22 Mayıs 2016

, ,

Zan

Din ve millet meselesi, kadîm mesele. Kitlelerin bu iki başlıkta örgütleniyor oluşu, sıkça tartışılan bir konu. Ama bu tartışma, ya temelsiz ya da kasıtlı yürütülüyor. Din ve millet, kolektif ideolojik dinamikler olarak, solu belirli bir alana hapsediyor. Küçük burjuvanın ilk ve baş olma hastalığı/takıntısı, kendisini “ilke siyaseti”nde dışavuruyor. Küçük burjuva, din ve millet konusunda ilk ve baş olamadığı için bunların kenara itildiği moment başa alınıyor, ilke o moment esas alınarak kuruluyor, özneler burada teşkil ediliyorlar.
Nedense sol, bugün kendisini “proletarya” zannediyor. Yıllarca “proletarya” veya “işçi” demeyi gericilik kabul eden siyasi yapılar, işlerine geldiği yerde, din ve milletin ağırlığı karşısında, işçi kovuğuna sığınıyorlar. Din ve millet içerisinde proleter siyasetin tarihsel bir geçmişi var, ama bu geçmiş, burjuva ve emperyalist imkânlara kurban ediliyor. Sonrasında burjuva ve emperyalist imkânların tercih edilmesi, öznelcilik, özgülcülük, özel oluş ile örtbas edilmek isteniyor. Bu sefer de özne, özgül ve özel oluşun burjuvaya ve emperyalizme yakınlaşmayla bir alakasının olmadığının ispatlanmasına çalışılıyor. Bir ömür böyle geçiyor.
Politika, belirli bireylerin ömür programlarına, hesaplamalarına doğru daraltılıyor. Din ve milletten kaçış, bu daralmanın hem nedeni hem de sonucu. Bir yandan “kitle desteği şart, bu yüzden dine ve millete bakmak lazım” deniliyor ama bir yandan da “o alana girersek, özgüllüğümüz kalmaz, kirleniriz” türünden tereddütlü bir yaklaşım sergileniyor. Gerçeğin soyut sözlerle, düşüncelerle dönüşebileceğine vehmediliyor.
Kendisini proletarya zannetmek kendisini -haşa- Allah veya Peygamber zannetmek kadar tuhaf sonuçlar üretiyor. Gerçeğin sunacağı imkânlara bakılıyor. Durmadan atılımdan, sıçramadan, yenilenmeden bahsediliyor. Ama bunlar, hep öznel irade ile tanımlanıyorlar. Bu üç olgu dinî, millî ve sınıfî dinamiklerin içerisinde asla ve kat’a aranmıyor. Bu olgulara o dinamikler içinde rastlansa, “ama kirli!” denilerek, oradan kaçılıyor.
Bugün nesnel olarak devlet Erdoğan şahsında örgütlenmişse, devrim Erdoğan’ın devrilişi demekse, bunca Erdoğan düşmanının mevcudiyeti karşısında devrimin kazanma ihtimalinin bulunmaması gerekir. Burada iyi niyetli olarak devletin devrim koşullarını bizzat devrimciler için oluşturduğuna dair bir vehim söz konusudur. Devlet, Erdoğan kadar Erdoğan karşıtlığını da örgütlemeye mecburdur.
Erdoğan’ın ağzından çıkan dine ve millete dair her laf, küfürdür, yalandır. Oraya aldanıp mızraklar yanlışa doğru sivriltilmemelidir. Ensar olanın muhaciri kovması dine küfürse, “o para gelmezse, mültecileri geri göndeririz” tehdidini savuran Burhan Kuzu İslam’a göre küfür üzredir. Bütün bu din ve milletle yoğrulan siyaset alanına herkesin aydınlanmacı manada, kendi aklıyla düşünen, hareket eden özneler yaratarak çıkması, nafiledir. En aydınlanmacı TKP’lilerin o bilinç açıklığı ile Erzincan’a dikilen Fenerbahçe bayrağını IŞİD bayrağı zannettiği, aydınlık zihinlerin bu düzeyde olduğu bir ülkede böylesi bir yaklaşım hiçbir sonuç üretmeyecektir.
Kendisini özgür bireyler zannedenler, Marksizmin ve sosyalizmin de ancak özgür bireylerce edinilebileceğini düşünmektedir. Bunlar, din ve milleti sırf özel hırsları, çıkarları için edinenlerle rekabet etmeyi siyaset zannetmektedirler. İşleri güçleri bu tip insanlarla atışmak ve çatışmaktır.
Dini, milleti, sınıfı mülk edinenlerle onlara ait olanlar her momentte ayrışırlar. Özneliği mülk sahibi olmak zannedenler, her zaman karşılarında, dost ya da düşman, mülk sahibi bireyler görmek isterler. Onlar, sadece kendilerine tahammül edebilirler.
Dolayısıyla Erdoğan’a doğru kapanmış siyaset dünyasında devrim ve devrimci politika imkânları, mülk sahibi kişilerin kaprislerine terk edilmemelidir. Bu kapris en azından son dönemde boşa düşmüştür, o da CHP ile ittifak kurma hevesi ile ilgilidir. Bu momentte birileri birden Kaypakkaya’nın Kemalizm eleştirisini anımsamıştır. Hayırlıdır.
Ama anımsama işlemi, reklâm ve TV dünyasından boca edilen, bollukla alakalı uyarıcılar bağlamında gerçekleşmektedir. Seçimlerden alınan bolca oy da böylesi bir yanılsamaya neden olmuştur. Dinî, millî ve sınıfî hiçbir dinamikle ilişki kurulmaksızın alınan oyun niceliği önemsizdir.
Tüm hesabın bolluğa göre yapıldığı açıktır. Yoksul olanın ağırlığı, bu noktada hissedilmeyecek, o, kaybeden ve ezik olarak görülüp kenara itilecektir. Siyasetteki ağırlık noktalarının değişmesi, egemenlerin hükmü altındadır. “İktidardakiler çirkin, sen güzelsin, onlar akılsız, sen akıllısın, onlar sonradan görme, buralar hep dutluktu ve o dutlukların hepsi senindi” diyerek insan avlamanın bir anlamı bulunmamaktadır.
Bu yaklaşım, dine ve millete olduğu kadar sınıfa da karşıdır, karşı olmak zorundadır. Bireyin ömür planlaması, zeki adımlar, akıl oyunları, kariyer hesaplamaları asli belirleyicidir. Bu ölçü dâhilinde geride kalan Müslüman ile yoksul işçi artık yoldaştır. Erdoğan’a gıpta eden, ona imrenen, içten içe onun yerinde olmak isteyen siyasetçilerin o Müslüman’a ve yoksul işçiye bir hayrı olmayacaktır.
Zan ile siyaset olmaz. Kendisini Müslüman zanneden bir hükümete kendisini solcu zanneden bir muhalefet denk düşmektedir. Kilitlenme buradadır. Lafı mülk edindiğinde, onun gittiği zihinlere de sahip olacağını zannedenler, bolluk dünyalarında bolca konuşmaktadırlar. Bolluk imgesi hangi hatta ise, yönelim oraya doğrudur. Kitle örgütleri, sendikalar böylesi bir politik yanılsamaya neden olmaktadırlar. AKP’de din yoksa sendikada da işçi yoktur. Onlar, ikinci gerçeği gizlemek için AKP’nin din yüklü olduğuna hem kendilerini hem de başkalarını inandırmak zorundadırlar.
Dinî, millî, sınıfî dinamikleri mülk edinenlere karşı bir de onlara ait olanlar vardır. Varsıl olanın ayrıştığı, yoksul olanın ortaklaştığı momentte bu dinamiklere ait olanlara renkli zanlar sunmak bir sonuç üretmeyecektir. Aslolan, mülk sahipleriyle değil, ait olanlarla, yoksul ve mazlum olanlarla düşünüp hareket etmektir.
Eren Balkır
22 Mayıs 2016

0 Yorum: