Tüm Filistin genelinde İsrail devletinin kuruluşu Nekbe
veya Felâket olarak bilinir. 1947 ve 1948 yılları boyunca İngilizlerin
kontrolündeki Filistin mandasının sona ermesi ile birlikte en az 750.000
Filistinli, anavatanlarından sürülmüş, 100.000’den fazla insan katledilmiştir.
ABD, Nekbe’ye yol açan koşulların faal bir tarafı
olmasa da ülkenin İsrail ile kurduğu ilişkilerin uzun tarihi, onun barbarlığına
dönük destekle tanımlıdır ve bu destek yıllar içerisinde daha da artmıştır.
ABD’de basın Filistin direnişini Filistinlilerin insan
haklarının ortaya konulmasından ziyade Yahudi devletine yönelik bir itiraz
olarak ele alır. Akademisyen Michael A. Dohse, American Periodicals and the
Palestine Triangle, April 1936 to February, 1947 [“Nisan 1936’dan Şubat
1947’ye Kadar Amerikan Dergileri ve Filistin Üçgeni”] isimli çalışmasında
şunları yazmaktadır:
“Siyonizm,
aşırı milliyetçi güdülerle hareket etmesine rağmen Amerikan dergileri,
Siyonistlerin Filistin’de demokratik bir cumhuriyet inşa edeceklerine dair
iddialarıyla ilgili lehte yayınlar yapmışlardır. Bu cumhuriyetin nüfusun üçte
ikisinin Araplarca teşkil edildiği ve bu insanların Siyonizme karşı olduğu
koşullarda nasıl kurulacağı sorusu, birçok derginin pek üzerinde durmadığı bir
sorudur.”
Elbette bu Bağımsızlık Beyannamesi’nde yüceltilmesine
karşın, ABD doktrininin tümüyle ihlal edildiğinin delilidir. Zira beyannameye
göre, tüm insanlara geri alınamaz kimi haklar bahşedilmiştir. “Bu hakların
güvence altına alınması için insanlar arasında hükümetler teşkil edilmiştir, bu
hükümetler, güçlerini yönetilenlerin rızası üzerinden elde etmektedir.” Ne var
ki bu “yönetilenlerin rızası” denilen husus, Filistinliler bahsinde hiç dikkate
alınmamıştır.
İkinci Dünya Savaşı Öncesi, İsrail Devleti Öncesi
Kasım 1917’de Filistin’de bir Yahudi vatanı
kurulmasına dönük olarak İngilizlerden gelen desteğin ifade edildiği Balfour
Deklarasyonu’ndan aylar önce ABD başkanı Woodrow Wilson, kendi kaderini tayin
hakkı ihtiyacına dair bir yorumda bulundu. 27 Mayıs 1916’da şunu söylüyordu:
“Her halk, altında yaşayacağı egemenliği seçme hakkına sahiptir.”
Wilson, 11 Şubat 1918’de Kongre’deki konuşmasında bu
mağrur söylemine şu şekilde devam ediyordu: “Ulusal arzulara saygı
duyulmalıdır; halklara hükmedilmemeli, onlar sadece kendi rızaları ile
yönetilmelidir.” Sonrasında Almanya-Avusturya “barış görüşmeleri”nde yaptığı
benzer bir konuşmasında şunları söyledi: “Kendi kaderini tayin hakkı önemsiz
bir ifade değildir. O, devlet adamlarının bugüne dek kendilerince görmezden
geldiği zorunlu bir eylem ilkesidir.”
Wilson’ın bu konuşması ve sonraki konuşmaları
dışişleri bakanı Robert Lansing’i sıkıntıya soktu. The Realities of American
Palestine Relations [“Amerika-Filistin İlişkilerinin Gerçekleri”] isimli
kitabında Frank Edward, Manuel Lansing’in kendi dergisinde bu türden
kavramların “dinamit yüklü olduğunu, düzensizliğe, huzursuzluğa ve isyana yol
açacağını” yazdığını söylüyor. Lansing’e göre, bu yaklaşım başkanı tuhaf
çelişkilere sürüklemektedir:
“Suriyeli
ve Filistinli, muhtemelen Faslı ve Trabluslu Muhammedîler bu yaklaşıma bel
bağlayacaklar mı? Başkanın da pratikte bağlı olduğu Siyonizme nasıl uyum
gösterilecektir?”
Eğer Filistinliler, tüm insanların hak kazandıkları
temel insan haklarını elde etme konusunda ABD söylemine bel bağlamış olsalardı,
kesinlikle hayal kırıklığına uğrayacaklardı.
Truman, Eisenhower
İkinci Dünya Savaşı sonrası dünya, holokost noktasında
Yahudi halkının tazmin edilmesi meselesine odaklandı. 29 Kasım 1947’de kabul
edilen Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 181 sayılı kararı, Filistin’i iki ayrı
devlete böldü.
Bu sürecin yol açtığı adaletsizliğin düzeyini nicel
bir ifadeye kavuşturmak güçtür. Ortadoğu Anlayışı Enstitüsü’ne göre, “Her ne
kadar Yahudiler Filistin’deki toprakların sadece yüzde yedisine sahip olmasına
ve nüfusun yüzde otuz üçünü teşkil etmesine karşın İsrail devleti Filistin’in
yüzde yetmiş sekizini kapsamıştır.” Yüz binlerce Filistinli, yurtlarından
sürülmüş, onları kovan karara karşı ses çıkartmalarına izin verilmemiş, ev ve
toprak kaybı konusunda tek bir tazminat ödenmemiş, Filistinliler mülteci
kamplarından başka bir yere gidememişlerdir.
Bu süreçte Harry S. Truman başkandı, bugünkü okurların
bildikleri kimi sebeplerden ötürü söz konusu plana destek vermişti: Truman,
Siyonist lobiye tabi bir isimdi. Ayrıca, İsrail devletinin desteklenmesi
suretiyle başkan seçilebileceğini düşünmüş, Roosevelt’in ölümü ile de başkan
olmuştu. Lobi faaliyetleri ve politik kanaatler, bugün olduğu gibi o gün de
insan haklarını her daim bir koz olarak kullanıyordu.
Truman, 1948’de başkan seçildi. Onu General Dwight D.
Eisenhower takip etti. Eisenhower, John Foster Dulles’ı dışişleri bakanı atadı.
Dulles, Filistin-İsrail meselesine aşinaydı. O
İsrail’in safındaydı. 1944’te Cumhuriyetçi Parti’nin Filistin’deki Yahudi
cumhuriyetine destek verilmesinde aktif rol oynadı, ayrıca, Yahudilerin politik
haklarının korunmasına ciddi destek sundu. Yıllar sonra Dulles, altında
çalıştığı başkanı etkileyerek, Eisenhower yönetiminin İsrail ve Filistin’e
yönelik tavrını belirledi.
Kennedy, Johnson, Nixon, Ford, Carter
Kennedy yönetimiyle birlikte bir dönemece tanık olundu.
Kennedy, mültecilerin 11 Aralık 1948’de BM Genel Kurulu’nda alınan 194 sayılı
kararın 11. paragrafında tarif edilen dönüş hakkını destekledi. Bu karar,
“evlerine dönüp komşularıyla barış içerisinde yaşamak isteyen mültecilerin en
erken tarihte dönmelerine izin verilmesinin, dönmeyenlere uluslararası hukuk
veya eşitlik ilkesi üzerinden mülkleri ve mülklerdeki kayıplar için sorumlu
hükümet veya yetkililerce tazminat ödenmesinin şart olduğunu” söylüyordu.
David Ben-Gurion idaresi altında iken İsrail, bu
tedbire karşı çıkarken, sınanmış, gerçek bir yönteme başvurdu: Devletin
kurucusu ve ilk başbakanı, bu kararı İsrail’in ulusal güvenliği için bir tehdit
olarak nitelendiriyordu.
Nihayetinde 194 sayılı karar kabul gördü ama hiç
yürürlüğe girmedi.
Filistinli mültecilere verdiği açık desteğe karşın
Kennedy, güçlü bağlara sahip iki müttefik olarak ABD-İsrail ilişkisini daha da
yoğunlaştıran ilk başkandı. Seçilmesinden üç ay önce Amerika Siyonist
Örgütü’nde yaptığı konuşmada şöyle diyordu: “İsrail’le dostluğumuz bir
taraftarlık meselesi değil, ulusal bir taahhüttür.”
Kennedy’nin 1963’te suikasta kurban etmesi ardından
Lyndon B. Johnson başkan oldu. Johnson mülteci meselesinin çözüme
kavuşturulmasına dönük Kennedy’nin yaklaşımını paylaşmıyordu. 1964’teki
Demokrat Parti Platformu, “Arap mültecilerin kalacak yer bulunan topraklara
yerleştirilmesi konusunda teşvik edilmesi”ne dair bir karar aldı. Geri dönüş
hakkına dair sözler tümüyle geri çekildi.
Johnson yönetimi, 1968 Ocak’ında sona erdi. Eski
başkan yardımcısı Richard Nixon başkan oldu. Nixon, İsrail konusunda daha az
minnet borcuna sahipti. Yahudi seçmenlerin sadece yüzde 15’inin oyunu aldı.
Hatıratında, Altı Gün Savaşları sonrasında İsrail’in sergilediği kibirden dem
vuran Nixon bu kibrin, “Yahudilerin işgal ettikleri herhangi bir toprağa geri
dönüşü içerecek her türden barış anlaşması konusunda yürütülecek müzakere
süreci ile ilgili sergiledikleri uzlaşmazlık”ta karşılığını bulduğunu söyüyordu.
Nixon’ın en yakın danışmanı Henry Kissinger’dı.
Kissinger, Nixon’ın ulusal güvenlik danışmanı sonrasında da dışişleri bakanlığı
yaptı. Ailesi, holokostun başlamasından kısa bir süre önce Nazi Almanyası’ndan
kaçmıştı. Kendisi, İsrail’i birkaç kez ziyaret etmiş ama tek bir Arap ülkesine
bile ayak basmamıştı. Nixon’ın “komünist tehdit” dediği şeyle meşgul olması ile
birlikte Kissinger, İsrail-Filistin meselesindeki statükonun seyrinden memnundu.
Michael W. Suleiman’ın yayına hazırladığı U.S. Policy on Palestine from
Wilson to Clinton [“Wilson’dan Clinton’a dek ABD’nin Filistin Siyaseti”]
isimli çalışmaya göre, “Kissinger, Arap devletlerine yönelik herhangi bir adım
atmak yerine ABD’nin bu devletleri içine attığı kazanın altındaki ateşi ilgili
devletler Washington’a yalvarana dek artırmalı”ydı. Bu yaklaşımla birlikte, bu
başkanın yönetimde olduğu dönemde adalet davasını ilerletmek için hiçbir şey
yapılmadı.
Nixon, ihtilaf ve skandalların yol açtığı sis
içerisinde istifa edince başkan yardımcısı Gerald Ford başkan oldu. Ford, bir
sonraki seçime dek geçici başkanlık yaptı. Seçimde ise Georgia Valisi Jimmy
Carter’a yenildi.
Carter, bugünlerde Filistin haklarının güçlü bir
destekçisiymiş gibi görünse de başkanlığı sırasında böylesi bir desteğe hiç
rast gelinmedi. Carter, Camp David Anlaşmaları’na başkanlık eden isimdi. Bu
ikili anlaşma, Ortadoğu’ya barış getireceği düşüncesiyle desteklendi. İlk
anlaşma Filistin’le yapıldı, anlaşmanın hiçbir maddesi yürürlüğe girmedi.
İkinci anlaşma ise Mısır ve İsrail arasında bir barış anlaşmasını koşulladı.
Reagan, Bush
Bir dönem başkanlık yapan Carter, seçimlerde
Kaliforniya Valisi Ronald Reagan’a yenildi. Nixon gibi Reagan da her yerde
komünist tehdidi görüyordu. Ortadoğu’da Sovyetler’in bir kale kurmasından
korkan Reagan, İsrail’le güçlü bağlar kurdu ve onun caydırıcı bir silâh
olmasını sağladı. “1982’de ABD’nin Batı Şeria ve Gazze’de bağımsız bir Filistin
devletinin kurulmasına karşı çıkacağını, İsrail’in de bu iki şehri ilhak
etmesini veya sürekli kontrol altına alması görüşünü desteklemeyeceğini” söyledi.
1987’deki Birinci İntifada’nın ardından Reagan,
dışişleri bakanı George Shultz’u sorunu çözmek için Filistin’e gönderdi. Shultz,
üç yönlü bir strateji önerdi: bu yönlerden biri, uluslararası bir konferansın
toplanması, biri, Gazze Şeridi ile Batı Şeria için Filistin’in kendi kaderini
tayin hakkı ile ilgili olarak bir ara aşama oluşturulacak altı aylık müzakere
sürecini, diğeri de çatışmanın çözüme kavuşturulması için Aralık 1988’de İsrail
ve Filistin arasında başlayacak görüşmeleri içeriyordu.
İsrail Başbakanı İzak Şamir, bu planı hemen reddetti
ve planın barış davasını ilerletme konusunda hiçbir işe yaramayacağını söyledi.
Buna karşılık ABD, yeni bir bildiri yayınladı ve İsrail’le yapılan ekonomik ve
güvenlik anlaşmalarına, ayrıca 75 adet F-16 savaş uçağının teslim sürecinin
hızlandırılmasına vurgu yaptı. Bu gelişme, İsrail’in barış planı önerilerini
kabul etmeye itti. Ama İsrail anlaşmaya uymadı. Suleiman’ın eserinde de
söylendiği üzere, “İsrailli bir gazetecinin yorumunda yer verdiği biçimiyle,
bunun yerine şu mesaj iletildi: ‘biri çıkıp Amerika’ya hayır demeli, gene de
ödül almayı bilmeli.’[…]”
Reagan’dan sonra başkan yardımcısı George H. W. Bush
başkan oldu. İsrail, bu süreçte daha fazla ödüllendirildi. Ama bu ödüller
İsrail’e yetmedi. 1991’de New York Times’daki yazısında Thomas Friedman,
Bush döneminde ABD-İsrail ilişkilerinin durumuna dair şu yorumu yapıyordu:
“Bush
yönetiminin barış sürecine yönelik tüm yaklaşımı başbakan İzak Şamir’in
dayattığı şartlara dayansa da İsrailliler gene de Bush yönetimini düşman
görmektedir.”
Clinton, Diğer Bush, Obama
Bush’tan sonra Arkansas Valisi Bill Clinton başkan oldu.
Clinton’ın etrafı, aralarında CIA Direktörü James Woolsey ve Pentagon’un
başındaki isim Les Aspin’in bulunduğu Siyonistlerce kuşatılmıştı.
Mart 1993’te hem İsrail’de hem de işgal altındaki
Filistin topraklarında Filistinliler ve İsrailliler arasındaki çatışmaların
ardından, İsrail başbakanı İzak Rabin, İsrail ve Filistin arasındaki sınırları
kapattı. Bu gelişme, on binlerce Filistinlinin hayatı ve geçimi üzerinde yıkıcı
bir etkiye yol açtı. Clinton yönetimi, İsrail’in kimsenin ağzına almadığı toplu
cezalandırma eylemini gerçekleştirirken yüzünü başka yöne çevirdi.
George W. Bush yönetiminin İsrail ve Filistin ile
ilgili meselelere yönelik yaklaşımı diğer yönetimlerin yaklaşımlarından az da
olsa farklıydı. Hamas 2006’da Gazze’de seçimle başa geçince, Bush Filistin’e
yönelik yardımların yasaklanmasını emretti. Noam Chomsky bu gelişmeye dair şu yorumu
yapıyor:
“Serbest
seçimlerde yanlış kişilere oy atmana izin verilemez. Bizdeki demokrasi anlayışı
budur. ABD olarak bizim söylediklerimizi yaptığın sürece demokrasi iyidir, ama
sevmediğimiz kişilere oy verdiğinde iyi değildir.”
“Değişime inanıyoruz” lafının cazibesiyle başkan olan
Obama ise bir başka hayal kırıklığıydı. Halefleri gibi o da İsrail’i eleştiren,
BM Güvenlik Konseyi’ne sunulmuş her türden kararı veto etti. Bu türden bir
vetonun ardından ABD’nin BM Elçisi Susan Rice şunları söylüyordu:
“İsrail’in
kesintisiz bir biçimde sürdürdüğü yerleşimci faaliyetlerinin meşru olmadığını düşünüyoruz.
Bu faaliyetler, İsrail’in uluslararası taahhütlerini ihlal etmekte, taraflar
arasındaki güvenin altını oymakta ve barış ihtimallerini tehdit etmektedir.”
Bunca lafa karşın, ABD’nin İsrail’e yaptığı askerî
yardımlar artarak devam etti. Bu yardım, Obama döneminde yıllık 4 milyar
dolarlık bir düzeye ulaştı, muhtemelen Obama’nın başkanlığının sona ermesinden
önce bu rakam daha da artacak.
Bu, her zaman böyle olmuştur. İhtiyatlı bir tahmine
göre, ABD, İsrail’e 1949’dan beri 138 milyar dolarlık askerî ve başka türden
yardımlar yapmıştır. 2007’de Bush, ilk on yıllık mutabakat anlaşmasını
imzalayan kişidir. Bu anlaşmaya göre, İsrail’e her yıl milyarlarca dolarlık
bağış yapılır. Obama ve Netanyahu, hâlihazırda yeni bir anlaşma ile ilgili
müzakere yürütmektedir. Burada Netanyahu, ırk ayrımcısı rejime daha fazla
güvence verileceğini ummaktadır.
Yakında Bir Değişimin Yaşanması İmkânsız
Obama’yla bir değişim yaşanmamış olsa da ufukta bir
değişim ihtimali görünmektedir. Sosyal medyadaki patlama ile birlikte genel
kamuoyu bilgi için artık sadece şirketlerin sahip olduğu medyaya bel
bağlamamaktadır. İsrail’in her gün Filistinlilere yaşattığı dehşet herkesçe
görülüp bilinmektedir. Artık herkes, Gazze Şeridi’nin dönem dönem
bombalanmasına, temel erzakın ithal edilmesine mani olan ablukaya, kontrol
noktalarındaki zulme ve Batı Şeria’da Filistinlilerin her gün yaşadıkları
sözlü, fizikî tacize vakıftır.
Bugün de ABD başkanlık seçimi sürecine girdi. Demokrat
Parti’nin başkan adayı olmak için çabalayan Senatör Bernie Sanders, her yıl
düzenlenen Amerika İsrail Politika İşleri Komitesi’nin [AIPAC] toplantısına
katılmadı. Ayrıca Sanders, Netanyahu’nun her zaman haklı olmadığını, İsrail’in
Filistinlilere karşı orantısız güç kullandığını söyledi. Sanders,
Filistinlilerin haklarını tanıdığını ifade etti. AIPAC konferansına katılmaması
gibi dile getirdiği bu ifadeler de ABD’de siyasetçilerin dillendirilmeyen kurallarını
hepten ihlal etmektedir.
ABD’nin o çirkin tarihi, Filistin meselesindeki
adaletsiz yaklaşımı, nesiller boyunca silinmesi mümkün olmayacak bir leke
bırakmıştır geride. Tüm Filistinlilerin insan haklarının tümden hor görülmesi
ve İsrail’in uluslararası hukuku ihlal etmesi ve savaş suçları işlemesi
noktasında ona ortaklık etmesi kolayca silinip atılabilecek bir leke değildir.
Sanders’ın söz ve eylemleri, esasen ülke genelinde İsrail ve Filistin’e yönelik
yaklaşımdaki değişimin basit bir tezahürü. Bu değişim, ABD’deki kudret sahibi
siyasi odakları etkilediği ölçüde gerçek bir değişim de meydana gelecektir. Ama
İsrail’in uyguladığı ırk ayrımcılığı koşullarında yaşayan Filistinliler yakın
zamanda herhangi bir değişikliğe tanık olmayacaklar.
Robert Fantina
26 Nisan 2016
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder