05 Mayıs 2016

,

İsrail’in Şahinleri


Truman’dan Beri Tüm Başkanlar İsrail’in Şahini Olmuştur
Tüm Filistin genelinde İsrail devletinin kuruluşu Nekbe veya Felâket olarak bilinir. 1947 ve 1948 yılları boyunca İngilizlerin kontrolündeki Filistin mandasının sona ermesi ile birlikte en az 750.000 Filistinli, anavatanlarından sürülmüş, 100.000’den fazla insan katledilmiştir.
ABD, Nekbe’ye yol açan koşulların faal bir tarafı olmasa da ülkenin İsrail ile kurduğu ilişkilerin uzun tarihi, onun barbarlığına dönük destekle tanımlıdır ve bu destek yıllar içerisinde daha da artmıştır.
ABD’de basın Filistin direnişini Filistinlilerin insan haklarının ortaya konulmasından ziyade Yahudi devletine yönelik bir itiraz olarak ele alır. Akademisyen Michael A. Dohse American Periodicals and the Palestine Triangle, April 1936 to February, 1947 [Nisan 1936’dan Şubat 1947’ye Kadar Amerikan Dergileri ve Filistin Üçgeni] isimli çalışmasında şunları yazmaktadır:
“Siyonist hareket arkasındaki, onun motive edici gücü olan aşırı milliyetçi güdüye karşın, Amerikan dergileri Siyonistlerin Filistin’de demokratik bir cumhuriyet inşa edeceklerine dair iddialarıyla ilgili lehte yayınlar yapmışlardır. Bu cumhuriyetin nüfusun üçte ikisinin Araplarca teşkil edildiği ve bu insanların Siyonizme karşı olduğu koşullarda nasıl kurulacağı sorusu birçok derginin pek ele almadığı bir sorudur.”
Elbette bu Bağımsızlık Beyannamesi’nde yüceltilmesine karşın, ABD doktrininin tümüyle ihlal edildiğinin delilidir. Zira beyannameye göre, tüm insanlara geri alınamaz kimi haklar bahşedilmiştir. “Bu hakların güvence altına alınması için insanlar arasında hükümetler teşkil edilmiştir, bu hükümetler güçlerini yönetilenlerin rızası üzerinden elde etmektedir.” Yönetilenlerin rızası Filistinliler bahsinde hiç dikkate alınmamıştır.
II. Dünya Savaşı Öncesi, İsrail Devleti Öncesi
Kasım 1917’de Filistin’de bir Yahudi vatanı kurulmasına dönük olarak İngilizlerden gelen desteğin ifade edildiği Balfour Deklarasyonu’ndan aylar önce ABD başkanı Woodrow Wilson, kendi kaderini tayin hakkı ihtiyacına dair bir yorumda bulunur. 27 Mayıs 1916’da şunu söyler: “Her halk, altında yaşayacağı egemenliği seçme hakkına sahiptir.”
Wilson, 11 Şubat 1918’de Kongre’deki konuşmasında bu mağrur söylemine şu şekilde devam eder: “Ulusal arzulara saygı duyulmalıdır; halklara hükmedilmemeli, onlar sadece kendi rızaları ile yönetilmelidir.” Sonrasında Almanya-Avusturya “barış görüşmeleri”nde yaptığı benzer bir konuşmasında şunları söyler: “Kendi kaderini tayin hakkı önemsiz bir ifade değildir. O, devlet adamlarının bugüne dek kendilerince görmezden geldiği zorunlu bir eylem ilkesidir.”
Wilson’ın bu konuşması ve sonraki konuşmaları dışişleri bakanı Robert Lansing’i sıkıntıya sokar. The Realities of American Palestine Relations [“Amerika-Filistin İlişkilerinin Gerçekleri”] isimli kitabında Frank Edward, Manuel Lansing’in kendi dergisinde bu türden kavramların “dinamit yüklü olduğunu, düzensizliğe, huzursuzluğa ve isyana yol açacağını” yazdığını söylemektedir. Lansing’e göre, bu yaklaşım başkanı tuhaf çelişkilere sürüklemektedir: “Suriyeli ve Filistinli, muhtemelen Faslı ve Trabluslu Muhammedîler bu yaklaşıma bel bağlayacaklar mı? Başkanın da pratikte bağlı olduğu Siyonizme nasıl uyum gösterilecektir?”
Eğer Filistinliler, tüm insanların hak kazandıkları temel insan haklarını elde etme noktasında ABD söylemine bel bağlamış olsalardı, kesinlikle hayal kırıklığına uğrayacaklardı.
Truman, Eisenhower
II. Dünya Savaşı sonrası dünya holokost noktasında Yahudi halkının tazmin edilmesi meselesine odaklanır. 29 Kasım 1947’de kabul edilen Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 181 sayılı kararı Filistin’i iki ayrı devlete böler.
Bu sürecin yol açtığı adaletsizliğin düzeyini nicel bir ifadeye kavuşturmak güçtür. Ortadoğu Anlayışı Enstitüsü’ne göre, “Her ne kadar Yahudiler Filistin’deki toprakların sadece yüzde yedisine sahip olmasına ve nüfusun yüzde otuz üçünü teşkil etmesine karşın İsrail devleti Filistin’in yüzde yetmiş sekizini kapsamıştır.” Yüz binlerce Filistinli yurtlarından sürülmüş, onları kovan karara karşı ses çıkartmalarına izin verilmemiş, ev ve toprak kaybı konusunda tek bir tazminat ödenmemiş, Filistinliler mülteci kamplarından başka bir yere gidememişlerdir.
Bu süreçte Harry S. Truman başkandır, bugünkü okurların bildikleri kimi sebeplerden ötürü söz konusu plana destek vermiştir: Truman, Siyonist lobiye tabi bir isimdir. Ayrıca İsrail devletinin desteklenmesi suretiyle başkan seçilebileceğini düşünmüş, Roosevelt’in ölümü ile de başkan olmuştur. Lobi faaliyetleri ve politik kanaatler bugün olduğu gibi o gün de insan haklarını her daim bir koz olarak kullanmıştır.
Truman 1948’de başkan seçilir. Onu General Dwight D. Eisenhower takip eder. Eisenhower, John Foster Dulles’ı dışişleri bakanı atar.
Dulles, Filistin-İsrail meselesine aşinadır. O İsrail’in safındadır. 1944’te Cumhuriyetçi Parti’nin Filistin’deki Yahudi cumhuriyetine destek verilmesinde aktif rol oynar, ayrıca Yahudilerin politik haklarının korunmasına ciddi destek sunar. Yıllar sonra Dulles, altında çalıştığı başkanı etkileyerek Eisenhower yönetiminin İsrail ve Filistin’e yönelik tavrını belirler.
Kennedy, Johnson, Nixon, Ford, Carter
Kennedy yönetimiyle birlikte bir dönemece tanık olunur. Kennedy mültecilerin 11 Aralık 1948’de BM Genel Kurulu’nda alınan 194 sayılı kararın 11. paragrafında tarif edilen dönüş hakkını destekler. Bu karara göre, “evlerine dönüp komşularıyla barış içerisinde yaşamak isteyen mültecilerin en erken tarihte dönmelerine izin verilmelidir, dönmeyenlere uluslararası hukuk veya eşitlik ilkesi üzerinden mülkleri ve mülklerdeki kayıplar için sorumlu hükümet veya yetkililerce tazminat ödenmelidir.”
David Ben-Gurion idaresi altında iken İsrail bu tedbire karşı çıkma noktasında denenmiş, gerçek bir yönteme başvurur: Devletin kurucusu ve ilk başbakanı bu kararı İsrail’in ulusal güvenliği için bir tehdit olarak nitelendirir.
Nihayetinde 194 sayılı karar geçer ama hiç yürürlüğe girmez.
Filistinli mültecilere verdiği açık desteğe karşın Kennedy güçlü bağlara sahip iki müttefik olarak ABD-İsrail ilişkisini daha da yoğunlaştıran ilk başkandır. Seçilmesinden üç ay önce Amerika Siyonist Örgütü’nde yaptığı konuşmada şöyle der: “İsrail’le dostluğumuz bir taraftarlık meselesi değil, ulusal bir taahhüttür.”
Kennedy’nin 1963’te suikasta kurban etmesi ardından Lyndon B. Johnson başkan olur. Johnson mülteci meselesinin çözüme kavuşturulmasına dönük Kennedy’nin yaklaşımını paylaşmaz. 1964’teki Demokrat Parti Platformu, “Arap mültecilerin kalacak yer bulunan topraklara yerleştirilmesi konusunda teşvik edilmesi”ne dair bir karar alır. Geri dönüş hakkına dair sözler tümüyle geri çekilir.
Johnson yönetimi 1968 Ocak’ında sona erer. Eski başkan yardımcısı Richard Nixon başkan olur. Nixon, İsrail konusunda daha az minnet borcuna sahiptir. Yahudi seçmenlerin sadece yüzde 15’inin oyunu almıştır. Hatıratında Nixon, Altı Gün Savaşları sonrasında İsrail’in sergilediği kibirden söz eder ve bu kibrin, “Yahudilerin işgal ettikleri herhangi bir toprağa geri dönüşü içerecek her türden barış anlaşması konusunda yürütülecek müzakere süreci ile ilgili sergiledikleri uzlaşmazlık”ta karşılığını bulduğunu söyler.
Nixon’ın en yakın danışmanı Henry Kissinger’dır. Kissinger, Nixon’ın ulusal güvenlik danışmanı sonrasında da dışişleri bakanıdır. Ailesi holokostun başlamasından kısa bir süre önce Nazi Almanyası’ndan kaçmıştır. Kendisi İsrail’i birkaç kez ziyaret etmiş ama tek bir Arap ülkesine bile ayak basmamıştır. Nixon’ın “komünist tehdit” dediği şeyle meşgul olması ile birlikte Kissinger, İsrail-Filistin meselesindeki statükonun seyrinden memnundur. Michael W. Suleiman’ın editörlüğünü üstlendiği U.S. Policy on Palestine from Wilson to Clinton [“Wilson’dan Clinton’a dek ABD’nin Filistin Siyaseti”] isimli çalışmaya göre, “Kissinger, Arap devletlerine yönelik herhangi bir adım atmak yerine ABD’nin bu devletleri içine attığı kazanın altındaki ateşi ilgili devletler Washington’a yalvarana dek artırmalıdır.” Bu yaklaşımla birlikte bu başkanın yönetimde olduğu dönemde adalet davasını ilerletmek için hiçbir şey yapılmamıştır.
Nixon, ihtilaf ve skandalların yol açtığı sis içerisinde istifa edince başkan yardımcısı Gerald Ford başkan olur. Ford bir sonraki seçime dek geçici başkanlık yapar. Seçimde ise Georgia Valisi Jimmy Carter’a yenilir.
Carter, bugünlerde Filistin haklarının güçlü bir destekçisiymiş gibi görünse de başkanlığı sırasında böylesi bir desteğe rastlanmaz. Carter, Camp David Anlaşmaları’na başkanlık eder. Bu ikili anlaşma, Ortadoğu’ya barış getireceği düşüncesiyle desteklenir. İlk anlaşma Filistin’le yapılır, anlaşmanın hiçbir maddesi yürürlüğe girmez. İkinci anlaşma ise Mısır ve İsrail arasında bir barış anlaşmasına yol açar.
Reagan, Bush
Bir dönem başkanlık yapan Carter, seçimlerde Kaliforniya Valisi Ronald Reagan’a yenilir. Nixon gibi Reagan da her yerde komünist tehdidi görmektedir. Ortadoğu’da Sovyetler’in bir kale kurmasından korkan Reagan, İsrail’le güçlü bağlar kurar ve onun caydırıcı bir silâh olmasını sağlar. “1982’de ABD’nin Batı Şeria ve Gazze’de bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasına karşı çıkacağını, İsrail’in de bu iki şehri ilhak etmesini veya sürekli kontrol altına alması görüşünü desteklemeyeceğini” söyler.
1987’deki Birinci İntifada’nın ardından Reagan dışişleri bakanı George Shultz’u sorunu çözmek için Filistin’e gönderir. Shultz üç yönlü bir strateji önerir: bu yönlerden biri uluslararası bir konferansın toplanması, biri Gazze Şeridi ile Batı Şeria için Filistin’in kendi kaderini tayin hakkı ile ilgili olarak bir ara aşama oluşturulacak altı aylık müzakere sürecini, diğeri de çatışmanın çözüme kavuşturulması için Aralık 1988’de İsrail ve Filistin arasında başlayacak görüşmeleri içermektedir.
İsrail Başbakanı Yitzhak Shamir bu planı hemen reddeder ve planın barış davasını ilerletme noktasında hiçbir işe yaramayacağını söyler. Buna karşılık ABD yeni bir bildiri yayınlar ve İsrail’le yapılan ekonomik ve güvenlik anlaşmalarına ayrıca 75 adet F-16 savaş uçağının teslim sürecinin hızlandırılmasına vurgu yapar. Bu gelişme İsrail’in barış planı önerilerini kabul etmeye iter. Ama İsrail anlaşmaya uymaz. Suleiman’ın eserinde de söylendiği üzere, “İsrailli bir gazetecinin yorumunda yer verdiği biçimiyle, bunun yerine şu mesaj iletilir: ‘biri çıkıp Amerika’ya hayır demeli, gene de ödül almayı bilmelidir.’[…]”
Reagan’dan sonra başkan yardımcısı George H.W. Bush başkan olur. İsrail bu süreçte daha fazla ödüllendirilir. Ama bu ödüller İsrail’e yetmemektedir. 1991’de The New York Times’daki yazısında Thomas Friedman Bush döneminde ABD-İsrail ilişkilerinin durumuna dair şu yorumu yapmaktadır: “Bush yönetiminin barış sürecine yönelik tüm yaklaşımı başbakan Yitzhak Shamir’in dayattığı şartlara dayansa da İsrailliler gene de Bush yönetimini düşman görmektedir.”
Clinton, Diğer Bush, Obama
Bush’tan sonra Arkansas Valisi Bill Clinton başkan olur. Clinton’ın etrafı, aralarında CIA Direktörü James Woolsey ve Pentagon’un başındaki isim Les Aspin’in bulunduğu Siyonistlerce kuşatılmıştır.
Mart 1993’te hem İsrail’de hem de işgal altındaki Filistin topraklarında Filistinliler ve İsrailliler arasındaki çatışmaların ardından İsrail başbakanı Yitzhak Rabin İsrail ve Filistin arasındaki sınırları kapatır. Bu gelişme, on binlerce Filistinlinin hayatı ve geçimi üzerinde yıkıcı bir etkiye yol açar. Clinton yönetimi İsrail’in kimsenin ağzına almadığı toplu cezalandırma eylemini gerçekleştirirken yüzünü başka yöne çevirir.
George W. Bush yönetiminin İsrail ve Filistin ile ilgili meselelere yönelik yaklaşımı diğer yönetimlerin yaklaşımlarından az da olsa farklıdır. Hamas 2006’da Gazze’de seçimle başa geçince Bush Filistin’e yönelik yardımların yasaklanmasını emreder. Noam Chomsky bu duruma dair şu yorumu yapmaktadır:
“Serbest seçimlerde yanlış kişilere oy atmana izin verilemez. Bizdeki demokrasi anlayışı budur. ABD olarak bizim söylediklerimizi yaptığın sürece demokrasi iyidir, ama sevmediğimiz kişilere oy verdiğinde iyi değildir.”
“Değişime inanıyoruz” lafının cazibesiyle başkan olan Obama ise bir başka hayal kırıklığıdır. Halefleri gibi o da İsrail’i eleştiren, BM Güvenlik Konseyi’ne sunulmuş her türden kararı veto etmiştir. Bu türden bir vetonun ardından ABD’nin BM Elçisi Susan Rice şunları söylemiştir:
“İsrail’in süreklileşmiş yerleşimci faaliyetlerinin meşruluğuna kesin olarak karşı çıkıyoruz. Bu faaliyetler İsrail’in uluslararası taahhütlerini ihlal etmekte, taraflar arasındaki güvenin altını oymakta ve barış ihtimallerini tehdit etmektedir.”
Bunca lafa karşın ABD’nin İsrail’e yaptığı askerî yardımlar artarak devam eder. Bu yardım Obama döneminde yıllık 4 milyar dolarlık bir düzeye ulaşır, muhtemelen Obama’nın başkanlığının sona ermesinden önce bu rakam daha da artacaktır.
Bu, her zaman böyle olmuştur. İhtiyatlı bir tahmine göre, ABD İsrail’e 1949’dan beri 138 milyar dolarlık askerî ve başka türden yardımlar yapmıştır. 2007’de Bush ilk on yıllık mutabakat anlaşmasını imzalayan kişidir. Bu anlaşmaya göre, İsrail’e her yıl milyarlarca dolarlık bağış yapılır. Obama ve Netanyahu hâlihazırda yeni bir anlaşma ile ilgili müzakere yürütmektedir. Burada Netanyahu ırk ayrımcısı rejime daha fazla güvence verileceğini ummaktadır.
Yakında Bir Değişimin Yaşanması İmkânsız
Obama’yla bir değişim yaşanmamış olsa da ufukta bir değişim ihtimali görünmektedir. Sosyal medyadaki patlama ile birlikte genel kamuoyu bilgi için artık sadece şirketlerin sahip olduğu medyaya bel bağlamamaktadır. İsrail’in her gün Filistinlilere yaşattığı dehşet herkesçe görülüp bilinmektedir. Artık herkes, Gazze Şeridi’nin dönem dönem bombalanmasına, temel erzakın ithal edilmesine mani olan ablukaya, kontrol noktalarındaki zulme ve Batı Şeria’da Filistinlilerin her gün yaşadıkları sözlü, fizikî tacize vakıftır.
Bugün de ABD başkanlık seçimi sürecine girdi. Demokrat Parti’nin başkan adayı olmak için çabalayan Senatör Bernie Sanders, her yıl düzenlenen Amerika İsrail Politika İşleri Komitesi’nin [AIPAC] toplantısına katılmadı. Ayrıca Sanders, Netanyahu’nun her zaman haklı olmadığını, İsrail’in Filistinlilere karşı orantısız güç kullandığını söyledi. Sanders, Filistinlilerin haklarını tanıdığını ifade etti. AIPAC konferansına katılmaması gibi dile getirdiği bu ifadeler de ABD’de siyasetçilerin dillendirilmeyen kurallarını hepten ihlal etmektedir.
ABD’nin o çirkin tarihi, Filistin meselesindeki adaletsiz yaklaşımı, nesiller boyunca silinmesi mümkün olmayacak bir leke bırakmıştır geride. Tüm Filistinlilerin insan haklarının tümden hor görülmesi ve İsrail’in uluslararası hukuku ihlal etmesi ve savaş suçları işlemesi noktasında ona ortaklık etmesi kolayca silinip atılabilecek bir leke değildir. Sanders’ın söz ve eylemleri, esasen ülke genelinde İsrail ve Filistin’e yönelik yaklaşımdaki değişimin basit bir tezahürü. Bu değişim, ABD’deki kudret sahibi siyasi odakları etkilediği ölçüde gerçek bir değişim de meydana gelecektir. Ama bu değişim, İsrail’in uyguladığı ırk ayrımcılığı koşullarında yaşayan Filistinliler için yakın bir zamanda gerçekleşmeyecektir.
Robert Fantina
26 Nisan 2016

0 Yorum: