05 Haziran 2025

,

Yeni Arap Solu ve 1967


“Yeni Sol derken kastettiğimiz tam da bu değil mi? Bırakalım şu ihtiyar adamlar, o ekşi suratlarıyla ve tüm kayıtsızlıklarıyla, ‘neyin yeni solu?’ diye sorup dursunlar? Kendi hâlinden hoşnut olma dönemi sona erdi. Bırakalım ihtiyar kadınlar, bilgece bir üslupla ideolojinin sonuna dair şikâyetlerini dile getirsinler. Biz, yeniden harekete geçiyoruz.”[1]

[C. Wright Mills, Letter to the New Left, 1960]

 

Amerikalı sosyolog Wright Mills, ABD’de ve dünya genelinde gerçekleşen öğrenci olaylarını şımartılmış orta sınıfın isyanı diyerek alaya alanlara cevaben New Left Review dergisine “Yeni Sola Mektup” başlıklı bir yazı kaleme aldı.[1] Yeni ortaya çıkan beyaz öğrenci hareketiyle ilgili yazısında Mills, “Yeni aydın kuşağının toplumsal değişimin gerçek failleri” olabileceğini söylüyordu. Mills’e göre bu hareket, köklü oluşumlara kıyasla hareketlerin hareketi olma vasfına daha fazla sahipti.

“Aramızda Marx’ın ‘eski zırvalar’ dediği şeyden bıkmayan var mı? Bugün kimin düşüncesi ve eylemi radikal? Tüm dünya, bu soruya aynı cevabı veriyor: genç aydınlar.”

Mills, esasında bu genç aydınlardan, onların teoriyle pratik, öğrenciyle işçi ve batı ile batı dışı arasında köprü kurma ihtimaline sahip olmaları sebebiyle umutluydu.[3] Mills’e göre, Batı’daki aydınların radikal toplumsal değişimi düşünürken yeniden enternasyonalist bir niteliğe kavuşması ve başkalarının bakış açılarını anlamak için onlarla temas kurmaya çalışması gerekiyordu. Bu gençler, sömürgecilik sonrası bağımsızlık için mücadele eden güneyin deneyimleriyle bağ kurmaya hevesli, komünist partileri eleştiren, sosyalist ilkeleri temel alan küresel yeni sol için bir şiar ortaya koyuyorlardı. Burada aynı zamanda ellilerin sonundan yetmişlerin ortalarına dek uzanan dönemde Batı’da gelişen radikal düşünce ve eylemin önemli bir kısmına ilham veren Batı harici dünyaya yönelik duygusal ve ideolojik ilgi anlamında üç dünyacılığın ilk patikaları da açılmaktaydı.[4]

Küresel yeni sol hareket, zirvesine birçok Arap ülkesini de içerecek biçimde, tüm dünya genelinde öğrenci eylemlerinin başladığı 1968 yazında ulaştı. 1968’in ateşi, tam da Haziran 1967’deki Arap-İsrail savaşının ardından tutuştu. Arap toplumları, bu dönemde şok ve utanma aşamasından öfke ve ruh arayışı aşamasına geçtiler.

Ortadoğulu aydınlar, bu dönemin etkilerini nesiller boyu tanımlamaya çalıştılar. 1967’nin genel bir hikâyesini aktaran bu aydınlar, küçük farklılıklarla, Arap toplumlarının yenilenme umutlarını Nasır’a bağladıklarından ve yaşanan yenilgi sonrası o ağır uykularından uyandıklarından söz edip durdular.

Sonrasında Araplar, olaylara dair söylemlerini benzer ifadelerle dile getirdiler.[5] Buna göre yaşanan yenilgi, Nasırcı projenin yeniden gündeme geleceğine dair inanç üzerinden, ya bir gerileme (nekse) ya da tüm medeniyetin yüzleştiği bir hezimet olarak değerlendiriliyordu.[6] Her iki söylemde de savaş, esasında Arap politik kültürünün büyük umutlarla ve çabalarla biçimlendiği dönemin ardından gelen, sonrasında yeni gelecek vizyonlarının geliştirilmesini gerekli kılan ideolojik hezimete denk düşüyordu.

Esasında bu tarihyazımı, birçok sebebe bağlı olarak sorunludur.

1. Savaş, Arap milliyetçiliğini ortadan kaldırmadı. Kültür düzleminde birçok Arap müşterek kimliklerine ve birlik arzularına vurgu yapmayı sürdürdü. Bu vurgu bugün de yapılıyor.[7] Politika düzleminde ise bölgesel politik sistem, 1967’yi takip eden 30-40 yıl boyunca Arapların birliği ülküsünü merkeze koydu.[8]

2. 1967’nin sömürgecilik sonrasında gelişen iyimserliğin yerini ümitsizliğe bıraktığı üzerinde duruluyor. Bu görüş, gereğinden fazla dillendiriliyor. Bunun esasında Arap milliyetçilerine ait bir teorik yaklaşım olduğunu görmek gerekiyor. Bu görüş, Nasırcılığı modern Arap tarihinin nihai sabitesi olarak ele alıyor.

Burada biz, 1967’nin önemli olmadığını söylemiyoruz. Haziran savaşının sadece Nasırcılar değil, bölgedeki gelişmeye cevaplar arayan sonraki kuşaklar için bir kopuşu ve dönüm noktasını ifade ettiğine hiç şüphe yok. Bu savaş, aynı zamanda travmatik sonuçlar da doğurdu. Ama bu sonuçlara tek taraflı bakıp salt onlara odaklanırsak, sonrasında gelişen ve Arap milliyetçilerinin yoluyla kesişmeyen başka tarihsel süreçlerin üzerini külle örteriz.

On yıl önce Suriyeli yazar Yasin Hacı Salih’in de dediği gibi, sıradan bir yaklaşımla 1967’i her şeyi altüst etmiş olan bir tür “deprem” veya “felâket” olarak okuyanları, 1967’nin “Araplarda plan yapma, gelişme, birleşme ve toprak kaybı gibi konularda görülen yapısal kusurlar”ı açığa çıkarttığını söyleyen Fuad Acemi[9] gibi Arap kültürü eleştirmenlerinin eleştirileriyle yüzleştirmek gerekiyor.

Arap milliyetçileri, bu momenti “ilk günah” olarak görüyor ve sonrasında Arap devletleriyle toplumlarının çöküş yoluna girdiklerini iddia ediyorlar. 1967, nekse veya hezimet olarak değerlendiriliyor. Bu hâliyle 1967 vurgusu, Salih’in belirttiği felâketlerin üzerini örtüyor. Ayrıca bizim Haziran 1967 öncesi ve sonrası arasındaki sürekliliği ve illiyet bağını görmemize mani oluyor.[10]

Salih’in dediklerine bir hususu eklemek gerek. Asıl sorunlu olan, bu yaklaşımın Arap politik kültüründe milliyetçilik, sosyalizm ve devrim arasındaki karmaşık ilişkiyi basitleştiriyor olması. Nasır’ın Arap milletinin lideri olduğuna dair görüş, fikir ve örgütlülük düzeyinde sert itirazlara mazhar oluyor. 1967 sonrası Arap politikasının gelişimini Nasırcılığın veya Arap milliyetçiliğinin yenilgisinin bir sonucu olduğu tespitini aşacak bir yaklaşım üzerinden idrak etmek istiyorsak bu itirazları dikkate almak gerekiyor.

Tarihyazımına yönelik eleştirinin ardından ben, 1967’nin alternatif bir düşünsel soykütüğünü aktarmaya çalışacağım. Bu noktada, küresel bağları ve etkileri, Haziran Savaşı öncesi ve sonrası tarihi ile birlikte Yeni Arap Solu’na odaklanacağım.

1967, Yeni Arap Solu nezdinde yeni politik hareketlere biçim verme ve geni bir ideolojik alan açma konusunda önemli bir rol oynadı. Bu hareketler, Baasçılık, Arap milliyetçiliği, Nasırcılık, sosyalizm, komünizm ve Filistin milliyetçiliği gibi mevcut ortamlar içerisinde yaşanan ideolojik gelişmelerden beslendiler. Yeni Sol için en önemli ortam, Arap Milliyetçileri Hareketi’ydi.

Genelde 1967 savaşının doğrudan bir sonucu olarak görülse de Arap politik kültüründeki solculaşma, 1967 öncesine ait bir gelişmeydi.

Burada benim amacım, Yeni Sol’un bakış açısı üzerinden, 1967 öncesi ve sonrasına ait Arap politik kültürüne yeniden bakmak, böylece yirminci yüzyılın sonlarında Arap Ortadoğusu’nda kaleme alınan tarihyazımlarını eleştirmek. Bu coğrafyada “uzun altmışlar” boyunca yaşanan politik ve toplumsal gelişmeleri ne Arap milliyetçiliğinin yenilgisine ne de sonraki tepkilere indirgeyebiliriz.

Muhammed Haykal, 1967’nin sevra (devrim/Nasırcılık) dönemi ile servet (petro-İslam) arasındaki ayrım çizgisi olduğunu söylüyor, bu anlamda sadece mevcut projenin değil, “yanlış giden” her şeyin neden yok oluşa sürüklendiğini anlatan, altmışlara ve yetmişlere dair güzel bir özet sunuyor.

Dahası, Haykal’ın yaklaşımı, Mills’in “genç aydınlar”ının formüle ettiği, Nasır’ın ajandasıyla kesişen ama ondan da ayrışan devrimci kurtuluş yolunu dünya düzleminde açan bu genç aydınların geliştirdiği farklı sevra anlayışlarını hükümsüz kılıyor. Bu koşullarda bakışlarımızı Yeni Arap Solu’na çevirmemiz gerekiyor.

Yeni Arap Solu ve “Uzun Altmışlar”

Ortadoğu tarihçileri, Yeni Sol’un önemli bir yere sahip olduğu tarihsel süreçleri uzun süre görmezden geldiler. Yeni Arap Solu’na dair akademik çalışmaların yetmişlerden itibaren kaleme alındığını, bunların devrimci projenin zayıflamaya başladığı bir dönemde ek görüş olarak gündeme geldiğini görüyoruz.[11]

Sonrasında Arap Solu’nun tarihine ilgi yeniden arttı. Son yıllarda akademisyenler, devrimci grupların ve fikirlerin hikâyelerini ellilerden yetmişlere uzanan dönem bağlamında yeniden incelemeye başladılar.[12] Toby Matthiesen’in de kısa süre önce dediği gibi bu, önemli bir gelişmeydi, zira “uzun altmışlar” denilen dönem, Ortadoğu’nun geleceği için hayati önemdeydi. Neticede bölgeyi hâlen daha şekillendiren yollar o dönemde çizildi.[13]

Yeni Sol’un etkisini küçümseyen veya tümüyle görmezden gelen tarihçiler, esasında milliyetçi söylemin nüfuzundan kurtulamamış kişilerdi.[14] Öğrenci hareketlerini, yeni politik partileri, radikal düşünceyi ve kültürel ifadelerini, antiemperyalist, Marksist-Leninist veya Maoist ideolojiye örgütlenmiş devrimci hareketleri içeren Yeni Sol bölgedeki düzene kafa tutacak büyüklüğe erişememiş olsa da bu hareket, Arap Ortadoğusu’nda o “uzun altmışlar” denilen dönem boyunca muazzam bir etki yarattı. Zirvede oldukları dönemde Filistinli fedai örgütleri, toplamda 50.000 civarında bir gücü ifade ediyordu, bu anlamıyla ilgili örgütler, İsrail’e veya Arap rejimlerine kafa tutacak güce hiçbir zaman kavuşamadılar.[15] Ancak bu örgütlerdeki halk devrimi anlayışı, bugünkü Arap ayaklanmalarına dek Arap toplumlarını etkilemeyi sürdürdü.

Ben bu makalede, 1967 savaşını zirvesine 1968’de ulaşan, ellilerin sonundan kök alan küresel Yeni Sol ile sohbete sokmak gerektiğini söylüyorum. Bu amaç doğrultusunda ben, küresel Yeni Sol’un 1967 savaşına yol açan olaylar üzerindeki tesirini ve savaşın takip eden yıllarda Yeni Sol’un gelişimine nasıl etkide bulunduğunu inceliyorum.

Bu tür bir incelemenin, öncelikle küresel Yeni Sol’un ve Arap Yeni Solu’nun tanımına ihtiyacı var. Yeni Sol, Soğuk Savaş üzerinden oluşan dünya düzenine dair bilgi ışığında kapitalizmin, emperyalizmin ve demokrasinin eleştirilmesi için gerekli zemini yeniden tefekkür etmeye çalışan genç aydınları ve eylemcileri ifade ediyor. Altmışlardan önce ve sonra başka Yeni Sol akımlar da açığa çıktı elbette ama ben, burada esas olarak belirli bir tarihsel momente atıfta bulunuyorum.

Yeni Sol, ırk, siyaset ve patriarka temelli hâkimiyete ve ekonomik sömürüye karşı çıktı. Maddi yoksunluktan kurtuluşu, düşünce ve yaratıcılık özgürlüğünü savundu. “Ruhun serbest kalabilmesi” için demokratik sürecin işletilmesine ve bireysel hakların genişlemesine ihtiyaç vardı. Bir yandan da Yeni Sol, işçi sınıfı dışındaki devrim alanının genişletilmesini sağladı.

Sömürge ülkelerinde Yeni Sol hareketler, “doğrudan eylem” fikrine Batı’daki hareketlerden daha fazla destek sundular. Doğrudan eylem, devlet, toplumsal otorite veya köklü sol partiler gibi sağlam zemine sahip güçlerin karşısına dikilmeyi gerekli kılıyordu. Bu hareketlere göre devrim, toplumun aşağıdan yukarıya devrimci müdahaleyle dönüştürülmesini, toplumsal dönüşümün aracı olarak kamusal alanın işgal edilmesini, alternatif yaşam biçimlerinin, kadroların, komünlerin ve yerellikle ilişki üzerinden politik hayatın yeniden diriltilmesini ifade ediyordu. Yeni Solcu eylemciler ve düşünürler, bir yandan da kendilerini Mills’in önerisi üzerinden “başarılı olabilmesi için küresel olması gereken”, eşgüdümlü işleyen dünya-tarihsel hareketin parçası olarak gördüler.[16]

Şurası açık ki bu fikirler, her yerde tatbik edilebilecek bir plandan ziyade sola sunulmuş, politik hayatın yenilenmesi için gerekli yönergeler olarak tanımlanmaktaydı. Yenilenme gerekliydi çünkü Sovyetler Birliği ve ona müttefik olan komünist partiler, Yeni Sol’un ifadesiyle, “sosyalizmin demokratik kökleri”ne ihanet etmiş olan, devrim ve demokrasi karşıtı “bürokratik komünizm” kalıbı içerisinde katılaşmıştı.

Batı Avrupa’da faaliyet yürüten, İkinci Dünya Savaşı sonrası kapitalist ve emperyalist genişleme sürecine gerekli cevapları üretebilecek ideolojik ve örgütsel yenilenmeyi gerçekleştiremedikleri gibi mevcut düzene alternatif de sunamamış olan sosyal demokrat partiler ise bünyelerindeki merkeziyetçilik sebebiyle eleştiriliyorlardı. Bu iki solun arasında konum almaya çalışan Yeni Sol, bırakalım “hareketlerin hareketi” olmayı, hiçbir vakit, yukarıda aktarılan ana ütopik hedeflere farklı yaklaşımları benimseyen, sol politikayı özgürlükçü bir yerden yorumlayan, kendi içinde tutarlı bir hareket de olamadı. Bu hareketler, yerelliklerde ve dünya genelinde faal olan sosyalist geleneklerin içinden çıktılar. Aynı şekilde, bu hareketler, politik ve kültürel bağlamlara, aynı zamanda tarihsel koşullara tabiydiler.

Batı haricinde Che gibi Latin Amerikalı devrimciler, kentlerde işçi sınıfının öncülerine dayanan komünist parti stratejisine alternatif olarak kendi halk seferberliği anlayışını gündeme getiren küçük gerilla birlikleri anlamında fokoculuğun kırda başvuracağı yeni isyan taktiklerini takdim ettiler. Bu taktikler, sömürgeciliğin sonuçları ve dolaylı sonuçlarıyla hâlihazırda mücadele eden başka ülkelerdeki devrimcilere sıcak geldi. Cezayir, Vietnam, Kongo ve 1965 sonrası Filistinli gerilla örgütleri, doğrudan eylem fikrini benimseyerek, sadece Arap milliyetçisi liderlerden değil, ayrıca ilgili aşamada Nasır’dan yana olan Filistin Kurtuluş Örgütü’nden de koptular.

Che, Mao, Giap ve Marighella gibi devrimci liderlere talip olanlar, eylemci örgütler kurdular. Bu örgütler, Cezayir, Filistin ve Lübnan’da önemli yankıları olan Üç Kıta Hareketi’nin zeminini teşkil etti.

Üç Kıta Hareketi, Batı emperyalizmine ve kapitalizmine küresel bir alternatif sunulması gerektiği üzerinde duruyordu. “Üç Kıta” ismini taşıyan ilk konferans, Ocak 1966’da Havana’da gerçekleştirildi. Bu, Asya, Afrika ve Latin Amerika’da mücadele eden örgütlerin ve ülkelerin temsilcilerini bir araya getiren çalışma, Batı emperyalizmine karşı çıkıyor, bağımsız ulusal kalkınma fikrini savunuyordu.[17]

Birçok yönden aştığı Bandung Konferansı’yla kıyaslandığında Üç Kıta Konferansı, daha fazla eylem odaklıydı, ayrıca direnişlere enternasyonalist açıdan yaklaşan konferans güneydeki ülkelerle dayanışma ilişkisi kuruyordu. Bandung gibi Üç Kıta Konferansı da sömürge ülkelerde ve kısa süre önce bağımsızlığına kavuşmuş ülkelerde politik düşünceyi büyük ölçüde etkiledi.[18]

Arap ülkelerinde Yeni Solcu yürek, ellilerin sonlarında atmaya başladı. Hareket, ilkin Arap komünist partilerine, ardından da Arap Milliyetçi Hareketi’ne tepki olarak ortaya çıktı. Müesses nizamın yeni kuşağın yüzleştiği güçlüklere, bilhassa Filistin meselesine çözüm sunamadığını düşünen gençler, kırkların sonlarında yeni hareketler inşa etmeye başladılar.

1952 darbesinden itibaren Kahire, 1962’de FLN’nin Fransa karşısında elde ettiği zaferden itibaren Cezayir, gençlerin devrimci başkentleri hâline geldi. Bu iki mücadele merkezi, gençlere devrimci hassasiyetler için gerekli yapıyı temin etti.[19] Sosyalizm, Arap milliyetçiliği ve antiemperyalizm adına yapılacak devrim, artık bir ülkü değil, kendisini aşama aşama geliştiren, gerçek bir projeydi.

Fadi Bardavil’in söyleşi yaptığı eski bir Lübnanlı militanın da dile getirdiği biçimiyle, gençler arasında baskın olan politik hassasiyet, ulusal sınırları temel alan mantıkla çelişiyordu. Sınırlar, o günlerde bugünlere nazaran daha geçirgen kabul ediliyordu. Neticede farklı ideolojik düzlemlerde farklı milletlerden kesimler ve aydın grupları bir araya geldiler.

Bu bağlamda, devrimci sosyalizmin ellilerde ve altmışlarda yaşadığı gelişimi antiemperyalizm ve Arap milliyetçiliği bağlamında ele almak gerekiyor. Tüm hassasiyetlerin ve ideolojik hedeflerin ana zeminini bu iki ideoloji oluşturuyor. Bardavil’in yerinde tespitiyle, Arap milliyetçiliği “güçlü duyguların dünyası”ydı.[20] Farklı kitle hareketleri bu duyguları örgütledi. Bazıları Nasırcı ve Baasçı devlet projelerinin peşinden giderken bazıları da bunlara karşı çıktılar.

1967 savaşı, genelde politik duyguları yeni bir yola sokan, Nasır gibi eski devrimcileri yeni gericilere dönüştüren, Filistinli örgütlerin gerilla taktiklerine başvurdukları, aydınların ulusal kurtuluş ve sosyalist ütopya için radikal cevaplar aramak adına kolları sıvadıkları farklı bir aşamayı başlatan bir olay olarak yorumlanır. Ben de bu anlatımın doğru olduğunu, ama Haziran Savaşı’nın yol açtığı kopuşa aşırı vurgu yaptığını düşünüyorum. Haziran 1967’deki değişiklikleri önceki tartışmalara, özellikle önemli Yeni Solcu hareketleri doğuran Arap Milliyetçi Hareketi içerisinde süren tartışmalara bağladığımızda daha derin, daha ilginç ve daha gerçekçi bir resim ortaya çıkacak.

1967’nin Hareketi “Radikalleştiren” Etkileri

Savaşın siyasi alanı radikalleştiren sonuçlarını birçok çalışma ele aldı. Chamberlin’in FKÖ ve Amerikan karşı-devrimciliğinin 1967 sonrası yeni Filistin soluna karşı geliştirdiği cevap ile ilgili çalışmasında dile getirildiği biçimiyle, savaş, Filistin toplumunu “geleneksel güçlerle devrimci güçler arasında yaşanan savaşın sahası”na dönüştürdü ve Arafat ile Habeş gibi liderleri Arap siyasetinde öne çıkarttı. Arap sosyalizminin kutsal mekânları olarak Kahire ve Şam’dan, onların sunduğu devrimci örneklikten umudunu kesen bu liderler, Vietnam ve Küba gibi uzak diyarlardaki devrimci hareketler üzerinden meşruiyet zemini bulmak zorunda kaldılar.[21] İdeolojinin ve duygu dünyasının değiştiği koşullarda hayal kırıklığına uğramış Arap milliyetçileri ve sosyalistler, ayrışmalara ve birleşmelere tanıklık ettiler. Bu hareketler, artık İsrail ve ABD’nin çıkarlarıyla mücadele ederken dolaysız bir halk tabanı bulma çabası içine girdiler.

FHKC, bu yeni hareketlerden biriydi. Hareketin liderlerinden olan Corç Habeş, Arap Milliyetçi Hareketi’nin kurucu isimlerinden biriydi. Aralık 1967’de FHKC kurucu metnini yayımladı. “Mücadele eden halk kitleleri”ne hitap eden metin, “devrimci şiddet” ihtiyacına vurgu yapıyor, düşmanın sadece bu dilden anladığını söylüyordu.

Öncüsü Fetih olan, Filistinli fedailerinin öncülük ettiği halk kurtuluş hareketi Haziran 1967 sonrası Filistin’in kurtuluşuna uzanan yolun Arapların birliğinden geçtiğine dair iddiasından vazgeçti ve Arap cephesinin tüm noktalarında süren kavganın lideri hâline geldiğini söyledi. Manifestoda dile getirildiği biçimiyle, bu kavgaya tüm Araplar iştirak etmeliydi, zira “işgal altındaki topraklarda bizzat Filistin halkı tarafından yürütülen savaş, Arapların dünya emperyalizmine ve ona uşaklık eden güçlere karşı isyanının etkin bir parçası”ydı. Verilen mücadele, aynı zamanda dünya genelinde tüm antiemperyalist güçleri bir araya getirecek bir ittifakın oluşturulmasına ihtiyaç duyuyordu.[22]

Yüzeyden bakıldığında, eskiden Araplara vurgu yapan Habeş’in artık antiemperyalist devrimin halkın içinden gelen liderleri üzerinde duruyor oluşu, bir tür siyaset değişikliğiymiş gibi görünebilir, zira Habeş, eskiden Nasır’a ve Arap Milliyetçi Hareketi’ne yakın bir isimdi. Oysa bu makalede ortaya koyduğum üzere, Fetih gibi AMH de bir süredir Filistinlilerin ve Arapların mevcut kötü hâlini enternasyonalist ve halkçı bir yerden ele alıyordu. Haziran 1967 sonrası Filistinlilere dağıtılan, “Halkın Silahlı Devrimini Nasıl Başlatacağız?” gibi başlıkları taşıyan broşür ve bildiriler, bu anlamda, bir fikri aniden eyleme dökme çabasından çok eski bir teorik faaliyetin devamı ve derinleştirilmesi olarak görülmeli.[23] Bu teorik faaliyet, neticede yürüdüğü yolu tam da bu yeni hareketlerin kendilerini ayırmaya çalıştıkları Arap milliyetçi geleneğiyle belirli noktalarda kesişen bir pratikti.

Ulaştığımız bu sonuç, esasında Yeni Sol’u ele alan, sınırlı sayıdaki çalışmayı temel almakla birlikte, o çalışmalardan belirli ölçüde ayrışıyor. Yeni Arap Solu ile ilgili İngilizcede yayımlanmış tek kitap, Tarık İsmail’in Arap Solu’nun 1976 sonrası yürüdüğü yolu ele alan çalışması.[24] İsmail, kitabında Yeni Sol’a iki bölüm ayırıyor ve burada tepki gösterilen, komünist partiler, Arap Milliyetçi Hareketi (ve Nasır), ayrıca Baasçı partiler gibi yapıları “eski” Arap solu kategorisinde değerlendiriyor. Bu yapılara Corç Habeş’in Arap Sosyalist Eylem Partisi, FHKC ve 1969’da FHKC’den ayrılan Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi gibi Filistinli örgütleri de dâhil ediyor.

Lübnan’da Yeni Sol’u altmışların başında Sosyalist Lübnan[25] isimli küçük öncü aydın grubu temsil ediyordu. Bu grup, altmışların başında teşkil edilmişti. Sonrasında Lübnanlı Sosyalistler Örgütü adını taşıyan, AMH’nin Beyrut şubesinden kopmuş bir yapıyla birleşerek Lübnan Komünist Eylem Örgütü’nü kurdu.

Irak’ta Sosyalist Arap Hareketi, Baas partisiyle komünist parti arasında sıkışıp kalmış bir yapıyken, Arap Körfezi’nde Suudi Arabistan, Yemen ve Umman’da faal örgütler sosyalist devrimci ideolojiyi benimsemişlerdi.

İsmail’in 1967’in yarattığını söylediği bu Yeni Sol, İsrail’e ve başta ABD emperyalizmi olmak üzere tüm dünya emperyalizmine karşı başarılı bir savaş yürütmek amacıyla 1967’de Filistin yanlısı güçlerin yaşadığı başarısızlığa bir tepki olarak ortaya çıkmıştı.[26]

Aslında Yeni Sol örgütlerin uzun tarihinin 1967’nin öncesine uzandığını İsmail de gayet iyi biliyor. İsmail, savaş sonrası oluşan tepkinin önceki on yıl boyunca Nasır’ın Mısır’ı, Baasçı Suriye ve Irak ayrıca özelde AMH içerisinde gelişen solcu örgütlerde yaşanan örgütsel ve ideolojik rahatsızlığın somutlaşmış hâli olduğunu düşünüyor. Ama İsmail bir yandan da, bu örgütlerin ideolojilerini net bir biçimde tanımlayıp uygulayamamış olmalarının politik zayıflığa ve ideolojik tatminsizliğe yol açtığını söylüyor.[27]

Baas ve AMH’de olduğu gibi esasında politik güçsüzlük hissi, yeni oluşumları tetikledi. Bu örgütler, farklı sosyalist görüşleri benimsedi. Kendi bayraklarını alıp, yeni taleplerin, yeni politik yöntemlerin ve net bir ideolojik tanıma bağlanma iradesinin basıncıyla ayrıştı. 1967 savaşı, bu ayrışmaları belirli bir karar eşiğine getirip bıraktı. Sonrasında döneme uygun Yeni Sol hareketler ortaya çıktı.

Hâsılı, İsmail’in “açıktan Marksizm-Leninizme bağlı olduğunu beyan eden bu yeni partiler ve/veya örgütler” dediği “Yeni Arap Solu”, esasında sadece Nasır’ın Arap devrimini ileriye taşımak yerine onu boğan liderliğinin yanında statükoya karşı hoşnutsuzluğu giderek yoğunlaştıran eski örgütlerin ve politik olayların ürünüydü.[28]

Doğrudur, Yeni Sol hareketler, Haziran yenilgisinin sonucu olarak, tam da Haziran Savaşı sonrası kuruldular. Ancak rüşeym hâlindeki Yeni Sol içerisinde süren ideolojik tartışmalar daha derin ve daha ilginçti, hatta uluslararası hareketin İsmail’in sandığından daha çok güdümündeydi.

Ben, burada “Yeni Sol” ifadesinin anlamını ortaya koyacağım diye kelimeleri eğip bükmenin derdinde değilim. Bahsi edilen dönem boyunca Arap Solu’nun yerinde ve detayları içeren bir tarihyazımını geliştirmenin önemli olduğunu, bu çabanın bizim 1967 savaşında Arapların yaşadıkları yenilginin sonucu olan, aynı zamanda ona yol açan sebepler arasında bulunan temel ideolojik anlaşmazlıkları anlamamıza katkıda bulunacağını düşünüyorum.

Altmışlar açısından şu sorular önemli bir yere sahip: Arap coğrafyasında bir devrimci proje, isyan konusunda geliştirdiği geleneklere ve elde ettiği başarılara ne kadar bel bağlamalı, uluslararası devrimci sosyalizmden neler alınmalı, onunla kurulacak bağ ne düzeyde olmalı? Uluslararası sosyalizmin deneyimlerinden ne kadar yararlanılmalı?

Arap Milliyetçi Hareketi’nde Enternasyonal Sosyalizm

Haziran 1967’deki savaşı basitleştirici bir yaklaşım dâhilinde “Arap milliyetçiliğinin Waterloo’su”[29] olarak gören anlayış, Arapların 1967 öncesi Nasır’ın projesine sundukları desteğe gereğinden fazla vurgu yapıyor. Bu anlamda, aslında hepimizin gayet iyi bildiği bir dizi gerçeği değersizleştiriyor:

1. 1961’de Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin çöküşüne uzanan süreçte Arap milliyetçi hareketi içerisinde oluşan derin çatlaklar;

2. Nasır’ın liderliğini kimi isimlerin kabul etmemesi;

3. Özelde Filistin, genelde bölgede süren antiemperyalist mücadeleye dair yorumlarda yaşanan anlaşmazlık.

Nasır’ın projesine sunulan desteğe gereğinden fazla vurgu yapanlar, savaşa uzanan süreçte Mısır, Suriye, Irak ve Ürdün’ün uluslararası ilişkiler düzeyinde ulus-devlet merkezli hesaplar yaptığı gerçeğinin üzerini örtüyorlar.[30] Politik ideoloji ve toplumsal hareketler düzleminde ise ilgili yaklaşım, devrimci sosyalist eğilimleri, liberal hümanist eğilimleri, işçilerin ve öğrencilerin kurtuluş mücadelesini, genelde Arap ülkelerinde ve dünyada Yeni Sol’un asli hedefler olarak gördüğü özyönetim, iktidarın ve kaynakların merkezsiz kılınması ve özyönetim kavgasını marjinal şeylermiş gibi görüyor. Hâsılı bu yaklaşım, ilgili dönemde politik açıdan aktif olan Arapların dünyayı görme tarzını öne çıkartıyor.

Ben burada ilgili eğilimleri, Haziran Savaşı öncesinde, esnasında ve sonrasındaki halleri üzerinden analiz etmeden önce, Yeni Sol’u 1948 sonrası Arap Ortadoğusu’nun genel politik zeminine yerleştiren, köklerini Arap Milliyetçi Hareketi’nde bulan, milliyetçilikten devrimci sosyalizme doğru dönüştüğünü söyleyen yaklaşımımı kısaca aktaracağım.

Yeni Sol örgütler, Arap sahnesine “Arap sosyalizmi”yle kaynaşan laik milliyetçiliğin 1948’de Filistin’in kaybına mani olamayan eski elitlerin başarısızlığına bir cevap sunduğu koşullarda ortaya çıktı.[31] Arap sosyalizmi anlayışını ilk geliştiren isim, Batılı ve materyalist değerleri dayattığını düşündüğü komünistlere karşı kırklarda Baas Partisi’ni kuran Mişel Eflak’tı. Eflak’a göre “Arap sosyalizmi, milliyetçi devletin bir kolu ve sonucu, milliyetçiliğin dayattığı bir zorunluluk”tu. “Arap sosyalizmi, milliyetçi ülkü denilen köke bağlı bir kol”du.[32] Eflak, milliyetçiliğin (kavmiyetçiliğin) Arap sosyalizminin inşası için gerekli manevi temeli temin ettiği düşüncesindeydi.[33]

Sömürgecilik karşıtı kavganın zirvede olduğu koşullarda sosyalist ilkelerle ve Fihteci “kan ve toprak” anlayışını esas alan milliyetçi ilkeleri muğlak bir zeminde harmanlayan bu yaklaşım, geniş ilgi gördü. Arap öğrenciler, örgütlenerek yeni partiler ve hareketler inşa ettiler, hatta bunların bazıları, Suriye, Irak, Cezayir, Mısır, Libya ve Yemen’de iktidara geldiler.

FLN haricinde Baasçı partiler, Genç Subaylar Hareketi ve Arap Milliyetçi Hareketi (AMH), bölgeleri kuşatan, devrimci düşünce ve eylemin gelişeceği önemli bir zemin oluşturdu. 1949’da Şam ve Beyrut’taki Filistinli öğrencilerden oluşan küçük bir grubun kurduğu Arap Milliyetçi Hareketi, ellilerde tüm bölgeyi kuşatan hücre ağına sahip oldu.[34] Arap solculuğu, tam da bu zeminde gelişti. İşte asıl mesele de bu gelişmenin üzerinde pek durulmaması.

Ta başından itibaren AMH’nin düşünce dünyasının merkezinde Filistin vardı. Ama ellilerin sonlarından itibaren bu düşünce dünyası, toplumun sosyalist dönüşümüyle ilgili yaklaşımları benimsedi. Zamanla ilgili eğilim Marksizme evrildi ve neticede Arap Körfezi’ndeki önemli devrimci hareketler yanında FHKC ve FDKC gibi yapıları üretti.[35]

İlk başta AHM, uluslararası meseleler ve gelişmeler konusunda pek bir görüş ortaya koymadı. Zaten bu dönemde sosyalizm de milliyetçi fikirlerin ve önceliklerin gölgesi altındaydı. Örgütün eski üyelerinden Velid Kazziha’nın da aktardığı gibi, ellilerde Beyrut’ta örgüt üyelerinin yabancı bir ürün almasına izin verilmiyor, onlardan gizli çalışma yürüten kardeşlik örgütü bünyesinde milli davaya sıkı sıkıya bağlı olmaları bekleniyordu.[36]

Örgütsel düzeyde diğer birçok örgüt gibi AHM de faşistlerde görülen güçlü lider anlayışını benimsedi. Corç Habeş, her ne kadar tartışmalı bir isim olsa da yeni üyelerin karşısına karizmatik bir isim olarak çıkartılıyordu[37] Örgüt üyeleri, ideolojik açıdan faşist değil, milliyetçiydi. Lübnanlı Dürzi düşünür Ali Nasreddin ile Arap milliyetçisi düşünür Sati Husri gibi isimlerden beslenen üyeler, bir yandan da Nekbe ve Arapların intikam alması (örgütün çıkarttığı dergilerden birinin adı Zar’dı [“İntikam”]) fikri üzerinden kendince okumalar gerçekleştiriyorlardı. Eski liderlerin kendilerine ihanet ettiklerine inanan birçok Arap, güçlü olmayı, birleşmeyi ve bağımsızlaşmayı müşterek hedef olarak belirledi. AMH’ye göre, Araplar Filistin’i ancak birleştiklerinde geri alabilirlerdi ki bu da toplumsal düzeyde ajitasyon faaliyetine ihtiyaç duyuyordu. Asli hedef, toplumsal alanı reforma tabi tutmak değildi. Bu hedefe Arap ülkelerini birleştirecek devrimden sonra da ulaşılabilirdi. Bu sebeple, Arap Milliyetçi Hareketi, Suriye ve Mısır’ın Birleşik Arap Cumhuriyeti çatısı altında birleşmesi fikrine destek verdi, ayrıca bu cumhuriyetin yürürlüğe koyduğu sosyal reform programlarından da beslendi. 1961’de cumhuriyetin dağılması sonrası hareketin bazı üyeleri Nasır’a yakınlaşırken, bazıları da Suriye Baası’nın liderlerinin emriyle atıldıkları hapishanelerde ömür çürüttüler.[38]

AMH’ye birçok Arap ülkesinden, farklı geçmişlere sahip insanlar örgütlendi. Bu da örgütün bütünlüklü yapısını muhafaza etmesini güçleştirdi. Güçlü ve merkezi bir lider kadrosu oluşturmaya ve düşüncelerin seyrini izleyecek araçları devreye sokmaya başlayınca böylesine farklı renkleri içeren, çok boyutlu bir hareketin varlığını sürdürmenin çok zor olduğu görüldü.

AMH, farklı toplumsal geçmişlere, düşünsel bagajlara ve milli geleneklere sahip bireylerin kendilerince katkıda bulundukları karmaşık ve çok uluslu bir birlikti. Arapçılık, üyeler arasındaki bağı tanımlayan ve oluşturan düşünceydi. Buna karşın hareket, intikam, birlik, hürriyet, Arapçılık ve Arap milliyetçiliği gibi ana ideolojik yaklaşımlara yönelik farklı görüşleri içeren bir yapıydı.[39]

Batılı fikirlere açık olan ve farklı unsurları içeren kamusal alanıyla Lübnan’da politik liberalizm ve enternasyonalizm güçlü geleneklerken, Körfez’de Suudi Arabistan sorunu ve emperyalizmle petrol arasında doğal sebeplere bağlı olarak oluşmuş olan yapısal ilişki, ağırlıklı bir yere sahipti.

Ellilerin sonuna dek AMH’nin bakış açısı bölgeyle sınırlı kaldı.[40] Üyeler yürüttükleri mücadeleyi, müşterek cemaate denk düşen dini bir terim olarak “Arap ümmeti” üzerinden anlamlandırıyorlardı.[41] Ancak bu, esasen söylem düzeyinde öne çıkan bir kavramdı. Farklı yükümlülüklerin ve itirazların koşulladığı farklı emperyalizm değerlendirmeleriyle AMH, zamanla Arap gerçekliğinde uluslararasını gören bir emperyalizm teorisi geliştirdi.[42]

Filistinli mülteciler Corç Habeş, Nayif Havatima gibi önemli AMH üyeleri, Batılı emperyalist güçlerin İsrail’in oluşumuna ve hayatta kalışına nasıl katkıda bulunduğunu, bu güçlerin uluslararası sistem içerisinde sahip oldukları hegemonik konum üzerinden Arap milletini bölmek için sürekli çalıştıklarını görüyorlardı. AMH kadroları, bulundukları Lübnan, Ürdün, Suriya, Mısır ve Kuveyt gibi ülkelerde emperyalizmin Arap ajanlarına karşı koyacak ağlar inşa ettiler, direnişi örgütlediler, uluslararası güçlerin çabalarına bu şekilde cevap verdiler. Aynı kadrolar, solcu konum uyarınca, sosyal adalete dair meseleleri dert edindiler, eylemlere katıldılar, gençleri örgütlediler. Bu insanlar, 1960 öncesi dünya genelinde gelişmiş olan hareketin bilinçli unsurlarıydı.[43]

Ancak 1957’deki Ulusal Konferans’ta başlayan, zirvesine Mills’in New Left Review dergisine mektup yazdığı 1960 yılında ulaşan süreçte AMH içerisinde önemli bir değişiklik yaşandı. Hareket bünyesinde enternasyonalist sosyalist eğilimle toplumsal devrim aşaması öncesi birliğin sağlanması gerektiğine inanan eğilim arasında bir ayrışmaya tanıklık edildi. Beyrut’ta çıkan Hürriyet dergisine makaleleriyle katkı sunan Marksist birikimiyle Lübnanlı Şii İbrahim Muhsin, AMH’yi Arap halk kitlelerinden koparttığını düşündüğü aşamacılığa yönelik muhalefete öncülük etti. Arap solcuları nezdinde Mills’in mektubuyla aynı zamanda yazılmış, onun kadar tesir yaratmış olan makalesinde İbrahim Muhsin, şunları söylüyordu:

“Arap milliyetçiliği hareketinin ilerici toplumsal devrimden ayrıştığı dönem sona ermiştir. Bununla birlikte, bağımsızlık ve birlik taleplerini uygun bir ilerici teorik çerçeveye yerleştirmeden bu talepleri savunmuş olan, iki dünya savaşı arasında Arap vatanında mücadele yürüten geleneksel milliyetçi partilere ait olduğumuz o aşamanın sonuna gelinmiştir.”[44]

İbrahim’in destekçileri vardı. Ancak Corç Habeş’e sempati duyanlar açısından bu türden bir ilerici sapma, esasen milliyetçi projeyi tehdit edecek, enternasyonal sosyalizme yönelik aşırı vurgudan başka bir anlama sahip değildi. Habeş ve mensubu olduğu politik kanat, Hürriyet grubunu komünist görüyor, Arapların başındaki belâyı enternasyonalist bir yerden okumanın tıpkı Arap komünist partilerinde tanık olunduğu gibi, milli hareketin özgürlüğünü ortadan kaldıracağını düşünüyordu.[45]

1967’de Marksizmin Sahneye Çıkışı

1957-1963 arası oluşan hizipler, sadece soyut tartışmalardan neşet etmiş olgular değildi. Bu dönem boyunca AMH, Abdürrezzak Takriti’nin 2012 tarihli Muson Devrimi kitabında ayrıntılarıyla anlattığı, Umman’daki iktidarı yıkmaya yönelik devrimci faaliyetlere iştirak etti, ardından örgüt, devrimi Suudi Arabistan’a ihraç etmeye çalıştı. AMH üyeleri, bölgede süper güçler arasındaki kapışmanın dışında durmaları gerektiğinin bilincindeydiler. Ancak öte yandan, devrimin ve karşı-devrimin enternasyonalist niteliği üzerinde giderek daha fazla durdular. Örneğin 1964’te AMH’nin önde gelen üyelerinden biri, Kuveyt’te yapılan, Körfez’de faaliyet yürüten üyelerin düzenlediği toplantıda, Suudi Arabistan’ın konumuyla Maoist Çin’in Asya’daki konumunu kıyasladı. Bu üyeye göre, kitleleri harekete katmak suretiyle, devrimin ticari çıkarların kalbine bıçağı saplaması gerekiyordu.[46] Hürriyet dergisinde de süreç içerisinde Amerika’daki insan hakları hareketi yanında Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki sömürgecilik karşıtı savaşlara dair yorumlara daha fazla yer verildi.

Örgütün ana görüşü, İsrail ve Batı karşısında Arapların egemenliğine yeniden kavuşmasını öngören milliyetçi ideoloji üzerine kuruluydu. Ancak emperyalizm konusunda örgüt, kapitalizme ait bir uzantı olarak emperyalizmin devlete sahip olma imkânını ortadan kaldırdığını söyleyen Marksist-Leninist emperyalizm teorisine yöneldi.[47] AMH’nin 1957’de yayınladığı resmi belgelerinden biri, “tekelci kapitalizmin doğal olarak emperyalizm denilen uzantıya yol açtığını” söylüyordu.

Bu mantık uyarınca “milliyetçi mücadele, hem antiemperyalist hem de antikapitalist bir mücadele”ydi. Arapların birliği için mücadeleyi öncelikli gören aşamacı model asli zorunluluk mudur değil midir, ayrıca ekonomik ve toplumsal öncelikler aynı anda geliştirilebilir mi geliştirilemez mi gibi sorular üzerinden süren tartışma, bu yaklaşım üzerinden sona erdi. Aşamacılık ve devrimci örgütlerin asli öncelikleriyle ilgili bu tartışma, aynı zamanda Arap ülkelerinin meşru liderleri burjuvaziyle ittifak kurmalı mı kurmamalı mı üzerinden süren mücadelenin somut bir tezahürüydü. Bu tartışma, sadece AMH ile Baasçıları değil diğer tüm solcu örgütleri böldü.

1963 tarihli konferansta Muhsin, sınıfsal analizi öncelikli görmek gerektiğine dair gerekçelerini detaylarıyla aktardığı raporunu sundu. Muhsin, zamanla Nasır’a yakınlaştı hatta onun yoldaşı oldu, altmışlı yıllar boyunca neredeyse her ay Nasır’ı ziyaret etmek için Kahire’yi gitti.[48] Nasır’ın niyeti, tüm Arap devrimci hareketlerini, özelde İsrail’le çatışma sürecini tetikleyebilecek Filistinli örgütlerini kontrol etmek, bu Filistinli örgütlere süreci provoke etmelerine imkân vermemekti.

Bu süreçte Nayif Havatima gibi AMH’nin önde gelen Filistinli üyeleri, tıpkı Vietnamlılar ve Cezayirliler gibi doğrudan eylem modeline ihtiyaç olduğuna inanmaya başladılar. Zaten o dönemde birçok Filistinli ülke dışında olduğu için içeride kitleleri harekete geçirmek de pek mümkün değildi.

Milliyetçi teoriye bağlı olanlarla sınıfsal analizi benimseyenler, AMH içerisindeki Nasırcılarla fedai fikrine meyilli örgütler arasında yaşanan bu çatışmalar, hiçbir zaman çözüme kavuşturulamadı. Ancak taraflar, bir şekilde geçici anlaşmaya vardılar ve bu anlaşma dâhilinde hareket, 1967 savaşı mevcut ayrışmaları kontrol edilemez düzeye taşıyana dek varlığını sürdürdü.[49]

Muhsin İbrahim’in 1960 Hürriyet dergisine yazdığı, Arap milliyetçilerine Arap halkının toplumsal mücadelelerine, özellikle işçi ve köylülerin mücadelelerine örgütlenmeleri çağrısı yapan makalesi bomba etkisi yarattı. Yazı, Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin hatalarına cevap olarak, ellilerin sonlarında hareket içerisinde tavırlarda yaşanan değişikliği özetleyen bir çalışmaydı. AMH’nin ona bölge ölçeğinde daha iyi hareket etme imkânı sunacak, esnek bir örgüte ihtiyacı olduğunu artık birçok insan görüyordu. Bu üyeler, aynı zamanda solcu güçlerle, mücadele eden sınıfların gündelik dertlerine tercüman olacak ittifaklar kurulması ve Arap komünist partileriyle doğrudan rekabet edilmesi gerektiğine inanıyorlardı.[50]

Arap komünist hareketlerinin tekil mücadele alanlarından uzak durmak yerine, onlarla doğrudan rekabet edilmesi fikri, hareketin uluslararası zemininin yeniden düşünülmesi ihtiyacını gündeme getirdi. AMH üyeleri ideolojik düzeyde sosyalistleştikçe düşünce ve eylem düzleminde bölgeyi değil, dünyayı gören bir yaklaşımı benimsemeye başladılar.

Bu yeni düşünce tarzı, AMH’nin “Suriye’de feodalizmin, kapitalizmin ve büyük çıkar gruplarının kullandığı güç”[51] olarak görüp eleştirdiği Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin 1961’de dağılması üzerinden daha da güçlendi. “Yakın düşman”ı bu şekilde tanımlayan AMH üyeleri, mücadelenin çerçevesini de çizdiler. Artık sadece üretim üzerindeki tekeli ve mülkiyeti kontrol edenlerle değil, ayrıca feodal veya kapitalist olmayıp mülk sahibi sınıfa mensup olmak adına basamakları tırmanma hayali kuran “tüm müttefikler”le yani küçük burjuvaziyle de mücadele edilecekti.[52] Küçük burjuvazi, Mısır ve Suriye’de Arap sosyalist hareketine bugüne dek müttefik olanlar da dâhil, Arap rejimlerinin tümü değilse bile büyük bir kısmına hâkim olan sınıftı.

Esasında AMH bünyesinde Marksizmin milliyetçi mücadele zemininde bölgeye uyarlandığından söz edemeyiz. Muhsin İbrahim, kendi duruşunu proletarya diktatörlüğüne karşı demokratik merkeziyetçilik çağrısı olarak görüyor ve bu duruşu bu düzlemde savunuyordu. İbrahim, aynı zamanda proletaryayı temsil eden ve ortak sorunlar yaşayan İsrailli solcularla diyalog kurulmasını istiyordu. AMH içerisinde ilk başta Yahudi karşıtı sonrasında Siyonizm karşıtı eğilimlerin güçlü olduğu koşullarda bu, esasen cesur bir duruştu.[53]

Örgüt içerisinde dümenin sola kırıldığı süreç bir boşlukta cereyan etmedi. Bu süreç, temelde altmışların ortalarında Arap siyasetinde ve toplumunda açığa çıkan eğilimlerin yansımasıydı. Sola yönelim, örgütün Baasçı rejimle Nasır konusunda çatışma yaşaması ardından, tam da Corç Habeş’in Temmuz 1962’den Mart 1963’e kadar Şam’da hapis yattığı dönemde gerçekleşti.

Bu dönemde AMH üyeleri, bir yandan da Abbas Beydun ve Fevvaz Trabulsi gibi Sosyalist Lübnan dergisinde yazan aydınlarla ve Lübnanlı Marksistlerle yakın ilişki kurdular ama iki taraf, birbirlerinin dergilerine katkı sunmadılar.[54] Habeş’in Beyrut’a dönmesi ardından hareket bölündü.

AMH’nin milliyetçi kolunu eleştiren Muhsin İbrahim, bir yandan da AMH’nin kendisini burjuva ve küçük burjuva bir örgüt olarak tarif ediyordu. Dolayısıyla, örgüt de Arap rejimlerinden daha iyi değildi.[55] Bu saldırı, İbrahim’le Habeş’i karşı karşıya getirdi. Pratiği teori karşısında her zaman önemli gören Habeş, İbrahim’i ve ait olduğu hizbi genelde Arap kitleleri, özelde sıradan örgüt üyelerini örgütten kopartacak aşırı teoricilikle suçladı.

Bu süreçte İbrahim, örgütün Nasır’ın himayesinde kurulacak devrimci örgütler koalisyonuna katılmasını istiyordu. 1964’teki tartışmaların ardından AMH içerisindeki Filistinlilerin önemli bir kısmı Habeş’in yanında hizalanırken, Iraklı ve Lübnanlı delegeler İbrahim ve Havatima’nın yanına gittiler. Aslında bir şekilde bu iki taraf, Haziran 1967 sonrası yaşanacak gelişmelerin ilk adımlarını ifade ediyordu. Bir taraf, Fetih’e ve ilk fedai eylemlerine açıktan veya gizli olarak duyulan saygı temelinde yürütülecek doğrudan halk eylemlerine yönelirken, diğer taraf, zaman içerisinde Marksist-Leninist teoriyi benimsedi.

Yenilgi Sonrası Yeni Sol

Altmışların sonunda kitleler ve devrimciler iki sıcak yaza tanıklık ettiler. Ortadoğu, 1967 savaşının şokunu atlatmaya çalışırken, dünya da gençlik isyanıyla çalkalanıyordu. Bu dönemde, Almanya, Uruguay, Senegal, Fransa, Lübnan ve ABD gibi farklı ülkelerde işçi ve öğrenci eylemleri çakıştı. Arap aydınlarının tüm ümitsiz halleriyle kültürel krizin derinliğinden bahsedip durduğu dönemde yeni toplumsal aktörler sahneye çıktılar ve 1968 yılını dünyayı sarsan bir momente dönüştürdüler.

Farklı ülkelerde açığa çıkan hareketler birbirlerinin yaptıklarını kopyaladılar, mücadele içerisinde geliştirilen yeni yöntemleri birbirlerinden öğrendiler. Bu sayede iletişim imkânları gelişti, böylece kişileri ve örgütleri birbirine doğrudan bağlayan bağlar oluştu.

Paul Berman, A Tale of Two Utopias [“İki Ütopya Masalı”] isimli kitabında 1968’de dört devrimin gerçekleştiğini söylüyor. İlk devrim, orta sınıf alışkanlıklarını değiştiren öğrenci eylemleri. İkinci devrim, Batı’daki modernleşme sürecinin geliştirdiği materyalizmi önemli bir kısmı üçüncü dünyadan ödünç alınan yeni bir içerikle donatma çabası anlamında “ruh sahasındaki ayaklanma”. Üçüncü devrim, sömürgelik halinden yeni kurtulmuş ülkelerde gelişen, orman yangını misali her yanı saran Marksist-Leninist hareketler. Dördüncü devrim de yeni gelişen devrimci sistemler içerisinde açığa çıkmış totalitarizme karşı verilen mücadele.

Filistinli fedailerin merkezde durduğu Yeni Arap Solu, 1967 sonrasında bu dört ayaklı devrimin küresel öncülerinden biri olarak ortaya çıktı. Avrupa, ABD ve başka yerlerde birçok Yeni Solcu örgüt, kendisini emperyalizme karşı örgütlenecek halk mücadelesinin somut örneği olarak görüyordu.

Arap Milliyetçi Hareketi açısından Haziran Savaşı, Muhsin İbrahim etrafında toplaşmış olan Hürriyet grubu ile Corç Habeş yanında, Lübnan’da çıkan Muharrir gazetesinin Filistin isimli ekine yayın yönetmenliği yapan yazar Gassân Kenefâni gibi Filistinli militan aydınların oluşturduğu Filistin dergisi grubunun önceliklerinin netleşmesini sağladı. Haziran 1967 öncesinde Filistin dergisi grubu Nasır’a bağlıyken, savaş sonrasında hızla bağımsız eylem çizgisini benimsedi.[57]

Bu süreçte Habeş FHKC’yi kurdu. İbrahim ise uzun süredir dost olduğu Lübnanlı Marksist örgütleri birleştirmek için kolları sıvadı. Şu veya bu düzeyde Marksist olan iki örgüt de farklı vurgularla da olsa, Arap devriminin ve dünya devriminin doğal öncüsü olarak bağımsız bir Filistin halk hareketinin örgütlenmesi fikrini benimsedi.

Hürriyet dergisinin 1967 yılının sonlarında çıkan sayıları, yenilginin izlerini taşıyordu. Dergi, bu momentte Avrupa’daki eylemleri ve isyanları, bunlarla birlikte, Küba ve Vietnam’daki gelişmeleri aktardı. Derginin Ağustos, Eylül ve Ekim sayılarında “Vietnam’dan Ne Öğrenebiliriz?” türünden, Fransız öğrenci hareketiyle Lübnan öğrenci hareketini, ayrıca AMH ile Castro Küba’sını kıyaslayan makalelere yer verildi.[58] Bir başka makalede “Direniş Yolu Nereden Geçer? Castro Araplara Ne Söyler?” sorusu üzerinde duruluyordu.[59]

Enternasyonalizme yönelme süreci dâhilinde ABD, Arapların ve mücadele eden diğer halkların asli düşmanı olarak belirlendi. Yaşanan yenilgiye yönelik tepki dâhilinde Havatima ile İbrahim, Nasır’ın karşısında konumlandı. Bu karşıtlığın sebebi, sadece Nasır’ın savaşa askeri açıdan hazırlanmamış olması değil, yürüttüğü politikaların sosyalist niteliğinin yetersiz oluşuydu.[60]

Che Guevara 9 Ekim 1967’de ölünce Hürriyet tüm sayısını bu konuya ayırdı. Derginin bu sayısı, üzerinde “Guevara ya da Üçüncü Dünyanın Hiç Ölmeyecek Devrimi” yazısının bulunduğu kapakla çıktı.[61]

Che’nin ölümü bir sonraki sayının da konusuydu. Ömrünün sonuna dek solcu Lübnan gazetesi Safir’in yayın yönetmenliğini yapan Talal Selman, bu sayıda hem Che’nin ölümünü hem de “hezimet” olarak nitelenen, Nasırcı projenin ölümünü birlikte ele alan bir şiirine yer verdi. Che’yi İsa’ya benzeten şiirde “Che, mücadele eden, Küba, Bolivya ve Arap ülkeleri kadar esmer olan, yüz milyonlarca insan yaşasın diye öldü. Tıpkı İsa’nın hayatında görüldüğü üzere Che’nin hayatını kurtarmak zorunda olanların ihanetiydi onun canına mal olan” tespitinde bulunan Selman ardından, kendisini de ihanet edenler arasında sayarak “Che, seni ben öldürdüm!” diyordu.

“Ben veya o, burada etrafımda olan herkes,
Şu hezimeti bize dayatanlar,
Başka başkentlerde oturup
Peşinen mağlubiyeti kabullenenler,
O lanet ihanetin küstah yüzünü görmek için
Hezimet yolunda silahlananlar…

Seni ben öldürdüm, çünkü
elim silaha alışkın değil, çünkü
Silahım lal kaldı.

Çünkü o sadece cenazelerde dilbaz ve neşeli.
Bu hep birlikte işlediğimiz suç, ancak
Guevara’nın yolundan gidersek,
Aşağıdaki dizelerde sureti beliren ortak düşmana karşı
o karanlık diyarlar ele silah alırsa affolur:

Guevara: Benim seni öldüren…
Çünkü ahtapotun kollarına buralarda kimse dokunmadı.
Senin Küba’da
Başkalarının Vietnam’da kestiği gibi
Ben de burada kesseydim o kolları
Sen şimdi olduğun yerde olmayacaktın.
Onlar övüne övüne gösteremeyeceklerdi çıplak bedenini.
Amerika’nın ve doların dayattığı barış döneminde
Güneşi öldürmeyi doğal bir şeymiş gibi takdim edemeyeceklerdi.”

Selman’ın bu hüzünlü ve kendisini kırbaçlamak kadar acı verici şiiri edebiyat tarihine geçmeyebilir ama şiirin Haziran Savaşı’na yönelik duygusal ve ideolojik tepkilere dair genel bir görüş sunduğuna hiç şüphe yok. Bu haliyle şiir, 1967 sonrası Yeni Arap Solu’nun girdiği iki yolu özetliyor. Selman, bir yandan 1967’yi o dönem başlayan güçlü özeleştiri sürecine uygun düşen bir okuma yapıyor, bir yandan da umutlarını Asyalı, Afrikalı ve Arap kimi isimlerin temsil ettikleri küresel devrime ait yeni ikonik kahramanların başlattığı halk hareketine bağlıyor. Şiirde aktarıldığı biçimiyle, emperyalizm, yüzüne geçirdiği maskeyi bizzat kendisi parçalıyor. O maskenin altından kolları her yana ulaşan bir ahtapot olarak Amerikan hegemonyası çıkıyor.

Bahsi edilen özeleştiri sürecinde öne çıkan Marksist düşünürlerden biri de Sadık Celâl Azmi. 1969 tarihli Yenilgi Sonrası Özeleştiri isimli kitabında Azmi, aydınlanmacı ilkelere sarılıyor ve bu ilkeleri geleneksel/modernist ikiliği üzerinden ele alıyor. Ardından da Arap toplumlarında eksik olduğunu yaşanan hezimetle birlikte anladığımız akıl, bilim, analiz ve demokrasi gibi ilerleme için gerekli temel öğelerin modernizasyonla birlikte temin edileceğini söylüyor.[62] Burada modernite, Azmi’nin kurtuluş için gerekli araç olarak gördüğü eleştiriye denk düşüyor.

Diğer düşünürlerse yaşanan yenilgiyi ve onu takip eden krizi Batı’nın aşırı etkisine ait semptomlar olarak gördüler ve kendi kültürlerinin köklerine sarıldılar. Bu kökçü eğilim dirençli olduğunu kanıtladı. Yetmişlerde başlayan İslami uyanışla birlikte Arap toplumlarında farklı türde bir devrim kendisine yol buldu.

Muhtemelen yirminci yüzyılın sonlarında özeleştiri süreciyle İslami diriliş sürecinin eşzamanlı işlemiş olması, bizi Arap rejimlerini, bunun yanında, bölgeye ve kültüre ait sınırları aşan devrimci hassasiyetlerin mirasına körleştirdi. Arap ayaklanmaları öncesi bu hassasiyetler ve görüşler yeniden ilgi gördü.

Benim bu yazıdaki niyetim, yirminci yüzyılın sonlarında Arap coğrafyasında yaşanan krizin sadece Nasırcılığın ve Arap sosyalizminin yaşadığı yenilginin değil, basit bir yaklaşımla, Nasır’ın projesiyle de Nasır öncesi ve sonrası faal olan otoriter Arap rejimleriyle eşitlenmemesi gereken devrimci umudun ürünü olduğunu ortaya koymaktı. Bu devrimci umudun hüküm sürdüğü momentin mirasını yeniden değerlendirmek istiyorsak, ilk adım olarak, yüzyılın ortalarında Arap coğrafyasında solu meydana getiren fikirlerin, hareketlerin ve insanların tarihyazımını geliştirmek zorundayız.

Sune Haugbolle
6 Eylül 2017
Kaynak

Dipnotlar:
[1] C. Wright Mills, “Letter to the New Left”, New Left Review, 1, Sayı. 5 (1960): s. 18–23.

[2] Daniel Geary, 2008, “Becoming International Again: C. Wright Mills and the Emergence of a Global New Left, 1956–1962”, Journal of American History, 95, Sayı. 3 (2001): s. 710–736.

[3] George Katsiaficas, The Imagination of the New Left – A Global Analysis of 1968 (Massachusetts: South End Press, 1987), s. 219–54.

[4] Mark T. Berger, “After the Third World? History, Destiny and the Fate of Third Worldism”, Third World Quarterly, 25, Sayı. 1 (2004): s. 9–39.

[5] Elizabeth Suzanne Kassab, Contemporary Arab Thought (New York: Columbia University Press, 2010), s. 48–116.

[6] Fawaz Gerges, “The Transformation of Arab Politics: Dismantling the Myth from Reality”, The 1967 Arab-Israeli War: Origins and Consequences içinde, yayına hz.: Avi Shlaim and Roger Louis (Cambridge: Cambridge university Press, 2012), s. 285–314.

[7] Rashid Khalidi, “The 1967 War and the Demise of Arab Nationalism: Chronicle of a Death Foretold”, The 1967 Arab-Israeli War içinde,yayına hz.: Shlaim and Louis, s. 264–284.

[8] Michael N. Barnett, Dialogues in Arab Politics (New York: Columbia University Press, 1998).

[9] Fouad Ajami, “The End of Pan-arabism”, Foreign Affairs, Güz/Kış 1978/79.

[10] Yassin al-Haj Saleh, “al-khamis min al-huzayran 1967 fi arba’iniha” (“Kırkıncı Yıldönümünde Beş Haziran”), Al-Hayat, 3 Haziran 2007.

[11] Walid W. Kazziha, Revolutionary Transformation in the Arab World: Habash and his Comrades from Nationalism to Marxism (Londra: Charles Knight & Company, 1975); Tariq Ismael, The Arab Left (Siraküza: Syracuse University Press, 1976). Yeni Sol’un düşünsel mirasını ele alan çalışmalar için bkz.: Yayına Hz.: Faleh A. Jabar, Post-Marxism and the Middle East (Londra: Saqi, 1997); Kassab, Contemporary Arab Thought.

[12] Örneğin bkz.: J. Chalcraft, Popular Politics in the Making of the Middle East (Cambridge: Cambridge University Press, 2016), s. 312–92; Abdel Rezzaq Takriti, Monsoon Revolution: Republicans, Sultans, and the Empire in Oman 1965–1976 (Oxford: Oxford University Press, 2013); Sune Haugbolle ve Manfred Sing, “New Approaches to Arab Left Histories”, Arab Studies Journal, XXIV, Sayı. 1 (2016): s. 90–97.

[13] Toby Matthiesen, “Red Arabia: Anti-Colonialism, the Cold War, and the Long Sixties in the Gulf States”, Revisiting 1968 and the Global Sixties, Yayına Hz.: Martin Klimke (yakında yayımlanacak).

[14] A.g.e.

[15] Michael Hudson, “Developments and Setbacks in the Palestinian Resistance Movement 1967–1971”, Journal of Palestine Studies, 1, Sayı. 3 (1972): s. 65.

[16] Katsiaficas, The Imagination of the New Left – A Global Analysis of 1968, s. 23–7.

[17] Robert J. C. Young, Postcolonialism: An Historical Introduction (Malden, Ma: Blackwell, 2001); Vijay Prashad, The Darker Nations: A People’s History of the Third World (New York: New Press, 2007); David Kimche, The Afro-Asian Movement: Ideology and Foreign Policy of the Third World (Kudüs: Israel universities Press, 1973).

[18] Paul Thomas Chamberlin, The Global Offensive: The United States, the Palestinian Liberation Organization, and the Making of the Post-Cold War Order (Oxford: Oxford University Press, 2012), s. 19.

[19] Devrimci örnekler olarak Kahire ve Cezayir konusunda bkz.: Laura James, Nasser at War (New York: Palgrave MacMillan, 2006); Jeffrey James Burne, Mecca of Revolution (Oxford: Oxford university Press, 2016).

[20] Fadi A. Bardawil, When all this Revolution Melts into Air: The Disenchantment of Levantine Marxist Intellectuals, Doktora Tezi (New York: Columbia University, Graduate School of Arts and Sciences, 2010), s. 73.

[21] Chamberlin, The Global Offensive, s. 19.

[22] Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) “İlk Politik Bildiri” Al-Hurriya (Beyrut), 1 Aralık 1967. Çeviri: “The Palestinian Revolution” Project, 2016. Learnpalestine [erişim tarihi: Mart 2017].

[23] Chamberlin, The Global Offensive, s. 20–4.

[24] Ismael, The Arab Left.

[25] Lübnan sosyalist hareketi konusunda bkz.: Bardawil, When all this Revolution Melts into Air; Agnès Fevrier, Logiques de l'engagement et modes de contestation au Liban : genèse et éclatement d'une génération de militants intellectuels (1958–1975), Siyaset Bilimi Doktora Tezi, (Aix-en-Provence: Aix-Marseille 3, 2003).

[26] Ismael, The Arab Left, s. 101.

[27] A.g.e., s. 102–3.

[28] A.g.e., s. 108.

[29] Adeed Dawisha, Arab Nationalism in the 20th Century – From Triumph to Despair (Princeton, NJ: Princeton University Press, 2003), s. 357.

[30] Khalidi, “The 1967 War and the Demise of Arab Nationalism”.

[31] AMH ile ilgili en iyi değerlendirmeyi sunan İngilizce kitap hâlen daha Kazziha’nın 1975 tarihli Arap Dünyasında Devrimci Dönüşüm kitabıdır. Son yıllarda örgütün eski üyeleri AMH ile ilgili Arapça birçok kitap kaleme aldı. Bunların içerisinde en iyi çalışma için bkz.: M. J. Barut, Harakat al-Qawmiyyin al-Arab: al-Nash’a, al-Tatawwur, al-Masa’ir (“Arap Milliyetçi Hareketi: Oluşumu, Evrimi ve Hedefleri”), Şam: al-Markaz al-'arabi lil-dirasat al-istratijiyya, 1997.

[32] Michel Aflaq, Fi Sabil al-Ba’th, al-jiza al-awal (“Baas’ın Yolunda”, Birinci Bölüm), 1943. Baath.

[33] S. A. Hanna ve G. H. Gardner, Arab Socialism: A Documentary Survey (Leiden: Brill, 1969).

[34] Barut, Harakat al-Qawmiyyin, s. 45–67.

[35] A. R. Al-takriti, Monsoon Revolution.

[36] Kazziha, Revolutionary Transformation in the Arab World, s. 23.

[37] Asa’ad Abukhalil, “George Habash and the Movement of Arab Nationalists: Neither Unity Nor Liberation”, Journal of Palestine Studies, Yıl. 28, Sayı. 4 (1999): s. 91–103.

[38] A.g.e., s. 17–46.

[39] Barut, Harakat al-Qawmiyyin, s. 145–68.

[40] Ibrahim Muhsin, Limadha munazzamat al-ishtirakiyin al-lubnaniyin? (“Lübnanlı Sosyalistler Örgütü Neden Kuruldu?”) Beyrut, 1970, s. 32–5.

[41] Barut, Harakat al-Qawmiyyin, s. 87–91.

[42] Kazziha, Revolutionary Transformation in the Arab World, s. 56–64.

[43] Barut, Harakat al-Qawmiyyin, s. 110–4.

[44] Muhsin ibrahim, al-Huriyya, 2 Mayıs 1960.

[45] Barut, Harakat al-Qawmiyyin, s. 117.

[46] Matthiesen, “Red Arabia: Anti-Colonialism, the Cold War, and the Long Sixties in the Gulf States”.

[47] Kazziha, Revolutionary Transformation in the Arab World, s. 61–2.

[48] Bardawil, When all this Revolution Melts into Air, s. 74.

[49] Asa’ad Abukhalil, “George Habash and the Movement of Arab Nationalists”, s. 96–7.

[50] Kazziha, Revolutionary Transformation in the Arab World, s. 66–7.

[51] Al-Huriyya, 6 Ekim 1961.

[52] Al-Huriyya, 15 Ocak 1962.

[53] İbrahim bu yaklaşımı üzerinden, altmışların sonlarında ve yetmişlerde FDKC içerisinde İsrailli Marksistlerle ortaklık kurmayı savunuyor. AMH içerisinde süren antisemitizm tartışması için bkz.: Asa’ad Abukhalil, “George habash and the Movement of arab nationalists”, s. 92.

[54] Fevvaz Trabulsi Söyleşisi, Beyrut, 2017.

[55] Kazziha, Revolutionary Transformation in the Arab World, s. 74.

[56] P. Berman, A Tale of Two Utopias: The Political Journey of the Generation of 1968 (New York: W. W. Norton & Company, 1996).

[57] H. Baumgarten, “the three faces/Phases of Palestinian nationalism, 1948–2005”, Journal of Palestine Studies, Yıl. 23, Sayı. 4 (2005): s. 30.

[58] Al-Huriyya, 1967, Sayı 373 ve 377, s. 379.

[59] Al-Hurriya, 1967, Sayı 381.

[60] Baumgarten, a.g.e., s. 29.

[61] Al-Hurriya, 1967, Sayı 383.

[62] Kassab, Contemporary Arab Thought, s. 74–80.

03 Haziran 2025

Nâzım Bulgaristan’da

Bulgaristan yönetimi, 1950’lerin başında toprakları kolektifleştirmeye başlayınca Türk köylülerinin Türkiye’ye göç süreci başlar. Bu duruma müdahale etmek adına devlet, Nâzım Hikmet’i ülkeye davet eder. Nâzım bu amaç doğrultusunda halkın katıldığı toplantılarda konuşmalar yapar. Köyleri ziyaret eder. Aşağıda kendisine mihmandarlık yapan Bulgar şair Blaga Dimitrova’nın anı kitabından bir bölüm aktarılıyor.

* * *


“Demek ki Ruse’deyiz, yani eski Rusçuk’tayız.”

Bu şehirde birçok millettaşı bulunduğunu bildiği için, onlarla yapacağı karşılaşmaların heyecanını duyuyordu.

Sabahın erken saatlerine rağmen, (istasyon karşılayıcılarla dolmuştu. Omuz omuza sıkışmış olan Bulgarlar ve Türkler, büyük şair ve barış savaşçısını bekliyorlardı. Kalpten kopan Bulgarca ve Türkçe sevinç nidaları, çiçek buketleri ve sallanan ellerle birlikte, trene doğru yükseliyordu.

Şair, trenin iyice durmasını beklemeden, resmi karşılanma kaidelerine aldırmayarak, halkın kendisini beklemekte olduğu meydanlığa atladı. Bir elde buket, diğerinde hükümet adına söyleyecekleri nutuk olduğu hâlde, merasim yerine dizilmiş olan yoldaşlar, insan kitlesinin teşkil ettiği girdap tarafından sürükleniyor ve misafire yaklaşıp program gereğince kendisini selamlayamadıkları için şaşkın şaşkın bakınıyorlardı.

Nâzım Hikmet, kalabalık arasında bulunanların en yüksek boylusu olduğu için, bütün gözlerle göz göze gelmek ve her taraftan yağan kardeşçe sözleri kapmak istermiş gibi, başını her tarafa çeviriyordu. Bu, öz kardeşleriyle ilk görüşmesiydi.

Aksakallı bir ihtiyar, omuzunda ağlıyor, annelerin kaldırdığı çocuklar, kollarını öz babalarıymış gibi, onun boynuna doluyorlardı. Herkes ona, senelerden beri içinde biriktirdiği sözleri söylemeye can atıyordu.

“Seni görmek de nasip oldu bana, oğlum!”

“Kardeşimiz, medarı iftiharımız, hoş geldin!”

Ona sarmaşmak ve sözlerini kulağına söylemek imkânını bulamayanlar ise, tek ses hâlinde “Yaşasın Nâzım Hikmet!” diye bağırıyorlardı.

Bir grup genç “Nâzım’a selam” sözlerini hep bir ağızdan tekrarlıyordu. Bir piyoner, yanına kadar sokuluyor ve cıvıl cıvıl bir sesle, Türkçe olarak onu selamlıyor. Nâzım Hikmet, bu yavruyu havaya kaldırıyor. Şair, gittikçe kitlenin içerisine giriyor, âdeta onun içinde erimek istiyor. Yakınında bulunanların ayrı ayrı ellerini sıkıyor, uzaktakilere elini uzatıyor, herkese bir şeyler söylemeye çalışıyor. Onun yanına sokulabilenlerin yüzlerinde, bu eşsiz anda Nâzım Hikmet’in kendilerine söylediği heyecanlı ve kardeşçe sözlerin akislerini okuyorum.

Etraftaki insan kalabalığını dikkatle gözden geçiriyorum. Bir sene evvel garlarda gördüğüm o insanlarla, bugün etrafımı saran bu halk arasında ne büyük bir fark var!

Burada yine ferace ve sarıklar görüyorum, fakat bunların altındaki simalarda vakar var, kendine güven hissi var, yükselen milli gurur hissi parıldıyor.

Onlar Türklükleriyle gurur duyuyorlar, zira bugünkü progresif insanlığın en sevdiği şair ve kahramanlardan biri, kendi öz kardeşleridir. Türklerle aynı kitle içinde bulunan biz Bulgarlar da, aynı şekilde milli gurur duygusu içindeydik.

Şair, burada, yurdumuzda, kendisini öz vatanındaymış gibi hissediyor; şu fazlalıkla ki, burada duyduklarını kendi vatanında hiçbir zaman hissetmemiştir. Uzun yıllar boyunca devam eden mücadeleler neticesinde kazanılan hürriyetimiz, ona, yeniden hapse atılmak korkusu olmaksızın Türk kardeşleriyle görüşüp konuşma bahtiyarlığını verdi.

Nâzım Hikmet, Ruse’de, binlerce insanın iştirakiyle yapılan mitingde, heyecandan nefesi kesilerek bir selamlama nutku söyledi. Memleketinde vatandaşlarına hitap ederken, bütün hayatı boyunca daima ihtiyatlı konuşmak mecburiyetinde kalmıştı. Halkıyla ilk defa olarak, istediği gibi, bizim memleketimizde konuşabildi. Binlerce kişinin katıldığı bu mitingde, kaynaşmış bir kitle teşkil eden Bulgarlar ve Türkler, şairin sözlerini büyük bir heyecanla, susamışçasına dinlediler.

Yanında bulunan bir Türk genci, bir Bulgar’a doğru eğilerek, şairin sözlerini tercüme ediyordu:

“Kardeşlerim! Kendi anavatanımdan kaçtım. Canım memleketim Türkiye, Amerikalılar tarafından esaret altına alınmıştır. Ben, on yedi yıl boyunca, vatan göklerini hapishane parmaklıkları arasından görüyordum.

Hür Bulgarya’da, Dimitrof’un bahtiyar memleketinde göğüs dolusu hürriyet havası teneffüs ediyorum. Fakat henüz içim rahat değil. Çünkü burada, hürriyeti, evlatlarının saadetini, sosyalist emeğinin yarattığı saadeti akılsızca bırakıp, benim güçlükle kurtulabildiğim zindana gitmek isteyen millettaşlarım var. Kardeşlerim, size bugünkü Türkiye’yi anlatmadıkça, satılmış yalancıların sizi uçuruma sürüklediklerini bildirmek olan vazifemi yerine getirmedikçe içim rahata kavuşmayacak!”

Garın sağ tarafındaki Tuna limanında, henüz gelmiş olan vapurun halatları gıcırdıyor. Sabah. İş saati yaklaşıyor. Biraz sonra bütün şehir, iş humması içinde canlanacaktır. İşte bu kısa sabah sükûnu içinde, Nâzım Hikmet’in sesi, marşallaştırılmış Türkiye’deki işsizliğin, gayriinsani istismarın, açlığın ve sefaletin ürpertici tablolarını resmediyordu. Operası, senfoni orkestrası, tiyatrosu vs. bulunan bir Bulgaristan şehrinde Türk şairi, esaret altındaki Türkiye’de halkın nasıl cahil bırakıldığını anlatıyordu. Sözleri basitti, gerçekle ve tekzip kabul etmez bir inandırıcılıkla dolu idi. O, binlerce kişilik mitingi samimi bir dost sohbetine, uzun bir ayrılıktan sonra buluşan bir ailenin candan konuşmasına çevirdi.

Türkiye emekçilerinin insanca olmayan hayat şartlarını konkre tablolar hâlinde önümüze seriyor, müşahedelerini ve başından geçenleri anlatıyordu.

Şair, şehre doğru yürüyünce, halk da ardından hareket etti. Bütün bakışlar büyük bir canlılıkla ilerleyen iri yarı Nâzım Hikmet’in üzerinde toplanmıştı. Halk kitlesi, şehrin merkezine doğru bir çığ gibi kendiliğinden büyüdü. Herkes mızıkanın temposu ile ilerliyor ve adımlarını Nâzım Hikmet’in geniş adımlarına uydurmaya çalışıyordu. Kollarını iki tarafındaki iki gencin omuzları üzerine atmış olan şair, neşe içinde ilerliyordu. Ardından gelen Bulgar ve Türkler de, kol kola, geniş saflar hâlinde, büyük bir canlılık içinde onu takip ediyorlardı. Şehir uyanıyor, pencereler açılıyor, her taraftan nümayişçileri selamlayanların sesleri duyuluyordu. Kalabalığı gören herkes, saflara katılıyor ve şevke gelmiş olan halkın müşterek heyecanına iştirak ediyordu.

Romanya’daki Bulgar ihtilalcileriyle birleşmek üzere, zifiri karanlık kış gecelerinde buz tutmuş Tuna’dan geçmiş olan inkılapçılarımıza, bu şehir geçit vermişti; Tonka nine, bu şehirde yaşamış, Angel Kınçef, bu şehirde kahramanca can vermişti; Türk paşa ve beylerinin tahakkümüne karşı, bu şehir kahramanca mücadele etmişti. Şimdi aynı şehir, bu güneşli sabah saatlerinde, Türk halkının sadık evladını öz evlat gibi karşılıyordu. Nâzım Hikmet’in geniş omuzları üzerine çiçekler yağıyordu. Etrafındakiler, gür sesleriyle “Ölmedi O, Sağdır” marşını söylüyorlardı.

Nâzım Hikmet’in şu sözleri ne kadar doğrudur: “Halklar arasında ebedi kardeşlik duygusunu, sadece ve sadece biz komünistler yaratabiliriz.”

Blaga Dimitrova

[Kaynak: Nazım Hikmet Bulgaristan’da: Yolculuk Notları, Çeviri: Hüseyin Karahasan, Devlet Neşriyatevi, Sofya, 1955, s. 10-13.]

01 Haziran 2025

Hüseyin Cevahir'in Doğu Anadolu Raporu

Kürt olan ve anadilini asla unutmayan Devrimci Önder Hüseyin Cevahir, Kürt illerine giderek kurduğu ilişkiler ve hazırladığı raporu Kürt sorununa dair Demokratik Halk Devrimi tezlerinin ortaya çıkmaya başladığı sürecin içinde okunmalıdır.

“Doğu Anadolu Raporu” sonrası Cevahir’in izinden Kürdistan’a giden birçok devrimci, yerelde halkla ve gençlikle kurduğu bağlar ile devrimci mücadeleyi büyütmüştür.

Hem Cevahir’in hem de devrimci hareketin gelişiminde önemli bir yer tuttuğunu düşündüğümüz için ve yakın zamanda yaşanan sıcak gelişmelerden kaynaklı, Mayıs 1970’te Hüseyin Cevahir tarafından kaleme alınan “Doğu Anadolu Raporu” yayımlıyoruz.

* * *


BİSMİL’DE:

Bismil, Diyarbakır’a bağlı bir ilçe. Merkez nüfusu 6 bin. Bismil’e bağlı 96 muhtarlık var. Bunlara mezralar (muhtarlığa bağlı olan daha küçük yerleşme noktaları) da eklediğinde, yerleşme yerlerinin sayısı 120-130’a varmakta. Köyler iki bölüme ayrılabilir: Dağ köyleri ve ova köyleri. Halk, geçimini tahıl üretiminden sağlamaktadır. Ekilebilir toprak miktarı iki milyon dönümün üstündedir. Toprakların bir kısmı ağaların elinde. Ovaya traktör ve diğer tarım makinaları girmesine rağmen ağa ve şeyh baskısı devam etmekte.

(Silvan’da Yusuf Azizoğlu’nun kardeşi Abdülkadir Azizoğlu, köyünden geçen dereye bir baraj yapmaya karar verir. Bütün müritlerini ve marabalarını toplayarak işe girişir -ücretsiz çalışılmaktadır, angarya- baraja torbalarla kum taşınmaktadır. Zayıf bir köylü yarı yolda düşer, torbayla. Şeyh bu durumu, görünce çok sinirlenir. Köylünün yanına vararak tekmelemeye başlar. Köylü torbaya çok kum doldurulduğunu söyleyince küfrederek “gözün kör müydü?” der. Aradan birkaç gün geçince mühendissiz, plansız barajın duvarı arkada biriken suların basıncıyla çöker ve bir köylünün beli kırılır.)

Bismil kaymakamı Birgi Yaşar Çağlaşan’ın dediğine bakılırsa, ilçede asayişsizlik diye bir şey yok: Eşkıya, çevreyi sürekli tedirgin eden bir çete hiç olmamış. Yalnız. Adam vuran birkaç kişiyle bazı hırsızlar ve birkaç da asker kaçağı varmış. Bunların çoğu kendiliğinden teslim olmuş.

Yine Bismil’deki kavgaların adam vurmaların bir tek nedeni var: TOPRAK. Bir yandan ağa toprakları on binlerce dönümü bulurken, bir yandan da ağalar hazine topraklarına el atmışlar. İki milyon dönümü aşan toprağın %80’i ihtilaflı. Bu ihtilaflı durumu da şimdilik bir tek şey çözümlüyor; YILDIRMAK. Bu yüzden bütün Bismil hatta bütün Doğu ve Güney-Doğu’da herkes, ağaların silahlı fedai beslediğini bilmekte. Asayişsizliğin tek nedeni toprak demiştik. Ağalar, köylülerin toprak taleplerini mahkûm besleyerek durduruyorlar. Belli bölgeler, bu mahkumlarca ağa adına korunuyor. Bu durum politikaya seçimlere de yansıyor. Nitekim gazeteler Şaki Özbay’ın filan parti için, Hamido’nun falan parti için çalıştığını yazıp durdular.

(Bismil’in Sinan Köyü’nde bir ağa oturur. İsmi: Abdülkadir Sinanlı -Köylüler ve çevre halkı FERMAN AĞA demekte- Silahlı fedaileri olduğunu, bunların, otomatik silahlarla dolaştığını bilmeyen yok. Yüz bin dönüm toprağı var. Birkaç köy kendisinin, çuluyla, eviyle, insanıyla. 1969 milletvekili seçimlerinde AP için çalışır. Köyden Kasap İbrahim ise ilçeye uğradığında “YTP’ye oy vereceğim” diye bir tanıdığına söz verir. Bunu köy kahvesinde seçimlere bir gün kala, Ferman Ağa’ya söyler. Vay sen misin bunu diyen! Hemen ertesi gün kapı dışarı edilir. Hiçbir ağa Kasap İbrahim’i yanına almaz, ağasına karşı geldi diye. Kasap İbrahim şimdi Batman’da iş aramaktadır.)

Son aylarda yapılan komando baskını sırasında ağa köylerine özellikle dokunulmamış. Ferman Ağa’nın köyünde sözde arama yapılmış ve hiçbir şey bulunamamış. Köylülerin bir şikâyet nedeni de bu. “Ağa’nın silahı var, elinden alınmaz, baskı yapılmaz. Ama bizde silah olmadığı halde işkence yapılır”. Komandolar, ellerinde Bakanlar Kurulu’nca arama ve işkence etme kararı olduğunu söylüyorlar. Bu kararı bugüne kadar gören olmamış. Eğer gerçekten böyle bir karar varsa, tam bir baskı, yıldırma ve terör havası yaratma; orduyu ağaların yanındaymış gibi gösterme çabası var. Aydınlar, ilericiler ve devrimciler bu kararın peşine düşmelidirler. Bu Türkiye halklarının kardeşliğini, birliğini bozup bölme ve sonra da hükmetme planıdır. Emperyalizmin Orta-Doğu’da uyguladığı planın Türkiye’ye düşen bölümüdür.

(Bismil’in Göçmen Kahvesi’nden Mustafa Bulut, komandoların kahveye gelişini anlatıyor: “Komandolar kahveye geldiler. Benim silahla adam öldürmeyle herhangi bir ilgim yok. Bismil’in içinde kahve işletmekteyim. ‘Buyurun’ dedim. Demez olaydım. Başladılar bana küfretmeye. Benim dayım da komando üsteğmeni. İyi bir insan. Bunu söyledim. Suçum ne dedim. Tartaklayıp daha beter küfrettiler. Bir sürü adam vardı kahvede. Onurum kırıldı. Gözlerim doldu. Dayımdan bile nefret etmeğe başladım. Yazık değil mi, biz de bu memleketin insanlarıyız!”)

Bu ilçe merkezinde bir küçük olay. Bu olayın arkasında yatan hesap basit ve tehlikeli. Ordunun, devrimci yanını bir yandan yok etmek, bir yandan da ordu ile halk arasında aşılmaz nefret duvarları yaratmak. Bunu kısmen başardıkları da söylenebilir.

Komandolar Kenberli Köyü’ne giderler. Köyde bir ortaokul mezunu var; Adnan Aktepe. Pırıl pırıl uyanık bir genç. Türkiye’nin ne durumda olduğunu kavramış: Kurtuluş için çareler düşünmekte, araştırmakta, okumakta. Kenberli ağa köyü. Adnan fakir, ortaokuldan sonra okuyamamış. Komandolar köye gitmeden ağalar Adnan’ı duyurmuşlar. Adnan sorulmuş. Gelmiş. Getir silahını demişler. Yok deyince başlamışlar dövmeye. Biz gittiğimizde elleri parça parça idi. Vücudunda morartılar vardı. Sonunda köyde silah bulamazlar. Adnan’ın yediği dayak yanına kar kalır. Aslında bütün köylerde erkekleri bir tarafa kadınları bir tarafa toplayarak dövüyorlar ve çoğu köyden eli boş dönüyorlar.

Köylünün mahkumlara ve ağanın adamlarına karşı silahlanmaları olağan bir şey. Ağanın adamları ağanın çıkarları için gözlerini kırpmadan adam öldürüyorlar, soygun yapıyorlar. İdari makamlarsa buna seyirci kalıyor. Köylüler bütün baskıları sır saklar gibi saklıyorlar.

(Aşağı Salat’tan Halil Toptaş; “Ağaların fedaisi mahkumlar belli bölgeleri diğer mahkumlara ve köylülere karşı koruyorlar. Bunun yanında baskılar bize geliyor ve kuru yanmadan yaşı yakıyorlar. Komandolar bizim köye de geldiler. Hepimizi içtima ettiler. Sonra koşturup güldüler. Ardından da başladılar dayak atmağa. Anlamıyorum bir türlü. Bu nasıl iş, bu nasıl hükümet, bu nasıl düzen? Komandolar bekçiden su istediler. Bekçi suyu getirince başından aşağı döküp gülüştüler. Bekçi suçumuz ne deyince it oğlu it, su getirecek bir tek sen mi kaldın? dediler.”)

Bunların yanında gübre ve tohum yolsuzlukları ayyuka çıkmıştır. Örneğin; geçen sene gübre dağıtımı yüzünden halk yolsuzluk iddiasında bulunmuş. Ziraat Bankası Genel Müdürlüğü’ne başvurmuş. Banka müdür muavini Bahattin – şimdi Palu’da ve belediye Başkanı Necip Aslan ile adam kayırdıkları, gübreyi kapatıp karaborsa yaptıkları söylenmiş. Müfettişler gelmiş. Sonunda hiçbir şey çıkmamış. Tepecik, Aralık Köyü’nün hakkı olan 25 ton tohumluk buğday toprakla hiç ilgisi olmayan üç kişiye verilmiş. Valiye yapılan müracaattan bir sonuç alınamamıştır.

Sonra tohumluğu Necip Aslan’la Banka müdür muavini satmışlar – maaşı dışında hiçbir geliri olmayan Ziraat Bankası müdür muavini 150 bin liraya bir kamyon ve iki kat satın almıştır.

Hangi taraftan tutulursa tutulsun, bir bozukluk bir kokmuşluk ve bir yolsuzlukla karşılaşmaktasınız. İktidar bu durumu iyi bildiği için dikkatleri bilinçli bir biçimde başka tarafa çekmekte; yoğun bir “Kürtçülük” akımı olduğunu yaymaktadır. Oysa Kürtçülük yoktur. Olan, kendi ana dilini kullanma hakkına sahip eşit vatandaş olma özlemidir. Ve ancak gerçek eşitlik şartlarında Türkiye halkının gerçek birliği ve kardeşliğinin inancıdır.

(Aralık Köyü muhtarı Ali Budak anlatıyor: “Bizim köyden Obalı Köyüne giden bir çocuğu yoldan çeviriyorlar. Saat sabahın 4.30’u. Hava sisli, alabildiğine soğuk. Bizi evden çıkardılar. Beni köyün dışına götürüp, mahkûm ve silah olup olmadığını sordular. Kadınları camiye doldurdular. Bizi de bir araya topladılar. Hepimizi aradılar. Köyü didik didik ettiler, hiçbir şey bulamadılar. Subaylar görmedi ama, erler bizi dövdüler.”)

Bekir Cengiz yaşlı ve kulakları ağır işiten bir çerçi. Köylere incik boncuk satarak ekmek parası çıkarmağa çalışıyor. Yolda komandolar Bekir Cengiz’i görüyorlar, ‘dur’ diyorlar. Bekir Cengiz duymuyor ve yoluna devam ediyor. Hızlanarak yetişiyorlar. Ve Bekir Cengiz’i feci bir şekilde dövüyorlar.

Molla Feyyat Köyünde herkesin toprağı var. Köyün ağası olmadığından “hükümet kapısı”nda itibarı yok, koruyucusu yok. Komandolar köylüleri bir araya toplarlar, köyü ararlar. Hiçbir şey bulamayınca başlarlar köylüleri dövmeye. “Niye silahınız yok” diye. Bir köylü “Silahın olsa bir türlü olmasa bir türlü” diyordu. Diğeri ise “Adamların gayesi seni dövmek ister silahın olsun, ister olmasın.”

Mezrakebir Köyü’nde de köy imamına kimde silah olduğunu soruyorlar. İmam bilmediğini, bilse de zaten ‘söylemeyeceğini, bir din adamına ispiyonculuk yakışmadığını söylüyor. Bunun üzerine köylüleri dereye götürüp çamura yatırıyorlar. Yatmayanları da zorla yatırıp sırtında tepiniyorlar.

Bunlar birkaç örnek. Bismil’de bunlardan dahi kötü, daha akla hayale sığmaz işkenceler yapılmıştır. Bunları yapanlar bu memleketin askerleri. Yaptıranlar da emperyalizmin işbirlikçileri ve toprak ağaları. İşkence yapılanlar ise ülkemizin halkı. Birinci Milli Kurtuluş Savaşı’nda Fransız ve İtalyan kurşunlarına karşı koyanlarla onların çocukları. Emperyalizmi silah zoruyla ülkemizden söküp atan Mustafa Kemal’in çetecileriyle, onların çocukları.

SİLVAN’DA

Korit’e üç kere baskın yapılıyor. I. ve II seferlerinde köylüler tüm dışarı çıkarıldıktan sonra erkekleri bir yere, kadınları bir yere topluyorlar. Sonra köyde arama yapılıyor. Didik didik ediliyor köy. Komandolar zaten birkaç aydan beri eşkiyaları ve ağaların kiralık katillerini kovalamayı bırakıp bu işle uğraştıklarından durumu çok iyi idare etmektedirler. Hiçbir şey bulamayınca küplere biniyorlar. Yaşlıları ayırmamak kaydıyla bütün erkeklere yat-kalk-sürün emirleriyle işkence ediliyor. Köylüleri tepeye çıkararak dereye doğru yuvarlıyorlar. Dereye gelindikten sonra tepeye doğru marş marşla koşturuyorlar. Geride kalan ihtiyarlar dövülüyor, küfrediliyor. Üçüncü sefer göçebeler de arandıktan sonra tekrar köye geliniyor. Yolda sığırtmaca rastlayan komandolar “Ulan niye eşkıya besliyorsunuz” deyince, sığırtmaç; “Hiçbir şeyden haberim yok. Ben hep dışardayım” cevabını veriyor. Bunun üzerine sığırtmaç İbrahim’i falakaya yatırarak işkence ediyorlar. Sığırtmacın bacakları mosmordu. Ayaklarının altı kabarıp çatlamıştı. Ve on gün sığırtmaç yatağından kalkamamış, ayağının üstüne basamamıştı.

Veysitaulya’da köylüler hiçbir şey demediler. Çocuklardan biri dövüldüklerini söyleyince “Yok öyle bir şey” dediler ve çocuğu kovalamaya başladılar.

Silvan’ın merkezinde 8 Nisan 1970 günü sabah saat üç sıralarında 3 bine yakın jandarma, komando birlikleri, altı helikopter ve topçu keşif uçaklarının desteğiyle etrafı kuşattılar. Görenler sanki bir düşman kalesi muhasara altına alınmış da düşürülecekmiş sanırdı. Gürültüden uyanıp evinden çıkan herkesi istisnasız belli bir toplanma yerine götürüyorlar. Toplanma yerleri Tekel İşletmesi Meydanı, Çala Korte, Şador’un yukarı kısmı idi. Olup bitenleri öğrenmek için başını dışarı çıkaran herkes dipçiklenerek bu toplanma yerlerine getirildi. Toplanma yerlerinde halka sürün, yat, kalk, yuvarlan emirleriyle toplu halde işkence edildi. Ve halkı sırt üstü, yüzü koyun yere yatırarak üzerlerinde tepiniyorlar, gülüşüyorlardı. Bu durumdan haberdar edilen Mehdi Zana Tekel İşletmesi yanındaki toplama yerine gider, fakat Zana da aynı işleme tabi tutulur. Bu işkencelerin en şiddetlisi Şador’un yukarı kısmındaki toplama yerinde olur.

Saat dokuz sıralarında kaymakamlığa müracaat edilir, -Şimdi Köyceğiz Kaymakamı- Kaymakam işkence yapılmadığını, yalan söylediklerini beyan edince, Abdülkerim Ceylan kaymakamı olay yerine davet eder. Bunun üzerine kaymakam, “Öyleyse gidin, bildiğiniz yere şikâyet edin” der. Sonra güya Abdülkerim Ceylan makamında kendisine hakaret etti diye nezarete alınır. Polis Abdülkerim Ceylan’ı bir süre karakolda alıkoyar. Aynı anda Feridun Tepesi semtinde evler aranarak halka sürekli işkence yapılır. Arama ve işkence saat 17’ye kadar devam eder.

Emperyalizm işbirlikçi patron ağa mütegallibe ittifakı somut olarak bu aramalar sırasında halkın gözü önüne seriliyor. Aramadan üç gün önce Diyarbakır valisi -ki şimdi kendisine Emniyet Genel Müdürlüğü teklif edilmiştir- Silvan ağalarına haber yollar. Ağalar hemen Ankara’ya tatil yapmaya gelirler. Halk bu durumun farkında. Ayrıca Silvan’da arama ve işkence yalnız sur dışında yapılır. Sur içine dokunulmaz. -Buralar Silvan zenginlerinin oturduğu yerlerdir

Bu arama ve işkencelerin en korkunçları Derik, Eruh ve Siirt taraflarında yapılır. Ama buralardan hiç ses çıkmaz. Halk gün geçtikçe kabaran öfkesini içine hapseder. Ancak 8 Nisan’da Silvan’ın merkezi basılınca bazı kimselerin haberi olur.

(Örneğin Derik’te Rafşat köyü imamını çırılçıplak soyarlar. Tenasül uzvuna bir ip bağlayarak karısının eline tutuştururlar, bütün köyü dolaştırırlar. Sonra karısına işkence ederler. Köy imamı bu olaydan sonra kaçıp ortadan kaybolmuştur. Kimse nereye gittiğini bilmemektedir.)

Bir başka olay: Diyarbakır merkezine bağlı Davudi köyünde arama yapılırken komandolar bir genci yatırıp korkunç bir şekilde döverler. Bu duruma dayanamayan babası çocuğun üstüne atılır, “Aman, onun yerine beni dövün” der. Başının arka kısmına indirilen bir dipçikle kafası yarılır. Duru köyü doğumlu Mehmet oğlu Dursun Yanardağ 60 yaşındaydı. 18.3.1970 tarihinde Diyarbakır Tıp Fakültesi Hastanesine getirilir ve 22.3.1970’te beyin kanamasından ölür. Köylüler trafik kazasında öldü diyorlardı. Biz ısrar edince “Yahu diriltecek misiniz? Öldü işte” dediler.

Bunlar bizim gözleyebildiğimiz birkaç olay. Daha bunlar gibi, bunlardan kötü binlercesi yapılmakta Doğu ve Güney-Doğu Anadolu’da. Bunlar özünde emperyalizmin “böl ve hükmet” politikasının tezahürleridir. Ülkemizin emperyalizmden, işbirlikçileri ve toprak ağalarından temizlenip halkımızın kurtuluşunu ve mutluluğunu istiyorsak bu olayları dikkatle izlemek, Doğu sorununu bilimsel bir açıdan, gerçek yurtseverlik açısından ortaya koymak zorundayız. Doğu’da yüzyıllardır Türk halkıyla kader birliği yapmış, düşmana karşı omuz omuza dövüşmüş bir Kürt halkı var. Bu halkın Türk halkı gibi çözümlenmemiş binlerce sorunu ortada duruyor. Ağa baskısı, açlık, zulüm, işbirlikçi iktidarın terörü Doğu’da kol geziyor.

Bir yandan da emperyalizm Orta Doğu’da planını hızla tatbik etmekte. Halkların arasına düşmanlık sokup emperyalizme karşı kurtuluş mücadelesini bölmeye, arkadan hançerlemeye çalışmaktadır. İşte durumun can alıcı noktası burası. Türkiye devrimcileri uyanık davranıp bu oyunu şimdiden bozmaya çalışmazlarsa ilerde çok büyük açmazlara düşebilirler.

Doğu sorunu ancak devrimci yoldan çözüme bağlanabilir. Bu devrimci iktidar uğruna Türk ve Kürt devrimciler, bütün yurtseverler omuz omuza çalışmalıdırlar. Halkların var olan gerçek kardeşliği pekiştirilmeli, baş düşman emperyalizme karşı mücadele edilmeli ve uyanık olunmalıdır. Tek doğru yol budur. Yoksa hangi saflarda olursa olsun burjuva şovenizmine düşmek, emperyalizmin oyununa gelmektir, bölücülüktür.

* Bu yazı Mayıs 1970 tarihli Aydınlık Sosyalist Dergi’nin 19. sayısından alınmıştır.

Kaynak