka bir işe yaramaz.
Oluşan hattın taraflarından birine kendisini indirgedikçe ortaya koyacağı
pratik, çatlağın üstünü örtecek, bu örtü yüzünden de olası devrimci imkânlar
görülemeyecektir. Para’cı, meta’cı, devlet’çi, millet’çi, irade’ci ve
iktidar’cı olunduğunda proleterleşmenin sancıları hafifletilmiş olacak, ama
buna bağlı gelişecek ortaklaşmanın zemini kaybolacaktır.
Yatay boyutla ilgili söylenen bu sözlere bir de dikey
boyut eklenmelidir: komünist siyaset alta bakmalı, orayı anlamalı, hatta orada
olmalı, ama gene ısrarla söylenmeli ki, alt’çı olmamalıdır. Üst’çülük gibi
alt’çılık da altüst oluşları anlamaz.
Para, meta, devlet, millet, irade ve iktidardaki
ortaklaşmaları da dikine kesen proleter vurgusu olmalıdır. Aksi takdirde her
aksakallı “dede” diye kucaklanır, “ortaklaşmayı sağlaması sebebiyle Avrupa
Birliği (ve ABD) hayırlıdır,” denilir. Özetle: sınıfçılığın panzehri ortaklaşma
ise, ortak’çılığın panzehri proleterleşme vurgusudur. Komünistlik ortakçılık
olarak anlaşıldığından, kimi komünist solcular, fiilî gerçekteki proleterleşme
dinamiklerine kör bakarlar.
Örneğin, insanın Tevratik manada cinsiyet ötesi Yehova
gibi olması için kadın-erkek arasındaki sınırı silip Tanrı katında tek “et”
olmayı sağlayacak cinsiyet üstülüğü savunurlar; bu noktada, ilk aşama olarak
gördükleri eşcinselleri öne çıkartırlar. Bu bakış açısı, erkeğin erkek, kadının
kadın olarak yaşadıkları gerilimleri, çelişkileri ve çatışmaları anlamaz. Bir
kadın bedeninin işçi olarak patronun, eş olarak kocasının malı oluşunu ve bu
mülkiyet ilişkisine karşı farklı bir aidiyet ilişkisi için onun sahip olduğu
dövüşme kabiliyetini görmez. Bir yandan gerçekteki kadın proleterleşirken, öte
yandan ortakçı, ortaklığa ilişkin değerini kimseyle paylaşmamak için elinden
geleni yapar. Kıskançlıkla koruduğu ortakçı düşüncesini ve eylemini kimseye yâr
etmez. Öyle ki, kadın, işçi, eşcinsel, Arap ya da diğer dinamiklerin ortaklaşma
teşebbüslerine kin ve hasetle yaklaşır; bu teşebbüsleri akamete uğratmak ister.
Ortakçılığı kendi öznelliğinin bekası için bir zırha dönüştüren “komünist”in,
diğer ortaklaşma dinamiklerine sıcak ve samimi bir gerçeklik olarak görünmesi,
tabiatıyla, imkânsızdır.
İsrail Devleti’nin temeli olan ve Avrupa-Rusya
hattında gelişen komünist hareketin rahle-i tedrisinden geçmiş siyonistlerin
kurduğu kibbutz sisteminde böylesi bir ortakçılık mevcuttur. Yahudiler dışında
kimseyi içine almayan bu komünal çiftlikler ve işletmeler, 67 Altı Gün
Savaşı’ndan sonra Arapları da kabul etmiştir, ancak sadece köle-işçi olarak!
Binlerce yıl zulme uğramış Yahudi komünizminin ürettiği sonuç, İsrail’dir ve
bugün bu devletin ne işe yaradığı tüm sömürülenler ve mazlumlar nezdinde
bilinmektedir. 1948’e dek sınıfsal/proleter bir nitelik olarak önemsenen
Yahudiler, komünistlerin ve marksistlerin umutlarını kursağında bırakmış,
sınıfa ve proleter mücadeleye “ihanet” etmişlerdir. Bugün Batı’da sözkonusu “ihanet”in
ne düzeylere ulaştığı tartışılmakta, marksizm ve komünizm için yeni imkânlar
araştırılmaktadır. Son kertede Batılı oldukları için göremeyecekleri bu
imkânlar bugün Ortadoğu’dadır.
İsrail Devleti’nin resmî anlamda tanıdığı yegâne
sınırı Mısır’sa ve onun dışında çevresindeki ülkelerle kurduğu hiçbir sınırı
devlet hukuku anlamında tanımıyorsa, Soros gibi Yahudi para babaları açık
toplum enstitüleriyle sınırsızlık yaygarası kopartıp finansal darbeler
yapıyorsa, Yahudilerin on dokuzuncu yüzyıla ve yirminci yüzyılın ortalarına dek
süren mazlumluğu bitmiştir. Dinî, millî ve sınıfî bir hareket olan Yahudilerin
incelenmesi, önümüzdeki süreçte teorinin ve politikanın netleşmesine hizmet
edecek, Ortadoğu’nun sunduğu imkânların daha net anlaşılmasını sağlayacaktır.
Hâlâ “mazlum Yahudilik”le tanımlı olan bir komünist siyasetin bugünün
gerçeğinde efendilere hizmet etmek dışında bir seçeneği yoktur.
Komünizm sınırsızlığın ve sınıfsızlığın kesişim hattı
ise bugüne ait farazî, varsayımsal bir kesişim kümesi ile değil, somut maddî
ayrışmalar ve çatışmalar üzerinde durmak zorunludur. Komünist teori ve pratiğin
kendisini olmayanla değil, olan gerçeklikle tanımlı kılması gerekmektedir.
İsrail ve Yahudi dinamiği örneğinde görüleceği üzere, proleter disiplinle,
ahlâkla ve terbiye ile tanışmamış olmak, ortakçılığı efendilerin
oyuncağı/silâhı hâline getirmektedir.
Türkiye hattında da benzer bir mesele, Kürt ve Alevî
hareketleri için sözkonusudur. Belli bir disipline, ahlâka ve terbiyeye tabi
olamamak, öznelerin hududunu (sınırlarını) tanımamaya zorlamaktadır. Bu
öznelerin kontrolündeki kitlelerde pratiği farklı yöne doğru zorlamak
isteyenler de mutlaka olacaktır. Komünistlerin öznel kişiliklerin hudutsuz
pratikleri ile değil, kitlesel-kolektif hareketlerin sözsüz eylemleri ile
kendilerini tarif etmeleri icap eder.
İşçi olsun olmasın, öznenin bedenin bizatihi kendisine
indirgenmesine ve bu sayede politikanın ciddî bir serbestiyet imkânı bulmasına
dönük niyet komünist teoriyi de vurmuştur. Sınırsız ve sınıfsız bir toplum
arzusunu dillendiren komünistler, sınırsızlığı bugünde, bir biçimde var olan
sınıfın kendisinin engellediğini görünce sınıfsızlığı teorik anlamda şimdide
güncellemenin yollarını aramışlardır. Tersten sınıfçılar da sınırları bugünde
iğreti bulup özel alanlarda oluşan mücadelenin sınır çizgilerini ve sınırlarda
yaşanan dönüşümleri algılamamışlardır.
Sınırlar kafada silinince mücadelede haddini
belirlemek zorunda olan öznenin içi de boşalmış, pragmatizm ve oportünizm
kendini daha hızlı biçimde üretmiştir. Küreselleşme edebiyatı ile birlikte tek
merkezî bir köye dönüştüğü iddia edilen Dünya’da bugün de sınıfsız ve sınırsız
olanlar ortak durumlarda biraraya gelmişler, ama geleceğin sınırsız-sınıfsız
Dünya’sı için hiçbir şey yapmamışlar, hatta bu süreci hızlandıracak olgu ve
olaylara mani olmuşlardır.
Ortak Sınıf, Proleter Beden
“Tüm toplumların tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir”:
sınıfın, ülkenin ve bedenin birbirinden ayrı ve birbiriyle ilişkili tarihleri
vardır. Sınıfın sınıf olarak Ortadoğululaşmasına değil, proleterleşen ülkenin
Ortadoğululaşmasına bakılır. Bu ortaklaşma ortak bedeni bulacaktır. Ortak irade
ile emperyalizm ezilecektir. Proleterleşmenin ortaklaşması, ortaklaşmanın
proleterleşmesi: sınıf, ülke ve beden, Ortadoğu dâhilinde proleterleştikçe
ortaklaşmakta, ortaklaştıkça proleterleşmektedir.
Bugün komünist harekette teknik ve teorik
yetersizlikten dolayı ciddî bir indirgemecilik hâkimdir. Sınıfa kilitlenenler,
her şeyi burjuva/kapitalist olarak görmekte, ayrı ayrı ya da birlikte
ortaklaşan ve proleterleşen unsurları görmezden gelmektedirler. Bir sınıfçıya
ülkeden bahsedildiğinde çıkınındaki faşizme, milliyetçiliğe ve yerelciliğe
ilişkin tüm eleştirileri ortaya dökmektedir. Esas olarak sınıf adına konuşup
onun varlığına ve eylemine ipotek koyan sınıfçılar, sınıfın gerçekte başka
sınıflarla ve proleter dinamiklerle ortaklaşmasına engel olmaktadırlar.
“Kadın ve gençlik çalışması işçi çalışmasını böler”
diyenlerle, tüm faaliyetini bu tip bileşenler üzerine kuranlar aynı evreni
paylaşmakta, aynı mantığı kullanmaktadırlar: her ikisi de işçicidir; sadece
birincisi, kendi örgüt merkezinde, ikincisi alanda herkesin işçiyle aynı sıraya
girmesini istemektedir.
Kadın ve gençlik hareketleri, kendi iç bilinç ve eylem
hattını kendileri belirleyebilmelidirler. Kadınların kadın olduklarına ilişkin
bilinçle yaptığı hareket içinde kadın proleter niteliğini görecek, işçi
sınıfının kavgasına ortak olacaktır. Bu farkındalık ve bilinç dışarıdan
dayatılan pedagojik müdahaleyle oluşmayacaktır. Aynılaşmak değil, ortaklaşmak,
önemli olan budur.
Örgütler, belli özel durumlara ve buralarda faal hâle
gelen dinamiklere tabi olmaktadır. Bu tabiyetle birlikte örgütler, ya sınıfçı
ya ülkeci ya da bedenci olmaktadırlar. Bunları teoride ve pratikte ayrıştırmayı
bilmediklerinden, birleşmeleri hâlinde ne gibi sonuçların doğacağını da
kestirememekte, bileşkelerin kendisine zarar vereceğini düşünmektedirler.
Ülkesini ve ortak bedenini seven bir işçiyi bu “yük”lerden arındırmaya çalışan
hareket, onu kendisi için zararsız duruma getirmektedir. İşçinin bu tip
yüklerle örgütüne zarar vereceğini düşünen şefler işçinin soyut işçi, ülkenin
soyut ülke, bedenin soyut beden olarak kalması için uğraşmaktadır. Bu
soyutluğun somutla kurabileceği hiçbir ilişki olamaz.
Oysa bir işçi, belli bir coğrafî ve biyolojik dünya
içinde hareket eder. Kırıntı değil, yeni bir dünya istemesi için bu dünya
içinde parçalanmalı, parça oluşun gerilimiyle diğer parçaları disipline edip
belli bir hatta oturtacak hareketi oluşturmalıdır. Bu harekete dönük ihtiyaç da
gene içinde olduğu dünyada görülebilir. Ancak solcu örgütler, işçileri kendi
soyut dünyalarına çağırmak dışında bir iş yapmamaktadırlar. Komünist siyaset
için birleştirme işlemi ayırmak, ayırma işlemi birleştirmek için yapılır.
Teorik anlamda iktisadî, coğrafî ve biyolojik anlamda ayrıştırılan teorideki
işçinin pratikteki karşılıklarını aramak hatadır. Pratikte aranacak olan
ortaklaşmalar, yani birleşmelerdir.
Marx’ı önceleyen devrim’cilerin yoğunlaştığı nokta
irade-iktidar hattıdır; sosyalistlerin derdi devlet-millet meselesidir;
komünistlerinki ise para-meta gerilimidir. Marx, bu unsurların teorideki
ortaklaşmalarını somutta ifade eder. Ortaklaşmanın pratikteki karşılığı
proletaryadır. Marx sonrasında devrim’ciler, sosyalistler ve komünistler, kendi
“Marx”ını yaratmış, yeniden kendi içlerine kapanmışlardır.
Bugün “eğer proletarya üzerinde durursak böylesi bir
ortaklaşmayı sağlarız” demek marksistlik değil, idealizmdir. Üç ideo-politik
yönelimin kavşak noktası olarak marksizmin oluşması için onlara ait ortakçı
değerlerden bu anlamda kurtulmak, daha doğrusu sözkonusu değerleri onlardan
kurtararak onların teoride ve pratikte oluşan ortaklaşma deneyimleri ile
öznelliği tarif etmek gerekmektedir. Tarihsel marksizmin ortaklaşma ve
proleterleşme istidadı gösterebilmesi için kan ve baruttan soyutlanan, bu
durumunu muhafaza etmek için herkesi kan ve baruttan korkup kaçmaya çağıran
Batı marksizminden kopup Ortadoğululaşması zorunludur.
Bugün irade’cilik pompalayan devrim’ciler,
milliyetçileşen sosyalistler ve meta üretimi bağlamında ilerlemeci-modernist
olan komünistler vardır. Ama somut, maddî gerilimlerin, çelişkilerin ve
çatışmaların her bir hareketin içindeki karşılıkları önemli yarılmalara ve
dönüşümlere sebep olduğundan, bu hareketlerin en azından tabanda ortaklaşma ve
proleterleşme kanalları bulmaya başladıkları söylenebilir. Sınıfın kolektif
(ortak) niteliği ve proleter bedenin iradî yapısı arasında nesnel bir zıtlık
mevcuttur. Solun bu noktada zıtlığı kendi lehine çevirmesi gerekir.
Bu amaçla, devrim ayracının devreye sokulması ve onun
kurucu/yıkıcı yönlerinin anlaşılmasıyla pratikte sınanması gerekir. Sınıfın
ortakçı niteliğinin meyli, meta üretimi bağlamında, kuruculuk yönünde olup,
proleter bedenin iradesi her şeyi yıkmak niyetindedir. Devrim ayracına göre
düşünüp harekete geçen komünistler için devrim öncesinde kuruculuk tehlikeli
olduğundan, sınıftaki kuruculuk eğilimine alttan eşlik eden yıkıcılığın örgütlenmesi
zorunludur. Solun bu yönde tercihi, yıkıcılığı kendi potasında eritmek ve
zararsız kılmaktır. Burada ikili düşünmek elzemdir: yıkıcılığın kurma,
kuruculuğun yıkma iradesi.
Sınıfla beden ilişkisi coğrafya/devlet-millet/ülke
dolayımı ile kurulur. Kuzey-Güney ve Doğu-Batı başlıkları birer örnektir.
Ortaklaşan unsurlar sınıfsallaşıyordur, sınıfsallaşan bu unsurlar, belli bir
coğrafyaya yoğunlaşıp devlet-millet geriliminde kendisini ifade ederek ortak
bedene yöneliyor ve bu beden de proleterleşiyordur. (Bu ilişkiye en güzel örnek
Kürtlerdir.) Ortaklaşma hâlinde işçinin kendi hayatını özgül bedenine ve
iradesine indirgemesi imkânsızlaşır. Başka milletlerle ve ülkelerle ortaklaşan
ülkenin kendi tarihini ve geleceğini özgül varlığına kapatması artık zordur.
Köylüler gibi alt sınıfsal katmanlarla ortaklaşan işçi sınıfının faaliyetini
iktisadî olanla sınırlaması geçersizleşir.
Komünist hareketin tam da bu geçiş hududunda olması
gerekir. Bu sebeple, sınırların silinmesine kilitlenmiş teori ve pratik,
komünistlerin varlık imkânlarını sıfırlar. Sınır boylarında yaşayan göçebe
kavimler gibi hareket edecek bir komünist hareketin, sınıfın ülkeyi, ülkenin
bedeni, bedenin sınıfı çelen yönlerini görüp aşması kolaylaşır. Komünist
hareket, tek boyutlu düşünme sakatlığından kurtulur. Sapla samanı karıştırmaz.
Sınıfçı olduğundan, ülke ve bedenle ilişkili düşünceleri efendilerden almaktan
vazgeçer. Gerçeğin diliyle konuşmayı ve buna uygun işler yapmayı öğrenir.
Disiplinini işçiden, ahlâkını milletten ve iradesini mazlum/proleter
kolektiflerden edinmeyi bilir. Bunların ortaklaşmasında kendisini tarif edip,
işçiyi, milleti ve kolektifleri dönüştürür.
Marksizmin proletarya vurgusu, tek başına meta üretimi
ve ilerleme bağlamında ele alınamaz: Engels proleteri, rekabeti, özel mülkiyeti
ve tüm sınıf farklılıklarını ilga eden unsur olarak tarif eder ve aynı broşürde
proleterin 19. yüzyılın çalışan sınıfı olduğunu vurgular (Komünizmin İlkeleri).
Bu tarif ve vurgu uyarınca dönemsel olarak “proleter” değişkenlik arz edebilir.
Örneğin bugün tabi oldukları sömürü ve zulüm uyarınca Müslüman Arap halklar
proleterdir.
Bugün soldaki en ciddî hastalık, teorisisizmdir.
Dünya’yı anlamak ve dönüştürmek edimini (11. Tez) teoriye kapatan sol, teori
içi ayrışmaları ve birleşmeleri fark etmediğinden, Türkeş’in “mermer”i gibi
yekpare bir teorik coğrafya belirleyip huzurlu fildişi kuleler inşa etmektedir.
Sınıf mermerinden yapılan kuleye, ülkeye ve bedene dair hiçbir şey girmez vb.
Fildişi kulelerinde huzurlu bir hayat yaşayıp ahkâm kesen teorisistler, ayrışma
ve birleşmenin sonucunda bir gereklilik olarak gündeme gelen hiyerarşiyi de
redde tabi tutacaklardır. Her şeyin kendisi ile başladığını ya da başlayacağını
zanneden bu insanlar, disiplinden, ahlâktan ve terbiyeden de mahrum hâle
gelecek, malûmat çorbasını herkese içirmek için çabalayacaklardır.
Hiyerarşik konum açısından din, sanat, felsefe, bilim
ve politika, zamanla kendi içinde bölünebilir. Alt/üst ayrımı ile ifade
edilebilecek bu bölünmeye karşı hiyerarşiyi reddedenler iki türlü tepki
geliştirirler. Kendi teorilerine ve pratiklerine alan açmak için bu hiyerarşiyi
reddettiklerinden: (1) alt ve üst arasında tercih yaparak onun devamı
olduklarını düşünebilirler; (2) sıfatsız, niceliksiz bir alan oluşturmak için
kavga edebilirler. Birinci seçenek durumsal/dönemseldir, ikincisi ise sürece aittir.
Yani, belli bir durumda ya da dönemde, yüksek siyaset de denilen üst politika
önemsenebilir; halk İslâm’ı özelinde alt din öne çıkartılabilir. Burada hangisi
ile otantik, organik ilişki kurulacağı, ancak gerilimin, çelişkinin ve
çatışmanın içinde olmakla görülebilir. İmkânlar ve fırsatlar, birincisinden
üçüncüsüne doğru daralır. Bir savaşın ortasında ise artık tek bir (zorunlu)
seçenek vardır.
Alt, üst gibi sıfatları reddedenler, altüst oluşları
anlamayacaklar, ayakların baş olmak istediğini göremeyeceklerdir. “Ya ayaktan
baş olmaz” diyecek ya da ayakları ve başları kesik bir gövde ile düşünmeyi
öğreneceklerdir. Örneğin “mazlum” sıfatını isim yapmakla övünenler, mazlumları
sadece gövde gibi görüp onu kullanmak isteyen başların sahipleridir ki, bu
başlar kendine özgürdür!
Benzer bir durum, “proleter” sıfatının da başına
gelir. O da gövdeden ayrılır ve onun adına konuşan başların kendi çıkarları,
özgürlükleri için kullanılan bir gövdeye dönüşür. Bu açıdan proleterler ile
proletaryanın arasındaki fark, ayak/baş ayrımıyla değil, bedenin kendisiyle (ve
onu fiiliyatta işleyen ellerle) görülebilmelidir. Kimi komünist özneler bu
ayrımı kabul etmekte, ikisinin örtüşmediğini görerek proleterlere seslenmekte,
ama bu seslenişi, gövdeye sinyal gönderen beyin gibi kullanmaktadırlar. Oysa
arada bir fark varsa orada gerilim vardır demektir ve bu noktada aslolan,
gerilimden öğrenerek onun “yap” dediğini yapmaktır. Aksi takdirde, akılsız
başın cezasını ayaklar çekecektir!
Ortada Olmak (Ilıklık)
“Bu
mücadele, sadece her iki tarafın aralarındaki fark dâhilinde sahip oldukları
ayrımsızlıkla değil, ayrıca birlik içinde birbirlerine bağlanıyor olmalarıyla
tanımlanır. Ben sadece savaşa kilitlenen bir savaşçı değil, mücadelenin
bizatihi kendisiyim. Ben hem ateşim, hem de su...”
Hegel’in bu sözünde ifade edilen savaşçılığı gerçekte
ifa edebilmek için ikinci önermeden kurtulmak zorunludur. Savaşçı, mücadelenin
bizatihi varlığı ile özdeşlik kurmaz: ya ateş ya da su olarak hareket eder.
Savaşa kilitlenen kişi, kendisini kilitlememelidir.
Hem ateş, hem su olmak: işte bu orta sınıf
solculuğunun genel karakteridir. Bu solculuk, mücadelenin içinde pişmek değil,
mücadelenin bizatihi kendisi olmak arzusuyla gerçeğe bakar. Ayrımları ve
farkları gören olarak mücadelenin gerçeğine hüküm koyduğunu zanneder. Bu
idealist refleksle teori katına çıkarttığı ayrım ve fark bilinci diğer bilinç
hâlleriyle arasındaki ayrımlarını yitirir, onlardan farksız bir hâl alır.
Mücadelenin özgürleşmesi, onun üzerinde yükseldiği
gerilim, çelişki ve çatışmaların üzerini örten öznellik hâllerinden kurtulmayı
mecbur kılar. Orta sınıf solculuğunun gerilim, çelişki ve çatışmalardan
kurtulma gayretinin sebebi, mücadelenin iptali arzusudur. Proletarya ve
burjuvazi arasındaki mücadelenin ortasında olmanın meşrulaşıp aklîleşmesi için
aradakilerin mücadeleyi kendi öznel varoluşlarında somutlamaları gerekir. Alt
ya da üst sınıfa geçme gerilimi, insanî özneleri sınıf dışı, sınıf üstü
kimlik/kültür tanımlamaya iter. Sınıfsal gerilim, çelişki ve çatışmaların
dışına atılan mücadele popüler kimliğin ve kültürün malzemesi olur. Tersten, bu
kimlik ve kültür verili gerçekteki ayrışmaları ve birleşmeleri maskeler:
“Hegel’de
üç unsur vardır: Spinoza’nın Töz’ü, Fichte'nin Özbilinci ve bunların zorunlu
sonucu olarak kendisinin tesis ettiği bu ikilinin uzlaşmaz birliği, yani Mutlak
Ruh. İlk unsur, doğadan ayrışmış olan insanı metafiziksel açıdan maskeler;
ikincisi, doğadan ayrışmış olan ruhu metafiziksel açıdan maskeler; üçüncüsü,
her ikisinin, yani gerçek insan ile gerçek insan türünün birliğini metafiziksel
açıdan maskeler.” [Karl Marx, Alman İdeolojisi: “Aziz Max”]
Orta sınıflar, sahip oldukları kimlik ve kültüre ait
sorunlarla birlikte, kendi özne-nesne ilişki tarzlarını teori-pratik ve
tarih-toplum ilişkisine de dayatırlar. Sınıf dışı ya da üstü olan pratikleri
sınıfsallıklarının sancılarını örtbas etmek için kullanılan birer yöntemdir. Bu
yöntemi (reçeteyi) işçi sınıfına ve burjuvaziye önerirken, alttan alta kendi
sınıfsal varlıklarının iktidarı için alan açmaya çalışırlar.
Hegel’in “tez/anti-tez/sentez”i, özne-nesnenin
birliğinin eyleyenin varlığı ile tanımlanmasını ifade eder. Bu tanıma meyyal
olan orta sınıf solcuları, işine geldiği yerde ayrışmasız birlik, işine geldiği
yerde ortaklaşmasız ayrım derdine düşerler. Özne-nesne, teori-pratik ve
tarih-toplum meselelerine mutlak birlikçi ya da mutlak ayrımcı olarak
yaklaşırlar. Buradaki hata, öznelcilikten kaynaklanır. Mücadele, onsuz başlamaz
ve bitmez, birlik ve ayrım onsuz gerçekleşemez. Bu yaklaşımın sınırlar yerine
merkeze yakın ev tutması kaçınılmazdır.
Hem ateş, hem su olduğunu düşünen Hegel, ruhanî bir
“ateş” olarak sönmemek, maddî bir “su” olarak buharlaşmamak istiyordur. Sönmek
ve buharlaşmak istemeyen Prusya Devleti’nin onu hizmetine alması doğaldır.
Sosyalizmle birlikte sönmeye, buharlaşmaya başlayacak devlete işaret eden Marx,
bu fikre Hegel’den kopmakla ulaşabilmiştir. Gerilimlere, çelişkilere ve
çatışmalara bilmekle[2] hükmettiklerini zannedenler bu üç unsura ait olamazlar
ve paraya, devlete ve iktidara hizmet için görevlendirilirler. Bilgiyle değil
de eylemle yaklaşıp bu üç unsuru gene mülkiyetçi bir yerden ele alanlar da
meta, millet ve iradeye teslim olurlar. Bilen de eyleyen de kendi öznelliğini
gerilimlerin, çelişkilerin ve çatışmaların merkezine yerleştirerek orada taht
kurar, tarihi ve toplumu oradan anlar. Tarihe ve topluma koşulsuz teslim
olamadığından, gerilimleri, çelişkileri ve çatışmaları öznelci anlayarak, ya
sınıfını kurtarmaya ya da sınırları silmeye çalışır. Özne eleştirisi, nesne
tapıncı ya da öznenin reddi demek değildir.
Merkezci düşünme tarzı, çok boyutluluğu ve çoklu
düşünüp eylemeyi engellemektedir. Örneğin, kapitalizm öncesi üretim tarzlarının
bugündeki artıklarını ve uzantılarını fetişleştirmeden, komünizmi onların
varlığında tanımlama yanlışından uzakta durarak, bu dinamikleri geleceğe dönük
imkânlar biçiminde değerlendirmek mümkündür. Düz mantıkla, kapitalizme rağmen
bugüne gelen tarihsel-toplumsal ilişki biçimlerinin, hiç önemi yoksa bile,
geleceğin komünizmi için onlardan öğrenecek çok şey vardır. Kapitalizmin defterini
teoride dürenler, ona karşı varlığını koruyan geçmiş unsurları da küçümseme
derdindedirler. İlk fırsatta geçmişe savaş açan burjuvazinin ordusuna yazılmak
isteyen bu insanlar, gelecek adına geçmişin bugüne yönelik kavgasından hiçbir
şey öğrenmezler.
Burjuvazi ve tekellerle kavgaya tutuşmuş geçmişe ait
her unsur, kavganın ateşinde tüm pisliklerinden arınır ve ortaklaşıp
proleterleşmek suretiyle komünizm için ciddî araçlar ve aklî/duygusal bir zemin
üretirler. Gerçeğe işe yararlılık üzerinden bakan istismarcı yaklaşımların da
bu kavgalardan öğrenecekleri bir şey yoktur.
Orta sınıflar, kendi zaman ve mekân algılarına uygun
bir sol üretmektedir. Arada oluşunu geçmiş ve gelecek arasında oluşla
ilişkilendirmekte ve bugünü ipotek altına almaktadır. Anı yaşamak, sadece ona ait
bir meziyettir. Anın sonsuz gerçeğini kuşatan bir ideolojiye dönüştürdüğü
Fransız Devrimi’nin “eşitlik-özgürlük-kardeşlik” solculuğunu hiçbir bozulmaya
uğramasına izin vermeden bugüne dayatmakta, bugüne ait gerçeklerin sözkonusu
üçlü sloganı parçalayıp dönüştürmesine engel olmaktadır. Her türlü ayrışma ve
parçalanma bu bütünlüklü sol ideolojiye halel getireceğinden, sınıfların,
ülkelerin ve bedenlerin pratiklerini dondurmaya çalışmaktadır. Sonuçta, eşitlik
sınıfların, ülkelerin ve bedenlerin hareketsizleştirilmesi; özgürlük bu
unsurların birbirinden bağımsızlaşması; kardeşlik tekilleşmesi uğruna istismar
edilir. Oysa hareket hâlinde, birbirine bağımlı ve bütünleşen sınıf, ülke ve
bedenler ortaklaşma imkânları yaratacaklardır.
Orta sınıf solculuğu için solun merkezinde Avrupa
durur; solun ortası Avrupa ise, ortanın solu, duruma ve döneme göre değişse de,
Sovyetler, Çin, Arnavutluk ve Küba; sağı ABD’dir. Türkiyelileşen ortanın solu
ile solun ortası niteliksel ve niceliksel açıdan farklılık arz eder. Ölçek ülke
sınırlarına çekildiğinden, merkez farklılaşır.
“Ortanın Solu” meselesi, Türkiye’nin gündemine
altmışlı yıllarda gelir. DP/AP’nin Sovyetler’le ilişki kurmasını mas etmek için
ortaya atılan bu politika, CHP’nin merkez kurucu parti olarak bugüne gelmesini
sağlamıştır. Avrupa’yı solun ortası olarak görenler, bu yaklaşımı ortanın sağı,
yani ABD’nin işi olarak görmüşlerdir. Dünya genelinde ortanın solu (SSCB, Çin,
Arnavutluk ve Küba) ile ortanın sağı ABD arasındaki kavgadan iki Amerikan
darbesi çıkmıştır.
CHP, ortanın solu ifadesiyle orta sınıflara,
bürokrasiye, orduya ve memur/esnaf kesimine yeşil ışık yakmış, onların
toplaştığı merkez olmak istemiştir. Sosyalist ya da marksist solun ise buna
yönelik tepkisi solun ortası olmak istemidir. Oysa solun ortası, Dünya
genelinde Avrupa, ülke özelinde kemâlizmdir. CHP’nin “ortanın solu”yla kastı,
Sol Kemâlizm’dir. Solun ortasına oynayan sosyalizm hem Avrupaîleşmiş, hem
kemâlistleşmiştir. Solun içinde görülen kemâlizmin ve diğer alt versiyonların
ortasında olmakla CHP’nin değil, kendisinin merkez olacağını düşünen sosyalist
sol, kemâlizm ve CHP karşıtı dinî, millî ve sınıfî tepki biçimlerini
örgütleyememiştir.
Sözkonusu merkezciliğe göre pozisyon alan üç önemli
sima, yakından uzağa: Doğan Avcıoğlu, Mihri Belli ve Hikmet Kıvılcımlı’dır. Bu
üç şahsın temsiliyetleri Deniz, Mahir ve İbrahim şahsında parçalanmış ama
Deniz’ciler, Mahir’ciler ve İbo’cular, bu parçalanmayı kendilerinde toparlamak
adına, yeniden merkezciliğe meyil ederek, kendi mezhep ve meşrepleri uyarınca,
Avcıoğlu/Belli/Kıvılcımlı’yla hazırladıkları bir karışımı farklı yollardan
güncelleştirmeye çalışmışlardır. Yeni oluşan solun ortasına yerleşmek isteyen
bu üç simayı merkezsizleştiren yetmiş solculuğu, onlarla harmanladığı
siyasetini Dünya’daki ortanın soluna göre belirlemiş, ya Sovyetçi, ya Çin’ci ya
Arnavut’çu ya da Küba’cı olmuştur. (Yanlış anlamaya mahal vermemek adına,
“ortanın solu” ve “solun ortası” ayrımlarının orta sınıflara ait olduğu
vurgulanmalıdır. Meseleyi bu şekilde anlamayan proleter devrimci bir hattın var
olduğu, belli kesintilere rağmen, bugüne dek geldiği söylenmelidir. Yazının
üzerinde yükseldiği güven zemini bu hatla ilişkilidir.)
Bugünkü solun hikâyesini hâlâ bu ayrımlar ve birlikler
belirlemekte, hâlâ CHP ve onun türevi Demokrat Parti geleneği ile
uğraşılmaktadır. MHP ve MSP gibi odaklara kayan halk kütlelerine
yabancılaşarak, bu partilerin merkeze oturma eğilimi çaresizlikle izlenmektedir.
Ortanın Solu ile kurduğu ilişkiye ait bu açıklama bir
analoji olarak kullanılacak olursa, marksist/sosyalist sol, Ortadoğu meselesine
de benzer biçimde yaklaşmaktadır. “Ortanın doğusu”na karşı “doğunun ortası”
çıkartılmaktadır. Burada ortanın solunda ifade edilen kemâlizmse, ortanın doğusunda
tespit edilen “orta”, Türkiye’dir. PKK ve savaşla birlikte artık orta,
Ankara-İstanbul hattıdır. (Merkez Bankası’nın İstanbul’a taşınmasını öneren
hükümetle birlikte bu hattın kendisinde de çatlak oluştuğu görülmektedir.)
Bugün biri Türkiye’ci, diğeri Dünya’cı iki eğilim
mevcuttur. Türkiye’ciler, merkeze yerleştirdikleri ülkeyi tüm dış etkenlerden
korumaya çalışmaktadırlar. Onların Ortadoğu’yla ilişkileri, orada akan kan ve
yanan barutun ülkeye bulaşmaması içindir. Bunu yaparak hangi sınıfa hizmet
ettiklerini gizlemektedirler. Dünya’cılar ise, merkezdeki Türkiye’yi
emperyalist projelere eklemlemek niyetindedirler. Bölgede tekellerin yürüttüğü
siyasetin merkez üssü olarak ülkeyi önermek için içerisinin istikrarlı ve homojen
olmasına gayret etmektedirler.
Her iki eğilim, bu konuda suç ortaklığı yapmaktadır.
Aralarındaki fark, nicelik meselesidir: birinci eğilim, kendi konumuna göre,
ülkeyi pahalıya, ikincisi ucuza satma niyetindedir. Her iki eğilime karşı
verilecek mücadelenin ortaklaşması proleterleşen Ortadoğu halklarıyla ve
milletleriyle buluşulmasını sağlayacak, bu sayede emperyalistlerin ülkeyi üs
olarak kullanma arzuları kursaklarında kalacaktır. “Her musibette bir hayır
vardır” diyerek meselelere yaklaşmak zorunda olan komünistlerin Türkiye ve
Dünya gibi merkezci yaklaşımlardan uzak durması, bölgedeki ortaklaşmanın ve
proleterleşmenin imkânlarını anlayıp ona uygun bir faaliyet içine girmesini
sağlayacaktır.
Türkiye’cilerin bölge halkları ve milletleriyle
ortaklaşma niyetleri zaten yoktur. Ortaklaşma niyeti olmayanın proleterleşme
istidadı da olamaz. Bu unsurlar arasında ortakçı ve işçici kesimler mevcuttur,
ama bunlar da işine geldiği yerde ortaklaşma, işine geldiği yerde proleterleşme
edebiyatı yapmaktadır. Bu hâliyle, işçicilerin ve ortakçıların henüz
olmamışlarsa bile Türkiye’ci ve Dünya’cı olmaları ân meselesidir. Efendilerle
kuracakları ortaklık kanallarını kesme niyeti olmayan bu kesimlerin “yaşlı olmasaydım
cepheye giderdim” diyen Plehanov’lar üretmemesi, İran’a ya da Doğu’ya elde
silâh koşmaması için herhangi bir sigorta mevcut değildir.
Ünlü futbolcu Pele, “futbol basit bir oyundur, onu
karmaşıklaştıran, teknik direktörler.” demektedir. Gene Cruyff ise, “futbol
basit bir oyundur, zor olan bu basitlikte oynamaktır.” diye eklemektedir.
Proleter bir spor olan futbolla ilgili bu alıntılar uyarınca, komünistlerin
orta sınıfa mensup teknik direktörlerden kurtulup basit, ortada olana bakmaları
gerekmektedir. Che’nin yaptığı “karışık bilinç, basit hayat” tespitinden
hareketle, hayatın sadeliği ile bilinçler basitleştirilmeli, bu sayede hayat
basitleştirilmelidir. Amerikalı marksist yazar Harry Magdoff’un ifadesiyle,
komünistler “öyle basit yaşamalıdırlar ki herkes bu hayatı yaşabilsin.”
“Senin
işlerini bilirim, ne soğuksun ne de sıcak: keşke ya soğuk ya da sıcak olaydın.
Böylece ne soğuk ne de sıcak, ılık olduğun için seni ağzımdan kusacağım.”[3]
Onu ancak “ben size barış değil, kılıç getirmeye geldim”[4]
diyen kusabilirdi. Kılıca muhtaç olan komünist hareketin ılık orta sınıf
solculuğunu kendi ağzından kusmadan Ortadoğu’da var olması mümkün değildir.
Eren Balkır
16 Şubat 2009
Dipnotlar:
[1] Marx, teorik anlamda inşa süreci için Eski Grek tarihinden bir alıntı
yapar: denizden gelen düşmanın saldırılarını göğüsleyemeyen Grek polis (şehir)
devleti, hatanın şehri karadan kurmak olduğunu fark edip, onu denizden kurmaya
karar verir. Böylece devlet, “deniz içre balık” olduğu için göremediği karadaki
çatlakları denizden bakarak görmüş ve kendisini daha sağlam biçimde tesis
edebilmiştir. Doğu’daki savaşın yirmi yılın ardından bıraktığı tehlikeli miras
budur. Solun bir bölümü savaş karşıtlığı ve PKK düşmanlığı ile bu kuruluş
(restorasyon) sürecine ortak olmak istemiştir. Oysa sınıfsallık ve sınıf
devrimci bir irade hâline gelip kendi coğrafyasını sürece dayatabilseydi, bu
yeniden inşa süreci sekteye uğrayacaktı.
[2] İbranicede ve Eski Grekçede “bilmek”, “cinsel
ilişkide bulunmak” anlamında kullanılıyor: “Ve Âdem karısı Havva’yı bildi; ve
gebe kalıp Kain’i doğurdu; ve Rab’bin yardımıyla bir adam kazandım, dedi” [Kitab-ı
Mukaddes, Tekvin, 4. Bap]. Sonradan Kabil çiftçi, Habil çoban oluyor. Kabil
Habil’i öldürüyor. Dinî kaynaklara göre insanlar arası çatışmanın ilk sebebi,
toprak ve kimin onu bilip ona sahip olacağı meselesidir. Bilmenin, yani cinsel
ilişkinin mülkiyetçi bir yönü olabildiği gibi, aidiyetçi bir tarafı da vardır.
Âşık ile maşuk birbirlerine aittirler ve her ikisi aşka tâbidirler.
[3] İncil, Yuhanna’nın Vahyi, 3. Bap.
[4] İncil, Matta 10:35.
0 Yorum:
Yorum Gönder