01 Ekim 2008

, ,

15–16 Haziran'a Doğru İşçi Sınıfı ve Marksizm

Lenin, Mart 1919’da “Yahudi Karşıtı Pogromlar” isimli bir makale kaleme alır. Burada Yahudi düşmanlığının sınıfı böleceğinden söz eder. Benzer bir tavrı Yahudi Bund’unun partiden ayrıldığı dönemde de gösterir. Onları partiye geri çağırır ve işçileri Yahudi düşmanlığına karşı uyarır. Lenin’e göre, karşı devrimci güçler işçi sınıfını bu noktada bölmek istemektedirler.
Aradan doksan sene geçti ve Yahudi karşıtlığı farklı çevrelerde ses vermeyi sürdürüyor. Ama bugün Lenin’in gördüğü manada birleşik bir işçi sınıfımız ya da birleşik devrimci işçilerin iktidarı da yok. Bu noktada anti-semitizm eleştirileri ne anlama gelir? Ya da Siyonizm ve onun emperyalizmle organik ilişkilerine karşı olmakla anti-semitizmi bir tutmak ne demektir? Bu karşıtlığın, tarihin belli bir kesitinde anlamlı, devrimci ya da politik olmuş bu tavrın, bugünde yinelenmesi mücadele için ne ifade eder?
Yaklaşık doksan sene evvel Anadolu’da M. Kemal yanlıları yükselen işçi hareketini yabancı düşmanlığı ile bölüp ulusal harekete çekiyorlar ve bu işleme paralel, Rum ve Ermeni işçi önderleri tasfiye ediliyorlar. İşçilere, Türk işadamlarının mülkiyetindeki işyerlerinde grev yapmamaları telkin ediliyor.
ABD’nin yüzyılın başlarında formüle ettiği bir sendikal mücadele anlayışı var ve tümüyle Avrupa karşıtlığı ile malûl. Avrupa emperyalizminin sömürgesi olan ülkelerde bu sendikal anlayış yerleşiyor ve sınıfı bağımsızlıkçı, yerelci bir hatta çekiyor. Bu anlayıştan bizim Türk-İş doğuyor.
İsrail Komünist Partisi üyesi Lübnan işgali esnasında Komünist gazetesine mülâkat veriyor ve “üyelerimizin büyük bölümü Filistinli Arap.” diyor. Bizim solcu işçilerin ve örgütlü emekçilerin önemli bölümünün Alevî ve Kürt olması gibi.
Bütün bunlar bir şeyi gösteriyor: işçilerin politik gücü birilerince daha fazla değer görüyor. Ama işçiler bu politikleşme meselesine düşmanları kadar değer vermiyorlar.
Öncelikle bu nokta üzerinde durmak gerekiyor. Politikanın sulandırılması, iktidar meselesinin içinin boşalması, sınıfın politize oluşunu da etkiliyor. Apolitize olan işçiler ne hareket edebiliyorlar, ne de mücadele verebiliyorlar.
İşçi devriminin öncüsü olarak Lenin, Yahudi karşıtlığını doğru tespit ediyor ve ona karşı uyarısını yapıyor. Ama bir ülke ya da bölgede, Yahudi işadamlarına karşı ortak refleks geliştirmek üzerinden kendi politik hattını belirleyen bir işçi sınıfı var olursa ne yapılacak? Lenincilik, her daim “aman Yahudileri sınıf düşmanı bellemeyin.” demek midir? Ya da gayrimeşru, korsan bir devletin varlığını tanıyan İsrail KP’si gibi, Filistin direnişini çorak topraklarda boğmak için onun enerjisini farklı kanallara akıtmak mıdır? Ya da salt ulusal bağımsızlık için ABD sendikacılığına “evet” demek midir? Ya da kemalist politik hattın karşı devrimciliğini bir ânlığına görmezden gelerek, bağımsızlık adına, patronları milliyete göre ayırmak ve ona göre politika belirlemek midir? Özetle, politika teorinin sınırlarına tâbi mi olmalıdır?
Esasında bu sorularda dillendirilen örneklerin hepsinin ortak bir özelliği var: tümünde de ortak bir hegemonyaya biat etme söz konusu. İşçilerin birliği de, sınıf hareketinin politizasyonu da, bu hegemonyayla uyum içinde gelişiyor. Yani, işçilerin birliği ve hareketi belli bir ufku ve söylem/eylem alanını aşmıyor. İşçilere, kapitalizmin birebir yol açtığı çatışma, gerilim ve mücadele dönemlerinde sunulan politika, kuşatıcı ve bütünleyici bir nitelik arz ediyor.
İşçilerin salt ekmek yokluğu, işten çıkartma ya da ücret azlığı nedeniyle birleşeceği bir ütopyadan ibaret. İşçilerin bu tip olgular üzerinden birleşmesi bile politik-ideolojik bir zemini varsayar. Bu zemin olmadan dillendirilen birlik anlamsız. Gelişen politik zemin işçileri böldüğü ölçüde, birliğin gerçekleşmesine izin verir. Birlik bölünmeden gerçekleşmez; işçi sınıfı, sınıf ve politik olmayı burjuvaziden öğrendiği yönlerini parçalayıp kendi devrimci hattını açmalı, bu hat diğer toplumsal-tarihsel dinamiklerin devrimciliği ile kolektivize olabilmelidir. İşçiler, basit bir meslek örgütlenmesi ve bu örgütün siyasîleşmesine âit sınırları çizenlerin sınıfsallığı ile hesaplaşabilmelidir. Bu bile tek başına sınıfın öne doğru devrimci bir kol çıkartmasının zorunlu olduğunu gösterir.
İşçilerin doğuştan, kendinden menkul, özsel anlamda politik, hattâ devrimci olduğu koca bir yalandır. Bu yalan, solculuğu meslekleriyle malûl, mesleklerini ideolojik bir güç olarak gören, işçiliği kendi meslekleriyle zımnen eş düzlemde granit, kendinden menkul, kendinden mesul, su sızdırmaz soyut bir özne olarak anlayan orta sınıf solcularının ortak zırhıdır. Bu zırh delinmeden, sınıfın, birilerinin kafasına sıkışmış, olmuş bitmiş, başı sonu belli soyut bir özne olmaktan çıkıp, hakikî manada devrimcileşmesi mümkün değildir.
Söz konusu zırhın günümüzde “kadın”, “etnik kimlik”, “ezilen”, “gençlik” gibi olguları kapsayacak biçimde genişletilip kalınlaştırıldığı görülmektedir. “Kendi kaderini tayin hakkı”na oturtulmuş küçük burjuva solculuğu kaderin tek yazıcısı (Allah’ı), aralarındaki sınırların, hukukun oluşturulması hususunda yegâne mercii olduğunu zannetmekte, ama takdir-i ilâhi başka yönde işlemektedir.
Marx, anarşistlerle tartışmasında, her ekonomi temelli hareketin aynı zamanda politik nitelikte olduğunu söyler. Bunu tersten anlayanlar ise, “hareket” olgusunu sıyırıp atarlar ve işçilerin politika dışı, sermaye ile kurdukları birebir ilişkilere dayalı eylemselliklerini kutsarlar. Oysa Marx hareketin politik olduğunu söyler, ama işçilerin verili, önsel, kendinden menkul politik olduğunu iddia etmez. Aksi yönde iddia, işçi sınıfını metafizik yöntemle ele almak ve onu idealize etmektir. Sınıf, tarihî ilerlemenin sırrını bağrında taşıyan, günü geldiğinde bu sırrı bir ışık misali dünyaya yayacak olan ilâhi-mesihî bir güç değildir.
Ekonomik gelişmelerin incelenmesinde marksistlerin düştüğü hata budur. Eski solcuların bugün TV köşelerinde borsa hareketlenmelerini inceleyerek varlık alanı bulmaları şaşırtıcı değildir. Onlara yönelik eleştiriler de aynı anlayış üzerinde durmaktadır. Rekabet, yarış, ekonomizmi daha iyi kimin yapacağı ile ilgilidir.
Emek yanlısı bir konum alan kişi, emeğe göre gelişmeleri değerlendirir. Sermaye yanlısı bir kişi de süreci kendi mantığına göre anlar. Oysa burada dikine, devrimci bir hattın takipçisi olmak gerekmektedir. Kimsenin, kendini aşan kolektif dinamiğin aşkın sözcüsü ya da kurtarıcısı olma hakkı yoktur. Emeğin kutsallaştırılması marksizm dışıdır. Bu kutsallık, tanrının şeytana muhtaç olması gibi, diyalektikçi bir üslupla emeği sermaye ile uzlaştırmanın yollarını ister istemez arayacaktır.
Emeği de sermayeyi de liberal mantıkla değerlendirmek mümkündür. Devrimci sınıf hareketi olarak formüle edilebilecek bir ayracı olamayanlar, liberalizmin engin ufkunda geniş bir serbestiyet imkânı bulurlar. Her iki tarafın soldan seslenen isimleri vardır. Ama bu isimlerin eleştirisini yapanların, onların varlık alanlarını sorgulama ve imha etme yoluna gitmediği görülür. Zira karşılıklı, simbiyotik bir ilişki söz konusudur aralarında.
Sınıftan kaçanlar, sınıfın birleşemeyecek kadar, ideolojik-politik-iktisadî anlamda atomize olduğu fikrine yaslanırlar ve daha bütünsel ideolojik-kültürel formlar içinde hareket eden mikro unsurlara kayarlar. Kafadaki ideolojik-teorik kurgu genleştikçe, pratikteki politik anlamda muhatap alınan nesne de en küçük parçalarına ayrıştırılır.
İşçilerin birliği meselesi doğrudan örgütçülüğe indirgenmektedir. Zaten birliğin kendi örgütlüğünü ve ona âit alt hiyerarşik örgütlenme alanlarını yaratacağını kimse görmez. İşçilere bir tür hiyerarşi formu dayatılır ve onların bu hiyerarşik eksen/model etrafında bir araya gelmesi vazedilir. Sonuçta işçi de, örgütü de ekonominin belirlenimi altındadır, ekonomi bilgininin bilgisinin ya da onun soyutta kurduğu kulenin değil.
Sınıftan kaçanlar da sınıfçılar da, sınıfa dayatmacı yaklaşırlar. Aradaki fark, yönteme ilişkindir. Birisi kaçar, diğeri onun içine saklanır. Meselenin, örneğin kapitalizmin başını ve sonunu bilmek, her şeyin başı ve sonunu kendisinin tayin ettiği inancıyla ilişki içindedir. Sınıftan kaçan, farklı dinamiklerin çoğulluğunda, sınıfa kaçan, sınıfın ideolojik belirsizliğinde kaybolur. İlki antipolitizmin, ikincisi apolitizmin sığınağıdır.
Sınıfçılar, işçi sınıfının ideolojik belirsizliğinden beslenirler. Her söze “işçi” diye başlamak her şeyi halleder görünür, ama bu politik mücadelede sadece zaman kaybına neden olur. İdeolojik belirsizliği gidermek, ana siyaset hattı hâline gelir. Bu plan dâhilinde, sonuçta elde edilecek “sınıf” bağımsız, özgül, tekil, akmaz kokmaz, kendinden menkul bir bütünlüktür. Zamanla bu bütünlük için politika rahatsız edici bir hâl alır ve genel siyasî seyre biat eder. Hiçbir güne salt iktisadî bir özne olarak uyanmayan somut işçi soyut bir kurguya kapatılır, diğer meslek sahibi öznelerin yanına iliştirilir ve demokrasi sahnesinde rolünü bekler.
Bu “işçi” ile burjuvazinin felsefî “birey”i arasında niteliksel anlamda fark yoktur. Birey, işçi donunda kendisini farklı düzlemde tekrar örgütlemiştir. Her türlü gerilim, çelişki ve çatışmadan kaçmanın adı hâline gelen birey, sınıf, halk ve ezilenler donunda, yeniden siyaset, ideoloji ve teori alanında arz-ı endam eder. Bu anlamda soyut “insanlık”ı somut 1848’e yürüyen somut işçi sınıfı ile bölmek Marx ise soyut “işçi sınıfı”nı 1917’ye yürüyen somut devrimci işçilerle bölmek Lenin’dir.
Bu yönüyle, bir tür bölme ve parçalama işlemine sadık kalması gereken marksistlerin önemli bölümü, teorik ve politik mücadelenin aslî zeminini kaçırmıştır: devrimcilik. Devrimciliği, geçmişte yaşanmış bir ya da birkaç devrimin sıkı savunusuna indirgeyenler, esasta reformisttirler. Zira devrim, fikir olarak devrim sonrası yazın aracılığıyla bütünlenmiş, kendisine kapatılmıştır. Genelde hâkim olan, 1915’teki bir konferansta “bu salonda bulunanlar asla devrimi göremez.” ümitsizliği içinde olan Lenin’in ümitsizliği ümide dönüştürme iradesine sahip Lenin değil, 1920’inin muzaffer devrimcisi Lenin’in söylemsel bir siluetidir.
Devrimi de sınıf gibi kendinden menkul bir bütünlüğe kapatıp ipotek altına alan reformistler, işçi sınıfının ideolojik-politik hattı namına kıllarını kıpırdatmazlar.
Sınıfın akademide iktisadî ya da sosyolojik bir özne değil, savaş alanında salt politik bir mevzi oluşturması önemliyken, bir dizi “üretim güçleri-üretim ilişkileri”ne dayalı teori üretirler. Herkes özde şunu söyler: “elbet bizim de günümüz gelecek!” Bu söz bir yalandır ve söylenen binlerce yalanı gizlemek gibi bir işleve sahiptir. Ama gerçekler yalanlarla örtülmez. Gerçek dönüşümler yalanları paramparça eder.
“Gerçek, bireyin kendince ürettiği bir tasarımdır.” Bugünün solcuları büyük ölçüde bu sözün esrik dünyasına kaçmakta, bu sayede gerçek hareketlerden ve mücadelelerden uzak durma imkânı bulmaktadırlar.
Kapitalizm, tüm kolektif hareketliliği ile birlikte farklı paylaşım, hiyerarşi ve işbölümü formları üretmektedir. “Anti-kapitalist” olmak adına, bu formların bütününü görmek doğal bir tepki biçimi olarak gelişmektedir. Oysa iktidar ilişkileri ve politik hareketlilik bağlamında oluşan bu formlar farklı dönüşümler yaşarlar ve karşılıklı ilişki içinde politik düzlemi değiştirirler. Kapitalizmi cepheden, tam boy mücadele ile aşmayı düşünenler, belli özgüllüklerde oluşan devrim imkânlarını görmezler. Sistem eleştirisi yapanların devrimcileştiğine tesadüf edilmemektedir. Maddî bir güç, teorik-düşünsel olan güç tasarımı ile yıkılamaz. Pusulasını kapitalizmin üzerine yerleştirenlerin devrimcileştiğine tesadüf edilmemiştir.
İşçi sınıfı Marx ve marksizm nezdinde sistemi, sistem içinde olmakla, parçalama potansiyeline sahip olduğu için önemlidir. Burada sınıf yalnız değildir, nesnel olarak yaşanan sınıf mücadeleleri kapitalist sistemi belli bir mecraya zorlar ve ona temel bir form kazandırır. Sistemin parçalanmasının bizzat kendisi de önemli değişimlere yol açar. Bu süreçte sınıf da değişir, parçalanır, kendisini belli formlara doğru zorlar. Nesnel bir bakış açısıyla, sistem analizi yapanlar, sınıfsal hareketin devrimciliğini anlamazlar. İşçi sınıfı yanlısı-öznel bir bakış açısından bakanlar da, sistemin fiilî parçalanmasındaki devrimci imkânları gözardı ederler. Örneğin Türkiye iktisadının meyli konusunda yapılan analizlere göre kendi politik konumunu belirleyenler ya sendika liderliği peşinde koşarlar ya da kendisinin bulunduğu sendika veya işçi örgütüne gün doğmasını beklerler.
Analojiler bazen işe yarar, ama çoğunlukla tehlikelidirler ve gerçeğin üzerini örterler. Örneğin “silâh” ve “savaş” gibi kavramlar bu türdendir. Sınıf mücadelesini Clausewitz ya da Machiavelli’den alınan bilgiler ışığında, bir savaş gibi anlamak böylesi bir yanılgıdır.
Sınıfın, sendikaların ya da işçi hücrelerinin bir silâh olduğunu düşünmek de analoji istismarına örnektir. Sınıf mücadelesinin bir savaş durumuna benzetilmesi noktasında ciddî kafa karışıklıkları yaşanmıştır ve hâlâ yaşanmaktadır. Sınıfın kendinden menkul bir bütünlük olduğu fikri ve hissiyatı kısa devre yaparak silâha sarılacak ve politikayı savaş kuramlarının ışığında anlayacaktır.
Kapitalist sistemin belli bir hiyerarşiye ve işbölümüne doğru daraldığı momentlerde sınıfın öznel ve nesnel konumunu ayrı ayrı ve bütün olarak incelemek gerekir. Sınıfın hareketliliğinin (ki hareketsizlik bile bir hareket biçimidir) bu daralma sürecindeki etkileri anlaşılmalıdır. Bu süreçte oluşan politik-ideolojik konumlanmaları ve billurlaşmaları nesnel veri olarak kabul etmek zorunludur.
Bir bölgede Yahudi sermayesi işbölümü ve hiyerarşi oluşumunda öne çıkıyorsa, sınıfın Yahudi karşıtlığı meşrudur. Ki sonuçta sınıf içindeki Yahudi olanlar ya da Yahudi maddî imkân, kültür, inanç ve anlayışından beslenenler varsa, sınıf mücadelesi zemininde bunlar zaten düşman safa geçecektir. “Safları sıklaştıralım” derken saflaşma unutulmamalıdır. Sınıf hareketinin her politik dinamik gibi belli bir ölçüye ve ölçeğe ihtiyacı vardır. Ölçü uyarınca sınıfın Yahudi karşıtlığı temelinde hareketlendirilmesi mümkünse, bu yola girilebilmelidir. Siyaset, gökten inip çizmelerin çamura bulanmasını gerektirir. Küçük burjuva apolitizmi ve antipolitizmi, bu çamuru kendi kriminal laboratuvarında tahlil etmeyi kendince iş sayacaktır.
Sınıf kinini en üstte tutmak zorunludur. Bu kinin belirmesini önleyecek soyut saflaşmalara ve cepheleşmelere izin verilmemelidir.
Bugün sendikal dayanışma teraneleri ışığında sınıfın kini kapalı kapılar arkasında köreltilmektedir.
Sınıf, basit demokrasi içi dönüşümlere kul ve âlet edilmektedir.
Küçük burjuvalar, ideolojik rasyonalizasyonlara ihtiyaç doğarlar. İşçilerin ise böylesi rasyonaliteleri yoktur. Herhangi bir fabrikada çalışan tekil bir işçiyi ele alırsanız, onun rasyonalitesi işten atılmamak ve ücret artışı ile sınırlıdır. Ama sınıf hareketi, zaten bu tip basit ideolojik rasyonel kalıpları kırabildiği ölçüde hareket olabilmiştir. O adsız, adressiz ve sözsüzdür.
Harekete tarihdışı ya da tarihötesi anlamlar giydirmek, küçük burjuvalara özgüdür. Marksistler, hareketin fiilî, verili, somut maddî gerçekliği ile ilgilenirler. Onun toplumsal-tarihsel ilişkilerde yol açtığı dönüşüm imkânlarının sıkı takipçiliğini yaparlar.
Sınıfın nesnel, kendiliğinden mücadelesi içinde de sınıf mücadelesi fiilî olarak işler. Bu sınıf mücadelesi, soyut metafizik, idealist terennümler ışığında işlemez. Sınıf, kendi iktidarının ipuçlarını, işaretlerini kendi fiilî, maddî mücadelesinde gösterir; aydın sohbetlerinde, masa başlarında, bürolarda ya da sendikaların kapalı kapıları arkasında değil. Buralardan bakıp, sınıfın ne tür bir devrim yapacağı, devrim sonrasını nasıl biçimlendireceği anlaşılamaz.
Burada geçmiş devrimlerin tarihsel bilgisi gerekli katkıyı sunmayacaktır. Bu bilgi belli bir mücadele dizgesinden damıtılmıştır ve büyük ölçüde, doğal olarak, sürecin kanı ve barutundan (post festum) arındırılmıştır. Bu bilgi işin sadece bir boyutunu verir. İşçi ya da geniş emekçi katmanların yapacağı devrimin tarihsel düzlemde homojen, düz doğrusal ve bütünsel bir yol izleyeceği yanılsamadan ibarettir. Sınıf hareketinin tarihsel boyutu, bu varsayılan yol metaforunu bile parçalar, devrime uğratır.
Fransız Devrimi’nden Komün’e oradan da Ekim’e düz bir çizgi çizen aklı evveller bu nedenle Lenin’i ve Sovyetler’i anlamazlar. Başlangıç noktasını 1789’a çekmek, iktidara gelir gelmez emekçi halk hareketini ve işçi sınıfını ezen burjuvaziye devrimciliği hibe etmek demektir.
Proleter devrimcilik, tarihin her momentinde zuhur etmiş her türlü kalkışmayla işçi disiplini ve örgütlülüğü ile kolektif bir ilişki kurabilmektir.
M. Kemal işçi-emekçi kitlelerin önderi olsaydı, bağımsızlık mücadelesi dönemecinde salt yabancılara âit fabrikalarda grev çağrısı yapmak politik açıdan haklı olabilirdi; savaş durumu yaşanıyordu ve öncelikler konusunda hiçbir belirsizliğe izin verilemezdi. Ama Anadolu’nun fiilî devrimciliği, işçi sınıfı ve emekçi halkın mücadelesinde somutlanmadığından M. Kemal’in politikası sınıfı bölmek ve böldüğü kısmı Anadolu’nun eşraf ve komprador burjuvazisine peşkeş çekmekle sonuçlandı.
Sınıfı bölmek politik meseledir ve bu, politik mücadelenin öznesi olana dek sürdürülmelidir. Bu özne oluş süreci işçilerin sınıf oluşundan beslenmelidir. “Ben oldum” diyen yalan söyler ve bu yalan uyarınca sınıfı da “olmuş” kabul ederek, onun politikleşme ve devrimcileşme dönemeçlerini es geçer.
Sınıfı politika alanının bütünü olarak görmek yanıltıcıdır. Diğer taraftan, sınıfın belli bir bölmesini işgal ettiği politik mücadele alanında, sınıf dışından gelen ideolojik ve politik hareketlenmelerin ölçü ve ölçeklerini sınıfa dayatmak da büyük bir hatadır. Bugün İşçi Partisi, geçmişte TİP ve MDD bunu yapmıştır. Asıl parçalanması gereken mutlak, bütün kabul edilmiş, bütünlenmesi gereken yer parçalanmıştır. (Örneklerde bahsedilen unsurlar parlamento (demokrasi) ve devlettir.)
Sınıfı bölerken birleştirmek fikri, sınıfın kapitalizme karşı saf, masum ve homojen olmadığı düşüncesine yaslanır. Sınıf devrimcileşmek ve süreci devrimcileştirmek için kendi özgünlüğü ve özgüllüğünden devrimci bir işçi sınıfı hareketi çıkartabilmelidir. Marksistler, sınıf hareketi dâhilinde, işte bu devrimci işçi dinamiğinin oluşma imkânları ile kendi politik hareketliliğini tanımlamalı, bu hareketin sınıfsal-politik gücünü diğer toplumsal-tarihsel dinamiklerle bütünlemelidir.
* * *
1970’te Gebze’den İstanbul’un Avrupa yakasına kadar geniş bir alanda yüz elli bin işçi bu ülkenin sınıf hareketinin en devrimci eyleminin altına imzasını attı.
Peki, sonra ne oldu?
Devrimcilerin bir bölümü eylemin sonuçsuzluğunu görerek farklı dinamiklere yüzünü çevirdiler. Bir diğer bölümü, “şehirlerde işçiler hazır, artık köylülüğü hazırlama vakti” diyerek kırlara yöneldi. Birinci kısımdakiler işçilerin bu eylemle ileriye sıçradığını görmediler, geriye dönüşsüz olarak onlardan umudunu kestiler. İkinci kesimdekiler, giderek kırda oluşturdukları alanların cazibesine kapıldılar ve fabrikaları unutmaya yüz tuttular. Sol ekonomizm sağ ekonomizmin yerini aldı.
Türkiye’de sol devrimcilik, teorik faaliyeti pratiğe koştuğundan kitaplarda edindiği şablonları dönüştürmeden, bu dönüşüme ihtiyaç dahi duymadan bu şablonları uygulamaya kalkmıştır. Genç önderlerin doğal, hakikî çıkışlarını da kitaba vurma ihtiyacı duymuştur. Bu ihtiyaç belli tercihleri getirmiştir. Söz konusu ihtiyacın arkasında belirleyici olan zorunluluğun sınıfsallığı anlaşılamamıştır. Sınıf dışı, doğal olarak tarih ve toplum dışı bir yere sıkışılmış, halktan ve sınıftan devşirilen kadrolar da köklerinden kurtarılıp bu mekâna örgütlenmiştir. Sol, bu noktada, kafasındaki ezberlerin takipçisi olmanın sonuç verici olacağını düşünmüştür. Oysa devrimcilik, her şeyle birlikte içtekini dönüştürme meselesidir.
İşçileri devrimin yedeğine mi yoksa merkezine mi koyacağını tartışan sol, zamanla işçilerin politizasyon sürecinin dışına düşmüştür. 15/16 Haziran ayaklanması, solun tarihindeki bir kırılmanın hem nedeni hem de sonucu olmuştur. Bu açıdan tarihsel öneme sahiptir. Salt işçi hareketini alırsak ve 31 Aralık 1961 Saraçhane Mitingi’ni başlangıç noktası olarak belirlersek, sınıf sınıfsal niteliğini bu tarihte bulmuştur. Ancak devrimci bir parti önderliğinin mevcut olmaması nedeniyle de eline geçen bu tarihî fırsatı heder etmiştir. Sol, Avrupa pratiğine bakmak suretiyle işçilere güvenilmeyeceğine inanmış, süreç içinde politik açıdan işçilerden uzaklaşmıştır. Fabrika duvarlarını aşan marksist siyasetin olumlu örnekleri Avrupa dolayımı ile ülkeye giriş yapmıştır. Solun belli bir bölümü Haziran’ın düşmesi sonucu yüzünü bu akımlara çevirmiş, önderlerin düşmesi sonrasında ise Avrupa patentli siyasetler kurumsallaşmıştır.
Tarihsel olarak bakıldığında, sol devrimci odaklar, kendi düşünce karargâhlarında işçileri nereye yerleştireceklerinin hesabını yapmış, ama net bir sonuca ulaşamamışlardır. Haziran’ı basit bir sendika meselesine indirgemiş, işçi hareketini öznel ve dar kapsamlı kabul etmişlerdir. Yani işçilerin bu sınıf merkezci, dar bakışlarıyla ülke siyasetine müdahale edemeyeceği düşünülmüştür. Mademki ülkede tarım ve köylülük hâkim, o hâlde artık devrimciler köy yollarını aşındırmaya başlamalıdır. Düşünce karargâhlarında oluşturulan strateji ve taktikler bu minvaldedir. Yönetsel siyaset açısından alınan devrimci politika zamanla kendine kapanmış ve kendi iç argümanlarını üretmiştir. Orduda üç-beş devrimci subaya güvenilmiş, CHP’nin solcu yönelimleri abartılmış, ne işçiler ne de köylüler politik bir özne olarak örgütlenmiş, bu sınıflar yönetsel siyasî aranışlarda figüran düzeyine indirgenmiştir.
Ülkede tarımın ekonomideki yerini önemseyenler, basit bir ekonomizmle tarım alanlarına devrimcilik aşılamaya çalışmışlardır. Bu da, kendine kapalı üç beş bölgede sınırlı kalmıştır. Teorik “köylülük” ayracı, somut maddî Haziran ayracını silmiştir.
Devrimciler TİP’li yöneticilere “köylere gidelim” teklifi getirdiğinde “bizi dövdürtecek misiniz?” cevabı alınmıştır. Ama devrimciler oralarda kendilerince olumlu sonuçlar üretmeyi bilmişlerdir. Ancak gene de solun “köylülük”ü kendi Haziran’ını var edememiştir.
Kendinden emin olmayan, hazırlıksız yakalanma korkusuyla her şeye cevap bulmaya çalışan sol, Haziran olaylarına da aynı ortak psikolojiyle yaklaşmıştır. Türk-İş’in işçi düşmanı, Amerikancı-devletçi sendikacılığına doğal bir tepki olarak gelişen DİSK’in savunulması için ayaklanan işçiler, sadece devleti/burjuvaziyi değil, bazı sol içi unsurları da korkutmuş, tedirgin etmiştir. Tedirginlik daha çok, solun modernist-aydınlanmacı bir kafayla düşünmesinden kaynaklanmıştır. Bu tedirginlik, yaşanan kalkışmanın düşünsel, teorik dizgede uygun yeri bulamamış olmasının sonucudur. Örneğin TİP’liler, en fazla, işin hukukî boyutuyla ilgilenmiş, TKP’liler rüşt ispatı peşinde koşmuşlardır.
Sanılanın aksine Dev-Genç’in olaylardaki konumu talidir. Onlar büyük bir yüreklilikle reformist ağabey ve ablalarının aksine, yanan ateşin içine girmişlerdir.
O günün tanıkları, Valilik binasının önüne gelindiğinde bir grup işçinin binayı işgal etmek istediğini söylemektedirler. Yaşanan pratiği Paris Komünü ile benzeştirenler de vardır. Demek ki bu ayaklanma, işçi sınıfı tarihindeki bu önemli kırılma, devrimci sonuçlara gebedir. Ancak o hâlde neden sol devrimcilik atıl kalmıştır?
Yaşanan süreçte önemli bir dönüşümden ve sıçramadan bahsedebilseydik, bugün gelinen noktada, hatayı o günün faillerinin beceriksizliğine bağlayabilirdik. Ancak bugün gelinen nokta itibarıyla solun işçi sınıfı ile ilişkilerine bakıldığında, o gün yapılan hatanın kurumsallaşmış olduğu söylenebilir.
Tarım toplumunda köylere gitmek doğaldır. Ama İstanbul gibi bir metropolde ayaklanan işçiler varsa, pratikte yazılan kitabı okumak yeğ tutulmalıdır. Pratikte işçiler üretimdeki güçlerini örgütleyebilmiş, onu gerekli hedeflere teksif edebilmişlerdir.
Yapılan hata, bir yönüyle, parti bürokrasilerine ve dergi bürolarına hapsolan çevrelerin işçileri tanımamalarından kaynaklanmıştır. Birileri topluma sosyalizm anlatıp ezberletirken, işçiler sosyalizmi fiiliyata dökmüşlerdir. Birileri kır-kent tartışması yaparken, kırdan gelip işçi olan, geldiği yeri dönüştüren insanlar, öfkelerini dosta düşmana göstermişlerdir. Burada yapılacak işler, işçiler kadar basit ve net iken, birileri kendilerini merkeze koydukları ölçü ve ölçek tartışmalarını güncelleştirmekle meşguldürler.
Bu tip kolektif çıkışlarda kolektif olanın ölçü ve ölçeğine tâbi olmak zorunludur. Haziran olaylarını hâlâ 12 aydan birinin adıyla anılması ve Gebze-İstanbul hattına sıkıştırılması, solun ufkunun dar olduğunun bir göstergesidir.
Unutulmamalıdır ki, Türk-İş gibi bir yapı toplantısını Erzurum’a kaçırma ihtiyacı duymuştur. O gün devlet içi yazışmalara bakıldığında olayların tüm ülkeye sıçramasından korkulduğu görülür. Ama bu korkuyu ve korkunun somut sonuçlarını göremeyen, kendisini salt entelektüel-bilişsel bir özne olarak var etmeye çabalayan bir sol vardır ortada. Yaşanan olayları birileri aydınlar cephesine, birileri gençlik, birileri köylülük, birileri Sovyet ya da Çin siyaseti, birileri Avrupa işçi hareketine bağlamaya çalışmıştır. Bu durum, hem neden, hem de sonuçtur. Yani, olaylar ve öncesindeki gelişmeler küçümsenmiş, ona daha anlamlı ve daha geniş bir değer bulunmaya çalışılmıştır. Avrupacılık, Sovyetizm ve Çin meselenin bulanmasını getirmiştir. Kimileri de Haziran olaylarını aydın ve gençlik cephesiyle birleştirmek istemiştir. Oysa masummuş gibi görünen bu çaba, aydın ya da gençlik sosyalitesinin mutlak, ezelî-ebedî, temel ölçü olduğunun düşünülmesinden kaynaklanmıştır. Bu anlayışa göre, işçiler söz konusu odaklara tâbi olmalı ya da her daim, onlarla eş özne ilişkisinde, mesafesinde kalmalıdır. O günün “daha özne”si işçiler, eşitlikçi bir üslupla aşağıya çekilmiştir.
Bu noktada gerekli kılıfı, okunan marksist klasikler sunmuştur. Paris Komünü, 1905 Devrimi gibi yaftalar hazırdır. Oysa yaşanan tüm basitliği ve yalınlığı içinde ilerler; onu bu düzlemde değerlendirmek esastır. Sol, iyi niyetli olarak, yaşanan olaylardan duyduğu tedirginliği kendi içinde yaşadığı hareketlenmeyle aşmaya çalışmıştır.
Nesnel olarak bakıldığında Haziran Ayaklanması, solun kendi içinde değişime-dönüşüme dayalı bir hareketlenmeye girmesine neden olmuştur. Olayları bütün olarak, tüm cepheleriyle karşılayamayan sol, hareketin dinamizmini kendi içinde eritmeye çalışmıştır. Bu da belli birimlerin atılmasına, bazılarının dönüşmesine, bazılarının ölmesine neden olmuştur. Yaşanan bu kolektif çıkışı kendi bileşenleri ölçüsünde genişletemeyen ve onu zaman-mekânsal açıdan süreklileştiremeyen sol, hesabı kendisine ödetmiştir. Kendisini parçalayıp bölmüş ve farklı mecralara akmıştır. Sol, denize ulaşmak isteyen, ama karşısına sert bir toprak katmanı çıktığında deltalanan nehir misali, ayrışmıştır. Ve tabiî ki sıra her bir kolun kendisini tarihsel-toplumsal düzlemde rasyonalize edilmesine gelmiştir. Tüm kolları içeriden besleyen damarlarda artık Haziran’ın kanı yoktur. O, bugün üç-beş işçi emeklisinin hatırasındadır sadece.
Her bir kolun geriye dönük olarak yaptığı Haziran okumasına bakıldığında ayrışma gerekçeleri görülebilir. Sonuçta hepsi de, biraz da çocukça bir yaklaşımla, olaylar esnasında kendisi gibi bir yapının bulunmamasının başarısızlığı ve sonuçsuzluğu getirdiğini söylemiştir/söylemektedir. Başarıcılığa kilitlenmiş meslekî solculuk, sol meslek ideologları, yani orta sınıf solculuğu, Haziran’ın başarısızlığına bakıp onu teorik ve pratik açıdan istismar etmiştir.
15/16 Haziran’dan öğrenmek…
Temel mesele budur. Paris Komünü, 1905 Devrimi gibi örneklere nazaran daha çok bakmamız gereken tarihsel dönüm noktası burasıdır.
Bu dönüm noktası, bugüne dek gelen sol devrimciliğin işçi sınıfı ile kurduğu ilişki biçimini belirlemiştir. Solda o güne ilişkin mistik bir bakış açısı hâkimdir. Sol bu bakış açısından kurtulmak zorundadır. İşçilerin kendilerinden “sosyalizm ya da devrim” öğreneceğini zannetmekten kurtulmalıdır. O tip somut maddî durumlarda yaşanan “sosyalizm ya da devrim”den sol, kendisi bir şeyler öğrenmeyi bilmelidir.
Sol bildiklerini gören, gördüklerini bilen ilâhi özne pozlarından sıyrılıp somut, maddî fiiliyatta ilerleyen devrime ve sosyalizme kendisini örgütlemelidir. Bir tür anofel sinek gibi, şeflerin dediklerini sağa sola enjekte ederek zaman geçireceğine, salt adam örgütlemeye teksif edilmiş bir pratiğe kendisini kapatacağına ya da burjuva anlamda bir tür “ikna siyaseti” güdeceğine, örgütleyenin örgütlendiğini de görmeli, o örgütlenme pratiğinde öğrenmelidir. “Biz örgütlenmeyi işçi sınıfından öğrendik” diyen Lenin’e kulak vermeli, onu ve sınıfı kendi rekabetçi ve mülkiyetçi ideolojik reflekslerine kurban etmemelidir.
En gelişkin işçi bilinci, parti, örgüt, teori, program, sendika bir hayâlden ibarettir. Hakikat en gelişkin olandır ve ona bakmak zorunludur. Bu noktada sürekli bir devrimci bakışın, dönüştürücülüğün devrede olması gerekir.
15/16 Haziran Ayaklanması, kolektif hafızamızdaki yerini korumalı, ama onun yeniden harekete geçip kafamızdaki işçi ve siyaset ilişkilerini dönüştürmesine izin verilmelidir. O günün solcuları olayların kendilerini dönüştürmesine direnmiş, bize de bu direnişin hatırası kalmıştır. Bu hatıradan kurtulmak için Haziran yaşatılmalıdır. Aksi takdirde işçiler politikleşme ihtiyaçlarını kendi düşmanlarında gidereceklerdir.
Sendikalar, tabiî ki, büyük ölçüde sistemin kendine örgütlediği kurumlar hâline gelmiştir. Ama gene de devrimci işçi politikasını sürdüren sendikalar varsa, gözümüz kulağımız orada olmalıdır. Hattâ kimi dönemeçlerde gözümüz kulağımız onlar olabilmelidir.
Evet, işçiler işlerini kaybetme korkusuyla eylemselliği lüks kabul etmektedirler. Böyle diye, onların siyasî arenadaki nitel ve nicel konumları berhava olmaz. Siyasî alanın dönüşümünde devrimciliğin en önemli mevzii hâlâ ve ısrarla işçi sınıfıdır. Çünkü kapitalizm hâlâ faal ve hâkimdir; “başka” değil, bu dünyada söz konusu faaliyetten ve hâkimiyetten bağımsız bir siyaset alanı yoktur. Mücadele edilmeden elde edilen bağımsızlık ise esasen esarettir.
Devrim, sosyalizm ve komünizm noktasında her şeyin bilindiği ve bu başlıklarla ilgili olarak her şeye vakıf olunduğu hissi yaygındır. Soldaki yaygın bu kanı, marksizmi salt bu üç kavramı öğrenmek noktasında bir başvuru kaynağına indirgemektedir. Oysa marksizm bir anlamda kavga demektir. Marx gibi, devrim’ci, sosyalist ve komünist öğeleri her fiilî durum ve dönemde ilişkilendirmeyi ya da temel ayrımları ortaya koyabilmeyi gerektirir. O bir başvuru rehberi değildir. Bu anlamda marksizm, her durum ve dönemde kavgada hazır ve nazır olabilmelidir.
Devrimci, sosyalist ve komünist fikirler, ancak marksizm aracılığıyla kavga alanına çekilebilir. Bu yönüyle, marksizmin sınıfla ilişkisinde devrimi merkeze almaktansa marksizmin devrimle ilişkisi üzerinde durmak doğrudur. Ve bu noktada her iki olgu arasındaki ilişkinin sınıf ve sınıfsallık dolayımıyla kurulması zorunludur. Bu sayede, sınıfın her sabah yeniden oluşan dinamizmi etkinleşecek ve marksizm ile devrim mutlak, sabit birer teorik-düşünsel değer olmaktan kurtulacaktır.
Bu ilişki hem teorik hem de pratik marksizm için geçerlidir. Sınıfa çeşitli idealist anlamlar yüklemeden, ona onu aşan tarihsel sorumluluklar giydirmeden ilerlenmelidir. Söz konusu dolayım tümüyle teoriktir ve bunun birebir politik karşılıkları olacağının somut garantisi yoktur. İşçicilik hastalığının temel dayanağı, tüm zamanı ve zemini kucaklayan “işçi” denilen bir özün var olduğuna ilişkin inançtır. Bu inanç katıdır, sabittir ve mutlaktır. Burada politika imkânsızdır. “İşçi” miti öylesine her yeri kaplar ki düşman dâhil, kendisini sınırlandıran hiçbir şey kalmaz. Bu da mücadeleyi, politikayı siler. Her yerde olan yoktur. Bu anlamda feminizm kadının intiharı ise, işçicilik de işçinin intiharıdır.
15/16 Haziran, solun yeniden devrimci anlamda kolektivize olabilmesi noktasında bir yığın ipucuyla yüklüdür. Sendika, öğrenci derneği, platformlar ve diğer ortak alanlara tedirginlik ve tereddütle yaklaşanlar, bu tip yapıları kendileri ölçüsünde kurumsallaştırarak onların toplumsal-tarihsel seyir dâhilinde edindikleri devrimci niteliklerini kendi içlerinde boğmak niyetindedirler. Bu her zaman da böyle olmuştur. DİSK’i sonradan CHP’nin kucağına iten TKP, yönetsel siyaset arzu ve talepleri uyarınca devrimci politik açılımları ya görmezden gelmiş ya da onların aktive olmasını engellemeye çalışmıştır. Mücadele döneminde mücadele etmeyen bir sendikanın önemi yoktur. Benzer bir durum savaş döneminde de geçerlidir. Devrimciler harekete bakarlar, ama baktığı ve gördüğü yer hareketin devrimcileştiği momentler ve dönemeçlerdir. Toz duman geçtikten sonra kasaba meydanında sadece mezarcılar dolaşır. Onların işi, yaşanan durumdan nemalanmaktır.
Bugün hâlihazırda, bir biçimde yaşayıp işçilerle ilgili laflar edenler 15/16 Haziran’a uzak oldukları ölçüde mezarcıdırlar ve sınıf hareketini odalara, bürolara, pankart arkalarına hapsetmeye çalışmaktadırlar. Mücadelenin iki ucu da keskin olmalıdır: düşmanı keserken, bu tip sınıf içi düşman unsurları da kesebilmelidir. Haziran’dan öğreneceğimiz bir olgu budur.
Diğeri de sınıfın devrimci kolektif öncü bir partiye muhtaç olduğudur.
Eren Balkır
1 Ekim 2008

03 Eylül 2008

,

Marksizmin Kanı ve Teri


Bir Kavuklu-Pişekâr Atışmasının Eleştirisi

Sempozyum, “birlikte içmek” anlamına gelen sympinein sözcüğünden türer. Eski Grek’te aristokratların düzenlediği ziyafetlerde felsefe, politika ya da şiirle ilgili belli bir konu hakkında yapılan tartışma toplantılarına verilen addır. Elde şarap kadehleri, ilgili meseleler tartışılır bu sempozyumlarda.
2-3 Şubat’ta düzenlenen Manifesto’nun 160. yılında Marksizmin Güncelliği başlıklı etkinliğin “sempozyum” olarak nitelendirilmesi bu yönüyle de yerindedir. Sempozyum sürecince marksizmin kanı ve teri orta sınıf solcular tarafından içilmiş, dinleyiciler kırmızı ya da beyaz şarabı tercih edenler olarak ikiye ayrılmaya zorlanmıştır.
Kırmızı şarapçılar (kan) EZLN’ciler, M. Kayaoğlu (Teori ve Politika), beyaz şarapçılar (ter) ise diğer isimlerle birlikte M. Çulhaoğlu ve tüm işçicilerdir. Marksizmin yüz elli yıldır döktüğü kan ve ter, bir kez daha, yeni bir orta sınıf işretinde şarap muadili tüketilmiştir.
Eski bir inançtır: kan ruhun taşıyıcısıdır. Emeğin kutsallığının belirlendiği günden beri bu taşıyıcılığın ter aracılığıyla olduğuna inanılmaya başlanmıştır. Orta sınıf solculuğu, sempozyumda oynadığı yeni ortaoyununda sahneyi kendince bölmüş, bir taraf kanı, diğer taraf teri savunur görünmüş, marksizmi bu maksatla iki yana çekiştirip durmuştur. Tartışma, marksizmin ruhunun kanla mı, terle mi akıp bugüne geldiği ile ilgilidir ve hiçbir zaman kan ve ter dökmemiş olanların bu vicdanî ve bilişsel zaaflarına ortak arama çabalarının bir ürünüdür.
Orta sınıf siyasetinin genel derdi, meramı budur: belli bir çelişkiye dışarıdan, tepeden bakmak, ihtiyaca göre çelişkinin bir tarafını tercih etmek ve onun yanında olarak söz konusu çelişkinin kendisini kesmesini, kendisine zarar vermesini önlemektir. Bu zararı en aza indirme yönündeki pratik çabada doğal olarak işçiler ve mazlumlar da bu işe ortak edilmek zorundadır.
Mesele, emek-sermaye ya da işçi sınıfı-burjuvazi ise orta sınıf siyaseti aynı güzergâhtan dönemsel, sınıfsal ihtiyaçlarına göre belli bir tercihte bulunacak, bir süre emek yanlısı görünecek, ama bir yandan da sermayenin ideolojisini, aklını emek cephesinde işletmeyi sürdürecek, ona akıl verecek, emeğin vicdanı olurken sermayenin aklını hâkim kılmaya çalışacak, kendi terini işçinin terine katmayacaktır.
İşçicilik, en fazla, işçi sınıfının özünde bir sömürme güdüsünün var olduğuna ve bunun açığa çıkartılması gerektiğine, bu sömürünün de gene bir devlet formu kazanmasına bakar. Bu devlet formu, tabiî ki işçi olmak istemeyenlerin fiilî iktidarı olacaktır. Sömürü, işçici siyaset aracılığıyla işçi sınıfına mâl edilir. Yani pratikte, işçicilik maskesi arkasında hareket eden sömürü ve gene burjuva ilişkilerdir.
İşçicinin aradığı, “başka” bir “burjuva”dır (meselâ devlet). İşçici nezdinde, onun temsiliyetinde mücadele eden de bu “başka”dır. Pratikte işçici, en fazla, sömürmek, patron gibi olmak isteyenleri, en genel anlamıyla sorunlarını işçi olmakta bulup işçi olmak istemeyenleri örgütler.
Mesele ezen-ezilen ise orta sınıf siyaseti, benzer şekilde sınırlarına ilişkin dönemsel gelişmeler uyarınca belli bir tercih yapacak, kendi sınırlarını aşması için ezilen yanlısı görünecek, kendisini kurtarması için ezilenlerin faaliyetine destek verecek, ama hiçbir zaman onun kanına kendi kanını katmayacaktır. Burada aşılması gereken sınır sınıfsal ise sınıfların yok olması isteği de buna göre dillendirilecek, sınıflar sömürü değil, zulüm üzerinden var kabul edilecek, bir süre sonra sınıf kavramının teorik ve politik sınırlar çektiği görüldüğünde “sınıf mınıf yok!” denilerek bu sınır da aşılacak, zulmün sömürüyle tarihsel ve toplumsal bağları kesilecek ve ezilenlere dışarıdan akıl verilecektir. Burada işleyen de ezenlerin aklı, ezilenlerin vicdanıdır.
Ezilencilik, son tahlilde, eni sonu ezilenin doğallığında bir zulmetme güdüsü olduğuna herkesi inandırmaya gayret edecek ve onu demokrasi oyununa ikna edecektir. Burada da içten içe faal olan zulüm ve devletlû ilişkilerdir. Ezilencinin aradığı, “başka” bir “devlet”tir (meselâ burjuva demokrasisi). Ezilenci nezdinde, onun temsiliyetinde mücadele eden de bu “başka”dır. Ezilenci, en fazla, zulmetmek, ezen (örn.: devlet) gibi olmak isteyenleri, en genel anlamıyla sorunlarını ezilen olmakta bulup ezilen (dinî, ırkî, cinsî, millî ve sınıfî) yanlarından kurtulmaya niyetlenenleri örgütler.
Teoride işçi ile mazlumun, sömürü ile zulmün ayrıştırılması, pratikte de bunların karşı karşıya getirilmesi sonucunda ne burjuvazide ne de devlette yaşanan gelişmeler anlaşılabilir. Bunun sonucunda işçilerin kendilerine zulmeden devleti, mazlumların kendilerini sömüren burjuvayı tanıması imkânsız hâle gelir. Orta sınıf solculuğunun güdümündeki siyasetin ayrı kompartımanlara yerleştirdiği iki dinamik, ihtiyaca göre, tarihsel ya da toplumsal bağlarından kopartılır. İçteki gizli devletçilik ve burjuvacılık, yaşanan maddî dönüşüm momentlerinden kaçırılır ve bu dönüşümlerden münezzeh bir yere taşınır. Bu da işçilerin ve mazlumların birlikte ve ayrı ayrı olarak somut sonuçlar üretmesine izin vermez. Devlet ve burjuvazi, işçiciler ve ezilenciler sayesinde ortalıkta cirit atacak alanlar bulmayı sürdürür. Sol, orta sınıfçılıkta karşılığını bulan bu iç gerilimi ile uğraşırken, devlete ve burjuvaziye karşı verilen mücadele de kesintiye uğrar. Bu ayrıştırma işlemi, ezilencilik üzerinden sınıfsal hareketin içinde “parti” olarak ortaya çıkacak hiyerarşinin oluşmasına, aynı şekilde, işçicilik üzerinden sınıfın diğer mazlumlarla ortaklaşmasına, yan yana gelmesine izin vermez. Örneğin işçiciler, bir sendikada sınıfı ezen ilişkilerin başat hâle gelmesine ses çıkarmazlar, bir ezilenci de örneğin Kürt meselesinde oluşan sınıfsal ayrışmayı ve bu bağlamda biçimlenen politik hiyerarşiyi tanımaz.
İşçi sınıfı, marksizm açısından ezilenler başlığının bir alt unsuru değildir. Aynı şekilde mazlumlar da tek başına doğrudan sömürünün, sınıfın alt bileşeni olarak görülemez. “Toplumsal-tarihsel seyir içinde ezilenler hiyerarşize olmuş, dikine bir kol çıkarmış ve bunun adı da işçi sınıfı olmuş” denemez. Marksizm açısından sömürü zulme, zulüm sömürüye bire bir indirgenemez. Öncelikler, önce-sonra olan arasında yapılan tercihler burada belirleyici olamaz. “Sömürü önce, zulüm sonra” deyip her şeyi sömürüye indirgemek ne kadar hatalıysa, “zulüm önce sömürü sonra” deyip her şeyi zulme göre tanımlamak da hatalıdır. Bu hata, orta sınıfların zorunlu tercihleriyle alâkalıdır. Zulümden kurtulmak isteyen, sömürmek istiyor olabilir, aynı şekilde sömürüden kurtulmak isteyenler zâlimler olabilir. Mesele, eşitlenerek özgürleşmek isteyenlerle, özgürleşerek eşitlenmek isteyenler arasında tercih yapmak değildir. Tercih, bedeniyle kendisini yerde oluşturanlarla, kafasıyla kendisini gökte oluşturanlar arasındadır. Asıl mesele, yerle gök arasında devrim yapmak, sosyalizmi kurmak ve komünizme kapı aralamaktır.
Marksizm, Fransız Devrimciliğinin eşitlik-özgürlük kurgusunu bozan değil, onun bozulduğu dönemin teorik ve pratik devrimciliğidir. O, materyalist teorik yaklaşımıyla sömürü ve zulmün maddî, nesnel dinamiklerini ve sebeplerini çözümler. Hem devlete hem demokrasiye eşit mesafede olmayı öğütleyen Marx’ın siyaseti ortada olmak, orta yolculuk yapmak, orta sınıflara seslenmek gibi sonuçlar vermişse de bu, Marx’ın marksizminin ihtiyaca göre saklanılacak bir sığınak ya da sırtını yaslayacak bir duvar olarak görülmesinden kaynaklanır. Bu anlamda Marx, kendi ifadesiyle de, marksist değildir.
Sömürü ve zulüm, tek başına mutlak başlangıç noktaları olarak ele alınamaz. Teorik açıdan böylesi bir başlangıç noktası belirlemenin anlamı yoktur. İkisinin birleştikleri ve ayrıştıkları yerler belirlenebilir sadece. Örneğin Manifesto, işçi sınıfını bu bileşkenin en temel unsuru olarak selâmlar, ama bu dâima 1848 gerçeğinin bir biçimde süreceği anlamına gelmez. Yani işçi sınıfı, mazlumlar ordusunun her dâim generali olmaz, aynı şekilde mazlumların her yerde sömürüyü muhatap alması beklenemez.
“[…] Ancak bugün söz konusu (sınıflar) mücadele(si)nin, sömürülen ve zulmedilen sınıfın (proletaryanın), aynı zamanda tüm toplumu sömürü, zulüm ve sınıf mücadelelerinden sonsuza dek kurtarmadan kendisini sömüren ve kendisine zulmeden sınıftan (burjuvaziden) kurtulamayacağı bir aşamaya gelmiş olduğu fikri -bu temel fikir özellikle ve sadece Marx’a âittir.” [Komünist Manifesto, 1883 Almanca Baskıya Önsöz, s.88]
Engels’in bahsini ettiği işçi sınıfı özelinde sömürü ve zulme karşı mücadelenin kesişmesi mutlak değildir. Ama genelde idealize edilen budur. Tartışma da bu yöndedir. “Ben, her zaman özgürlük adına eşitliğe karşı mücadele ettim.” diyen Karl Popper’dan feyz alan Kayaoğlu ile başörtüsü mevzuu ile ilgili olarak “komünistler her özgürlüğü desteklemez.” diyen partinin teorisyeni olan Çulhaoğlu, tartışmanın orta sınıf solculuğundaki karşılıklarıdır.
Marx’ın 1860 tarihli Karl Vogt’a yazdığı mektubunda Manifesto’nun yazım sürecine ilişkin şu değerlendirmesi, sempozyumda toplumsal devrim-politik devrim ayrımında ikincisini tercih eden ve ona gökte kurduğu teorisine tâbi olmayı emreden M. Kayaoğlu’nun metafizik âleme fırlatıp attığı politik devrim’ciliğine ithaftır:
“Görevimizin herhangi bir ütopyacı bir sistemi gerçekleştirmek olmayıp, gözlerimizin önünde yer almakta olan toplumsal devrimin tarihsel sürecine bilinçli olarak katılmak olduğunu, herkes tarafından anlaşılabilecek bir biçimde açıkladık.” [Marx-Engels, Komünist Manifesto, Sol Yay., Kasım 1993, s. 182.]
Politik iktidarı için mazlumları bir araç olarak gören ezilenciler ile toplumsal hâkimiyeti için işçi sınıfını araç olarak gören işçicilerin kapışması basit bir alan mücadelesidir esasında. Toplumsal devrim-politik devrim ayrımını kendi öznel şahsında sonsuza uzatanlar, politik iktidarın toplumsal devrimin tarihsel süreci içinde bilinçli olarak oluşmasına engel (ezilencilik); politik devrimin toplumsal değişime tâbi kılınmasına (işçicilik) neden olurlar. Buradaki kapışma, eşitlikle özgürlüğün, sömürü ile zulmün, tarih ile toplumun, devletle demokrasinin kapışmasıdır.
Bir diğer ithaf da Manifesto’daki “devlet zoru” ifadesinin yanlış çevrildiği tespiti üzerinden işçi sınıfının bugünkü devleti savunması için gerekli teorik rasyonaliteyi üretmeye çalışan, bunu yaparken toplumsal devrimi idealize etmek adına politik devrimi mas eden Metin Çulhaoğlu’ya:
“Bununla birlikte, ona [Manifesto’ya] Sosyalist Manifesto diyemezdik. 1847’de, sosyalist denilince, bir yanda çeşitli ütopyacı sistemlerin yandaşları: her ikisi de şimdiden salt mezhep durumuna düşmüş, giderek ölmekte olan İngiltere’de ovıncılar, Fransa’da furiyeciler; öte yanda, her türden yamacılıkla, sermayeyi ve kârı hiçbir tehlikeye sokmaksızın, her türlü toplumsal bozukluğu düzeltmeyi taslayan çok çeşitli toplumsal şarlatanlar, her iki durumda da işçi sınıfı hareketi dışında ve destek için daha çok ‘eğitilmiş’ sınıflara güvenen kimseler anlaşılıyordu. İşçi sınıfının hangi bölümü salt siyasal devrimlerin yetersizliğine inanmış ve toptan bir toplumsal değişmenin zorunluluğunu ilân etmişse, işte o bölümü o sıra kendisine komünist diyordu.” [Komünist Manifesto, s. 92.]
Zulüm sınırlarla, sömürü sınıflarla ilişkilidir. Mazlumların derdi sınırlar, sömürülenin derdi sınıflardır. Her ikisinin yekpare birer bütün olarak mücadeleye dâhil olması mümkün değildir. Sınırlara yüklenen sınırsız-ortak mazlumlar sınıfsallaşarak sınırlarını; sınıflara yüklenen sınıfsız-ortak sömürülenler mazlumlaşarak sınıfsallıklarını görürler.
Ezilenciler zâlimin sınırlarını tanırlar, ancak bu sınırlarda örtük olan sınıflar mücadelesini ve zâlimlerin sahip olduğu sınıfsal niteliği ciddîye almazlar. İşçiciler, burjuvazinin sınıfsallığını görürler, ancak sınıflar içinde işleyen zâlim-mazlum çatışmasını ve burjuvazinin zâlimliğini ciddîye almazlar. İşçinin mazlum (maoizm), mazlumun işçi (troçkizm) statüsünde değerlendirilmesi, orta sınıfların marksizminin iç gerilimidir.
* * *
İşçicilik > Ezilencilik
Ter > Kan
Sömürü > Zulüm
Eşitlik > Özgürlük
Ahlâk > Hukuk
İç Hukuk > Dış Ahlâk
Sınıf(sızlık) > Sınır(sızlık)
Yer > Gök
Tarihsel > Toplumsal
Toplum > Tarih
Emek > Sermaye
Üretim > Tüketim
Mülkiyet > Rekâbet
Avrupa > ABD
Devlet > Demokrasi
Meta > Para
[Bu tablo, ezilencilik ile işçiciliğin önem verdiği, ideolojik, pratik sözcülüğünü yaptığı, teorik olarak ağırlık vermek zorunda kaldığı ve marksizmi kendi meşrebi ve mezhebi ölçüsünde böldüğü kavramların listesini vermektedir.]
Marksizmin bilimsel teorik faaliyeti, zorunlulukları tespit etmekle ilgilidir. Zorunluluklar tümüyle maddîdirler ve bu anlamda bilincin, aklın dışındadırlar. Bu zorunluluklar, o aklın ve bilincin sınırları dâhilinde insanî, öznel bir dile tercüme edilir ve ihtiyaç hâlini alırlar. Zorunluluklardır ihtiyaçları belirleyen. Bu ihtiyaçlar bir yanılsamayla birlikte gelirler. Öznenin özgürce seçim yapma imkânlarını içinde barındırdığı varsayılır. Bu tercümede zorunluluğun zorunluluk olarak bilince çıkamamasının sebebi, öznenin fiilî, maddî direncidir. Özne, kendi muhafazası adına yedek boş bir oda açar zorunluluğun yanında ve oraya sığınır. Robin Hood’un zorunlu olarak sığındığı Sherwood Ormanı bir ihtiyaç olarak görünür ki Robin kendi öznel faaliyetine alan açabilsin. Zorunluluk, halk tâbiriyle “kader”, her şeyi örtmüşse kıpırdayacak yer de yoktur. İhtiyaç olarak belirlendikten sonra Robin, tercihen bir gün ormanda, bir gün şehirde olabileceği yanılsamasına kolaylıkla sarılacaktır. Oysa bilimsel olarak zorunluluklar işler hayatta. Orta sınıfın ihtiyaç ve tercih olarak kendi diline tercüme ettiği zorunluluk bir süre hükmedilmiş, kontrol altında bir oyun unsuruymuş gibi görünür, ta ki kendi hakîkîliğini akla dayatana dek.
Orta sınıflar, kendilerine âit dinamik, kimi zaman bir o kadar durağan sınıf bilinciyle hareket ederler. Çelişkiyi masaya yatırıp ona üstten bakmalarının, kendi ihtiyaçlarına göre belli bir tercihte bulunmalarının gerekçesi budur. Maddî, sınıfsal zorunluluklarla orta sınıflar, aşağı ve yukarı doğru sürekli salınırlar. Bu salınımdan kurtulmanın en kolay yolu, bu hareketi belli bir noktaya sabitlemek ya da hareketin kendisini rutinleştirmektir. Her iki yöntem de fiilî gerilimleri, çelişkileri ve çatışmaları asgarî düzeyde etkisiz kılmak (zulüm) ya da onları istismâr etmek (sömürü) amaçlıdır. Bir marksistin ise tüm gerilimlere, çelişkilere ve çatışmalara yönelik yaklaşımı teorik açıdan nesnel olmalıdır.
Orta sınıf solculuğu, işçi yanlısı ya da mazlum yanlısı olabilir. Ama sadece yanındadırlar bu dinamiklerin. İçlerine girmezler, orada yanmazlar, onları kimi zaman istismâr (sömürü) ederler, kimi zaman da bastırırlar (zulüm). Sobayı ya da maşayı sevmek gibidir bu. Ateşin içine girmektense yanmamak için sobayı sevmek, ondan yana olmak daha hayırlıdır her zaman.
Çelişkinin bir tarafı olmakla orta sınıf solculuğu çelişkiden münezzeh ve azade kılar kendisini. Böylelikle kaçacak odalar açar. Düelloda ortada durarak ayakta kalanın kucağına koşacak ânı kollar dâima.
Çelişkinin tek taraflı olarak kilitlenmesi, yani salt emek ya da mazlum yanlısı olmakla çelişkinin kendisini kesmemesini sağlar. Emek-sermaye ya da ezen-ezilen çelişkisinde orta sınıf solculuğunun tarafgir yaklaşımı hiçbir meseleyi hâlletmez. Çelişkinin taraflarını çelişkinin bizzat maddî gerçekliğinden kaçırarak tarafların bu çelişkiden öğrenmesini, onun seyrine göre mevzîlenmesini ve politik bir hat çekmesini engeller. Esasta çelişkinin her iki tarafına basan bu tip solculuk, birisinin vicdanı, birisinin aklı olmak dışında bir şey yapmaz. Bir ayağı vicdana, diğer ayağı akla basar ve bu sayede ikisi arasındaki gerilimden de kendince kurtulmuş olur.
Bu kaçışın politik sonucu şudur: ezilenci ve işçici politika, devlet ve burjuvazi arasındaki durumsal sürtüşmelerde bir taraf olur, meta-para, buna bağlı olarak mülkiyet-rekâbet meselesinde bir tarafa koşulsuz hizmet eder. Kendi varlığını nereden bulduğunu hiç sorgulamayan bu iki anlayış, ya burjuvazinin sağı ya da devletin solu olur ve burjuvazinin soluyla devletin sağına küfür etmekle ömrünü geçirir.
Mazlumlar ve işçiler, ilgili çelişkilerden azade ve münezzeh değildirler. Onlar da yaralanırlar, terbiye edilirler, disipline olurlar, dağılırlar, toplaşırlar, hiyerarşize olurlar, eşitlenirler ya da bağımsızlaşırlar. Ama orta sınıf solculuğu, bu dinamizmi kendi sınıfsal ihtiyaçlarına göre asgarîye indirir, kendisine sabitler ve ihtiyacına göre etkisizleştirerek kendi bekâsı adına sözkonusu dinamizmden kaçar.
Sempozyumda beyaz ya da kırmızı şarap tercihlerini teorize etmek için çabalayanlar, ortak bir kaderi paylaşırlar. EZLN’ciler karpuz misali, “kan akmazsa para yok”, işçiciler “ter olmazsa meta yok” biçiminde özetlenebilecek yaklaşımlarını kendi reyonlarında takdim etmişlerdir. Tartışma daha çok dükkâncılar ile market sahipleri arasındaki mahalle kavgası biçiminde yaşanmıştır.
Ezen-ezilen arasındaki çatışmada ezilen ezilencinin gözünde yekpare, bütünsel ve sınır’sızdır. Yanılsama şuradadır: saf tuttuğunuz, yanında olduğunuz ezilen su sızdırmaz birey-özne gibidir. Buradaki birey-özne, orta sınıf solculuğunun ideolojik tasarımıdır. Son tahlilde ezilenci, kendi bütünlüğünü ezilenlerde bulur. Kendisine âit tam bireylik orada vücudlanır. Ezilenler, ezilenciler için aklın tüm yaralarının merhemidir. Kendi sınır’sızlığı, özgürlüğü için ezilenler sınırsız olmalıdır. Sınıf, sınır oluşturacağından silinmeli ya da ezilenlerin sıradan bir bileşeni olmaya indirgenmelidir. Kayaoğlu’nun eski bir yazısında belirttiği üzere, “proletarya diktatörlüğü de 1871 devriminin marksizme kattığı önemsiz bir hatadır” esasında.
İşçi sınıfı-burjuvazi arasındaki kavga için de benzer bir sorun vardır. İşçici için yanında olduğu güç olarak işçi sınıfı yekpare, bütünsel ve sınıf’sızdır. Kendi bireyliğinin ideolojik tasarımı bir işçi’de resmedilir. Bu, işçi olmayan bir işçidir. Sınıf’sızdır. Burjuvanın felsefî “birey” kurgusu orta sınıf solculuğunda işçi’de ete kemiğe bürünür. Zaten Çulhaoğlu’nun iki sene önce dillendirdiği üzere, “üretim süreci içindeki ayrıksı konumu bir yana, işçi sınıfı şu anda ideolojik ve kültürel açıdan büyük ölçüde orta sınıflaşmıştır.” İşçici için “işçi”, sadece eksik ruhunun tamamlanmış hâli ve tüm vicdanî yaralarının merhemidir.
Özde her ezilenci sömürüyü, her işçici zulmü gizler ve onlara hizmet eder. Her iki anlayışa karşı verilecek mücadele, sömürü ve zulme karşı mücadeleye içseldir. Sınırsız ve sınıfsız bir dünya için bu mücadele zorunludur.
Eren Balkır
3 Eylül 2008

02 Eylül 2008

,

Devlet ve Demokrasi Arasında Sol


“Zaten bütün program (Gotha Programı), bütün demokratik lafazanlığına rağmen, bir uçtan bir uca Lassalle’cılar mezhebinin devlete kölece inanma mikrobuna bulaşmıştır, ya da, bundan daha iyi bir şey olmayan, demokrasi mucizesine inançla doludur; daha doğrusu, program, ikisi de eşit olarak sosyalizmden uzak olan bu iki cins mucizeye inanma arasında bir uzlaşma teşkil etmektedir.”[1]

Marx’ın bu sözlerini takip eden yıllar boyunca durum pek değişmemiştir. Sol, “demokratik lafazanlık” ve “devlete kölece inanma” arasında salınıp durmuştur. İki mucizeye de eşit mesafede uzak olan sosyalizmse daima devrime ihtiyaç duymuştur.

Devrim, devlet ve demokrasinin tıkanma ve kırılma momentlerinde gerçekleşmiştir. Devrim bu anlamda devlet ve demokrasinin dönüşüme açıldığı durumlarda varlık alanı bulur. Bu açıdan, devlet ve demokrasinin değişim/dönüşüm sürecinin içindedir. O, devlet ve demokraside yaşanan değişim/dönüşüm süreçlerinin içinde fiilî olarak oluşur. (I. Enternasyonal’de Bakunin ile yapılan tartışmalarda bu merkezî bir konudur. Marksistler Enternasyonal’i devrim ocağı olarak örgütlemek niyetindedirler. Anarşistler ise faal birimleri geleceğin toplumunun arketipi olarak görmek, onları geleceğin örülmesinde kullanılan tuğlalar olarak anlamakta ısrarcıdırlar.)

Sol devrimi, genelde, değişim/dönüşüm sürecinin bitim noktası olarak görmektedir. Bu nedenle kendisini ya doğrudan bu sürecin kendisi ya da sürecin doğal sonucu olarak değerlendirmektedir. Devrim, sürece dışsal görülmektedir. Sürecin yönünü, niteliğini ve hızını değiştiren dışarıdan bir müdahale olarak anlaşılmaktadır. Bu da, tabiî ki, dışsal bir öznelliği talep eder. Devrimin dışsal bir olgu olduğunun düşünülmesi, her değişim/dönüşüm momentinde politize olan birey, grup ya da sınıfların kendilerini politize eden gerçeği de karşılarına almalarının bir sonucudur.

Devrime dönük fikriyat, süreç içinde giderek birey eksenine doğru kaymıştır. Bireysel algı ve anlayışın dinamizmine kurban edilen devrim, zamanla bu dinamizmin sınırlarına tâbi kılınmıştır. Yoksullukla mücadele eden bir kişi bu mücadeleyi, yoksulluğu doğrudan koşullayan nedenlere karşı mücadeleden soyutlamaya başlar. O kendi pratiğini sadece yoksullukla sınırlar ve iktisâdî meselelerin dönüşüm seyrini izler. Kendisini belirleyici bir kesit olarak alan birey-özne hasımlarını da buna göre sınıflandırıp kategorize eder. Kendisini yoksullaştıran unsurlar devrimci mücadelenin konusudur. Devrim onun için süreci sona erdirecektir. Apolitizm ve anti-politizme de kapı aralayan bu devrim’ci bakış, devrimin salt kopuş olduğunu düşünerek, bütünsel yıkıma yönelir. Acıyı ortadan kaldırmak isterken, tüm bedeni yok eder.

Bu bağlamda geçmiş devrimlerin bugüne aktarımında da belli bir kasıt mevcuttur. Devrimlerin fikrî düzeyde sürekliliği devrimlerin tarihsel oluşlarında edindikleri kopuşsal niteliklerini siler. 1789, 1871, 1917 vd., süreklilik bağlamında değerlendirildiği ölçüde, gerçekleştikleri tarihsel-toplumsal dönem dâhilinde edindikleri kopuşsal niteliklerini yitirir. Kan ve baruttan oluşan toz duman gitmiş, geriye belli ahlâkî, düşünsel ve teknik ana başlıklar kalmıştır.

Örneğin modern demokrasi fikrinin 1789’da canlandığı iddia edilir ama o devrimde mücadele eden devrimciler en fazla kendilerini “cumhuriyetçiler” olarak nitelemişlerdir. Bugünün demokrasicilerine ise, Eski Grek’ten bugüne, yüce bir ideal olarak sürüp gelen “demokrasi”yi kutsallaştırmak düşmüştür. Onlar, 1789’u yüce demokrasi ideali için istismâr etmişlerdir.

Premarksistler ise marksizmi bu geleneksel hatta dâhil etmekte bir beis görmemişlerdir. Marksizmin “proletarya diktatörlüğü” kavramını ya dar bularak yırtıp atmışlar ya da onu en geniş demokrasi tanımı olarak görüp kutsamışlardır. Onlara göre Bastille’e yürüyenlerle Paris belediyesine yürüyenler aynı kişilerdir. Hepsi de demokrasiyi somutlamak için savaşmışlardır.

Paris Komünü’nün Fransız Devrimi sürecini devrime uğrattığını görmeyenler marksist değildirler. Çünkü marksizm tam da bu devrim denilen kırılmada var olur. 1871, 1789’un inkârıdır.

Bu tür tarihsel momentleri anlamayanlar onları öznel-şahsî müdahaleler olarak görüp tarih dışına atmaktadırlar. Benzer bir sonuca, bu tür devrimleri tarih üstü bir değerselliğe taşıyanlar da ulaşırlar. Devrim momentlerini yerin dibine geçirenlerle onları göğe çıkartanlar aynı ananın çocuklarıdır.

Öyleyse devrimlere kendi tarihsel-toplumsal bağlamları dâhilinde anlam yüklemek gerekir. Ama bu noktada belli bir sürekliliği gözetmek zorunludur. Süreklilik kapitalizmin verili maddî gerçekliği ile ilişkilidir. Bu nedenle, devrimlerin sürekliliği zorunlu olarak kapitalizmin maddî varlığı ile sınırlı ve tanımlıdır. Kapitalizme yönelik devrimci teorik çalışmanın meşru zemini de burasıdır. Buradaki ölçü (ayraç), kapitalizmin devleti ve demokrasiyi daha iyi yönetmesini isteyenlerle, kapitalizmi kökünden kazıyıp atmak isteyenleri birbirinden ayırır.

Çektiği acıların nedenini kapitalizm olarak belirleyen bir kişi, kolaylıkla, kapitalizm öncesi üretim biçimlerine de yönelebilir. Komünizm, temelde, bu tür bir yönelimi ifade eder. Sosyalizm ise acıların toplumsal bütünlük dâhilinde çözümlenmesini öneren aydınlanmacı geleneğe dayanır.

Marksizm, her iki politik-ideolojik yönelimle ilişkide gelişmiştir. Onlarla ikame edilemez ama onların belli dönem ve durumlarda aldıkları biçimlerin içinde politik bir güç olarak yer almıştır. Bu anlamda, marksizmin tarihsel süreklilikte gelişen sosyalizm veya komünizmle tanımlanması sorunludur. Mücadelenin öznesinin birey eksenine kaydırılması sözkonusu ideo-politik yönelimleri de bireyin çoğulluğuna ikna eder. Sınıf da, halk da bireysel kurgulara dönüştürülür ve her kurgu meşruiyetini marksizmin bir parçasından alır.

Yabancılaşma ile ilgilenenler bireyi yüceltirler, emekle uğraşanlar üretimi kutsallaştırırlar, toplumsal insanı görenler kendi bireyliğine özgürlük alanı açan bir sosyalizm tasavvur ederler. Hepsi de bir tür antikapitalist hareketlilik içinde yoğrulurlar.

Marx, kapitalizmi ve onun iktidar alanlarını görmeyen sosyalizm ve komünizmleri eleştirerek ilerlemiştir. Kapitalizmden sınıfsız-sömürüsüz bir düzene doğru dönüşümün tarihsel yasalarını belirledikten sonra, öngörülerini fiilî politik alandaki kapitalizm karşıtı ideo-politik yaklaşımlarla isimlendirmiştir. Bu anlamda Marx, yukarıda bahsedilen ölçünün (ayracın) bizatihi kendisidir.

Kendi kişisel-öznel acısının sona erdiği ân olarak tasavvur ettiği devrim, sosyalizm fikrini de biçimlendirir. Birey eksenli politik yönelimler sınıfçı ya da halkçı dinamikleri de parçalayarak dönüştürür. Bunlar da sınıfın ya da halkın acılarına son verecek bir moment olarak devrimi idealize eder. Oysa devrim, devlet ve demokrasideki dönüşümün bir ürünüdür ve tarihin sonu (ya da başlangıcı) değildir. O sadece dönüşüm sürecine dâhil olan kitlelerin acılarını, gene o dönüşümün ürünü olan araçlarla ortadan kaldırma iradesidir.

Bu nedenle devlet ya da demokrasiden birinin tercih edilmesi ile mutlaklaştırılması (amaçlaştırılması) karşı-devrimciliktir. Bu kavramların önsel mutlak bir önemi yoktur. Önemli olan, sadece devrime doğru örgütlenen dönüşüm sürecidir. Ne devlet ne de demokrasi, tek başına, devrime tercih edilebilir. Devrim, devlet ve demokrasideki dönüşümün öznesinin sınıfsal niteliğindeki farklılaşmayı ifade eder. Tam, gerçek bir devletin demokrasiye hâkim olması ya da tersi bir durum devrim değildir. Bu nedenle, gerçek bir devlet ya da demokrasi tanımı ile hareket etmek devrimci olmayı garantilemek bir yana, onu engeller. Devrime öznel idealist anlamlar yüklemek, devlet ve demokrasiden birini yüceltmenin bir sonucudur. Bu da, sınıf gibi kolektif dinamiklerle değil de bireyci burjuva ideolojisiyle düşünmekten kaynaklanır.

* * *

Devlet ve demokrasi politikanın iki temel alanıdır. Buradaki değişim/dönüşüm süreci politik öznelerin aslî konusudur. Politik alanda duran bir özne sadece bu iki alanda yaşanan süreci anlamak ve dönüştürmekle yükümlüdür. Her politik özne, sürecin içinde olmakla değişim/dönüşümü birebir yaşar ve zamanla sürecin kendisi olma gayretinde olanlar devrimin fiilî ilerleyişindeki momentleri görmezler. Sürecin doğal sonucu olarak kendilerini biçimlendirenlerse hareketi kendi varlıklarına zarar vermeyecek bir hatta doğru çekmek isterler.

Bernstein “hareket her şeydir, nihaî sonuç hiçbir şeydir” derken kendi açısından haklıdır. O her türlü hareketliliğin verili statükoyu ve yapısal ilişkileri çözümleyeceğini düşünmektedir. Oysa her Âdemoğlu gibi o da hareketin zaman-mekânsal boyutunu birebir anlayamaz. Anladığı, gördüğü ve önemsediği şey, hareketin içindeki değişimler ve hareketin öznesi olan unsurların nitel/nicel dönüşümleridir.

Marx’ın Gotha Programı için sarf ettiği sözler bu yönüyle değerlendirilmelidir. Devleti ve demokrasiyi başat kabul eden ve onları teorik/politik mücadelelerinin merkezine yerleştirenler, hareketi kendi değişim/dönüşüm algılamalarına göre anlamakta ve ona uygun biçimde bölümlendirmektedirler.

Bir kesim, Marx’ın kapitalizme atfettiği “devrimci” niteliğe; bir başka kesim, sosyalizmin “ilericiliği”ne yaslanır. Oysa Marx, alıntıda aktarıldığı üzere, sosyalizmi devletçiliğin ve demokrasiciliğin uzağında tutar. Her iki olguyu da kapitalist süreçler dâhilinde anlar ve onların kapitalizmin ortadan kaldırılması yolunda yeniden örgütlenmesini öğütler. Ama bu yeniden örgütlenme meselesi, değişimin diyalektiğinden ve sınıf mücadelesinden azade değildir. Yeniden örgütlenmenin doğal sonucu olarak farklı devlet ve demokrasi anlayışları ortaya çıkacaktır ve bu iki kavram, teoride ve pratikte, eskisi gibi kalmayacaktır. Bu noktada kapitalizme dönük bakış önem arz eder.

Eğer kapitalizm devrimci ise onun neden olduğu dönüşümlerin sonucunda devrim tarif edilir. Kapitalizme göre sosyalizm ilerici ise devrim ilerlemenin ilk işaret fişeği olarak görülür. Bu noktada sosyalizmin ilericiliği, doğal olarak, kapitalizm dışı zannedilen ama aslında tümüyle burjuvazinin belirleniminde olan düşünsel pratik tarafından saptanır. Kapitalizmin devrimciliği salt geçmiş dönemi yıkmak üzerinden tarif edilirse tarihseldir. Çünkü geçmiş dönemi yıkmak geçmişten daha geri sonuçlar üretebilmiştir.

Tüm bu söylenenler politikanın gerçeğine aktarıldığında birbirinden farklı sonuçlara neden olmaktadır. Politikanın gerçeği devlet ve demokrasiden müteşekkildir. Bunlar üzerinden her iki kapitalizm eleştirisi devlet ve demokrasideki değişim/dönüşüm süreçlerine farklı açılardan yaklaşmaktadır. Sonuçta da Marx’ın vurguladığı sonuç ortaya çıkar: her iki olguya dönük inancın uzlaştırılması.

Lenin’le birlikte uzlaşma tarihsel/toplumsal anlam ve bağlamını yitirmiştir. Lenin ve Ekim Devrimi kendi gerçeklikleri ile sözkonusu uzlaşmayı sona erdirmiştir. Artık devlet ve demokrasiye ilişkin algılamalar ve hareketlilikler birbirinden ayrı kanallardan akmaya başlamıştır.

Kapitalizmin sürekliliği ile birlikte devlet ve demokrasi kavramları da soyutta ve somutta farklı anlamlara bürünmüştür. Eski Grek’ten günümüze gelen bu kavramlara giydirilen anlamlar kapitalizmin kendi iç dönüşüm süreci boyunca sürekli değişmiştir.

Tarihsel olarak sol bu dönüşümün kapitalizm içi gerçekliğinde varlık alanı bulmuştur. Devlet ve demokrasi arasında salınarak gelişmiş ve bu iki alanın her biriyle kendisini tanımlamıştır. Marksizm ise her iki kavramın temelindeki hareketliliği analiz ederek onları neden değil, sonuç olarak görüp bu salınıma son vermiştir. Bu anlamda marksizm, solun kendi içinde yaşadığı devrimin adıdır.

Devrimin kopuş/süreklilik ikilemi içinde tanımlanmaya çalışılması tümüyle diyalektik bir analize muhtaçtır. Bu açıdan marksizmin sol politikadaki devrim oluşu kopuşun sürekliliği ve sürekliliğin kopuşu olarak tanımlanmalıdır. Burada mutlak sabit bir nokta belirlemek güçtür. Solun devrimci dönüşümü olarak marksizmin teorik ve politik pratiği her aşamada solun bütününe yönelik bir mücadeleyi öngerektirir. Marksizm her iki alanda da solun dönüşmesini talep eden dinamikleri örgütlemelidir. Onların somut ifadesi olmalıdır. Ama diğer yandan da, solun devlet ve demokrasi ile ilişkili olarak yürüttüğü kolektif mücadelelerin sürekliliğini de sağlamalıdır.

* * *

“Devletin ortadan kalkmasının, demokrasinin de ortadan kalkması anlamına geldiği, devletin sönüp gitmesinin demokrasinin de sönüp gitmesi olduğu sürekli unutuluyor.”[2]

Lenin devletle demokrasi arasındaki organik ilişkiye vurgu yaparken şunları da söylüyor:

“Demokrasi azınlığın çoğunluğa tâbi olmasıyla özdeş değildir. Demokrasi azınlığın çoğunluğa tâbi olmasını kabul eden bir devlettir, yani bir sınıfın diğerine karşı, nüfusun bir bölümünün diğerine karşı sistematik zor uygulaması için bir örgüttür.”[3]

Sınıf mücadelesinin kabul edilmesinin marksist olmaya yetmediğini, bunun proletarya diktatörlüğüne kadar genişletilmesi gerektiğini söyleyen Lenin, işçi sınıfının hâkim olduğu dönüşüm sürecinin nesnel olarak devlet ve demokrasinin aşılmasını beraberinde getireceğini söyler. Buradaki sorun, devlet ve demokrasinin devrim sonrası dönüşümünün araçsallaştırılarak kullanılmasıdır. Toptan red değil, her iki alanın kapitalizmden komünizme geçiş sürecinde, dönüşüm süreci dâhilinde, amaç olmaktan çıkartılması sözkonusudur.

Devrim ayracı budur: devrim öncesinde devleti ve demokrasiyi amaçlaştıranlara karşı mücadele edilir. Devrim sonrasında ise bunların ayrı ayrı amaçlaştırılması proletarya nezdinde somutlaştırılır ve sönümlenmelerine dek araç olarak değerlendirilir.

Örneğin devrim öncesinde parlamento onu amaçlaştıranlara karşı mücadele etmenin bir alanıdır. Devrim sonrasında ise önceki mücadele birikiminin somutladığı sonuçlar üzerinden dönüştürülür.

Demokrasi içine dönük devrimci müdahaleleri devlet de yapabilir. Devlete dönük devrimci müdahaleler demokrasi başlığı altında toparlanabilir. Devrimciler bu ikisine uzak durmalıdırlar. Onlar, ne devletin yıkılması için demokrasiye biât etmeli ne de demokrasinin kaosuna son vermek için devletleşmeyi tercih etmelidirler.

Ama her iki alandaki değişimleri de görebilmelidirler. Kapitalizmin her iki alanda neden olduğu sonuçları devletin ya da demokrasinin yaşaması için analiz etmemelidirler. Demokrasi yanlıları, günümüzde kapitalizmi bu bağlamda eleştirmekte, tekelciliğin demokratik açılımlara izin vermediğini iddia etmektedirler. Bir diğer kesim de kapitalist piyasanın neden olduğu kaosun devleti paramparça ettiğinden yakınmaktadır. Sol da bu iki hat arasındaki gerilimli alanda var olmaya çalışmaktadır.

Proletarya diktatörlüğü bu gerilime marksizmin sunduğu tek alternatiftir. Onda devlete ve demokrasiye dâir tüm tarihsel-toplumsal birikim hem vardır hem de yoktur. Kopuş üzerinden bakıldığında geçmişten eser kalmamıştır. Süreklilik dâhilinde bakıldığında ise hâlâ varlığını koruyan bir yığın unsur mevcuttur. Buradaki mesele kurumların ve ilişkilerin dönüşümüdür. Devrim de bu dönüşüm süreci dâhilinde aranmalıdır.

Kapitalizm eleştirisi mutlaklaştırıldığı ölçüde devlet ve demokrasi de mutlaklaştırılır. Bunun tersi de doğrudur. Üretim süreçlerinin önünde engel olarak görülen devletler ve demokrasiler kapitalizmin sonsuzluğuna işaret eder. Bu nedenle devlet, demokrasi ve kapitalizm birlikte değerlendirilmelidir. Biri diğerine tercih edilmemelidir.

Kapitalizmin gelişmesiyle demokrasinin gelişeceği ve bunun da eski devlet ilişkilerini dönüştüreceğine ilişkin düşünce yalandan ibarettir. Bu, belli bir zaman-mekânsal kesite âit ampirik sonucun teorisize edilmesinden başka bir şey değildir. Bu durum, örneğin, Fransa’da yaşanmıştır ama böyle diye, her yerin Fransa gibi olduğunu zannetmek yanlıştır. (Bugün küresel kapitalizmin tekelci kurumlarına karşı mücadelede Avrupa’nın, özellikle Fransa’nın önemli bir nokta olduğunu düşünenler mevcuttur.)

Politik gerçeklikte kapitalizme dâir gelişmeler devlet ve demokrasi bağlamında görülebilir. Bir iktisâtçı sıcak para akışındaki değişimlere bakarak kapitalizmin yönelimlerini anlayabilir ama politik mücadele veren herkesin iktisâtçı olması gerekmez. Onun muhatabı, dolaylı ya da dolaysız olarak, devlet ve demokrasidir.

Mutlak bir demokrasi tarifi yaparak onu devlete karşı çıkartanlar yanılmaktadırlar. Çünkü kapitalizmin hâkim devlet biçimi, Lenin’in de dediği gibi, bir devlet olarak demokrasidir. Burjuvazinin 1789’daki halk iktidarı idealini sonuna kadar götürmek isteyenler demokrasiyi kutsallaştırmakta ve sınıflar mücadelesinden azade bir halk, hattâ sınıf tarifi üzerinde temellendirmektedirler. Demokrasi, sınıflar mücadelesinden azade değildir. Zaten belki Ortaçağ’da değil ama kapitalizm koşullarında sınıf mücadelesini gizlemenin bir aracıdır. Sınıf mücadelesini ortadan kaldırmak için demokrasinin kullanılması ise başka bir şeydir. Bu da sözkonusu kavramın dönüştürülmesini var sayar.

Toplumsal siyaset bağlamında devleti tanımlayanlar da demokrasiyi mutlaklaştırma eğilimindedirler. Bunlar mutlaklığı devletle anlamlandırmaktadırlar. Demokrasinin sonsuzluğunu devletle güvence altına almak istemektedirler. Bu konuda işçi sınıfı da istismâr edilebilir, burjuvazi de.

* * *

Devlet ve demokrasi geriliminde biçimlenen sol, marksizmin teorik ve politik mücadelesi ile dönüştürülmelidir. Demokrasinin güçlenmesi ile devletin zayıflatılacağını ya da dizginleneceğini düşünenler süreç dâhilinde demokrasi içinde güç kazanan dinamiklerin iktidarını desteklemek dışında bir şey yapmazlar. Örneğin kemalizm eleştirisine binaen demokrasi savunusu yapanlar, bugün itibarıyla anti-kemalist bir başka dinamiğin, İslâmcılığın iktidarına yol açmışlardır. Abdullah Öcalan, “biz savaştık, onlar iktidar oldu” demektedir.

ABD ya da AB’den esen demokrasi rüzgârını göğüslemek için demokrasi karşıtlığına meyledenler ise devletin bekâsından nemalanan güçlerin iktidar alanlarına oynamakta ve onların politika dışına atılmasını önlemektedirler. “Susurluk devleti” ideolojik olarak daha da güçlenmiş ve kamusallaşmıştır. (Bkz.: TV dizileri, romanlar, araştırma kitapları)

Marx ve özellikle Lenin’in yaşadığı dönemle bugün arasındaki önemli bir fark, o günlerde devletin (cumhuriyetin) demokrasinin bir koşulu olduğunun düşünülmesidir. Bugün ise küresel sermaye akışının belirlediği ortamda devlet, “küresel demokrasi” için engeldir.

Bugün iki ana eğilim mevcuttur: birincisi küresel tek devlet; diğeri küresel demokrasidir. Birincisinin arkasında ABD, ikincisinin arkasında AB vardır. Her iki güç odağının belirleniminde devlet ve demokrasi kavramları, teoride ve pratikte, dönüşmektedir. ABD, daha fazla, devlet; AB de demokrasi içi dönüşümlerde aktif durumdadır.

Türkiye Solu kendi içinde yaşadığı ayrımları giderek bu iki kanala göre biçimlendirmektedir. Anti-Amerikanizm AB’ciliğin demokrasiciliğinden; Anti-AB’cilik ABD’nin devletçiliğinden beslenmektedir. Bu konuda bölgesel ya da küresel işbirliklerine bakılabilir. Kimisi uç demokrasi tanımlarına, kimisi soyut bölgesel iktidar alanlarına bakmaktadır.

AB-ABD geriliminin birbirine değmeden ilerlemesinin nedeni, ilgilendikleri konuların sol nezdinde henüz kesişmemiş olmasıdır. Sol, devrimci anlamda her iki alanın dönüşüm sürecinde belli bir yer ve zamanda güç olduğu ânda, gerilim patlamalara yol açacaktır.

Mesele AB ve ABD’ye ayrı ayrı ya da bütün olarak karşı durmak değil, dönüşüm süreçlerindeki aktif konumlarını belli alanlarda ve zaman kesitinde ezmek için güç biriktirmektir. Her iki güç odağına karşı olmaktan nemalanmak devrimi getirmeyecektir. Devrim, bu güç odaklarının aktif olduğu dönüşüm süreçlerini birbiriyle ilişkilendirerek, güç odaklarının arasındaki gerilimin yoğunlaştırılması ve patlamaya açık hâle getirilmesi sayesinde gelecektir. Özellikle Ortadoğu bu konuda en verimli alandır.

Eren Balkır
2 Eylül 2008

Dipnotlar:
[1] Marx-Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Sol Yay, Çev.: M. Kabagil, 1969, s. 48.

[2] Lenin, Devlet ve Devrim, İnter Yay., Çev.: S. Kaya, İ. Yarkın, 1995, s. 99.

[3] A.g.e., s. 99.