“Marx’tan, bu büyük kuramcıdan, proleterlerin bu eşsiz
yol göstericisinden, devrime inançla bağlanmayı, işçi sınıfını yakın devrimci
çıkarlarını sonuna dek savunmaya çağırma sanatını ve devrim geçici yenilgilere
uğradıkça pısırıkça yakınmalara yer vermeyen karakter sağlamlığını
öğrenmelidir.”[1]
Türkiye’de solun Marx ve marksizmle ilişkisi her daim
tali bir biçim arz etmiştir. Sol özneler, her zaman ve mekânda, sınıfsal
karakter olarak proleter oluşun dışında hareket etmiş, bu da solun kendi dar
alanındaki hareketliliği uyarınca belirginleşen çıkar ilişkilerinin sürece
hâkim olmasına yol açmıştır. Sol, proletarya ile tanışmadığından, Marx’ın
nesnel-tarihsel önemini, yani bu sınıfın “eşsiz yol göstericisi” oluşunu
anlamamış, devrimle ilişkisi hep kesintili olmuş, inanç noktasında kendi yürek
kıpırtılarına güvenmiş, devrim inancını ucuz gündelik çıkar hesaplarına satmış,
işçi sınıfı ile bu sınıfın devrimci çıkarları arasında bağ kuramamış ve giderek
burjuva siyaseti karşısında bir tür karakter erozyonuna maruz kalmıştır.
Bu anlamda Lenin’den yapılan alıntı bugün için hâlâ
güncelliğini koruyor. Sol, içinde bir biçimde var olmaya çalıştığı erozyon
dâhilinde bir tür karakter sağlamlığı edinebilmek adına bilginin hülyalı
dünyasına koşuyor. Hiç sınıfla ilişkisi olmamış, başlarken sınıfı tarihe
gömerek yola çıkmış teorisyenlerle yol bulmaya çalışıyor. Kendi bireysel
karakter oluşumu adına ortak olan her şeyi dışlıyor. Karakterindeki
dalgalanmaları dış unsurlara da yansıtıyor. Her dalgalanmayı değişim edebiyatı
ile kutsuyor. Sınıf ile marksizm arasında düz bir çizgi çizerek, sınıftaki
değişimleri yenilenme ihtiyacına binaen marksizme; marksizmdeki değişimleri de
sınıfa dayatıyor. Marksizm dışı antikapitalist mücadele birikimlerini
kucaklayabilmek amacıyla sınıfla ve marksizmle hesaplaşıyor, ama devrimci
anlamda bir çaba içine giremiyor. Ya “marksizm eskidi” diyor ya da yeni bir
“marksizm” için çırpınıyor. Her bilgi kırıntısı ile maddî gerçeklikten
uzaklaşıyor, maddiyatta çizilen devrim yolunun yeniden kumların altında
kaybolmasını ise sadece seyrediyor.
Kendisi tecimsel varoluşuna zarar vermeyecek yollara
kıvrılmak için dünyayı daha geniş ve bütünlüklü görme sevdasında olan sol,
gözlerini iyice aralıyor ama bu genişlik ve bütünlük arayışı bir süre sonra
maddiyattaki her türlü sınırı, farklılaşmayı, cepheleşmeyi ve kutbu siliyor.
Doğal olarak bu tip durumların oluşması için verilmesi gereken mücadeleyi de
askıya almak zorunda kalıyor. Savaş alanından kaçıyor, kaçışı edebîleştiriyor.
Kendisini sağlama alabilecek bir duvar ördükten sonra maddî hayata teslim olup
gidişattan nemalanmaya bakıyor.
Sınırlar silinince Marx da, Marx’ın “proletarya”sı da,
proletaryanın devrimi de, devrimci mücadele de anlamını yitiriyor. Kimi
aydınlar altmışlardan beri ellerinde tuttukları dizginleri sınıfın eline
vermemek için türlü taklalar atıyorlar ve süreci kendilerince rasyonalize
etmenin yollarını buluyorlar. Genel olarak batıdan devşirilen düşünceler sabit
değer olarak alındıktan sonra, ülkede yaşanan olaylar bu düşüncelere doğru
bükülüyor. Yaşanan olaylar sözkonusu düşünceleri desteklemek için kullanılıyor.
Olayların kendi içinde taşıdığı potansiyel devrimcilik gizleniyor ve batının
(ya da kimi doğucu çevrelerde doğunun) talep ettiği doğrultuda ülke siyasetinin
dümeni ile oynanmaya çalışılıyor. Dümenin başında olanların sınıfsal
nitelikleri görmezden geliniyor. Bu anlamda yaşanan hiçbir olay ve açığa çıkan
hiçbir olgu sınıfsal politik bir mücadelenin ve müdahalenin konusu olamıyor.
Tarih de bu anlayışa uygun olarak yazılıyor. Çeşitli
özeleştirel tarihyazımlarında sadece kimi şahısların tiyatral diyaloglarına
rastlanılıyor. Kitlesel bir hareketliliğin somutladığı tarih analiz edilemiyor.
Her örgüt kendi tarihinde öne çıkan isimleri fetişleştiriyor ve onun etrafında
dönen bir tarih kaleme alıyor. Bu döngüsel anlayış ileri sıçrama yapamıyor,
kendisini kendi merkezinde kilitliyor. Bu kilitlenme Marx, Engels, Lenin ve
diğer isimlere de benzer biçimde yaklaşıyor. Kendi ihtiyaçlarına göre elindeki
cımbızla tarihten isimler seçiyor, bu isimlerin takipçiliği teori ve pratiği
vuruyor, proleter birer militan olmaktansa bu isimlerin acenteliği yapılıyor ve
sonuçta, Kıvılcımlı’nın da dediği gibi, “her eteğini savuran kendisini Rosa,
her bıyık buran kendisini Stalin zannediyor.”
İlk bakışta göze çarpan çarpıklık ise bu işleyişten
proletaryanın hiç mi hiç haberinin olmamasıdır. Tarihin dizginlerini eline
alarak topluma hâkimiyet kurmak isteyenlerle, toplumun zihinsel anlamda
dizginlerini eline alarak tarihe hükmetmek isteyenler marksizmle işçi sınıfının
ilişkisini belli kanallara çekerek boğuyorlar. Sonuçta bakıldığında geçmişten
cımbızlanarak alınan isimler birer kılıftan ibaret ve bu kılıf, sözkonusu
isimlerin tarihsel/toplumsal meşruiyetlerini istismar etmek için kullanılıyor.
Kılıf olarak kullanılan isim “Marx” bile olsa marksist
devrimcilerin bu istismara karşı durmaları gerekiyor. Lenin’in ifadesi bu
konuda önemli bir ayraca işaret ediyor: işçi sınıfı ve devrim.
Türkiye toprağı verimlidir, bu topraklar tarihteki
önemli isimleri, olayları ve dönemleri istismar edenlerin kendilerini güvence
altına almak için ördükleri kılıfları parçalamayı bilen marksist devrimcileri
gene üretecektir. Bunun önkoşulu, işçi sınıfının tarihsel-toplumsal yürüyüşü
ile maddî, canlı ve somut ilişki kurabilmektir.
Bu ilişkinin en önemli tarihsel ayağı Mustafa
Suphi’lerin Bakû Kurultayı, toplumsal ayağı ise 15-16 Haziran işçi kalkışmasıdır.
Türkiye komünist hareketinin yerelde, bölgede ve dünyada politik bir güç
olabilmesi toprağa bu iki ayağı ile basabilmesiyle mümkündür.
Son kırk yıldır sol küçük burjuva aydın tabakasının
dizginlerini elinde tuttuğu dönemde marksizm, parti, siyaset, ideoloji, sınıf
hareketi gibi konularla ilgili yapılan tartışmaların bu iki merkez etrafında
döndüğünü tespit etmek gerekmektedir. Sınıf dışı duran, sınıfsal intiharını
gerçekleştirmeyen ya da tam aksine kendi sınıfsal güdüleri ile hareket eden sol
küçük burjuvazi bu iki merkeze doğru yakınlaşmanın güncel hâle geldiği her
durum ve dönemde yoğun bir direniş sergilemiş, toplam hareketin ilgili merkezlere
doğru daralmasını önlemek için elinden geleni yapmıştır.
Bütün eksikliği ve fazlalığı ile yaşanan bu iki olay,
marksist devrimciliğin tüm maddî gerçekliği ile bu topraklarda vücut bulmasını
sağlayacakken, sol içi bol, kuru bir marksizm ile çeşitli devrimcilik formları
arasında paramparça olmuştur.
Bu soyutlama dâhilinde yapılacak tespitler hâlâ çok
önemlidir. Burada artık öne çıkartılması gereken husus, Türkiye’de solu
ilgilendiren hiçbir hareketliliğin bu iki olay teorik ve pratik düzlemde
ilişkilendirilmeden anlaşılamayacağı gerçeğidir.
Örneğin 1970’te TKP’nin yaşanan olaydan tarihsel
planda doğru dersler çıkarmaması önemli bir eksikliktir. Tersten Haziran
hareketliliğinin de parti oluşumunu kavramsal ve siyasî bir gerçeklik olarak
zorlamaması önemli bir zaaftır.
Elbette yaşanan güncel olaylar karşısında tozlu
raflardan çıkartılan tespitlerin hiçbir yararı olmayacağı da düşünülebilir.
Yani “maziye değil, şimdiye bakalım” denilebilir. Ama hâlâ mazinin temel
sorunları güncelliğini muhafaza ediyorsa, geçmişe âit marazlar varlığını
sürdürüyorsa, o mazi adına söz hakkına sahip olunduğu yanılsamasına kapılmadan,
geçmişin geleceğe doğru devrimcileştirilmesi zorunludur.
Mustafa Suphi kadar Haziran ayaklanmasının işçi
önderleri de tüm ülke marksizmine âittir. Doğal olarak buradan üretilecek
teorik ve pratik her türlü kazanım da başta Türkiye işçi sınıfı olmak üzere,
tüm devrimcilerin olacaktır.
İlgili aidiyet üzerinden düşünüldüğünde tüm devrimci,
sosyalist ve komünist ekipler için temel marksist devrimci ayracın 1920 ve 1970
momentleri olduğu görülecektir. Her ekip hangi ayağa ağırlık bindirdiğini bu
yüklem sonucunda ne tür sonuçlara ulaştığını, attığı adımlarda burjuvaziyi ve
devleti ne ölçüde köşeye sıkıştırdığını görecektir. 1920’yi devrimci bir
edinime tabi tutmadan particilik oynayanlarla, 1970’i kavramadan işçicilik
sevdasına düşenler ya oyuncaklarını kırıp atacak ya da düşmanın silâhları
karşısında susmayı tercih edeceklerdir.
“Emperyalizmin silâhları önemli değil, önemli olan
halkın sahip olduğu silâhların farkına varmasıdır.” diyen Castro’nun uyarısı bu
bağlamda ele alındığında, sahip olduğumuz bu tarihsel silâhların farkına varmak
ve bu silâhları bilerek ya da bilmeyerek oyuncağa çevirenleri saf dışı etmek
suretiyle onları gerçek sahiplerinin, işçi sınıfının eline teslim etmek
Türkiyeli komünistlerin birincil görevidir.
Türkiye’de bölgede ve dünyada taşlar yerinden oynuyor,
bir yandan da farklı noktalarda farklı binalar inşa ediliyor. “Tüm toplumların
tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir.” demek ya da bunu bilmek yetmiyor. Sınıf
mücadelelerini izleyip onun hangi taşı nereden söktüğünü, hangi taşı nereye
yerleştirdiğini anlamak gerekiyor. Bu noktada komünistlerin hem kendi içinde
hem de işçi sınıfında yaşanan gelişmeleri gözlemci edası ile değil, müdahil
olarak kavraması bir ihtiyaç olarak gündeme geliyor. Aksi takdirde küçük bir
sarsıntıda balkondan atlayıp ölmek de, büyük bir depremde “bana bir şey olmaz”
anlayışı ile yerin dibini boylamak da mümkün hâle geliyor.
Her depremde herkesin deprem uzmanı, her ekonomik
krizde iktisat profesörü kesildiği ülkemizde benzer bir durum sol içinde de
gözlemleniyor. Sol içinde sınıf uzmanları türüyor, parti profesörleri ise köşe
başlarını kapmak için birbirleriyle yarışıyorlar. Ancak kimse yapılması
gerekenlere yönelik tek laf etmiyor. Bu uzmanların ve profesör takımının kendi
dar dünyası içinde yaptıkları ise basit bir vicdan muhasebesinin sonucunda
biçimleniyor. Ya günü kurtarma ya da “dostlar pazarda görsün” anlayışı ile hareket
ediliyor. Sınıf ve parti gibi aslî konularda herkes yan çiziyor. Etraftan
topladıkları küçük taşlardan kendilerine güvenli gecekondu evler inşa ediliyor.
Bilgi ile maddî gerçek karşı karşıya getirildikten
sonra hayat kolaydır. Bilim insanı, aracı rolüyle kendisine güvenli bir yer
edinir. Hem bilginin hem de maddenin iç gerilimlerinden azade bir yerdedir.
Kandilli Rasathanesi ölçümleri verir, huzur bulur, iktisatçılar makro
hareketleri analiz ederler ve rahata ererler. Aradaki çelişki ve gerilimlerin
kimleri vurduğu ile ilgilenilmez.
Sınıf mücadelelerini bilenler için de benzer bir durum
sözkonusudur. Mücadelenin tarafları bilinir, ona göre konum alınır, bir süre
sonra hayat öyle bir hâl alır ki, öbür tarafta olmak tek çözümmüş gibi görülür
ve bu noktada “yaşamak için yaptım” denilir, bu tavrı eleştirenlere karşı
yaşama hakkının kutsallığına inanan tüm hümanistler ayaklanırlar ve eleştiriyi
bir kaşık suda boğarlar.
Bazen durumsal, geçici gerilimler su üstüne çıkar,
birileri yaygara kopartır ve sözkonusu durum dâhilindeki gerilimde taraf
olmaktan nemalandığı için bu durumun sürekliliğini talep eder ve gerilimin
sürgit devam etmesi için uğraşır. Örneğin parti ile sınıf arasında belli bir
coğrafyada ve tarihte kısmî bir çelişki gündeme gelmişse bunu kaşıyanlar, ne
hareket ne de sınıf adına bir şey söylemeksizin, sadece çelişkinin sürekliliği
için uğraşarak hayatlarını idame ettirmeye gayret ederler.
Türkiye’de sol özneler bu anlayıştan kurtulamamış,
kendisini hep fiilî, durumsal kimi gerilim ve çelişkilerin somut varlığına
bağlamış, varlığını hep arada derede bir yerde konumlandırmış, hep mutedil
hareket etmiş ve gerçek bir güç olmanın imkânlarını görememiştir.
Marx’ın sınıf mücadelelerine yönelik vurgusunu gerçek
anlamda somutta kavramamış, kendisini bu sınıf mücadelelerinin ve
tezahürlerinin gölgesinde tanımlamıştır. Belli bir fiilî durumda açığa çıkan
gerilim ve çelişkide sınıfsal politik mücadele verdiği takdirde geleceğe
yönelik önemli kazanımlar elde edebileceğini kestirememiş, hep en yakınındakine
sarılmıştır. Örneğin kendi politik varlığını sınıf mücadelesi bağlamında
görmediğinden, ordu içinde yaşanan bir çatışmayı hep dışsal kabul edip bu
çatışmanın bir tarafına kendi varlığını bağlama yolunu seçmiştir. Ya da genel
bir ifade ile “faşizme vurayım” derken liberalizmin; “liberalizme vurayım”
derken faşizmin değirmenine su taşımıştır. Liberalizm-faşizm arasında fiilî
ayrımı mutlak kabul etmekle mücadeleye baştan yenik başlamış, saflaşmanın
geçiciliğini görmeyerek sınıf mücadelesini bir tarafa bağlamak suretiyle
teslimiyet yolunu seçmiştir. Sınıf mücadelesinin her iki taraf içinde ciddî
çatırdamalara yol açabileceği ihtimalini gündemine hiç almamıştır.
Solun politik haritadaki konumlanış mantığı budur:
kendisini sınıf dışı, sınıf ötesi, sınıf mücadelelerinden azade kabul etmesi
sebebiyle fiilî politik gerilim ve çatışmalarda çaresiz kalmakta, kendi
meşruiyeti adına gerilim ve çatışmanın bir tarafına biat etmeyi yegâne tercih
olarak görmektedir.
Sözkonusu tercih, solun politik bir özne olarak
sınıflar mücadelesi dâhilinde yapacağı etkiyi de sıfırlamaktadır. Örgütlerin
kendi içine kapanmaları, çıkış noktalarına geri dönüp kendilerini
etkisiz kılmalarının sebebi budur.
Marksistlerin görevi, en genel sol başlığı altında
toplanan hareketleri devrime doğru örgütlemek, kolektivize etmek ve saflaştırıp
yeniden bütünlemektir. Sınıflar mücadelesinin içinde olmak ve bu oluşu bilince
çıkarmak için sınıfsal politik devrim şarttır. Oluş ve oluşa yönelik
bilinç olmadan sınıfsal politik öznelerin devrimcileşmeleri ve devrim yolunu
belirginleştirmeleri mümkün değildir.
Herkes yaptığı işte iyi niyetli, samimi ve dürüst
biçimde yapıyor olabilir, ama yapılan işlerin belli bir hukuku ve ahlâkı
olmalıdır. Özbilinç, dışarının tanımlanması ve oradaki konumlanış açısından
teori ve pratiğin yeniden sınıfla tanımlanması gerekmektedir. Ancak bu sayede
burjuvazinin tarihsel ve toplumsal düzlemde bizi soktuğu fasit daireyi
parçalayıp adsız ve adressiz birer fail olarak sınıf mücadelesine koşulsuz
dâhil olmak mümkün hâle gelir.
Derviş Okan
2005
Dipnot:
[1] V. I. Lenin, Karl Marx ve Doktrini, Bilim ve Sosyalizm yay., çev.:
Şiar Yalçın, s. 66.
0 Yorum:
Yorum Gönder