01 Ekim 2016

,

12 Eylül Zindanları


1988’de İskoçya’nın Lockerbie kasabasına düşen uçağın sorumluluğu Libya’nın sırtına yüklendi. İki Libya vatandaşı, eylemi gerçekleştirmekle suçlandı. 2003, kritik tarih. Kaddafi, o tarihte sorumluluğunu kabul etti, ama saldırı emrini kendisinin vermediğini söyledi. Afrika’nın birliği ve Afrika’ya özel ortak para birimi gibi fikirlerin savunucusu olan Kaddafi’nin tasfiye süreci, o dönemde başladı.

Sorumluluğun kabul edilmesi sonrası Kaddafi, Kaide ve bağlantılı örgütler konusunda CIA ile işbirliğine gitti. O istihbarat üzerinden CIA, onlarca militanı uçaklardaki ve Guantanamo’daki işkence tezgâhlarından geçirdi. İşin tuhafı, aynı CIA, Arap Baharı ile birlikte Libya’da patlak veren iç savaşta aynı militanları kullandı. Harekâtın başına bu isimlerden birini geçirdi. ABD, Kaddafi’ye öfkeli Kaide’yi sahaya sürdü. Özel kuvvetler, bu harekât dâhilinde kullanıldı.

Benzer bir sürecin Suriye bağlamında da gerçekleştiği görülüyor. Aşağı yukarı gene 2003 yılı civarında Suriye ile Türkiye arasında ilişkiler kuruluyor. Esad, ülkeyi neoliberal döneme uyarlayacak ismi Londra’dan getiriyor.

Şimdilerde meseleyi İslamcılık eleştirisine indirgeyen Hüsnü Mahalli, o dönemde Türkiye ile Suriye’nin birleşmesini savunuyor. Suriye de Kaide ve bileşenlerine karşı ABD ile işbirliğine gidiyor. Libya’da Kaddafi’nin devrilmesinden sonra tüm silâh ve milis gücü Suriye’ye gönderiliyor. Dönemi Mahalli’den okuyoruz.

O ise nasıl oluyorsa seksenlerde Kaddafi’nin Yeşil Kitap’ını Türkçeye çeviren isim. Öte yandan TKP’lilerle ilişkili. 2000’lerin başında o yeşil kitapçılar bir parti kuruyorlar. O partiyle de eski TKP’liler bağlantılı. Kaddafi öldürülünce “iyi oldu, beş para etmez adamın tekiydi” demekse Hüsnü Mahalli’ye düşmüş. Şimdilerde Batı’daki İslam düşmanlığı programını yerele taşımakla meşgul. Eklemlenilecek yer, orası.

Sezer döneminde yürüyen ilişkileri yere göğe sığdıramayan Mahalli, Suriye derin devletinin ayak sürüdüğünü söylüyor o günlerde. Şimdi liberal dilini İslam’a karşı sivrilttiği için alıyor parasını.

* * *

Mesele, bu açıdan bir “emperyalistin ayağına basmak” değil. Fikir ve eylem açısından emperyalizmin rüzgârı ile yelkenleri şişirmekte sorun. Ekranlarda, piyasada gördüğümüz isimlerin bu kadar karşıtmış gibi görünmesine aldanmamak lazım. Yeni Şafak yazarı, sıkı AKP’ci İbrahim Karagül de Hüsnü Mahalli’nin öğrencisi. Karagül, Libya bombalanırken Ömer Muhtar’ı hatırlatıyor, işgale karşı çıkıyordu. Rüzgârın estiği yere ve yöne bakmak gerek.

Lozan tartışması da benzer bir seyir izliyor. AKP, devletin kurulduğu zemini sorgulayamaz. İttihatçı-itilafçı tartışması, yanılsamalı. İştirakçi perspektif, ikisini de yekpare, yeknesak kabul etmeyi öngörüyor.

Sorun da burada. Tartışmanın seyri içerisinde sol-sosyalist hareket, ittihatçı veya itilafçı çizgiye örgütleniyor. Herkes aydınlıkçı, aydınlanmacı. Futbol maçı yayınlarında görüldüğü üzere sol örgütler, sosyal medyada “güzel kadın” arkadaşlarının ellerinde döviz bulunan fotoğraflarını paylaşıyorlar. Gösterilen bu: “Biz güzeliz, onlar çirkin.” Gösterilmeyense şu: Kitle yok!

Kitle olmadığı için gayet erkekçi, gayet burjuva estetiğine esir olan bir yaklaşımla, “güzel kadın” fotoğraflarına yer veriliyor. Kitleyle neden ilişki kurulamadığı ise asla sorgulanmıyor.

* * *

En azından yıllar önce TKP halka “koyun sürüsü” diyen bir afiş hazırladığında, eleştiren birileri vardı. Bugün herkes, bu anlayışa örgütleniyor. Halk, koyun sürüsü olarak görülüyor. Buna karşı gelişen öfkeyi sol-sosyalist harekete yönlendiriyorlar. Tıpkı Libya ve Suriye’de devreye sokulan Kaide gibi, devletin ve bölgenin inşasında bir çomak devreye sokuluyor.

Toplum, 12 Eylül zindanı. “Karıştır-barıştır” yönteminin uygulandığı, ABD’den getirilen ilâçların yerli psikologlar eliyle tutsaklar üzerinde denendiği zindanlar, bugünün prototipi.

İttihatçı ve itilafçı tartışması, yanıltıcı. Sahne gerisinde hepsi kol kola. AKP’li bir yazar, ekranda saatlerce Gürsel Tekin’le sohbet ettiğini anlatıyor. Tekin, eski Devyolcu. Bu örgütün geride bıraktığı isimler, devlet, bürokrasi, mafya, sermaye alanlarında rol sahibi. İlişkiler fazla bulaşık, bulanık, karışık.

Dolayısıyla, “İslamcısı Kemalisti elbirliği yaptı”[1] tespitinde anakronizm var. Tarihin bugünün ideolojik dünyası için belli bir kıvama sokulması sakıncalı. Her Müslümanı İslamcı zannetmek, ciddi bir sıkıntı. Bu tartışma içerisinde bir yok-yere, bir sıfır noktasına çekilmek, tehlikeli. Ezilenlerin-sömürülenlerin yok-yere, sıfır noktasına ihtiyacı yok. Bunlar, her daim egemenlerin denge noktasıyla ilişkili.

* * *

Liberal gazetecilerin, akademisyenlerin üzerinden kurulan ilişki, egemenlere dairdir. Geçmişte Fethullah okullarına methiyeler düzen Büşra Ersanlı’yı partisine eğitmen yapmakla, AKP’nin gizli toplantılarına danışmanlık yapan gazeteciler arasında bir fark yok. Devlet, iki boyutlu olarak, kendi diyalektiği içerisinde reorganize olmakta.

Bu ortamda sola “ideolojiye, politikaya, örgüte ihtiyaç yok” denilmesi de bu reorganizasyona tabi. Teorik zemin yoksa ideolojik mücadele de yok. Silâh, teorinin, ideolojinin, politikanın yok-yeri, sıfır noktası olarak idrak edilmekte.

Sol-sosyalist hareketin ittihatçı-itilafçı dövüşüne müdahil olmaması, tabanı örgütlememesi için böylesi bir yok-yere çekilmesi gerekmekte. Geride sadece devletin kuruluşunda şu veya bu noktada varolma imkânı bulmuş gelenekler kalacak, ancak bunlar geleceğe ulaşacaktır. Genel algı bu yöndedir. AKP ile mücadele, bu amaçla istismar edilmektedir. Mustafa Suphi’ye “maceracı, anarşist” diyenler, ya ittihatçı ya da itilafçı olmak zorundadır.

Bu zorunluluk dâhilinde sol, Türkiye’nin ne öncesiyle, ne de sonrasıyla ilişki kurabilir. Varolan hâlini bir boyutuyla yüceltmeye mecburdur. 12 Eylül zindanlarına döndürülen toplum, 19 Aralık sonrası “en verimli olduğum dönem cezaevi dönemiydi” diyen sol aydınlara muhtaçtır. O aydınlar, artık akademisyen ya da gazetecidir. Politik niteliklerinden soyunmuşlardır.

* * *

Varlığını Atatürk’e borçlu olmak… Sol-sosyalist kesim bu alana örgütlenmiştir. Görevi, AKP ile yanlış yollara girebilecek olan damarı kesmektir. Devletin biçtiği rol bu yöndedir. Kumarhane, meyhane bekçiliği, yeni görevidir. İçteki devletle hesaplaşmamanın sonucu budur. “Milyonları bulan laik kitle” cümleleri, en aydınlanma-karşıtlarının, en “komünistler”in ağzından dökülmektedir. Bu siyaset, devletin tahkimatı, teşkilâtı ve tanzimatı için şarttır. Tasfiye, burayla ilgilidir. Devlet, en fazla, kendisine yönelik eleştiriyle örgütlenmektedir. Doksanlarla başlayan bölgesel tanzimin emri, bu yöndedir. Emperyalizmin duasına “amin” demek, mazluma deva olmaz.

Eren Balkır
30 Eylül 2016

Dipnot:
[1] Tamer Çilingir, “Lozan mı Dediniz?”, 30 Eylül 2016, Devrimci Karadeniz.

0 Yorum: