01 Şubat 2009

, ,

Doğu Halkları Kurultayı

Bir marksist için tarihin sınıf mücadelelerinin tarihi olduğunu bilmek yeterli değildir. Mesele, tam da bu önbilgiyle birlikte başlar. Her marksist, kendi sınırlı politik gerçekliğinde Marx’ın devrimci teorik ve pratik hattını işletmeli ve bu hattı bir mevzi olarak güçlendirmelidir. Bu açıdan marksistler, durum, dönem ve süreç gibi tespitler yaparken sınıf mücadeleleri ile ilgili bilgisini mi kullanacağı, yoksa tersten, bu bilgiyi her duruma, döneme ve sürece göre anlamlandırıp derinleştirmesi mi gerekeceği konusunda karar vermek zorundadırlar.

Sol literatürde karikatürize edilmiş bir yığın “Marx”, “Engels” ve “Lenin” mevcuttur. Kurucu marksistlerin sözleri ve eylemleri farklı öznel ihtiyaçlar uyarınca istismar edilmektedir. Oysa aslolan, onların teoride ve pratikte yaptıklarını yapmaktır. Ama buradaki birincil mesele, metodolojist bir yaklaşımla yöntemi soyutlamak ya da diğer bilimler ölçüsünde yeni bir bilim inşa etmek değil, bütünselliği ve sürekliliği içinde yaşanan gerilimlere, çelişkilere ve çatışmalara teoride ve pratikte alan açmaktır.

Marksistlerin belli bir durum/dönem/süreç dâhilinde oluşan gerilim/çelişki/çatışmalara dair söyleyecekleri bir sözü mutlaka olmalıdır. Bu noktada işin kolayına kaçılmamalı, örneğin başka bir durumda diğer marksistlerin nasıl bir tavır sergilediğine bakıp onlar taklit edilmemelidir. “Ekim Devrimi bir savaşa doğdu” denilip yeni bir savaş beklenmemeli ya da “Küba Devrimi bir diktatörlüğe karşı halkın ortak isyanıdır” tespitinde bulunulup, verili durumda iktidarda olan her unsura diktatör muamelesi yapılmamalıdır.

Marksist bağlamda yürütülecek devrimci teorik ve politik mücadele, durumu döneme, dönemi de sürece boğmamalı, bunlar arasındaki tarihsel-toplumsal ayrımları tespit edebilmelidir. Bu anlamda, sürecin döneme, dönemin de (devrimci) duruma doğru daraldığı koşullarda fiilî olarak var olabilmelidir. Bu daralmanın neden ve sonuçları, yaşanan gerilim, çelişki ve çatışmalarda aranmalıdır.

Örneğin, “her şey emek-sermaye çelişkisinden ibarettir” deyip, düşmana karşı millî ya da dinî mevzilerde örgütlenerek savaşıldığı durumlarda/dönemlerde, süreçte aradığı “işçi” ve “burjuva”yı aramaya kalkmamalıdır. İşçinin ve burjuvazinin sabit değil, dinamik, değişken olgular olduğu öntespitiyle, sınıf mücadelelerini politik alandaki tezahürleriyle birlikte karşılamalıdır. İşçi sınıfıyla özdeş olmak, onun safında ve yanında hareket etmek ile işçiler dâhil tüm emekçi kolektif dinamiklere politik öncülük yapmak, birbirinden bütünüyle farklı maddî pratiklerdir.

Her durumda ve dönemde “işçi-burjuva” çatışmasını arayan bir özne, soluğu ya rahat sendika koltuğunda ya da serin parlamento koridorlarında alır. Oysa marksizmin varlık zemini rahat koltuklar, serin ve sığ sular ya da düz ovalar değil, fiilî gerilimlerin, çelişkilerin ve çatışmaların olduğu alanlardır. Bu, hem teori hem de pratik için geçerlidir.

Marx sonrasında Marx’ın fiilî olarak var olduğu böylesi pürüzlü, gerilimli alanları kendi rahatlığı için düzlemek isteyenlerin huzurunu Lenin ve Ekim Devrimi büyük ölçüde bozmuştur. Ancak ne yazık ki bu süreç kesintiye uğramış, marksizm de kendi memurlarını, tüccarlarını ve kalpazanlarını üretmiştir.

Sömürge politikaları ile büyük ölçüde uykuya yatan Avrupa’nın karşısına Asya’nın uyanışını çıkartan Lenin ve partisi, Avrupa’yı işgal edeceği korkusuyla Avrupaî fikirlerin devrimci etkisine açık hâle gelen Rusya’da iktidara geldiğinde, Batılı güçlerin oyununu bozarak farklı bir perspektif geliştirmiş ve Doğu’daki yeni durumu devrimcileştirmenin imkânlarını araştırmıştır.

Moskova-Petrograd hattına sıkışan devrim, genelde Batı, özelde Avrupaî güçlere karşıtlıkla nefes almış olmasına rağmen, devrimin öncü güçleri, “Avrupa karşıtı devrim”i “Avrupa için devrim” olmaktan kurtaramamışlardır. Bunun önemli bir nedeni, devrimin gerçekleştiği politik dönemin maddî yetersizliğidir. Sözkonusu maddî yetersizlik, manevî imkânsızlığı da tetiklemiş, komünistler, Batı işçi sınıfından ve komünistlerinden medet umar hâle gelmişlerdir. Burada tabiî ki, Lenin’in marksizmde ısrarı ve bu ısrarın devrimciliğine bağlılığı önemli rol oynamış, “Almanya-Fransa-İngiltere” bütünlüğünde tanımlanan marksizmin Avrupa-merkezcilikle malûl olması sebebiyle Lenin kendi ülkesinde “Batı ajanı” muamelesi görmüş, Batıda ise “oryantal despotik diktatör” olarak mimlenmiştir.

Bu gerilimde biçimlenen leninizmin Batı ayağı Zimmerwald ise, Doğu ayağı Bakû’dür. Macar Sovyeti, Almanya’daki grevler ve diğer ülkelerdeki sınıf mücadelelerindeki başarısızlık Rusya komünistlerini Doğu’yla tanıştırmış, ancak bu tanışma, dönemin verili politik niteliğine ait sınırlara mahkûm olması sebebiyle akim kalmıştır. Bu sonuç, Doğu’nun komünist mücadeleye ve komünist inşaya kendi rengini katmasına izin vermemiştir.

Zimmerwald, Avrupa işçi sınıfını savaşın öncü gücü hâline getirmediği gibi, Bakû de Doğulu mazlum milletleri anti-emperyalist mücadelenin öncüsü kılmamıştır. Ekim Devrimi tarihsel-nesnel zemine oturtulduğunda, bu iki devrimci politik adımın ortak “zaaf”ının devrimin bizatihi kendisi olduğu görülecektir. Darlaştırılmış politik durum dâhilinde oluşan devrime öncülük etmek, devrim öncesinde Zimmerwald’ı, devrim sonrasında Bakû’yü içinde bulundukları dönemsellikte talileştirmiştir.

O dönem Komintern genel sekreteri olan ve Avrupa’daki sosyalist hareketin bütün olarak muhafaza edilip kazanılmasını arzulayan, bu anlamda, komünistlerin “bölücü” faaliyetlerine tahammül edemeyen Angelica Balabanova, Zimmerwald’ı kısmen onaylamış, sonrasında ise kendi rızası ile kenara çekilmiştir. Balabanova, kendisini tasfiye etme amacı güttüğünü düşündüğü Türkistan görevini “Ne o ülkeyi, ne de ilkellikleri şüphesiz olan insanların psikolojisini biliyorum” diyerek reddetmiştir. Avrupacı Balabanova Doğuyu küçümserken, Avrupa’nın işçisine bile güvenmeyen Doğucu Sultan Galiyev de Batı düşmanlığını farklı temeller üzerine kurmuştur. Ekim Devrimi, her iki insanda temsil olunan siyaset tarzını kendi hattının dışına atmıştır. Geride kalan kişilerarası tartışmalar ise bu noktada önemsizdir.

Zimmerwald’da ve Bakû’de simgelenen, birbirinden farklı iki hattın devrimle kesintiye uğramasına ilişkin gerçek, iki tarihsel-politik olguya bugünden bakarken devrimin menfaatleri adına düşünüp hareket etmeyi gerektirmez. “Devrim edebiyatı” adına, bu tip politik olguların bugüne geldiği biçimiyle hâlâ dışlayıcı bir refleksle karşılanması bilimsel değildir. Ekim, Zimmerwald ile Avrupa’yı, Bakû ile Doğu'yu parçalayıp kendisinde bütünlemiştir. Bu devrimin tarihsel varlığıyla sebep olduğu zaaflar geriye dönük olarak bertaraf edilemeyeceğine göre, her iki durumsal politik müdahalenin, geleceğin devrimi için farklı bir bağlamda, teorik açıdan ilişkilendirilmesi zorunludur. Bu ilişkilendirmede, Avrupa’nın ve Doğu’nun toplumsal, politik ve tarihsel ihtiyaçları belirleyici olmamalıdır. Kimse, politik planda Avrupa’nın ve Doğu’nun kolektif tarihsel bilinciymiş gibi davranamaz. Bu davranışın kısmî durum ve dönemler dışında, devrimci politik bir değeri yoktur.

Bu açıdan Zimmerwald’da Doğu’nun öfkesi, Bakû’de de Batı’nın bilinci eksiktir. Bolşevikler, ilkinde dönemin fiilî öfkesi, ikincisinde de verili bilinçlilik hâlinin kendisi olmaya çalışmışlardır. Ancak bu pratik tarz, hâlihazırda mevcut olan ya da oluşma imkânı barındıran öfke ve bilinç hâllerinin fiilîleşmesini, politik dönemin ihtiyaçları uyarınca, görmezden gelmiştir. Bu zaaf ve eksiklik, her kısmî, parçalı ve kesintili politik gerçekliğin doğal olarak yaşayacağı bir durumdur. Bir makale “kitap” olamadığı için eleştirilemeyeceğine göre, bir devrim de tarihin bizatihi kendisi olamadığı için eleştirilemez.

Taktik ve strateji bağlamında Doğu’da açığa çıkan Pan-Türkist ve Pan-İslamist yönelimlerin içinde fiilî ve maddî planda işleyen sınıf mücadelelerini tetiklemeksizin yapılan ideolojik çalışma, bu coğrafyanın Batı’ya kan kusmasını önlemiştir. Bu eksiklik, Rusya komünistlerini 1921’de Britanya ile gizli bir anlaşma imzalamaya itmiştir. Avrupaî bakış açısına sıkışıp kalan Ruslar, Batı’daki komünistleri de sosyal-demokrat ve geniş anlamda sosyalist siyasanın alanına hapsetmişlerdir. Bu açıdan Ekim Devrimi, süreç içinde “Avrupa için devrim”e dönüşmüştür. Her iki dünya savaşında gücüne güç katan ABD’nin kara gölgesi Avrupa üzerine düştüğünde SSCB’nin varlığı bu fasit daire içinde devrimci anlamını yitirmiş, seksenlerin sonunda ise fiilî olarak işlevini kaybetmiştir. Buradaki eksikliğin ve zaafın nedeni, bugün Uzak ve Yakındoğu hattında yaşanan siyasî ve iktisadî gelişmelerin açığa vurduğu biçimiyle, Doğu’nun devrimcileştirilememesi ve devrimci Doğu’nun teorik/politik ürünleri ve yankılarının Batı’da dalgalanmalara yol açmamasıdır. Batı, kendi meşruiyeti ve haklılığı dâhilinde icat ettiği “Doğu” denilen şeytanı taşlamaya devam etmiş, içindeki sınıf mücadelelerini örtbas etme ve ezme konusunda ustalaşmış, bu ustalık, büyük ölçüde Doğu’nun politik varlığından kaynaklanmıştır. Komünistlerin tarihsel zaafı, Batı’nın elindeki bu oyuncağı kırmamak olmuştur.

Dün olduğu gibi bugün de Doğu, tüm bilinmezliği ve belirsizliği ile emperyalist kapitalizmin olduğu kadar, dünya komünist hareketinin de yumuşak karnıdır. Doğu’ya ilişkin bilgi, Batı’dan yansıtılan teorilerin sınırlarına mahkûm olduğu sürece komünist hareket, kendi dar mecrasında boğulacaktır. Doğu’nun sağ liberal/faşist siyasetler uyarınca belirsizlikten kurtulması ise komünistlerin siyaset sahnesindeki yerini etkisizleştirecektir.

Bu anlamda 1920’de, Doğu’nun Batı’ya bakan eşiğinde, Bakû’de toplanan kurultayın devrimci edinimi Çin, Kore, Vietnam, BAAS ve hatta İran pratiklerinin toplam sonucunu dönüştürecek, farklı bir mevzii, farklı bir hat boyunca yeniden kuracaktır. Sözkonusu devrim pratiklerinin dolaylı ya da doğrudan Bakû’den beslendiği düşünülürse, kurultayın 1920 yılıyla, Zinovyev ve şürekâsının kaprisleriyle sınırlı olmadığı görülür. Ancak kurultay salonunu aşan politik devrimcilik, bizzat devrimci işçi iktidarı için savaşan komünistlerin önderliğinde somutlanmadığından, kurultayın tüm teorik, ideolojik ve politik kazanımları, küçük büyük tüm Doğulu burjuvaların hanesine yazılmıştır. 1920’lerle birlikte mazlum halklarla ve milletlerle ilgili geliştirilen politika, sınıf mücadeleleri ve devrimci işçi iktidarı perspektifinden uzaklaştığı ölçüde, iflas etmiştir.

Komünist Enternasyonal’in İkinci Kongresi’nde kurultay için kararlaştırılan çağrı metni, esas olarak İran, Türk ve Ermeni emekçi halklarına mensup temsilcilere yöneliktir. Burada asıl amaç, Moskova-Petrograd hattında yanan devrim ateşinin güneye doğru genişletilmesidir. Ancak hem karşı-devrimci güçlerin varlığı, hem de Batı’dan gelen kötü haberlere Doğu’daki sınıfî çelişkilerde komünistlerin zayıf olması eklenince, sözkonusu niyet terk edilir ve ateşin bu coğrafyaya taşınmasından ziyade, bu üç kart uluslararası ilişkiler ve diplomasi bağlamında, emperyalist güçlerle oturulan pazarlık masasında koz olarak kullanılır. İngilizler, Almanlar, hatta Osmanlı artıklarının göz diktikleri bu bölgede Rusya, devrimci-saldırgan değil, savunmacı-çekilmeci bir siyaset uygular.

1920, bölge için önemli değişimlerin ve dönüşümlerin yaşandığı bir yıldır. Batı’nın iktisadî ve siyasî açıdan Doğu’ya muhtaç olması sebebiyle bu yıl, sadece bölge değil, tüm dünya için muazzam bir önemi haizdir. Kurultaya katılan ABD’li komünist John Reed’in, kurultayın güneyi ve kuzeyiyle tüm Amerika kıtasına sirayet edeceğine dair tespitleri, meselenin boyutlarını göstermektedir. Ancak kurultayda ve sonrasında yaşananlar, Reed’i hayal kırıklığına uğratmış ve o, yapılan hamlenin birkaç politikacının ayak oyunlarına kurban edildiğini söylemiştir. Bu ayak oyunları, kurultayın teorik mimarı, Milletler Komiseri Stalin’in yardımcısı ve KUTV kurucusu Mir Seyit Sultan Galiyev’i dönem dâhilinde tasfiye etmiştir.

Devrimin Batı’ya doğru yayılamayacağını gören Rus komünistleri, önce Doğu kartını oynamışlar, ardından da devrimin muhafaza edilmesi için adımlar atmışlardır. Sonradan geliştirilen Türkçülük ve İslâmcılık karşıtı edebiyat, büyük ölçüde mazeretten ibarettir. Zira o dönemde, bugün anladığımız anlamda anti-komünist bir Türkçülükten ve İslamcılıktan eser yoktur. Devrimin fiilî varlığı, Çar ve Rusya karşıtı halk dinamiklerine öncülük eden siyasetlerin bilinç ve eylemlerini dönüştürmüştür. Kurultay salonunda asılan ve üzerinde Kur’an’dan bir ayetin yazılı olduğu pankart bunun delilidir: “Birbirinizi şûralarla yönetin.”

Batılı anlamda devlet olmayan bir şûra devleti, Sovyet Rusya, Mehdî’ci kimi Müslümanlara cazip gelmiş, Mehdî’nin yeryüzüne indiğini ve O’nun Sovyetler olduğunu düşünmelerine sebep olmuştur. Gene Batı’da milliyetçi ideolojiyi biçimlendiren Yahudi-Siyonist teorisyenlerin anladığı anlamda bir millet kavramsallığını Doğu’nun somutunda arayanlar, ya bu dinî-politik yönelimin mensuplarıdır ya da onların güdümünde hareket edenlerdir. Doğu’daki millet anlayışı, büyük ölçüde, politik temelde darlaştırılmış bir ümmet anlayışıdır ki burada ırkî, kabilevî üstünlük anlayışına yer yoktur.

Brest-Litovsk ile sarsılan devrim, ölçeğini ve ölçüsünü değiştirmek yerine, kendisini teorik ve pratik açıdan besleyen Avrupa ile arasındaki tarihsel-toplumsal bağları nitel anlamda dönüştürecek müdahaleye, Doğu’nun pratik mücadelesine, izin vermemiştir. Sadece Rus değil, tüm Çarlık Rusyası’na ait coğrafyayla kendisini tanımlayan devrimin partisi, kendi içinde devrime alan açmak konusunda zayıf kalmıştır. Barış politikasıyla mevzi kazanan bolşevikler, iç savaşı ve dış tehditleri savuşturmak için kimi durumsal ittifak politikaları geliştirmenin ötesine geçememişler, Doğu’nun hâlihazırda var olan ya da oluşma potansiyeli taşıyan kolektivist/komünizan geleneklerine güvenememişler, mazlum milletler içinde oluşan ideolojik geçişmelerin içinde faal hâle gelen çatışmaları ve gerilimleri devrimcileştirmek için gerekli zamansal-mekânsal imkânları bulamamışlardır. İmkânsızlık, Doğu’ya Batılı gözlüğüyle bakmaya, Sanayi ve Fransız Devrimi gibi dönüşüm momentlerini yaşamamış olan Doğu’daki bu çifte eksikliği Ekim’le gidermeye zorlamıştır. Bu zorunlu girilen yolun İngilizlerle ve Batı ile yapılan ticaret anlaşmalarıyla da doğrudan bir alakası bulunmaktadır.

Moskova’nın talimatıyla, ama esasen Bakû’nün zorlamasıyla toplanan Tüm Türkiye Komünistleri Kurultayı, devrimin sınırlarını Brest-Litovsk’un ötesine taşımayı hedefleyen ve farklı kanallardan gelen kadroları ortaklaştıran yeni bir parti örgütlenmesiyle süreklilik kazanmıştır. İçindeki Türkçü ve İslamcı öğelerin tespitini bugünün apolitik sosyolojistlerine ve siyaset bilimcilerine bıraktıktan sonra söylenebilir ki TKP, emekçi halkın gerçek ideolojik-politik cephesi olması sebebiyle, önce Karadeniz’de, ardından Ankara koridorlarında boğulmuştur. Bir yıl gibi kısa bir süre içinde Doğu’nun cesur komünistleri, emekçi halk dinamikleri ile kurduğu ilişkileri devrimcileştiremeden, Kemalistler gibi sınıf düşmanları tarafından ezilmiştir. Bakû Kurultayı’ndan iki gün sonra aynı şehirde kurulan parti, Onbeşler’in katlini izleyen süreç içinde burjuva siyasasının figüranı düzeyine düşürülmüştür.

Eski Doğu toplumlarında kullanılan bir atasözü partinin ezilmesine dair önemli bir işaret vermektedir. Geçmişte Doğu’da kurulan hemen hemen bütün devletlerin bilinçaltında olan bu söze göre; “Evi kuran balta evin içine konmaz.” Tarih boyunca bu sözü doğrulayacak şekilde, devletleri kuran unsurlar dışlanmış, zulme uğramış ve tasfiye edilmişlerdir. Kurtuluş Savaşı olarak ifade edilen dönemde Osmanlı’nın bir biçimde dönüştürülüp yeni bir devlet formülasyonunun oluşacağı momentte üç kurucu dinamik öne çıkmıştır: Kürtler, Müslümanlar ve sosyalistler.

M. Kemal, yeni devletin mutlak kendisi olarak, bu üç kurucu unsuru tasfiye etmek için elinden geleni yapmış, ordu tümüyle bu zihniyet üzerinden biçimlendirilip tahkim edilmiştir. Hâlâ tartışılan bu üç meselede komünistler, önemli bir kolektif mevzi açmış olmakla baştan hedef tahtasına alınmışlardır. Komünistlerin bu üç dinamik içinde ortak devrimci hat çıkarmasına izin verilmemiştir. Sonraki kuşaklara bu zaaf, teorik ve pratik bir mecburiyet olarak öğretilerek, kemalist siyasanın sınırlarını aşmayı imkânsızlaştırmıştır. Kürt ayaklanmalarını bastıran orduyu alkışlayan ve mazlum Müslüman halkın horlanması karşısında ellerini ovuşturan Batı kafalı II. Enternasyonalci sosyalistler, komünist hareketi sekteye uğratmışlardır. Üç kurucu unsur içinde işleyen sınıf mücadelelerinde saflaşmayı zorlayıp devrimci bir hat çıkartmayı düşünmeyen sözde komünistler, burjuva siyaset tiyatrosunda, perde arkasında rol bekleyen figüranlar gibi, oyunu daima kenardan izlemişlerdir.

Önümüzdeki süreçte komünistlerin kendi tarihini dönüştürecek adımlar atması zorunludur. Bakû Kurultayı ve Tüm Türkiye Komünistleri Kurultayı, bu dönüşümün ihtiyaç duyduğu araçlar için iki önemli örnek modeldir. Batılı fikriyatın ve fiiliyatın ülkeyi ve bölgeyi dönüştüreceğine hâlâ safça inananlar, bu inançlarından ötürü dönüşümü gerçekleştirecek fiilî maddî dinamikleri göremeyip onlarla organik ilişkiler geliştirememektedirler. Hâlâ Batı’nın “gör” dediğini gören, “duy” dediğini duyan aydınlar ve genelde solcular, Tanzimat’tan M. Kemal’e uzanan dönemin kırıntılarıyla yaşamayı tek yol olarak görmektedirler.

“Batı’dan devrim çıkmaz” diyen Sultan Galiyev’in erken çığlığı bugün için gerçek bir hattı anımsatmaktadır. Soros’un, Masonik vakıfların, NATO ordularının, BM’nin, ABD ve AB’nin Doğu’yu “dönüştürmesi”ne eyvallah eden solculukla komünistlerin hiçbir ilişkisi olamaz, olmamalıdır.

Komünistlerin, bir yıl gibi kısa bir süre içinde kimi tarihsel zorunluluklar uyarınca etkisiz kalan Bakû ve TKP oluşumunu yeni imkânlarla farklı bir bağlamda üretmesi gerekmektedir. Komünistler, kendilerini tarihe ve topluma ait her türlü hareket biçimine karşı koruyan sığınaklarından çıkmalı, soyut imgelerden, hayallerden ve ütopyalardan sıyrılıp somut ilişkiler kurarak tüm kapı ve pencerelerini Doğu’dan esen rüzgârlara açmalıdır. Geçmişte İngilizlerin saldırı ve yağmasına maruz kalan, bugün ABD’nin yeni stratejik planlarına kurban edilen Doğulu mazlum ve emekçi halklar için komünistlerin söyleyeceği bir şeyler olmalıdır.

Derviş Okan
Şubat 2006

0 Yorum: