1988’de İskoçya’nın Lockerbie kasabasına düşen uçağın
sorumluluğu Libya’nın sırtına yüklendi. İki Libya vatandaşı, eylemi
gerçekleştirmekle suçlandı. 2003, kritik tarih. Kaddafi, o tarihte
sorumluluğunu kabul etti, ama saldırı emrini kendisinin vermediğini söyledi.
Afrika’nın birliği ve Afrika’ya özel ortak para birimi gibi fikirlerin
savunucusu olan Kaddafi’nin tasfiye süreci, o dönemde başladı.
Sorumluluğun kabul edilmesi sonrası Kaddafi, Kaide ve
bağlantılı örgütler konusunda CIA ile işbirliğine gitti. O istihbarat üzerinden
CIA, onlarca militanı uçaklardaki ve Guantanamo’daki işkence tezgâhlarından
geçirdi. İşin tuhafı, aynı CIA, Arap Baharı ile birlikte Libya’da patlak veren
iç savaşta aynı militanları kullandı. Harekâtın başına bu isimlerden birini
geçirdi. ABD, Kaddafi’ye öfkeli Kaide’yi sahaya sürdü. Özel kuvvetler, bu
harekât dâhilinde kullanıldı.
Benzer bir sürecin Suriye bağlamında da gerçekleştiği
görülüyor. Aşağı yukarı gene 2003 yılı civarında Suriye ile Türkiye arasında
ilişkiler kuruluyor. Esad, ülkeyi neoliberal döneme uyarlayacak ismi Londra’dan
getiriyor.
Şimdilerde meseleyi İslamcılık eleştirisine indirgeyen
Hüsnü Mahalli, o dönemde Türkiye ile Suriye’nin birleşmesini savunuyor. Suriye
de Kaide ve bileşenlerine karşı ABD ile işbirliğine gidiyor. Libya’da
Kaddafi’nin devrilmesinden sonra tüm silâh ve milis gücü Suriye’ye
gönderiliyor. Dönemi Mahalli’den okuyoruz.
O ise nasıl oluyorsa seksenlerde Kaddafi’nin Yeşil
Kitap’ını Türkçeye çeviren isim. Öte yandan TKP’lilerle ilişkili.
2000’lerin başında o yeşil kitapçılar bir parti kuruyorlar. O partiyle de eski
TKP’liler bağlantılı. Kaddafi öldürülünce “iyi oldu, beş para etmez adamın
tekiydi” demekse Hüsnü Mahalli’ye düşmüş. Şimdilerde Batı’daki İslam düşmanlığı
programını yerele taşımakla meşgul. Eklemlenilecek yer, orası.
Sezer döneminde yürüyen ilişkileri yere göğe
sığdıramayan Mahalli, Suriye derin devletinin ayak sürüdüğünü söylüyor o
günlerde. Şimdi liberal dilini İslam’a karşı sivrilttiği için alıyor parasını.
* * *
Mesele, bu açıdan bir “emperyalistin ayağına basmak”
değil. Fikir ve eylem açısından emperyalizmin rüzgârı ile yelkenleri şişirmekte
sorun. Ekranlarda, piyasada gördüğümüz isimlerin bu kadar karşıtmış gibi
görünmesine aldanmamak lazım. Yeni Şafak yazarı, sıkı AKP’ci İbrahim
Karagül de Hüsnü Mahalli’nin öğrencisi. Karagül, Libya bombalanırken Ömer
Muhtar’ı hatırlatıyor, işgale karşı çıkıyordu. Rüzgârın estiği yere ve yöne
bakmak gerek.
Lozan tartışması da benzer bir seyir izliyor. AKP,
devletin kurulduğu zemini sorgulayamaz. İttihatçı-itilafçı tartışması,
yanılsamalı. İştirakçi perspektif, ikisini de yekpare, yeknesak kabul etmeyi
öngörüyor.
Sorun da burada. Tartışmanın seyri içerisinde
sol-sosyalist hareket, ittihatçı veya itilafçı çizgiye örgütleniyor. Herkes
aydınlıkçı, aydınlanmacı. Futbol maçı yayınlarında görüldüğü üzere sol
örgütler, sosyal medyada “güzel kadın” arkadaşlarının ellerinde döviz bulunan
fotoğraflarını paylaşıyorlar. Gösterilen bu: “Biz güzeliz, onlar çirkin.”
Gösterilmeyense şu: Kitle yok!
Kitle olmadığı için gayet erkekçi, gayet burjuva
estetiğine esir olan bir yaklaşımla, “güzel kadın” fotoğraflarına yer
veriliyor. Kitleyle neden ilişki kurulamadığı ise asla sorgulanmıyor.
* * *
En azından yıllar önce TKP halka “koyun sürüsü” diyen
bir afiş hazırladığında, eleştiren birileri vardı. Bugün herkes, bu anlayışa
örgütleniyor. Halk, koyun sürüsü olarak görülüyor. Buna karşı gelişen öfkeyi
sol-sosyalist harekete yönlendiriyorlar. Tıpkı Libya ve Suriye’de devreye
sokulan Kaide gibi, devletin ve bölgenin inşasında bir çomak devreye sokuluyor.
Toplum, 12 Eylül zindanı. “Karıştır-barıştır”
yönteminin uygulandığı, ABD’den getirilen ilâçların yerli psikologlar eliyle
tutsaklar üzerinde denendiği zindanlar, bugünün prototipi.
İttihatçı ve itilafçı tartışması, yanıltıcı. Sahne
gerisinde hepsi kol kola. AKP’li bir yazar, ekranda saatlerce Gürsel Tekin’le
sohbet ettiğini anlatıyor. Tekin, eski Devyolcu. Bu örgütün geride bıraktığı
isimler, devlet, bürokrasi, mafya, sermaye alanlarında rol sahibi. İlişkiler
fazla bulaşık, bulanık, karışık.
Dolayısıyla, “İslamcısı Kemalisti elbirliği yaptı”[1]
tespitinde anakronizm var. Tarihin bugünün ideolojik dünyası için belli bir
kıvama sokulması sakıncalı. Her Müslümanı İslamcı zannetmek, ciddi bir sıkıntı.
Bu tartışma içerisinde bir yok-yere, bir sıfır noktasına çekilmek, tehlikeli.
Ezilenlerin-sömürülenlerin yok-yere, sıfır noktasına ihtiyacı yok. Bunlar, her
daim egemenlerin denge noktasıyla ilişkili.
* * *
Liberal gazetecilerin, akademisyenlerin üzerinden
kurulan ilişki, egemenlere dairdir. Geçmişte Fethullah okullarına methiyeler
düzen Büşra Ersanlı’yı partisine eğitmen yapmakla, AKP’nin gizli toplantılarına
danışmanlık yapan gazeteciler arasında bir fark yok. Devlet, iki boyutlu
olarak, kendi diyalektiği içerisinde reorganize olmakta.
Bu ortamda sola “ideolojiye, politikaya, örgüte
ihtiyaç yok” denilmesi de bu reorganizasyona tabi. Teorik zemin yoksa ideolojik
mücadele de yok. Silâh, teorinin, ideolojinin, politikanın yok-yeri, sıfır
noktası olarak idrak edilmekte.
Sol-sosyalist hareketin ittihatçı-itilafçı dövüşüne
müdahil olmaması, tabanı örgütlememesi için böylesi bir yok-yere çekilmesi
gerekmekte. Geride sadece devletin kuruluşunda şu veya bu noktada varolma imkânı
bulmuş gelenekler kalacak, ancak bunlar geleceğe ulaşacaktır. Genel algı bu
yöndedir. AKP ile mücadele, bu amaçla istismar edilmektedir. Mustafa Suphi’ye
“maceracı, anarşist” diyenler, ya ittihatçı ya da itilafçı olmak zorundadır.
Bu zorunluluk dâhilinde sol, Türkiye’nin ne öncesiyle,
ne de sonrasıyla ilişki kurabilir. Varolan hâlini bir boyutuyla yüceltmeye
mecburdur. 12 Eylül zindanlarına döndürülen toplum, 19 Aralık sonrası “en
verimli olduğum dönem cezaevi dönemiydi” diyen sol aydınlara muhtaçtır. O
aydınlar, artık akademisyen ya da gazetecidir. Politik niteliklerinden
soyunmuşlardır.
* * *
Varlığını Atatürk’e borçlu olmak… Sol-sosyalist kesim
bu alana örgütlenmiştir. Görevi, AKP ile yanlış yollara girebilecek olan damarı
kesmektir. Devletin biçtiği rol bu yöndedir. Kumarhane, meyhane bekçiliği, yeni
görevidir. İçteki devletle hesaplaşmamanın sonucu budur. “Milyonları bulan laik
kitle” cümleleri, en aydınlanma-karşıtlarının, en “komünistler”in ağzından
dökülmektedir. Bu siyaset, devletin tahkimatı, teşkilâtı ve tanzimatı için
şarttır. Tasfiye, burayla ilgilidir. Devlet, en fazla, kendisine yönelik
eleştiriyle örgütlenmektedir. Doksanlarla başlayan bölgesel tanzimin emri, bu
yöndedir. Emperyalizmin duasına “amin” demek, mazluma deva olmaz.
Eren Balkır
30 Eylül 2016
Dipnot:
[1] Tamer Çilingir, “Lozan mı Dediniz?”, 30 Eylül 2016, Devrimci Karadeniz.
0 Yorum:
Yorum Gönder