19 Ekim 2016

,

Gazze Duvarlarında Keder ve Öfke

Gazze’de bulunan 12 katlı bir binanın üzerine yirmi metre yüksekliğinde 15 metre genişliğinde bir duvar resmi.

“Kuşatılmış Çocukluk” isimli bu sanat eseri, yaratıcılarına epey ün kazandırmış. Resimde, kefiye takan, yüzünde melankolik bir ifade bulunan bir çocuk var. Çocuk, sanki hapishane hücresindeymiş gibi, iki demir parmaklığı tutuyor elleriyle.

Gazze şehrinin nispeten pahalı bir bölgesindeki Zafir 9 Kulesi üzerine kasten çizilmiş gibi. İsrail’in 2014 saldırısı esnasında savaş uçakları bu kulelerin ikizi olan Zafir 4’ü bombalayıp imha etti. Bu saldırı, sonrasında savaş suçu kabul edildi.

Kimse ölmedi ama ondan fazla insan yaralandı, kırktan fazla ailenin evi harap oldu. 200’den fazla insan evsiz kaldı. Uluslararası Af Örgütü bu operasyonu “askerî gerekçesi olmayan bir operasyon” olarak niteledi.

Resmi çizen dört isimden biri olan 25 yaşındaki Bilal Halid’in dediğine göre, 2015’te çizilen bu “Kuşatılmış Çocukluk” isimli resim, söz konusu ahlâksız yıkıma atıfta bulunuyor.

“Zafir Kulesi, epey kalabalık bir nüfusa sahip bir binanın hedef alındığı savaşta İsrail’in işlediği suçların bir kanıtı. Duvar resmi, bizim için bu gerçeği Gazze dışındaki dünyaya anlatma yolumuz.”

Son on yıl içinde Gazze muazzam bir yıkıma maruz kaldı.

İsrail’in gerçekleştirdiği üç büyük askerî saldırı ve on yıldır süren, malların ve insanların giriş-çıkışına mani olan, şehrin eski haline kavuşmasına mani olan abluka, binlerce insanın ölümüne, on binlercesinin yaralanmasına ve evsiz kalmasına sebep oldu. Psikolojik travma herkesi kuşatmış durumda. Altyapı harap oldu. Öyle ki Birleşmiş Milletler, sahil şeridinin 2020’de yaşanacak bir yer olmaktan çıkacağını söylüyor.

Bu yıkım esnasında medyanın geçtiği haberler hiçbir şeyi düzeltmedi. İnsanların hayal kırıklıklarını, öfkelerini ve acılarını ifade etmek için başka araçlara yüzlerini dönmeleri şaşırtıcı değil.

Duvara Yazı Yazmak

“Kuşatılmış Çocukluk” resminin doğmasına neden olan da Gazze’nin çektiği çilenin başkalarına aktarılmak istenmesi. Halid’e göre, bu resim aynı zamanda sanatçıların asla susturulamayacağına dair bir “mesaj”.

“Gazze kuşatma altında olabilir, ama Filistin’de olan biteni idrak etme ve onları farklı, yaratıcı yollardan dış dünyaya aktarma becerisine sahip sanatçıları var.”

Halid, Aksa Üniversitesi sanat fakültesinden mezun olmuş, Güney Gazze’deki Ferah kasabasında yaşıyor. Sanat faaliyetlerine on yıl önce fotoğraf ve heykel ile başlamış, ama kısa bir süre sonra hat sanatına ve duvar resimlerine geçiş yapmış.

Bilal Halid (Abid Zagut)

Graffiti Filistinli sanatçıların çok eskiden beri başvurduğu, uzun zamandır varlığını koruyan bir yol. İlk çıkış tarihi, 1936da İngiliz idaresine karşı gerçekleşen ilk Filistin isyanına dayanıyor.

“Devrimci grafitti”nin en ünlüsü, belki de 1936’da İngiliz manda hükümetince gerçekleştirilecek idamdan önce bir tutsağın siyah kömürle Akre Hapishanesindeki hücresinin duvarına yazdığı şu grafitti:

Kardeşim Yusufa:
Annene iyi bakasın.
Kızkarde
şim, sakın yas tutmayasın.
Kanımı vatanım için feda ediyorum
Bu can senin gözlerin için ey Filistin.

Tutsağın kimliği bilinmiyor, ama birçokları bu şiirin Nabluslu Avad Nabulsi tarafından yazıldığına inanıyor. Dizeleri sonrasında devrimci bir şarkıya dönüştü. Akre Hapishanesinden isimli bu şarkı nesilden nesle, dilden dile aktarıldı.

61 yaşındaki İmad Kasseme göre, hücre duvarlarına yazılan bu yazıların bazıları hâlen duruyor. Kassem, yaşadığı yer olan Gazzede bir sahil kampında devriye atan üç askere düzenlenen saldırıda yer almakla suçlanıp tutuklanmış.

Kassem’in dediğine göre, Nakab Hapishanesinde altı ay hücrede kalmış, kendisinden önce gelenlerin yazılarını ve karalamalarını incelemiş.

“O daracık yere girdiğimde, oturup duvarları inceledim. Zamanımın önemli bir bölümünü önceki tutsakların çizdiği resimleri ve yazıları anlamaya çalışarak geçirdim.

Bazılarının altında imza vardı. Hepsinin tarihi İngiliz mandası zamanına kadar uzanıyordu.

Kassem, böylelikle kendisinden öncekilerle bütünleşme, bir olma imkânı bulmuş. Yerdeki taşlar veya kömürlerle kendisi de bir şeyler çizmiş, aklındakileri duvarlara aktarmış. Birinde yas tutan bir ana, birinde özgürlüğün simgesi, birinde de kırılmış bir zincir var.

“Bir seferinde maskeli bir adam çizdim. Gardiyan görünce onu dilimle silmemi emretti. Reddettim. Bilincimi yitirene dek dayak yedim.”

Bu tür uygulamalar devam edip yayılmış. Gazzenin her sokak köşesi bu türden duvar yazıları ile veya resimleriyle süslenmiş. Birçoğu açıktan politik, bazıları örgütlerin kendisiyle alakalı. Çoğu Filistin halkının çileli tarihini anlatıyor.

Sanat Politiktir

2014’teki Gazze saldırısı esnasında Halid İsrail hava saldırılarına ait yeni fotoğrafları ve dijital görüntüleri birleştirip kendi grafitti-fotoğraf tarzını geliştirmiş. Bombardıman fotoğraflarına çizimlerini eklemek suretiyle yaşanan yıkıma başka bir anlam kazandırma imkânı bulmuş.

“Bombanın yol açtığı dumanın fotoğrafı savaş süresince tüm sosyal medyayı kapladı. Böylelikle ben özgül bir şeyler denemek istedim. Bitap düşmüş yaşlı bir adam, kefiyeli bir kadın, oyun oynayan bir çocuk, ellerini dua için Allaha açmış bir genç ve Gazzenin barış içinde yaşama umudunu ifade etmek bir kalp çizdim.

Bu çalışma, ilk intifadada sanatçıların sundukları örnekler üzerinden şiddete bir cevap vermeyi amaçlıyor. O yıllarda, 1987-91de grafitti direnişe ait bir ifade yolu hâline geliyor.

Filistinli örgütler bu yöntemi haberleri aktarmak, duyurularını yapmak ve haklarını dile getirmek için bir araç olarak kullanıyor: hatta öyle ki örgütler “en iyi sanatçı bende” yarışına bile giriyor.

54 yaşında olan Hassan Veli Gazzede bulunan Cebeliye mülteci kampında yaşıyor. İlk intifada esnasında Veli, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi üyesi. Dostlarının bazıları Gazzede en faal grafitti sanatçıları.

En çok beğendiği örnekleri hâlâ anımsıyor. Bunlar hâlâ daha Gazze kamplarındaki duvarları süslüyor. Resimlerde en beğenilen öğe Filistin haritası. Bu çizim Siyonist milislerin 1948de gerçekleştirdikleri etnik temizlik esnasında evlerini terk etmelerine dair bir andaç. Veli, Naci Alinin ünlü Hanzala karakterini, örgütlerin amblemlerini ve daha birçok şeyi çizen isim.

“Gruplara ayrışmış olsak da resim çizen, nöbet tutan, halkı koruyan tek güç olmalı, o ordu bizleri artık şaşırtmalı.

Bilal Halid Kasım 2015’te “Kuşatılmış Çocukluk” eseri üzerinde çalışırken.

Yüzlerini kapayıp kamp sokaklarında hareket ediyorlar. Veli’nin ifadesiyle, İsrail askerleri bu grafitticileri artık daha da ciddiye alıyor. Bu iş artık daha da tehlikeli bir hâl alıyor. Yakalandıkları takdirde sonuçta ya öldürülüyorlar ya da tutuklanıyorlar.

“Her bir çizimin amacı, insanları cesaretlendirmek ve harekete geçirmek. Şehitlerimizi yücelterek, tutsakları anımsayarak adaletsizlik ve tarihimizle ilgili bilinci yayarak direniş ruhunu tetiklemek istiyorduk. İşe de yaradı. En azından İsrailliler sanatçıları ve tasarımcıları kovalamak için çok daha fazla zaman harcamak zorunda kaldılar.”

Nihayetinde halkı sanatçıların karşısına çıkartmak adına İsrail ordusu duvarlarına resim çizilmiş olan evlerde oturan insanları resimleri silmeye zorluyor. Bu, resimlerin onların sinirlerini zıplattığının en açık delili.

Veli, “duvar resimleri, grafitti ya da adına ne derseniz deyin, bu bir direniş sanatıdır.”

Halid bu söze katılarak şunu söylüyor:

“Grafitti bir devrimi tetikleyebilir. Tek bir ifade bile insanları harekete geçirebilir. Tek bir çizim insanları haklarını talep etme noktasında eyleme sokabilir.”

Sarah Algerbavî
18 Ekim 2016
Kaynak

18 Ekim 2016

, , ,

Rusya ve Doğu Müslümanlarına Çağrı


Yoldaşlar! Kardeşler!

Rusya’da hâlihazırda büyük olaylar cereyan ediyor. Başka ülkeleri parçalamak amacıyla başlatılmış olan o kanlı savaş, sona yaklaşıyor. Dünya halklarını soyanların ve köleleştirenlerin düzeni, son günlerini yaşıyor. Rus Devrimi’nin indirdiği darbelerle köleliğin ve serfliğin eski dünyası sarsılıyor… Yeni bir dünya, işçilerin ve hür insanların dünyası doğuyor. Bu devrimin başında Halk Komiserleri Sovyeti, Rusya İşçi ve Köylü Hükümeti duruyor.

Tüm Rusya toprağına devrimci işçi, asker ve köylü vekilleri sovyetleri birer tohum gibi ekildi. Ülkede iktidar halkın elinde. Rusya’nın emekçi halkının yüreğini, onurlu barışı elde etmek ve dünyanın tüm mazlum halklarının hürriyet mücadelelerine yardım etmekten başka bir arzu harlamıyor.

Bu kutsal görevi dâhilinde Rusya yalnız değil, biliyoruz. Rus Devrimi’nin yaptığı özgürlük çağrısı, Doğu ve Batı’nın tüm işçilerine ulaşıyor. Avrupa’da savaşlardan yorulmuş halklar, barış için ellerini bize uzatıyorlar. Batı’nın işçileri ve askerleri sosyalizm bayrağı altında toplanıyor, emperyalizmin kalelerini dövüyor. Yüzlerce yıl Avrupa’nın “aydınlanmış” yağmacılarının zulmüne maruz kalan uzak diyarlardaki Hindistan isyan bayrağını çekiyor, kendi sovyetlerini örgütlüyor, nefret ettikleri köleliği omuzlarından atıyor, Doğu halkları, kurtuluş mücadelesi için biraraya geliyor.

Kapitalist yağma ve şiddet üzerine kurulu olan imparatorluk, viran oluyor. Emperyalist haydutların altındaki toprak, kayıyor.

Bu büyük olayların karşısında biz yüzümüzü size, Rusya’nın ve Doğu’nun emekçi, her şeyden mahrum kalmış Müslümanlarına dönüyoruz.

Rusya Müslümanları, Volga ve Kırım Tatarları, Sibiryalı Sartlar, Türkistanlı Kırgızlar, Transkafkasyalı Türkler ve Tatarlar, Kafkasya’nın Dağıstanlı ve Çeçen halkları, çarlar, Rusya’nın zalimleri tarafından camileri, ibadethaneleri yerle bir edilmiş, inançları ve töreleri ayaklar altına alınmış olan herkes!

İnanç, örf ve âdetleriniz, millî ve kültürel kurumlarınız şuandan itibaren serbest ve dokunulmazdır. Kendi millî hayatınızı tam bir özgürlük içinde düzenleyin. Bu, sizin hakkınızdır. Biliniz ki sizin haklarınız, tıpkı tüm Rusya halklarınınki gibi, devrimin ve onun organları olan İşçi, Köylü ve Asker Sovyetleri’nin koruması altındadır.

Bu devrimi ve onun tam yetkili hükümetini müdafaa edin!

Yüzlerce yıl açgözlü Avrupalı hırsızların canlarını, mülklerini, hürriyetlerini ve topraklarını takas edip durduğu Doğu’nun Müslümanları, Farslar, Türkler, Araplar ve Hindular, ülkelerini bölmek için savaş başlatanlarca yağmalanıp duran herkes!

Biz, devrik Kerenski hükümetinin onayladığı İstanbul’un ele geçirilmesi ile ilgili gizli anlaşmaların hükümsüz olduğunu beyan ediyoruz. Rus Cumhuriyeti ve hükümeti, Sovyet Halk Komiserliği yabancı toprakların ele geçirilmesine karşıdır; İstanbul [Konstantinopol] Müslümanların elinde kalmalıdır.

İran’ın parçalanması ile ilgili anlaşmanın hükümsüz olduğunu beyan ediyoruz. Askerî operasyonlar sona erer ermez askerler İran’dan çekilecek ve İranların kendi kaderlerini özgürce tayin etmeleri güvence altına alınacak.

Türkiye’nin parçalanması ve içinden zorla Ermenistan çıkartılması ile ilgili anlaşmanın hükümsüz olduğunu beyan ediyoruz. Askerî operasyonlar sona erer ermez Ermenilere kendi siyasî kaderlerini özgürce kararlaştırmaları konusunda güvence verilecek.

Rusya ve onun devrimci hükümetinin ellerinde sizi bekleyen kölelik değildir, bilâkis, anavatanımızı gasp edilmiş ve yağmalanmış bir sömürgeye çeviren Avrupa emperyalizminin yağmacılarının elinde sizin bulacağınız kölelikten başka bir şey değildir.

Yağmacıları, sizleri köle yapanları ülkenizden söküp atın. Savaş ve yıkım eski dünyanın mevcut yapısını paramparça ediyor, tüm dünya alevler içerisinde, emperyalist yağmacılara karşı yoğun bir öfkeyle kavruluyor, isyana dair her bir kıvılcım güçlü bir devrim ateşini tetikliyor, Yabancı boyunduruğu altında inim inim inleyen, bitap düşmüş Hintli Müslümanlar dahi zalimlerine karşı ayaklanma başlatıyorlar, bugün artık sessiz kalmak imkânsız. O uzun yıllar ülkenizi köleleştirmiş olanları atın artık sırtınızdan, kaybedecek vakit yok! Onların yurtlarınızı soymalarına izin vermeyin. Ülkenizin efendisi siz olun. Kendi hayatınızı kendinizce, dilediğiniz gibi siz kurun. Bu sizin hakkınız, kaderiniz sizin ellerinizde.

Yoldaşlar! Kardeşler!

Onurlu, demokratik bir barış için kararlılıkla ve sebatla mücadele edelim.

Bayraklarımızda dünyanın mazlum halklarının kurtuluşu yazılı.

Rusya Müslümanları!

Doğu’nun Müslümanları!

Yeni dünyanın inşası davamızda desteklerinizi ve duygudaşlık göstermenizi bekliyoruz.

Cugaşvili (Stalin)
Milliyetler Halk Komiseri
V. Ulyanof (Lenin)
Halk Komiserleri Sovyeti Başkanı

[Kaynak: USSR, Sixty Years of the Union, 1922-1982 (Moskova: Progress Publishers, 1982), s. 35.
Asıl Kaynak: Izvestiia, Sayı. 232, 7 Aralık 1917, s. 1-2.]

Yeni Hayat



Yeni Hayat, başında Nâzım Yoldaş’ın bulunduğu Türk komünistleri merkez komitesinin ekonomik ve toplumsal meseleleri ele alan yayın organının adıdır. Nâzım Bey, diğer Türk komünistleri ile birlikte, 29 Eylül 1921’de Kemal’in emri ile 15 yıl ağır hapis cezasına çarptırılmıştır.

Ankara’daki Millet Meclisi hükümeti, partinin “Türk Halk Komünist Partisi” adı altında yeniden kurulmasına izin vermiştir. Partinin merkez komitesi haftalık yeni gazetesini çıkartmaya başlamıştır.

Yeni Hayat gazetesinin ilk sayısında şu yazılar yer almıştır:

“Hedefimiz” (başyazı), Antant Devletleri’nin İstanbul’u 16 Mart’ta İşgal Etmesi”, “18 Mart Paris Komünü”, “Kapitalizmin Dünya Krizi” (Varg’ın makalesinin çevirisi), “Sosyoloji, Fahişelik ve Onunla Mücadele” (Feminist Rus Kollontai’ın makalesinin çevirisi), “Frederic Engels’in Komünist Manifesto Projesi”.

Derginin bu “İçindekiler” kısmı onun yönelimini ele veriyor. Kanaatimizce “Hedefimiz” yazısından da bir alıntı yapmak faydalı olacak:

“Sonuç itibarıyla bir tarafta yaşlanmış hâliyle eski dünya, diğer tarafta da aydınlatan fikirlerin sunduğu yeni bir hayat. Biz hangi taraf için mücadele etmeliyiz?

Her ne kadar zor olsa da yürüteceğimiz çalışmanın konusunu dünyada yaşanan olayların analizi teşkil etmeli. Bu konu da kaçınılmaz olarak ekonomi ve ahlâk alanında tüm korkuları yaşamakta olan Ortadoğu ve yeni Türkiye olmak zorunda. Göreceğiniz üzere, bu yeni sayımızda materyalist öğretileri takdim ediyoruz.

Avrupa ve Amerika’da kapitalist dünyanın felâkete sürüklenmesi kaçınılmazdır. İşte bu yüzden bizler her daim Anadolu, Mezopotamya, Suriye, Mısır ve diğer ülkelerde emperyalizme karşı gerçekleştirilen ayaklanmalara sempatiyle yaklaşıyoruz, onları bu ülkelerin gelişimi için gerekli adil ve hukukî araçlar olarak görüyoruz. Bizim görevimiz, bağımsızlığı hedefleyen bu mücadeleleri desteklemek. Bu olayları ekonomik açıdan, eleştirel düzlemde ele almayı sürdürüyoruz. Yaşanan gelişmeleri halkımızın ufkunu genişletmek amacıyla ve dünya devriminin çıkarları adına Marksist açıdan inceliyoruz. Gazetemiz, sınıftaki yanlış anlamaları ortadan kaldırma, Ortadoğu ve bilhassa Türkiye’deki en büyük yanlışlardan birini giderme konusunda kararlıdır. Bu yanlış, halk adına hareket eden iktisadî örgütlenmelerin yokluğudur.”

Yeni Hayat’ın 15 Nisan tarihli beşinci sayısında ayrıca Cenevre Konferansı’nda Türk komünistleri merkez komitesinin dünya proletaryasına ve komünist partilerine yaptığı çağrıyı da bulmak mümkün.

Novyi Vostok [“Yeni Doğu”] Cilt I

[Kaynak: Revue du Monde Musulman, Aralık 1922, s. 209-10.]

,

Çıkar Savaşı

Ortadoğu'da 3. dünya savaşı sürüyor. Adına “terör merör” diyorlar. Aslında korkunç bir paylaşım savaşı var. Üstelik taraflar belli değil. Her an her şekilde değişebiliyor.

Koca koca devletler; kendileri karşı karşıya gelmiyorlar. Arkadan destekledikleri örgütlerle, küçük devletlerle işi bitirmeye çalışıyorlar. Yani maşa kullanıyorlar. Ama her an maşaların arkasındaki ülkeler değişiyor. Değişmeyen tek şey, çıkar.

Ortadoğu'daki savaşa; kimi “din savaşı”, kimi “mezhep savaşı”, kimi “sınır savaşı”, kimi “demokrasi savaşı” diyor.

Yalan!

Savaşın adı çıkar savaşı…

Büyük devletler, küçük devletler, örgütler her biri kendi çıkarına koşuyor. Örgütler devletleri, devletler büyük devletleri, büyük devletler küçük devletleri, örgütleri kullandığını söylüyorlar. Yani kimin eli kimin cebinde belli değil.

Bu ortamda dava denilen bir şey yok. Ha birileri çıkar da “davamız şu” diyorsa hikâyedir.

Ortadoğu'daki petrol yatakları yarın kurusa, bir damla petrol akmasa, doğal gazların arkası gelmese, herkes tası tarağı toplar, çeker gider.

Ortadoğu’nun ırksal, mezhepsel, dinsel, ideolojik yapıları kendi davasında gibi görünüyor. Ama değil.

Bütün bu hengâmede olan çocuklara oluyor. Kadınlara oluyor. Savaşa girmeyen insanlara oluyor. Yani kabak yine garibanın başına patlıyor.

Ortadoğu'da yapılacak iş, savaşı körüklemek değil, herkesi barışa ikna etmek.

Özellikle bölge halklarını, örgütlerini, devletlerini... Nihayetinde yabancılar işgal güçleridir.

Mehmet Çoban
18 Ekim 2016

11 Ekim 2016

,

Kibbutzculuk Neden Sosyalist Değil?


Demokrat Parti’nin aday yoklaması esnasında ana akım medya organlarında Bernie Sanders’ın açıktan ilân ettiği sosyalizmi tarif etmeye dönük mücadele verdiği dönemde, birçokları, onun İsrail’deki bir Yahudi kibbutzunda gönüllü çalıştığı döneme vurgu yaptı. New York Times’daki manşetlerinden birinde, “Bernie Sanders’ın Kibbutzu Bulundu. Sürpriz: Bu Kibbutz Sosyalist” yazıyordu.

Oysa Sanders’ın 1963 tarihinde gerçekleştirdiği seyahat, Times’ın ve başkalarının aktardığından daha açıklayıcı değildi. “Sosyalist bir cennet” olarak takdim edilen ve Emek Siyonizminin can verdiği kibbutz, özünde hiç de öyle bir yer değildi.

Kurucularının tahayyül ettiği biçimiyle “kibbutz” (ya da İbranicedeki karşılığıyla “toplantı”) Siyonizmin ve Yahudi milliyetçiliğinin ülküleriyle eşitlikçi ve komünal ülküleri kaynaştıran, ütopik bir kır topluluğu idi. Bu gönüllü kolektif toplulukta yeni gelen Yahudiler, mülkiyet ortaklığının, ekonomik eşitliğin ve üretimde işbirliğinin keyfini çıkartıyorlardı. Ana şiar, “herkesten becerisine göre, herkese ihtiyaçlarına göre” idi ve bu şiar, bayrak misali göğe yükseltilmekteydi.

İlk kibbutzcular, yirminci yüzyılın başında Avrupa’dan Filistin’e göç etmiş olan idealist genç Siyonistlerdi. Kendilerini devrimci varsayan bu gençler, kibbutz kurucularının sosyalizmle Yahudi milliyetçiliğini birleştiren vizyonlarını gerçekleştirme konusunda gayet heveslilerdi.

Oysa inşa ettikleri, sosyalizmin inkârından başka bir şey değildi. İsrail öncesi dönemde kibbutz hareketinin ardındaki itici güç olan Emek Siyonizmi gibi bu deneyin milliyetçiliği de hızla eşitlikçi ülkülere galebe çaldı. Sosyalist bir ütopya inşasına dönük bir çaba olarak başlayan süreç, etnik milliyetçiliğin zulme dayalı bir biçimini koşulladı.

Sosyalist Siyonizmin İnşası

Kibbutz’un sosyalist olduğu iddia edilen temellerine yönelik en net reddiye, Emek Siyonizminin öncüllerinden geldi.

1899’daki üçüncü Siyonist Kongresi’nin ardından kurulan Emek Siyonizmi, Yahudi meselesi olarak adlandırdıkları meseleyi, Osmanlı’ya ait Filistin’de bulunan Avrupalı Yahudilerin elindeki topraklarda yerleşim sürecini ve kitlesel olarak Yahudilerin bu topraklara nakledilmesini kolaylaştırmak suretiyle çözmeye çalıştı. Dov Ber Boroçof gibi Avrupalı kurucu teorisyenlerinin kanaatine göre Siyonizm, Yahudi halkını hem ekonomik hem de tarihsel açıdan kurtarabilir, nihayetinde yüzlerce yıldır süren zulmü sona erdirebilirdi. Bu kişiler, Avrupalı Yahudilerin kitleler hâlinde Filistin’e göç etmesi sürecini kışkırtacak ana dinamik olarak dünya kapitalizminin yükselişine baktılar. Buna göre, Yahudi proletaryasının sınıf mücadelesi, sonuçta Yahudilerin ulusal kurtuluşunu getirecekti.

O dönemde Sosyalist Siyonistler, Theodor Herzl’in Yahudi milliyetçiliği ile sosyalizminin harmanlanmasına itiraz eden Siyonist Kongresi’nden kendilerini ayırdılar. Sosyalist Siyonist kampın üyeleri, Moses Hess ve Ber Boroçof gibi ortodoks Marksistler ile Nachman Syrkin’den A. D. Gordon gibi Marksist olmayan sosyalistlere, oradan da David Ben-Gurion ve Berl Katznelson gibi halkçı sosyalistlere dek uzanan bir ideolojik skalaya tabiydiler.

Oysa Marx ve Engels’in öncesinde arkadaşı olan Hess gibi biri üzerinden bile bakılsa, kibbutzun göbeğindeki çözülmesi mümkün olmayan gerilim görülebilirdi.

Sosyalist bir risaleden çok bir tür kolonizasyon manifestosu olan Hess’in 1862 tarihli Roma ve Kudüs kitabı, Yahudilerin Filistin’e mesihî tarzda dönüşünü övmekteydi. Esasında Hess, Yahudilerin kurtuluşunun ve Yahudi milliyetçiliğinin uzlaşmaz iki olgu olduğunu, ama Yahudi kurtuluşu anlayışının artık terk edilmesi gerektiğini tespit ediyordu. Dolayısıyla, Marx ve Engels’in bu eski yoldaşlarıyla alay etmelerinde ve birlikte onu “burjuva toplumunun savunucusu” olmakla suçlamalarında şaşılacak bir yan yoktu.

Öte yandan, Siyonist müritlerine göre, Hess bir serseriden çok bir aziz gibiydi. Roma ve Kudüs, Emek Siyonistleri ve Filistin Mandası’nda kibbutz kuranlar için bir taslak metin hâline geldi. Emek Siyonizminin fikrî babası Hess’in müridi oldu.

Syrkin’in tespitiyle, Yahudilerin kurtuluşu, ancak Filistin’de sosyalist bir Yahudi devleti kurulması suretiyle mümkündü. Onun zihninde bunun için gerekli araçlar gayet açıktı: Yahudilerin Avrupa’dan kopartılması ve Filistin’deki Arap halkın sökülüp atılması. Hess’in Roma ve Kudüs’ünün ardından ilgi gören Yahudi Sorunu ve Sosyalist Devlet isimli risalesinde (1898) Syrkin, Sosyalist Siyonizmin misyonunu Filistin’e kitlesel göç ve burada kolektif yerleşim sürecinin desteklenmesi olarak tarif ediyordu.

Ber Boroçof gibi ortodoks Marksistler, bu yaklaşımı benimsediler: Ulusal Sorun ve Sınıf Mücadelesi ile Platformumuz (1906) isimli çalışmalarında Boroçof, ısrarla Avrupalı emperyalist güçlerce desteklenen, Filistin’de sosyalist bir devlet kurulması sürecinin nihayetinde oradaki Arap halkının yok edilmesini ister istemez gerekli kıldığı üzerinde duruyordu.

Hâlen ufak çapta olsa da Sosyalist Siyonistler hareketi, yirminci yüzyılın ilk on yılı içerisinde büyümeye başladı. Özellikle Hertz’in İngilizlerin desteğiyle Doğu Afrika’da Yahudi halkı için bir vatan teşkil edilmesini öngören, 1903 tarihli Uganda Programı’nın ve Afrika, Asya, Avustralya ile Sovyetler Birliği’nin muhtelif kısımlarında Yahudi ülkesi (veya ülkeleri) kurulmasını öneren Ülkesel Yahudi Örgütü’nün yükselişi ardından ciddi bir popülerlik kazandı.

Tuhaf olan şu ki Yahudilerin ülke kurmaları fikrine hararetle itiraz eden Sosyalist Siyonistler, enternasyonalizmin eşiğinde duran en önemli grup olduklarına inanıyorlardı. Sosyalist Siyonistlerin tespitine göre, ileride Yahudi devleti, ancak birden çok kooperatif ve komünal tarım yerleşimlerinin oluşturulması aracılığıyla kurulabilirdi. Yahudi kibbutzu, bu amaçla projenin yüce amacı olarak belirlendi. O, Emek Siyonizminin sosyalizmi ve milliyetçiliği birleştiren anlayışının hem bir sembolü hem de tezahürüydü.

Ne var ki Filistin’de Emek Siyonizmi, proleter devrimden çok farklı bir sonuç üretti. Bu yanlışın en açık delili, yirminci yüzyılın ilk on yılları içerisinde Filistin’e yönelik Yahudi akını ardından gelişip serpilen, Yahudilerin Siyonist gençlik hareketleriydi. Örneğin Doğu Avrupalı Siyonistlerin 1903’te kurdukları, sonrasında Bernie Sanders’ın da gönüllü çalıştığı kibbutzu kuran Haşomer Hatzair [“Genç Muhafız”] isimli grup, Filistin’de ilk kırsal kibbutzculuğun oluşturulmasında önemli bir rol oynadı.

Sosyalist ve eşitlikçi platformuna ve Boroçof’un Marksist felsefesinden ilham alan üyelik yapısına rağmen Haşomer Hatzair amaçlarını, yeni gelen Yahudilerin müsadere edilmiş Arap topraklarına yerleştirilmesi olarak belirlemişti. “Kibbutzculuğun anası” anlamına gelen “Degania” adıyla 1909’da Kuzey Filistin’de kurulan ilk kibbutz bu vizyonu pratiğe döktü. Bu kuruluşun sonuçlarını öngörmemek mümkün değildi.

Yahudi yişuv’unun (yerleşiminin) ilk aşamalarından itibaren Emek Siyonizminin ve kibbutz hareketinin liderleri, Arap-Yahudi kardeşliğini parçalamayı veya önlemeyi asli hedefleri hâline getirdiler. Bu liderlerden biri, sonrasında İsrail’in ilk başbakanı olacak olan ve “ülkenin kurucu babası” denilerek göklere çıkartılan David Ben-Gurion’du. 1907’de, Rus İmparatorluğu’ndan Filistin’e varan ilk ekibin ardından genç Ben-Gurion, Yahudi Ulusal Fonu’na ait topraklarda sadece Yahudilerden oluşan bir işgücü oluşturulması çağrısında bulundu.

Ben-Gurion’un fikirleri, nihayetinde iki milliyetçi öğretiyi pekiştirdi: İbranî Emeği ve İbranî Emeğinin Fethi. Bu iki öğreti, birlikte, ilhak edilmiş Arap toprakları üzerine kurulmuş Yahudi komünal yerleşimlerinde Arap işçilerin Yahudi işçilerle ikame edilmesinin gerekçesini temin etti.

İki politika, sonuçta yaygın bir destek elde etti. Bir ara (Hapoel Hatzair gibi) Marksist olmayan Siyonist partilerce ve alabildiğine sosyalist olan (Poale Zion-Siyon İşçileri gibi) Siyonist oluşumların desteğini gördü.

1919’da Ben-Gurion ve yoldaşları, Siyonist Örgüt ile yan yana gelen ve Komintern’e üye olan işçi federasyon Ahdut Haavoda’yı (Emeğin Birliği) kurdu. 1920’lerde Ben-Gurion, Filistin Mandası’ndaki tüm Yahudi ekonomisi genelinde İbranî emeği öğretisinin zorla gerçeğe dökülmesi için adımlar attı.

Bunun dışında Arap ve Yahudi cemaatlerinin tümüyle ayrılmasını talep etti: 1920’de yazdığı bir yazıda ifade ettiği üzere, “Yahudiler ve Araplar, ayrı yerleşimlerde ve ekonomiler dâhilinde yaşayıp çalışmalılar”dı. 1924’te birleşik demiryolu işçileri sendikasının konseyinde yaptığı konuşmada, kendisinin Filistin Demiryolları Şirketi gibi Yahudilerin ve Filistinlilerin birlikte çalıştıkları işyerlerinin etnik temelli bölünüp ayrı sendikalar kurulması görüşünü desteklediğini söyledi.

Pratikte ise Ben-Gurion, kibbutzla ilgili nispeten daha romantize edilmiş görüşleri tekrar tekrar dile getirdi. 1956’de kaleme aldığı broşürde, “kibbutz hareketinin genelde inanılan biçimiyle, sosyalist ülküleri temel almadığını, bu ülküleri Yahudi emeğini korumaya dönük bir araç olarak gördüğünü” söyledi. Ben-Gurion’un izahına göre, İbranî Emeği sınıf mücadelesinin değil, etnik ayrımcılığın içinden çıkmıştı; Emek Siyonizmine bağlı isimler, etnik ve ulusal çıkarları sınıf dayanışmasının üzerine çıkartmak zorundalardı.

Sosyalist Siyonizm, böylelikle sınıf mücadelesinin tümüyle ırksallaştırılmasına ve emeğin etnik temelli ayrımlar üzerinden yeniden yapılandırılmasına yol açtı. Emek Siyonistlerine göre, Arap emeği proleter devrime hiç uymayan, ilkel bir üretim tarzından başka bir şey değildi. Sosyalist Siyonist projeye gerekli gücü yalnızca İbranî Emek hareketi verebilirdi.

Filistin’deki ulusal girişimi ve devlet kurma faaliyetini destekleme adına Emek Siyonistleri, sadece Yahudi işçileri içerecek Yahudi yerleşimleri örgütlemeye çalıştılar. Burada nihai hedef olarak, Yahudi proletaryasının kurtuluşuna işaret etmeyen Emek Siyonizmi, yereldeki ekonomi, üretim araçları ve pazar payı üzerindeki tekel hâline geldi. Yahudi kibbutzu, bu esnada ileride kurulacak Yahudi Devleti’nin prototipi olarak etiketlendi. 1951’de Ben-Gurion, “devletimiz ne kapitalist ne de sosyalisttir” diyordu. O sadece Yahudi bir devlet olacaktı.

Filistin Mandası’nda Sosyalist Siyonizm yoldaştan çok düşmana sahipti. Sadece Yahudiler üzerine kurulu bir politikanın, ülkedeki Arap halkına yabancılaşması ve onunla çatışması hiç de şaşırtıcı değildi. 1935 tarihinde Arap işgücünün sadece yüzde beşi (ağırlıklı kısmı tarımda olan) Yahudi sektöründe çalışıyordu. Kibbutzların elindeki topraklarda tek bir Arap çalışmıyordu.

Takip eden elli yılı aşkın sürede mülksüzler isyan ettiler. 1936’da patlak veren genel grev beş ay sürdü. Grevi tetikleyen, Emek Siyonizmi ve onun İbranî Emeği politikası idi. Bu grevi, binlerce yoksul işçinin, kıyıya köşeye itilmiş emekçinin ve topraksız köylünün öncülük ettiği, üç yıl süren ulusal bir ayaklanma takip etti. Ülkedeki İngiliz güçleri, Siyonist paramiliter güçlerin yardımıyla, ayaklanmayı ezdi. Bu, Emek Siyonizmi için nihai zaferin adıydı ve sonuçta Filistin’de sosyalizme son darbeyi indirdi.

Trajedi şu ki gerçekten de solcu birçok yol önerilmişken, Emek Siyonistler, bu yolların hepsini reddettiler.

Bu solcular ülke kurulmasına karşı çıktılar, Yahudilerin Filistin’de veya başka bir yerde ulusal bir vatana sahip olma fikrini eleştirdiler; çokuluslu imparatorluklarda Yahudiler için toprağa dayalı olmayan ulusal haklarını savunan özerkçiliğe itiraz ettiler ve Yidce konuşan kitleler arasında Yahudilere has kültürel kimliği teşvik eden halkçılığı kıyasıya eleştirdiler.

Siyonizmden uzak duran ve “Yahudi sorunu”na yönelik cevabın ancak Doğu Avrupa’da hem sosyalizmin hem ülke kurmama fikrinin hem de ulusal-kültürel özerklik anlayışının muzaffer olması ile verilebileceğini düşünen Yahudi işçi partisi Bund türünden gruplar ezildi. Yahudi olmayan, Yahudi üyelerinin hem Siyonist ülke kurma fikrindeki hem de Bundcuların kültürel formlarındaki Yahudi milliyetçiliğine itiraz eden sosyalist partiler, bunun yerine sosyalist bir devrim çağrısında bulundular.

Yereldeki Arap toplumu ile Yahudilerin entegre olmasını savunan, Yahudi anti-Siyonist komünist örgütler dâhil pasifist birçok oluşum da aynı kaderi paylaştı.

Bazıları İçin Kurtuluş

Filistin Mandası’nın son yıllarında Emek Siyonizmi, militarist bir harekete dönüştü. Emek gruplarının çoğu, İsrail Savunma Güçleri’nin (IDF) çekirdeğini teşkil eden Hagana ve Palmah gibi savunma ve paramiliter örgütler hâline geldi.

Milliyetçilik ve sonrasında ağır bir militarizmle yüklü olan Emek Siyonizmi, böylelikle tarihçi Sven Beckert’in “savaş kapitalizmi” dediği şeye yol açtı. Emek ve toprak merkezli bir tür kapitalizm, sadece fabrikalarda değil, tarlalarda da gelişip serpildi ve esas olarak toprak ve emeğin ağır sömürüsüne sırtını yasladı. (Bu yeni doğan kapitalizm formunun köklerinin izlerini Bilu ve Hovevei Zion türünden ön-Siyonist örgütlere kadar sürmek mümkün. Bahsi geçen iki örgüt, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında Filistin’de tarıma dayalı yerleşimler ve koloniler kurulmasını teşvik etmek amacıyla kurulmuştu.)

İlk başta çelişkili özelliklerin arasındaki bir tür huzursuz izdivaç olarak biçimlenen Emek Siyonizmi’nin sosyalizmi, hızla Siyonizmin yerleşimci-yayılmacı girişimi tarafından yok edildi. Boşanma süreci ise, İsrail Devleti’nin kuruluşu ile tamama erdi.

Emek Siyonizminin yapıtaşı ve onun en derine nüfuz etmiş ülkülerinin pratikteki ifadesi olarak kibbutz, bu tarihin ayrılmaz bir parçası.

Eşitlikçiliğe veya sosyalist enternasyonalizme dayanmayan etnik ayrımcılığa rehberlik eden, modern kibbutzun kurulması idi. Etnik gruplar arasında sınıf dayanışmasını sağlamak yerine Emek Siyonistleri, toplumsal hiyerarşileri, etnik hegemonyayı ve dinsel baskıyı pekiştirdiler.

“Sosyalist Siyonizm” veya konumuzla ilgili olarak “sosyalist kibbutz” tabiri, bize tezatmış gibi gelse de Demokrat Parti’nin aday yoklaması esnasında medyada çıkan haberler, kibbutzu kuşatan ve hâlâ varlığını koruyan kafa karışıklığının birer tanığı niteliğinde.

Suların bulanmasının bir sebebi, “komünal” ile “sosyalist” olanın birleştirilmesi. Kurucularının tarif ettiği biçimiyle, Yahudi kibbutzu, ortak mülkiyet, ekonomik eşitlik ve üretimde işbirliği ilkelerine dayanan komünal bir yerleşimdi. Oysa esasında onda söz konusu olan, Yahudi mülkiyetiydi, Yahudi eşitliğiydi ve Yahudi işbirliğiydi. Evet, o belki de bir komünal cennetti, ama sadece belirli bir etnik grup içindi.

Gerçek sosyalizme ait bir örnek olarak bu kibbutzlara bakanların daha uzağa bakmaları mümkün oysa.

Seraj Assi
8 Ekim 2016
Kaynak

04 Ekim 2016

,

Makes

Elimizde artık hayatı ve siyaseti Matrix filmiyle tefsir eden bir gençlik var. Bunlar için işçi sınıfı kapitalizmi; halk da devleti işaret ediyor. İşçi içinde olmak kapitalizmi; halk içinde olmak devleti besliyor. Bu, bir ergenlik hastalığı olarak sağ “komünizm” şahsında vücud bulan bir siyaset.

Buradan devlet ve sermaye, özel ajanlarına, özel yok-yerler, kaçış noktaları oluşturma emri veriyor. Özünde selefîlikle dövüşmek, sol içerisindeki selefîliği besliyor. 

Kralın, hükümdarın, sultanın veya padişahın özel varlığı ve konumu, siyaseti özel olana indirgiyor. Halk ve sınıf içinde olmak, buradan küçümseniyor, hor görülüyor. Halkın ve sınıfın en ufak kıpırdanışı, alay konusu ediliyor.

F-tipi toplum bu. Mücadele, tabiatı gereği hapsi, işkenceyi, sorguyu, papazı, mahkemeyi gerekli kılıyor. Bunlar tabiî olmaktan çıkartılıyor. 

19 Aralık sonrası dönem, farklı bir sol siyasî özneyi koşulluyor. Eski metinler giderek daha da eskiyorlar. Küf bağlıyorlar. Toplu koğuşlarda okunan kitaplar, anlamını yitiriyorlar. Bin bir emekle, ince ince, el yazısıyla yazılan ve yeniden üretilen kitaplar, dolaşımın hızına mağlup oluyorlar.

Fethullahî gerçeklik de bununla alakalı. Siyasetin tabiatı boşluk tanımıyor. Fethullah’ın siyaseti solu; Erdoğan’ın siyaseti sağı örgütlüyor. Devlet ve sermaye bu şekilde işliyor.

F-tipi, sadece hapishanelerle ilgili değil. Toplumun hapishane kılınmasıyla alakalı. Orada direnmeyenler, dışarının direnişini küçümsemek zorunda kalıyorlar. Fethullah, bu yüzden sıcak bulunuyor.

Devlet ve sermaye, kendi dişine uygun özneyi koşulluyor. Kendi teknesinde yoğurduğu hamura ajanları biçim veriyor. Helvadan put yapanlar, militanlara o putu yediriyorlar. Bugün alanlar, sokaklar, bürolar, o helva lezzetsiz geldiği için boş.

* * *

Haçlı Seferleri ve Moğol istilaları, farklı bir İslamî siyaseti koşulluyor. Her seferinde fıkıh, içtihad ve siyaset aynasında o saldıranların akislerine bakılıyor. Siyaset oradan biçimleniyor. 19 Aralık, kendi öznesini inşa ediyor. Gezi, kendi dilini üretiyor. İlkinde sınıfa; ikincisinde halka küfretmek öğreniliyor. Sınıf ve halk dışı özne, tanrı yerine ikame ediliyor. Ekim Devrimi’nin yıldönümünde laiklik ayinleri düzenlemenin sebebi burada.

Devlet ve sermaye, solda makes buluyor. Şirketi veya devlet teşekkülünü yönetemeyenler, örgüt şefi oluyorlar. Örgüt şefleri, örgütlerini birer şirket veya devlet kurumu gibi yönetiyorlar. Bu yönetişimdeki benzerlik, örgütleri devlete veya sermayeye bağlıyor. Örgüt şefleri, aynı işlemleri uyguluyorlar. Matrix filminde görüldüğü üzere, en fazla, Siyon’a, İsrail’e işaret edebiliyorlar. “Bu karanlık, cahil ve geri coğrafya”da kaçacak zihinsel yerler inşa ediyorlar. “Her yürek devrimci bir hücre” diye, o hücreleri olan gerçekten arî, münezzeh kılmaya çalışıyorlar. İrade, akıl ve kolektif kavga, özel şahısların selefî Marksizm yorumlarında berhava oluyor.

IŞİD, bu nedenle merkeze konuluyor. Çünkü Selefîlik, sol içi tezahürünü yüceltmeye mecbur. O Sünnet’in ve Kitab’ın hayatın kılcal damarlarından çekilmesi ve iktidarın özel alanına hapsedilmesi. Ali, bu nedenle küfür olarak görülüyor. Hüseyin’e ağlamak, bu yüzden küçümseniyor.

İktidarın sınırsız ve sınıfsız oluşu, herkesi cezbediyor. Öyle olması isteniyor. Bu nedenle işçi sınıfındaki sınırlılık; halktaki sınıflılık, tehlikeli görülüyor. İktidarın aynadaki aksine sığınılıyor. 19 Aralık ve Gezi sonrası iktidar bu şekilde örgütleniyor. Gerekli teorik gıda, Batı’dan ithal ediliyor. Sol içinde muktedir olmak isteyenler, mevcut iktidar ilişkilerine öykünüyorlar. Silâhın yegâne anlamı ve gerekçesi bu.

Matrix’teki gibi bir kurtarıcı bekleme hâli, teoriyi hükümsüz kılıyor. Eski metinlerden akılda sadece işe yarar, ekmeğe sürülecek bir damla yağ kalıyor. Bunlar başarıcı, kariyerist bir dile tercüme ediliyor. Onca iradecilik, terse bükülüp konformizme meylediyor. İrade merkeze konulunca, her yere yayılınca, tabiatıyla yok oluyor. Her yerde ve her zamanda özel bir iradenin reklâmını yapanlar, iradesizliğin propagandasını yapmış oluyorlar.

Devletin ve sermayenin ajanları, görevlerini ifa etmiş olmanın ödülünü alıyorlar. Her şeyi bir olmaza, olmayacak bir duaya mahkûm ederek, kitleleri apolitik bir alana hapsediyorlar. Hapse girmek, girmiş olmak, yüceltiliyor, özel bir rütbe olarak omuzlarda taşınıyor. Sürekli hatırlatılıyor. Kolektif koğuşların eğitim faaliyetleri, ezici ve bireyi dışlayıcı bulunularak çöpe atılıyor. Bar masalarında bu rütbelerle öne çıkılmaya çalışılıyor. Kadın, bu masalardaki ağın örümceği olarak görülüyor. Alkol ve esrar, bu yüzden teorinin yerini alıyor.

Bu nedenle, kitle, topyekûn kadınlaştırılmak isteniyor. O yüceltildiğinden değil, özel iktidar alanlarına yer açmayan, geri, sığ, “faşist” kitleyi dize getireceği için istismar ediliyor. Kadın ve gençlik, devletin ve sermayenin kitleyi hizaya sokması için gerekli sopalar olarak kullanılıyor. Kadının ve gencin devrimciliğinden korkulması, özel sol öznelerde karşılık buluyor.

İktidar, Gezi günlerinde “ey analar, Gezi Parkı’ndaki çocuklarınıza sahip çıkın” dediğinde, parkın etrafında kol kola kenetlenen analardan korkuyor. Sol da korkuyor. İdeoloji ve örgüt, tıpkı bir devlet teşekkülü veya şirket gibi görüldüğünden, onun için gerekli alanın açılması adına, kitleye saldırılıyor. Önce kadına ve gence vuruluyor. İlki erkekleştiriliyor; ikincisi yaşlandırılıyor.

İktidarın biyopolitikası, solun varlığında, bir tür selefîleşmeyi koşulluyor. Kalabalıklar içinde olmak, niteliğe değil niceliğe dair bir mesele olarak ele alınıyor. Yıllar evvel İbn-i Rüşd, kadınların iş sahasına girmelerini, özgür olmalarını telkin ediyor, bunu da toplumun zenginleşmesi için şart olarak görüyor. İktidar adına ve onun için konuşuyor. Amerikan nicelikçiliği, sola galebe çalıyor. Zenginleşmek için genç ve kadın, basit birer araçtan başka bir şey değil. Koğuş eğitimlerinden, kitlesel mitinglerden, devrimin zaruretinden kaçanlar, örgütlerini zengin göstermenin yollarını gene devlet ve sermayeden öğreniyorlar.

Halk kurtuluşun; sınıf devrimin imkânlarını sinesinde taşıyor, patika oralarda çiziliyor. 19 Aralık ve Gezi, birer mağlubiyet momenti olarak, geleceğe imgesini bırakıyor. Dev aynaları kırılıyor. Kendini görme biçimi başkalaşıyor. Kurtuluşun ve devrimin özel insanların uhdesinde olduğunu söyleyenler, yalan söylüyorlar. İktidar, o yalanda örgütleniyor.

Eren Balkır
4 Ekim 2016

01 Ekim 2016

,

12 Eylül Zindanları


1988’de İskoçya’nın Lockerbie kasabasına düşen uçağın sorumluluğu Libya’nın sırtına yüklendi. İki Libya vatandaşı, eylemi gerçekleştirmekle suçlandı. 2003, kritik tarih. Kaddafi, o tarihte sorumluluğunu kabul etti, ama saldırı emrini kendisinin vermediğini söyledi. Afrika’nın birliği ve Afrika’ya özel ortak para birimi gibi fikirlerin savunucusu olan Kaddafi’nin tasfiye süreci, o dönemde başladı.

Sorumluluğun kabul edilmesi sonrası Kaddafi, Kaide ve bağlantılı örgütler konusunda CIA ile işbirliğine gitti. O istihbarat üzerinden CIA, onlarca militanı uçaklardaki ve Guantanamo’daki işkence tezgâhlarından geçirdi. İşin tuhafı, aynı CIA, Arap Baharı ile birlikte Libya’da patlak veren iç savaşta aynı militanları kullandı. Harekâtın başına bu isimlerden birini geçirdi. ABD, Kaddafi’ye öfkeli Kaide’yi sahaya sürdü. Özel kuvvetler, bu harekât dâhilinde kullanıldı.

Benzer bir sürecin Suriye bağlamında da gerçekleştiği görülüyor. Aşağı yukarı gene 2003 yılı civarında Suriye ile Türkiye arasında ilişkiler kuruluyor. Esad, ülkeyi neoliberal döneme uyarlayacak ismi Londra’dan getiriyor.

Şimdilerde meseleyi İslamcılık eleştirisine indirgeyen Hüsnü Mahalli, o dönemde Türkiye ile Suriye’nin birleşmesini savunuyor. Suriye de Kaide ve bileşenlerine karşı ABD ile işbirliğine gidiyor. Libya’da Kaddafi’nin devrilmesinden sonra tüm silâh ve milis gücü Suriye’ye gönderiliyor. Dönemi Mahalli’den okuyoruz.

O ise nasıl oluyorsa seksenlerde Kaddafi’nin Yeşil Kitap’ını Türkçeye çeviren isim. Öte yandan TKP’lilerle ilişkili. 2000’lerin başında o yeşil kitapçılar bir parti kuruyorlar. O partiyle de eski TKP’liler bağlantılı. Kaddafi öldürülünce “iyi oldu, beş para etmez adamın tekiydi” demekse Hüsnü Mahalli’ye düşmüş. Şimdilerde Batı’daki İslam düşmanlığı programını yerele taşımakla meşgul. Eklemlenilecek, para getirecek yer, artık orası.

Sezer döneminde yürüyen ilişkileri yere göğe sığdıramayan Mahalli, Suriye derin devletinin ayak sürüdüğünü söylüyor o günlerde. Şimdi liberal dilini İslam’a karşı sivrilttiği için alıyor parasını.

* * *

Mesele, bu açıdan bir “emperyalistin ayağına basmak” değil. Fikir ve eylem açısından emperyalizmin rüzgârı ile yelkenleri şişirmekte sorun. Ekranlarda, piyasada gördüğümüz isimlerin bu kadar karşıtmış gibi görünmesine aldanmamak lazım. Yeni Şafak yazarı, sıkı AKP’ci İbrahim Karagül de Hüsnü Mahalli’nin öğrencisi. Karagül, Libya bombalanırken Ömer Muhtar’ı hatırlatıyor, işgale karşı çıkıyordu. Rüzgârın estiği yere ve yöne bakmak gerek.

Lozan tartışması da benzer bir seyir izliyor. AKP, devletin kurulduğu zemini sorgulayamaz. İttihatçı-itilafçı tartışması, yanılsamalı. İştirakçi perspektif, ikisini de yekpare, yeknesak kabul etmeyi öngörüyor.

Sorun da burada. Tartışmanın seyri içerisinde sol-sosyalist hareket, ittihatçı veya itilafçı çizgiye örgütleniyor. Herkes aydınlıkçı, aydınlanmacı. Futbol maçı yayınlarında görüldüğü üzere sol örgütler, sosyal medyada “güzel” olduğunu düşündükleri kadın arkadaşlarının ellerinde döviz bulunan fotoğraflarını paylaşıyorlar. Gösterilen bu: “Biz güzeliz, onlar çirkin.” Gösterilmeyense şu: Kitle yok!

Kitle olmadığı için gayet erkekçi, gayet burjuva estetiğine esir olan bir yaklaşımla, “güzel kadın” fotoğraflarına yer veriliyor. Kitleyle neden ilişki kurulamadığı ise asla sorgulanmıyor.

* * *

En azından yıllar önce TKP halka “koyun sürüsü” diyen bir afiş hazırladığında, eleştiren birileri vardı. Bugün herkes, bu anlayışa örgütleniyor. Halk, koyun sürüsü olarak görülüyor. Buna karşı gelişen öfkeyi sol-sosyalist harekete yönlendiriyorlar. Tıpkı Libya ve Suriye’de devreye sokulan Kaide gibi, devletin ve bölgenin inşasında bir çomak devreye sokuluyor.

Toplum, 12 Eylül zindanı. “Karıştır-barıştır” yönteminin uygulandığı, ABD’den getirilen ilâçların yerli psikologlar eliyle tutsaklar üzerinde denendiği zindanlar, bugünün prototipi.

İttihatçı ve itilafçı tartışması, yanıltıcı. Sahne gerisinde hepsi kol kola. AKP’li bir yazar, ekranda saatlerce Gürsel Tekin’le sohbet ettiğini anlatıyor. Tekin, eski Devyolcu. Bu örgütün geride bıraktığı isimler, devlet, bürokrasi, mafya, sermaye alanlarında rol sahibi. İlişkiler fazla bulaşık, bulanık ve karışık.

Dolayısıyla, “İslamcısı Kemalisti elbirliği yaptı”[1] tespitinde anakronizm var. Tarihin bugünün ideolojik dünyası için belli bir kıvama sokulması sakıncalı. Her Müslümanı İslamcı zannetmek, ciddi bir sıkıntı. Bu tartışma içerisinde bir yok-yere, bir sıfır noktasına çekilmek, tehlikeli. Ezilenlerin-sömürülenlerin yok-yere, sıfır noktasına ihtiyacı yok. Bunlar, her daim egemenlerin denge noktasıyla ilişkili.

* * *

Liberal gazetecilerin, akademisyenlerin üzerinden kurulan ilişki, egemenlere dairdir. Geçmişte Fethullah okullarına methiyeler düzen Büşra Ersanlı’yı partisine eğitmen yapan HADEP’le, AKP’nin gizli toplantılarına danışmanlık yapan gazeteciler arasında bir fark yok. Devlet, iki boyutlu olarak, kendi diyalektiği içerisinde reorganize olmakta.

Bu ortamda sola “ideolojiye, politikaya, örgüte ihtiyaç yok” denilmesi de bu reorganizasyona tabi. Teorik zemin yoksa ideolojik mücadele de yok. Silâh, teorinin, ideolojinin, politikanın yok-yeri, sıfır noktası olarak idrak edilmekte.

Sol-sosyalist hareketin ittihatçı-itilafçı dövüşüne müdahil olmaması, tabanı örgütlememesi için böylesi bir yok-yere çekilmesi gerekmekte. Geride sadece devletin kuruluşunda şu veya bu noktada varolma imkânı bulmuş gelenekler kalacak, ancak bunlar geleceğe ulaşacaktır. Genel algı bu yöndedir. AKP ile mücadele, bu amaçla istismar edilmektedir. Mustafa Suphi’ye “maceracı, anarşist” diyenler, ya ittihatçı ya da itilafçı olmak zorundadır.

Bu zorunluluk dâhilinde sol, Türkiye’nin ne öncesiyle, ne de sonrasıyla ilişki kurabilir. Varolan hâlini bir boyutuyla yüceltmeye mecburdur. 12 Eylül zindanlarına döndürülen toplum, 19 Aralık sonrası “en verimli olduğum dönem cezaevi dönemiydi” diyen  (Aydın Çubukçu gibi) sol aydınlara muhtaçtır. O aydınlar, artık akademisyen ya da gazetecidir. Politik niteliklerinden soyunmuşlardır.

* * *

Varlığını Atatürk’e borçlu olmak… Sol-sosyalist kesim bu alana örgütlenmiştir. Görevi, AKP ile yanlış yollara girebilecek olan damarı kesmektir. Devletin biçtiği rol bu yöndedir. Kumarhane, meyhane bekçiliği, yeni görevidir. İçteki devletle hesaplaşmamanın sonucu budur. “Milyonları bulan laik kitle” cümleleri, en aydınlanma-karşıtlarının, en “komünistler”in ağzından dökülmektedir. Bu siyaset, devletin tahkimatı, teşkilâtı ve tanzimatı için şarttır. Tasfiye, burayla ilgilidir. Devlet, en fazla, kendisine yönelik eleştiriyle örgütlenmektedir. Doksanlarla başlayan bölgesel tanzimin emri, bu yöndedir. Emperyalizmin duasına “amin” demek, mazluma deva olmaz.

Eren Balkır
30 Eylül 2016

Dipnot:
[1] Tamer Çilingir, “Lozan mı Dediniz?”, 30 Eylül 2016, Devrimci Karadeniz.