04 Ağustos 2014

,

IŞİD İsrail'le Neden Savaşmaz?


İsrail’in Gazze’ye yönelik acımasız saldırıları henüz kesilmedi. Bugün itibarıyla ölü sayısı 1.600’ü geçmesine rağmen İslam Devleti (İD) ve onun yeni kurduğu “hilafet”i ne kılını kıpırdatıyor ne de onun yakın zamanda herhangi bir hamle yapması bekleniyor. Öncesinde Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) olarak bilinen İD İsrail ile neden savaşmıyor? Savaşçıları işgal altındaki Filistin sınırlarına ulaşma imkânı bulsa bir şeyler değişir mi?

İsrail’in askerî makinesi Gazze’de halkı kıyımdan geçirdiği günlerde, “İslam hilafeti” ilânına dair haberin kimi cihadcılar arasında büyük bir coşkuya yol açtığı koşullarda, İsrail içine füze fırlatan, yüzleri maskeli şahısları gösteren bir video yüklendi internete ve bu eylem İD’e maledildi. Birçokları bunu Müslüman halifenin Gazze halkının yardım çığlıklarına cevap verdiği şeklinde yorumlayıp sevinç naraları attı, hatta kimileri “hilafet”in Kudüs’ü kurtarmasına ramak kaldığına bile inandı. Ama bu coşkunluk hâli fazla sürmedi.

Videonun 2012’de çekildiği, Mücahidlerin Şura Konseyi olarak bilinen bir militan grup tarafından kaydedildiği ve kasten İD’e maledildiği kısa sürede anlaşıldı. Tercumanu’l-Asawirti gibi İD’e bağlı sosyal medya eylemcileri de kendi gruplarına maledilen videonun hakikiliğini sorgulama konusunda epey cevval davrandılar.

Ahbar, Lübnan, Suriye ve Irak’taki İD destekçilerine şu türden sorular soruyor: İD, Filistin’de yaşananlara neden mesafeli? Gazze halkı Müslüman değil mi? Bu yaklaşım, İsrail’in gönlünü almakla mı ilgili, yoksa bu eylemsizlik konusunda tek suçlanması gereken coğrafya mı?

Kendisini Müslümanların halifesi ilân etmesi ardından yaptığı bir konuşmada İD lideri Ebubekir Bağdadî, Filistin’e yönelik terörden, en genel manada, tüm dünyada Müslümanların yüzleştikleri terörden bahsederken, laf arasında değinip geçti.

Ondan önce de, merhum El-Kaide lideri Usame bin Ladin döneminde de cihadcıların Filistin’e yönelik tavrı, tartışmalıydı. Bu cihadcılar, Filistin’i cihadın bir sahası olarak neden ilân etmezler?

Aslına bakılırsa, küresel cihadcılığın lideri Şeyh Eymen Zevahirî ilginç bir konuma sahipti. O, meseleye öncelikler açısından yaklaşıyor, konuyu “Darül küfr ve Darül İslam” temelinde ele alıyordu. Zevahirî’ye göre, Filistin’de savaşmak, bu ülkenin Darül İslam olması temelinde gerçekleşmeliydi, yani Filistin’i özgürleştirmek her Müslüman’ın göreviydi. 2007’deki “İslam ile küfür arasındaki ihtilafla ilgili hakikatler” başlıklı konuşmasında bunu söylüyordu. Ama buna rağmen Filistin, birçok cihadcı için öncelikler listesinin en altında yer aldı.

Zahirde, selefi cihadcılığa bağlı olanlar, “Şiilerin Yahudilerden daha tehlikeli olduğuna” inanıyorlar. Batında ise, Filistin’i özgürleştirmenin, öncesinde Filistin’i çevreleyen ülkelerde hilafet kurulmadan mevzubahis olamayacağını düşünüyorlar.

İD’e bağlı kaynakların Ahbar’a ilettiğine göre, “Filistin’i özgürleştirecek son savaşa hilafet öncülük edecek, bu savaş, Hz. Muhammed’in Hadisleri temelinde, Levant (Suriye) ve Irak’ta hilafetin kurulmasından sonra verilecek. Hilafet askerlerinin gerekli aşamaları atlayıp Filistin’de Yahudiler’le savaşmayı ne kadar arzuladıklarını bir Allah bilir ama zamanı gelmeden bir şeyi yapmak için acele edenler, münkir olup cezalandırılırlar.”

Suriye’nin Rakka şehrindeki kaynaklar, bu gerekli aşamaları şu şekilde sıralıyorlar: “Önce Bağdat kurtarılacak, sonra Şam’a ilerlenecek ve tüm Levant kurtarılacak, ardından da Filistin.”

Şu da İD askerlerinin uyduğu ilke: “Yakındaki mürtedlerle savaşmak, uzaktaki kâfirlerle savaşmaktan daha önemlidir.” Bu ilkeyi meşrulaştırmak için İD askerleri, Hz. Ebubekir’in (Peygamber’in vefatı sonrası dini terk eden Müslümanlara karşı) başlattığı Ridde Savaşları’na dayanıyorlar, bu yaklaşım uyarınca, kâfirlerle savaşmak Müslüman fetihlerinin önüne konuluyor.

İD savaşçılarına göre, halifeye biat etmeyen tüm İslam mezhepleri mensupları ya mürted ya da mülhid. Bu insanlara karşı savaşılmalı, bunlar öldürülmeli, tövbe etmeye zorlanmalı, bu insanların hak yola girmelerine izin verilmeli ya da mürtetlere özgü nizamdan kurtarılmalıdır. Bir cihadcı, bu yaklaşıma bir de şunu ekliyor: “Biz, insanların geçici heveslerini değil, şeriatı takip eden bu yolun müritleriyiz.” Buna bir de şu sözü ekliyor: “Peygamber, Benu Kureyzalı Yahudilerle savaşmadan önce Kureyş Kabilesi’yle savaştı.”

Bu şeriat temelli argümanlar sahadaki gerçeklikle de “destekleniyor.” Bir cihadcının ifadesiyle, “Doğrudan sınır olmaksızın İsrail’e karşı savaş açmak imkânsız.” Ardından da aynı kişi alaycı bir ifadeyle şunu söylüyor: “İD henüz İsrail’e çok uzak. Eğer o Ürdün ve güney Suriye’ye (Golan ve Kuneytra’ya) ulaşırsa, her şey çok farklı olur. Şurası kesin ki mücahidler İsrail’i havadan bombalayamazlar.”

Cihadcılar, vizyonlarını “Suriye, Lübnan, Mısır ve Ürdün’ün İsrail ile işbirliği içerisinde olduğuna dair” algıya dayandırıyorlar ve yapacakları herhangi bir saldırının güvenlik adına “putperest” rejimler dedikleri güçler tarafından durdurulacağını söylüyorlar. Bir cihadcı şu tarz bir fikir yürütüyor: “İsrail’e bitişik olan ülkeler ona tek bir kurşun sıkmadıklarından, bu, onların İsrail’le çatışmak istemediğini gösterir. Kendi egemenlik alanlarını İsrail’e saldırmak için kullanmaya çalışmaları, doğalında, bu rejimlerle çatışma içine girmeyi ifade edecektir. Bu yüzden biz İsrail’e saldırmak için ilkin bu ülkeleri temizliyoruz.”

İD bağlantılı cihadcılar son olarak şunu söylüyorlar:

“Arap ülkelerinin ve Arap gruplarının İsrail’e düşmanlıklarının eylemde bir karşılığı yok, hepsi lafta, yani sadece siyaset ve sloganlar düzeyinde. Durum böyle oldukça harekete geçmek isteyecek herhangi bir grup kendi rejimiyle çatışma içine girecektir.”

Bu tespiti desteklemek için cihadcılar, El-Kaide’ye bağlı Abdullah Azzam Tugayları’nın Güney Lübnan dışında yürüttükleri operasyonları ve İsrail’e füze attıktan sonra grup üyelerinin ezilmesini örnek veriyorlar. Bu sebeple söz konusu cihadcılar, önceliğin kendi “devlet”lerini tedricen genişletmek olduğuna inanıyorlar ve bunun dışındaki her şeyin manasız ve mantıksız olduğunu düşünüyorlar.

İntihar eylemleri ile ilgili olaraksa cihadcılar, “bu tip bir eylem masadadır ama onun için vakit henüz gelmemiştir.” diyorlar.

Rıdvan Murtaza

02 Ağustos 2014

,

İbrahim'iz, Öksüzüz


Babil halkı, Allah’ın yolundan saptığından, her sene putlar için ayin düzenlerdi. Bu ayinde bir yere toplanır, bayram yapar ve sonra puthaneye gider, putlara secde eder, sonra da evlerine dönerlerdi. Böyle bir bayram günü, Hz. İbrahim puthaneye girip, bir balta ile bütün küçük putları kırdı. Baltayı da en büyük putun boynuna astı ve oradan uzaklaştı.

§

“Sosyalist tarikatların gelişim sistemi ile hakikî bir işçiler hareketinin gelişim sistemi, birbirlerine nazaran daima ters orantılı seyretmiştir. İşçi sınıfı, bağımsız bir tarihsel hareket için yeterli olgunluğa erişene dek tarikatlar (tarihsel açıdan) haklıdırlar. İşçi sınıfı söz konusu olgunluğa eriştiğinde, hastalıklı tarikatlar, esas olarak gerici hâle gelirler. Gene de tarihin her yerde gösterdiği şey, Enternasyonal içinde de tekrarlanmıştır. Modası geçmiş olan, yeni elde edilmiş biçim dâhilinde kendini tekrar tesis edip varlığını sürdürme gayreti içindedir.” [Karl Marx]

§

Bugünkü Çayan Mahallesi üzerinden açığa çıkan kavgada bir tarafa yakışan, “milliyetçilik” eleştirisi yapmak değil, devrimci hat açıp mazlum halkın mücadelesine yoldaş olmaktır; diğer tarafa yakışan ise, devrimciye değil, vatana saldırana kurşun sıkmaktır.

§

Masa başında dönen, kapalı kapılar ardında süren siyaset oyunlarına kurban edilecek tek evladımız, tek kardeşimiz yoktur.

§

Kolektif faaliyet, geçmiş husumetlere, kişisel-öznel duygulara alet edilemez. Geçmişin defterini mülk edinmiş olanlar, onların kapanmasına da izin vermemektedirler. Her sayfasında solun rekabetçiliğinin ve mülkiyetçiliğinin döktüğü kan izleri vardır. Sol, burjuvaziyle dövüştükçe rekabetçilikten, devletle mücadele ettikçe mülkiyetçilikten kurtulacaktır. Geçmişe ve geleceğe konulan ipotek, kolektif hareketi engellemektedir. O özgürleşirse, bugüne daha güçlü vurulacaktır.

§

“Komünizm bir doktrin değil, harekettir.” [Engels]

§

Seçim gibi bir çalışma ile bir mahalle halkının kolektif direncini terazide tartmak, her şeyden önce ayıptır. Bugün lazım gelen, devrimci bir hukuk ve ahlâktır. Dövüşen, direnen bir halkın gerçekliğinde, terazinin hangi kefesinin ağır basacağı bellidir. Mesele, bu esnaf-zanaatkâr kafasından kurtulmaktır. Mazlumların ve sömürülenlerin, pazarcıların yaptığı ucuz pazar yeri kavgalarından kazanabileceği bir şey yoktur. Devletin başına geçmek isteyenle, o devleti yıkmak isteyen asla bir tutulamaz.

§

Özel doktrin sahipleri, puthaneler inşa etmiş olabilirler. Sömürülenlerin, mazlumların adsız, kolektif seli o puthaneleri yıkacak güçtedir. Bu hareket teoriye de yedirilmeli, gerçeğe karşı konumlanışımız değişmelidir.

§

“Ben istediğim yerde istediğim çalışmayı yaparım” lafı, sol liberal bir düsturdur. Bu laf, esasında mahallede saldırıya uğrayan özneye değil, saldıranların kışkırttığı özneye söylenmektedir. Mesaj dolaylıdır. Kimi yapılar, gizli mesajlarıyla, yanlarına aldıkları gücü iğdiş etme derdindedirler. Tasfiye edilmek istenen, A örgütü değil, kolektif devrimci iradedir. “Stalinizm”, “merkeziyetçilik”, “tahakküm”, “baskı” eleştirileri bahaneden ibarettir; mesele, söz konusu gücün sahneden inmesi, eleştiri sahiplerinin huzurlu küçük burjuva oyunlarının hâkim olabilmesidir.

§

Elli yıldır solun adım atmadığı onlarca mahalle varken, zaten sol kolektif bir iradenin yükseldiği yere zorla girmek istemek, aymazlıktır. İşbölümü, disiplin ve hiyerarşi anlayışı, yaşanan çatışmada bir kez daha darbe almıştır. Çatışma, mahallenin başka mahalleleri, mazlum milletin başka mazlum milletleri örgütleme imkânını sıfırlamak içindir.

§

IŞİD’in ilkin keseceği Alevîlere, “şu solcu IŞİD’cilerden uzak durun” diyerek, onları örgütleyeceğini zannetmek, saflıktır. Düşmanla savaşmak, ondaki halk gücünün toplumsal-tarihsel içeriğini anlamayı da gerektirir. Demek ki IŞİD’le dövüşmek, sadece kendi dünyasına gömülmekle, Alevîlerin kaygılarını ciddiye almamakla sonuçlanmaktadır.

§

İktidar partisiyle çeşitli düzeylerde pazarlık yürütmek meşrudur. Ama o pazarlığın öznesinin, söz konusu pazarlığın dışında da bir dünya olduğunu kabul etmesi gerekir. “Kritik günlerden geçiyoruz, herkes bize omuz versin, vermeyen ölsün” demek, bencilliktir. Zaten pazarlık sürecini havada asılı, kendinden menkul kılacak olan da dış dünyada olan bitene körleşilmesi, dış dünyada olan bitenin sadece pazarlık malzemesi olarak görülmesidir. Pazarda süren yaşama “yeni”, dışındakine “eski” demek, anlamsızdır.

§

Salt kitle manipülasyonu ve mobilizasyonu için girilen çatışma süreçleri, iki tarafı keskin kılıç gibidirler, tutanın elini de keserler. Gerçeklik yitimi burada başlar. Kitleye sahip olmak isteyenlerle, ona ait olmayı zorunluluk görenler ayrışırlar. Bu, kolektif mücadeleyi katleder.

§

“Gerçekliğin kendisi kadar radikal olmak gerekir.” [Lenin]

§

“Her şeyin başı da sonu da benim” diyenlerin arasındaki rekabet, gerçekte sadece, mülkiyetin fiilî sahiplerinin işine yarar, onlar için gerekli serbestiyet alanını açar. Gerekli olan, araya, arada olana, ortak olana bakmak, ona ait olmaya çalışmaktır.

§

Mahallelerde fuhşa ve uyuşturucuya karşı mücadele, on yıl öncesinden itibaren burjuvazinin rant hattını iç kesimlere çekmesiyle ilişkilidir. Halkçı sol, bu eksen kaymasına, mahalleleri temizleme iradesiyle, cevap vermiştir. Kimileri ise bu eksen kaymasını pazarlık masasında koz olarak değerlendirmiş, kimileri ise onu devrime doğru sivriltmiştir. Söz konusu çalışmayı yürüten özneye saldırmak, bu eksen kaymasının kalıcı sonuçlar üretmesi için gereklidir. Mahallenin burjuva rantiyeciliğine karşı direnci kırılmak istenmiş, bu, sol liberaller eliyle gerçekleştirilmiştir.

§

Son çatışmanın tetikçileri, sol liberal yapılardır. Sokak çocuklarının evlerini işgal edip, sonra onları dövüp evden atanlar (Ahmet Saymadi vs.), “yiğit twitter’cılar” olarak, yangına benzin taşımışlardır. Ne pahasına olursa olsun, devrimci kalana dönük hasetlerini pervasız bir yalancılığa ve saldırganlığa tahvil etmişlerdir. Bu sol liberaller samimilerse, polis bugün “Hasan Ferit”e saldırırken kendilerine de ateş ettiğinde, “bize niye saldırıyorsunuz, onlara saldıracaksınız” diyen unsurlarını derhal temizlemelidir. Saldırının mevzide açtığı çatlaktan çetelerin ve polisin sızmasını görüp utanmalıdır.

§

Bu koşullarda kolektif ve nesnel düşünmek gereklidir. Kolektif ve nesnel planda, eksiği, gediği, günahı, vebali ne olursa olsun, devrimi ve devrimci mücadeleyi dik ve diri tutana sahip çıkmak farzdır. Kurtuluşumuz liberalleşmekte değil, devrimcileşmektedir.

§

Devrimci olan, her hareketi, eylemi kendisinin açmadığı bir paranteze (Kemalizme) almamalıdır. Mazlum milleti kendi varlığında kuran özne ise, ait olmadığı topraklarda, her şeye kendi parantezini dayatmamalı, kendisini bir anda ait kılan gücü eleştirebilmelidir. İlki devletin; ikincisi burjuvazinin saldırısı olarak cisimleşmekten kurtulamaz.

§

Bugün devrimci özne için “onun devri kapandı” diyenler, aslında üyesi oldukları partinin (HDP’nin) ana bileşenine söylemektedirler bu lafı. Onun biteceği, kitlesinin kendilerine kalacağı günü iple çekmektedirler. Ama hakikatin ipine tutunmak yerine başkalarının ipini çekenler, yanıldıklarını kısa sürede anlayacaklardır.

§

İslam ve Kürd’ün solda yerleşik mülkiyetçiliği ve rekabetçiliği tasfiye etmesine iştirak etmek zorunludur. Solun İslam ve Kürd’deki mülkiyetçiliğe ve rekabetçiliğe karşı geliştirdiği direncin parçası olmak şarttır.

§

Bir kesimin genel algısına göre, masa başında konuşulan şudur: “CHP’nin ve tüm solun alanını daralt.” Saldırı ve çatışma, bu emrin ifa edilmesinden başka bir şey değildir. Mahalle, dolaylı olarak, bu fısıltıyı duymuş, fısıltının sahibi olan iktidara karşı dolaylı bir direniş geliştirmiştir. Direnişi “Kemalistlik” veya “Cehepecilik” olarak okuyup karşıya atmak şu an için apolitik bir tutumdur.

§

Mahallenin kuruluşunda kullanılan harçta kimin teri ve kanı varsa, mahalle onun öznelliğinde politikleşip devrimcileşir. Orası artık her türden çalışmanın, istenildiğinde yapılabildiği bir yer değildir. Allame-i cihan olunsa, en öz teorik ve politik birikime sahip bile olunsa, mahallenin olup olabileceği özneliği ve politikliği o kadardır. Dolayısıyla, “yeni yaşam”, terini ve kanını başka mahallere akıtmalıdır.

§

İbrahim onlara dedi ki: Siz, sırf aranızdaki dünya hayatına has muhabbet uğruna Allah’ı bırakıp birtakım putlar edindiniz.” [Ankebut:25]

§

Çatışmada 16 yaşında bir tekstil işçisi vefat etmiştir. Önce “Şırnaklı” olduğu söylenip Kürdler kışkırtılmak istenmiş, sonrasında “gencin cenazesi memleketi olan Karabük’e gönderilmiştir.” Sol liberal yapı, olaylar süresince yürüttüğü provokatif faaliyeti ölen genç üzerinden de devam ettirmiştir. Burası kavgalı bir turabdır, İbrahim’in ayetini elbette duyanlar vardır.

§

“Öksüz” sözcüğü “ök”ten türer. “Ök” ise “bağ, ip” demektir. Zamanla anlamı genişlemiş, “göbek bağı” ve “anne”yi içeren bir anlama kavuşmuştur. “Öksüz”, anasız demektir artık.

§

“Anamız amele sınıfıdır.” [Avusturya İşçi Marşı]

Eren Balkır
2 Ağustos 2014

,

Irak Kürdistan'ı ve İsrail


Irak Kürdistanı ve İsrail: Politik Stratejiler

ve Ahlâkî Duruşlar Arasında Tercih Yapmak

 

Son on yıl boyunca Güney Kürdistan olarak da bilinen Irak Kürdistanı, Irak’tan ayrılıp bağımsız bir Kürd devleti kurmaya doğru itiliyor. Eğer bu gerçekleşirse, Kürd siyasetçiler ve Kürd halkı rahatlıkla İsrail ile ittifak kuracak mı?

Kürdler, kendi kaderlerini tayin etmek için tüm yirminci yüzyıl boyunca uzun ve zahmetli bir mücadele verdiler.

Ta 1919’da Mahmud Berzenci liderliğindeki Kuzey Irak Kürdleri İngiliz sömürgeciliğinin hâkimiyetine karşı ayaklandılar, ayaklanma şiddetliydi, İngiliz hava kuvvetlerinin köyleri ve şehirleri gaz bombalarıyla ölümüne bombalamasına dek sürdü. Tam iki yıl sonra, 1922’de Berzenci Kürdistan Krallığı’nı ilân etti, yeni bir Kürd ayaklanması patlak verdi ama İngilizler bunu da hemen zorla bastırdılar.

Ama kuzeydoğu Suriye’yi, güneydoğu Türkiye’yi ve batı İran’ı içine alan bağımsız bir Kürd devleti rüyası varlığını sürdürdü ve zamanla daha da yaygınlaştı. Yirminci yüzyıl başlarında yaşanan bu olaylardan beri muhtelif Kürd politik ve direniş yanlısı grup, Suriye, İran ve Irak’ta zemin buldu; bu grupların her biri, Kürd davasını sürdürmek için farklı taktiklere ve ittifaklara başvurdu, ister bu devletler içinde bir sese sahip olma, isterse bağımsız bir ulus oluşturma biçiminde olsun, temsiliyet ve kendi kaderini tayin hakkı talebinde bulundu.

Özellikle Türkiye ve Irak’ta Kürdistan’ın bağımsızlığı için verilen mücadeleler, zulmün en berbat biçimlerine tanık oldular.

Bugün Irak Kürdistanı'nda ya da birçok Kürd’ün isimlendirdiği biçimiyle, Güney Kürdistan’da modern Kürd tarihinde hiç tanık olunmamış en yüksek özerklik düzeyine ulaşıldı. Resmî planda Irak’tan bağımsızlaşmaya dair kimi tartışmalar yürütülüyor, bu tartışmalar, merkezî hükümetin en zayıf olduğu, bağımsızlığın oylanmasına dönük bir referandum çağrısının yapıldığı bir döneme denk düşüyor. Söz konusu bağımsızlık arzusuna yaygın ve sıklıkla alevlendirilen Kürd toplumu içi tartışma eşlik ediyor; bu noktada bağımsızlık ilânında gerekli uygun araçların neler olabileceği üzerinde duruluyor.

Söz konusu tartışma dâhilinde, bu devletin dış politikasının ne olacağına ve yeni kurulan devletin ne tür ittifaklar kurması gerektiğine dair sorular da soruluyor.

En azından bölgesel düzeyde, Siyonist bir devlet olan İsrail ile ittifak kurma fikrinden daha ihtilaflı bir konu yok.

“İkinci İsrail”

Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KBY), 2003’te İngiliz-Amerikan birliklerinin yasadışı yollardan işgal etmesi sonrası sahayı yönetmeye başladı. KBY’nin oluşturulmasından beri Kuzey Irak’ta İsrail’in politik, askerî ve istihbarat personelinin mevcudiyetine dair çok sayıda haber yapıldı. Öyle ki, 2006’da Kuveyt’e yaptığı ziyaret esnasında Kürdistan Demokratik Partisi (KDP) lideri ve KBY cumhurbaşkanı Mesud Barzani’ye Kuveytli muhabirler bu bağlantıları sordular. O ise şu cevabı verdi: “İsrail ile bağ kurmak suç değildir. Eğer Bağdat İsrail ile diplomatik bağ kurarsa, biz de Erbil’de onlara bir konsolosluk açacağız.”

Barzani’nin üzerinde durduğu husus şu: Irak Kürdistanı Irak’ın parçası olarak kaldığı sürece, teknik olarak İsrail ile savaşıyor olacak. Ama Barzani, ayrıca 2006 tarihli basın konferansında, diğer Arap ülkelerinin de İsrail ile bağının olduğunu söyledi. Bu, Kürd siyasetçiler ve kamuoyunun yürüttüğü birçok tartışmada da dile getirilen bir argüman.

Araplar, Kürdlerin İsrail ile bağ kurmasından korkuyorlar. Bu da Arap olmayan halkların pan-Arabist eğilimleri ezip boğmaya dönük gayretleriyle ilişkilendiriliyor.

Altmışların ortasında Iraklı Arap yetkililer ve yorumcular, Kürdlerin bağımsızlık arzularını “ikinci bir İsrail” kurma gayreti olarak tarif ediyorlar, batının çıkarlarıyla uyumlu başka bir Arap olmayan devletin kurulmasına yönelik korkuya sesleniyorlardı.

Onlarca yıl sonra Irak Kürdistanı'nın “ikinci İsrail” olduğunu söyleyen tanım, Ekim 2006’da bu sefer (Zaim Ali olarak bilinen) Ömer Osman tarafından sahiplenildi. KYB Peşmerge Bakanı olan Osman’ın bu yaklaşımı, Amerikan subaylarıyla yaptığı bir toplantının belgelerinin Wikileaks üzerinden sızması sonucu öğrenildi.

Iraklı yetkililerin ve diğer Arap yorumcularının onlarca yıl önce sahip oldukları niyetlerin aksine, Osman’ın KYB’yi “ikinci İsrail” olarak tanımlamasının nedeni, “KYB’nin Amerikan politikalarını desteklemesi ve terörizme karşı çıkması.”

Wikileaks belgesine göre,

“Osman bu kavramı geliştirdi ve 2003 öncesinde KYB’nin Araplarla (diğer Arap ülkeleriyle) iyi anlaştığını ama bugün Arap dünyasının KYB’nin ABD’yi desteklemesinden ötürü Kürdlerden nefret ettiğini söyledi. Zaim Ali’nin ifadesiyle Kürdler, ABD’nin yanında durmak için fedakârlıklarda bulundular, şimdi de bunun bedelini ödüyorlar. Ancak Ömer Osman, Filistin meselesinin Kürdlerin de canını yaktığını, çünkü Kürdler gibi Filistinlilerin de meşru ulusal hakları için mücadele ettiğini söylüyor.”

Bu yılın 29 Haziran’ında İsrail’in sağcı başbakanı Benjamin Netanyahu, hükümetinin Irak Kürdistanı’nın bağımsızlığını desteklediğini açıkladı. Bu, epey şaşırtıcı bir açıklamaydı ve İsrail’i Kürdlerin kendi kaderlerini tayin hakkına dönük desteğini açıktan dillendiren ilk ülke hâline getirdi.

İngiliz-Kürd gazeteci ve yorumcu Ruveyda Mustafa Reber Ahbar’a şunu söylüyor:

“Açık olan şu ki İsrailliler, kendi rızalarıyla hareket ediyorlar. İsrailliler, bu bağımsızlığı kendileri için önemli bir fırsat olarak görüyorlar, zira Kürdistan petrole sahip, ayrıca o bölgedeki kuşatılmışlığını kırıyor.”

Reber şu tespiti yapıyor sonra: “İsrailliler tek taraflı hareket ediyorlar ama bu tavırları sanki bir felâket açacak başlarına.”

Irak ve bölgede Araplar söz konusu desteği eleştirdiler. Netanyahu’nun açıklaması, Irak’taki televizyon kanallarının ürettiği ve uluslararası ana akım yayın organlarının yaydığı, KYB’nin İsraillilere petrol sattığına dair asılsız söylentilerin sosyal medya üzerinden yayılmasından hemen sonra yapıldı.

Bu hikâye doğru olsa bile, Beyrut Carnegie Ortadoğu Merkezi’nde misafir araştırmacı ve Hollanda merkezli Hivos örgütü çalışanı olan Kava Hasan’ın ifadesiyle, Kürdler de, bu iddialar üzerine Mısır’ın İsrail’e petrol satmasını emsal olarak verdiler.

Hasan, bu konuda doğal olarak şu soruyu soruyor Ahbar’a: “Onlara helâl de bize haram mı?”

“Siyaset konusunda en uygunsuz şey, kapalı kapılar arkasında görüşmeler yapmak ve masa başında anlaşmalar imzalamak. Arap ülkeleri Filistinlilere çok az yardım ediyorlar ve perde arkasında İsrail hükümetiyle iyi ilişkiler kuruyorlar. Ama İsrail’in Kürdistan’a destek verdiği dillendirilir dillendirilmez Kürdler en sert eleştirilere maruz kalıyorlar.”

Irak’taki Kürd şehri Süleymaniye’de bulunan bir petrol ve gaz şirketinde çalışan, ayrıca eski bir gazeteci olan Lavin Azad bunları söylüyor.

“İçi Çürük Elmalı Şeker”

İsrail’in Irak Kürdlerine ne faydası olur? Tek bir konuda, o da askerî imkân ve kabiliyetler.

“ABD yönetimi, Kürd silâhlı kuvvetlerine para vermeyi ve onları eğitmeyi reddetti, bunun sebebi, Peşmerge üzerindeki mevcut ambargoydu. IŞİD yeni silâhlarla savaşıyorken, Peşmerge’nin elindekiler eski. İsrail’le kurulan bağ bu boşluğu doldurabilir.”

Reber’in kanaati bu yönde.

Dahası İsrail, Irak Kürdlerine, mevcut durumun onların arzularına düşman olduğu koşullarda ittifak kurmayı öneriyor.

“Saddam Hüseyin, Filistin davasına ve halkına destek sunduğunda, birçok Filistinli onu kendi sesleri olarak gördü, Saddam’a destek verildi ve Kürd halkına yapılan zulme ses çıkartılmadı. Bu da Filistin halkına karşı öfkeye neden oldu, işte bu yüzden Kürdler, İsrail hükümetini daha fazla destekliyorlar.”

Azad’ın iddiası bu yönde.

Tartışmalara oldukça pragmatik bir yaklaşım sergileniyor.

Hasan’ın söylediği kadarıyla,

“Kürd toplumunda oldukça sağlıklı bir tartışma sürüyor. Kürdler konuyla ilgili farklı konumlar alıyorlar. Bazıları, ABD, İsrail ve İran’ın 1975’teki Kürd ayaklanmasına ihanet ettiğini, bu nedenle ihtiyatlı olunması gerektiğini söylüyorlar. Bazıları da İsrail ile ittifak kurmaya gerek olmadığını, bu ittifakın içi çürük elmalı şeker olduğunu iddia ediyorlar. Bazı kesimler ise İsrail ile bağları bulunan Arap ülkelerine atıfta bulunuyorlar ve kanaatimce politik alandaki en güçlü konum da bu.”

Hasan sözlerine şunu ekliyor:

“Aynı zamanda araştırmacılar, aydınlar, akademisyenler, eylemciler ve diğer isimler, İsrail ile kurulacak ittifakın Kürdlere hiçbir katkısının olmayacağını düşünüyorlar.”

Aynı şekilde Reber de şunu söylüyor:

“İsrail ile kurulacak bir ittifak pek muhtemel değil, zira Irak Kürdistanı Arap ülkeleriyle kuşatılmış, bugün aslî öncelik, İsrail’e hasım olan Türkiye ile kurulacak bağların öne çıkartılmasıdır. Ancak sosyal medyadaki tartışmalara bakılacak olursa, başka bir yerde birileri ezilirken, bir zalimden gelecek desteğin nasıl kabul edileceğine dair tartışma giderek yaygınlaşıyor.
Nihayetinde kilit nokta, bu ittifakın Kürdlerin çıkarına olup olmaması. Mesele, bağımsızlığın ilân edilip edilmeyeceği ve onu kimin destekleyeceği. Her şeyin ötesinde, lafla peynir gemisi yürümüyor.”

Netanyahu’nun açıklamasından bir gün sonra, İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman, basına İsrail’in “Kürdlere resmî devlet statüsü elde etmeleri konusunda yardım etmek için hiçbir adım atmadığını” söyledi.

Meseleyle ilgili diğer ve belki de daha önemli problem de KDP’nin İsrail ile ittifak kurma olasılığına karşı çıkan diğer Kürd gruplarının konumu.

Hasan’a göre, “Tarihsel açıdan birçok Kürd, bugün bile Filistin davasını destekliyor. Belirli bir empati kuruluyor, adaletsizliğin ortak olduğu düşünülüyor.” Hasan burada, hâlihazırda bir Türk hapishanesinde bulunan Abdullah Öcalan’ın kurup yönettiği Kürdistan İşçi Partisi gibi örgütlere işaret ediyor. Birçokları, Öcalan’ın tutuklanmasının Mossad’ın dâhli olmaksızın imkânsız olacağına inanıyorlar.

Hasan şunları ekliyor:

“Güçlü bağlara sahip birçok Kürd politik örgütü mevcuttu. Bunların önemli bölümü Beyrut ve Suriye’deydi, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ve Filistin Kurtuluş Örgütü ile birlikte çalışıyorlardı. Erbil’de Filistin Yönetimi’nin bir elçiliğinin bulunduğunu, İsrail’in elçiliğinin olmadığını da unutmamak gerek.”

Bu tespiti destekleyen, Suriye Kürdleri Örgütü görevlisi ve Demokratik Birlik Partisi üyesi Rüstem Cudi ise KDP’nin İsrail ile ilişki kurmasını şiddetle eleştiriyor.

“Biz PYD olarak Siyonist devletle kurulacak her türlü ilişkiye karşıyız. O, Filistinlileri eziyor ve Suriye ile bölgenin diğer kısmına saldırıyor. Filistin’deki Direniş’i tümüyle destekliyoruz.”

Cudi’nin Ahbar’a ilettiği yaklaşım bu.

“İsrail ile ilişki kurmak, KDP’ye has bir durum. KDP eğer bir ulus inşa ediyorsa, bilmelidir ki İsrail, bölgedeki Kürdler ve Araplar arasındaki ayrışmayı istismar ediyor.” Devamında şunu ekliyor: “KDP dışında 25 Kürd politik grubu var ve bunların önemli bir bölümü KDP’ye karşı. Bu, bizim davamıza katkı sunmaz. Kürdler devredilemez haklara sahiptir ama bu durum bize zerre katkı sunmaz.”

Eğer bağımsız bir Irak Kürdistanı İsrail ile ittifak kurarsa, bölünmüşlüğün gölgesi daha fazla düşecek demektir. Bölgedeki Kürd siyasetçilerle onların destekçileri arasında yapılan hesaplamaların bir parçası da muhtemelen bu husus.

Azad’ın kanaatine göre,

“bugün Kürdistan’ın bağımsızlığı için birleştirici bir yaklaşıma ihtiyaç var, söz konusu yaklaşım, Büyük Kürdistan’ın diğer parçalarındaki tüm partileri içermektedir. Bunlara kimi noktalarda danışılmalıdır, zira bağımsız Kürdistan (Güney Kürdistan) anlayışına ulaşılmış olması büyük bir başarı olsa da, diğer parçalardaki durum inkâr ya da ihmal edilemez. Bir kez daha ifade etmem gerekir ki, insanî yön politik kazanımlar karşılığında satılmamalıdır.

Onların desteği sizi bir ülke hâline getirebilir ama bunun neye malolacağını kimse bilemez. Bu, yürünmesi epey çetin olan bir yoldur. Politik arzularınız ahlâkî ve insanî yükümlülüklerinize mani oluyor mu olmuyor mu, mesele budur.”

* * *

Irak’ta Kürdlerin (Kısa) Tarihi

 

Kava Hasan’a göre, “İsrail ile bağ kuran Barzani ile KDP’dir, diğer Kürd gruplarının bu işle bir alakaları yoktur.”

Kürdlerin, kendi kaderini tayin hakkı hedefi dâhilinde, ideolojik ve taktik anlamda yan yana gelmiş, birleşmiş, monolitik ve homojen grup olduklarına dair yaygın bir yanlış anlama mevcuttur. Gerçekte her biri kendi lehçesine sahip, birkaç ülkeye dağılmış 30 milyon Kürd vardır. Dahası Kürdler, onların kendileri dışında farklı halklarla bağ kurmalarını sağlayan bir dizi mezhep ve dinî inançtan oluşmaktadır. Kürdlerdeki değişkenlik ve heterojenlik, tarih göz önünde bulundurulduğunda, daha belirgin bir husustur.

Hasan’a göre, diğer Kürd gruplarının aksine, Irak Kürdistanı ve KDP lideri Barzani’nin Siyonist devletle özel bir ilişkisi vardır. Bu ilişki, onun Irak’taki öznel deneyimini de biçimlendirmiştir.

KDP ve İsrail arasındaki bağlar, ilkin Iraklı Kürd Yahudileri üzerinden tesis edilmiştir. Kürd Yahudileri, 1950-51’de Irak’ı terk edip İsrail’e gitmişlerdir. Söz konusu bağ, sonrasında, altmışlı yıllarda yaşanan ilk Kürd-Irak savaşı ile birlikte gelişmiştir. Savaşın bir tarafı olan, mevcut KDP’nin lideri Mesud Barzani’nin babası Mustafa Barzani’dir. Savaş, 1961’de Bağdat hükümeti ile Barzani arasındaki kısa süreli ve kırılgan yumuşama sürecinin sona ermesinin ardından yaşanmıştır. Bu savaş, modern Irak devletinin kurulmasından beri Barzani ailesinin önderlik ettiği bir dizi ayaklanmanın bir parçası olarak gerçekleşmiştir.

Mustafa Barzani ile Bağdat arasındaki çatışma, 1963’deki askerî darbenin kurduğu Irak hükümetinin ve beş yıl sonraki Baas darbesinin kimi radikal değişiklikler yapmasına karşın sürmüştür.

İlk Kürd-Irak savaşı süresince Mustafa Barzani, ABD, İran ve İsrail ile, politik, askerî ve ekonomik destek almak amacıyla, güçlü bağlar kurmuştur. Mustafa Barzani İsrail’i iki kez gizlice ziyaret etmiştir. İlki 1968, ikincisi 1973’te gerçekleşen bu ziyaretlerde İsrail Başbakanı Levi Eşkol gibi üst düzey görevlilerle buluşulmuş, İsrailli askerî danışmanlar Kürd bölgelerine gitmişlerdir.

Savaş 1970’de bir ateşkes anlaşması ile sona ermiş, anlaşma Kuzey Irak’taki Kürd bölgelerine özerklik vermiş, Irak hükümetinde Kürdlerin temsil edilmesine dönük vaatler dile getirilmiştir. Ancak barış kısa süreli olmuştur.

Sadece dört yıl sonra, Baas hükümetinin anlaşmanın kimi kısımlarını uygulamaya koyamaması üzerine, ikinci savaş patlak vermiştir. İlk savaşın aksine ikincisi, Mustafa Barzani’nin çatışmaya son vermesine dönük uluslararası destekçilerinden gelen baskılar sebebiyle, bir yılda bitmiştir. Sonuçta o ve yaklaşık yüz bin destekçisi İran’a sürgüne gönderilmiştir. Mustafa Barzani 1979’da İran’da vefat etmiş, oğlu Mesud KDP’nin başına geçmiştir.

Mustafa Barzani’nin başarısız olmasına karşın Irak’taki Kürd mücadelesi bitmemiş, daha büyük engellerle yüzleşilecek yeni bir safhaya geçilmiştir.

KDP’nin sürgün edilmiş olması, bugün Irak cumhurbaşkanı olan Celal Talabani liderliğindeki Kürdistan Yurtseverler Birliği olarak bilinen başka bir Kürd grubunun sahneye çıkmasına imkân vermiştir. KYB’nin yükselişi, KDP ile KYB’nin çatışmasına yol açmış, her iki yapı da Irak’ta Kürd davasının liderliğini kendi eline almaya çalışmıştır. Tüm bunlar yaşanırken, muhtelif Kürd gruplarının Irak hükümetine karşı ara sıra sürdürdükleri savaş devam etmiş, 1980’lerde İran-Irak savaşının patlak vermesi sonrası, Kürdler İran’ın safını tutmuştur.

Bu güçlüklerle yüzleşen Irak hükümeti, tarihçilerin ve yorumcuların soykırım olarak nitelediği bir politika uygulamıştır. Kürd bölgeleri ve Kerkük gibi şehirler hızla Araplaştırılmış, ordu, halkı bombalayıp, ona karşı yoğun bir şiddet uygulamış, 1988’de yaşanan Halepçe Katliamı’nda görüldüğü üzere, kimyasal silâhlar bile kullanmıştır. Toplamda yaklaşık iki yüz Kürd sivil, Saddam Hüseyin rejiminin yürüttüğü harekât esnasında katledilmiştir.

Irak’ın başarısız Kuveyt fethi ve işgali sonrası, 1991’de kısa süreli bir Kürd ayaklanması gerçekleşmiş, Kuzey Irak, Amerika ve diğer batılı güçler tarafından uçuşa yasak bölge ilân edilmiş, bu da Kürdlere güvenli ve özerk bir alan tahsis etmiştir. Söz konusu fırsatı değerlendiren Mesud Barzani Irak’a dönüp seçimlere katılmış, oylar KYB ile KDP arasında bölünmüştür.

KYB ile kurulan ittifak bozulmuş, bu da Kürdler arasında yeni bir çatışmanın oluşmasına yol açmıştır. Saddam Hüseyin’in askerî desteği sayesinde KDP üstünlüğü ele geçirmiştir. Washington’da 1998’de imzalanan barış anlaşması, KYB ile KDP arasındaki çatışmayı sonlandırmış, her iki parti muhtelif bölgeleri aralarında paylaşmıştır. Kürdistan Bölgesel Yönetimi olarak bilinen birleşik hükümet, 2003 İngiliz-Amerikan işgali sonrası kurulmuştur ve bugün de iktidardaki varlığını sürdürmektedir. Barzani bu yönetimin lideri iken, Talabani Irak cumhurbaşkanıdır.

Son birkaç yıl içinde KBY’nin gücü ve özerkliği, Irak Başbakanı Nuri Malikî liderliğindeki merkezî hükümetin giderek zayıflamasına karşın, tersten daha da artmıştır. Irak Kürdistanı bölgesi, Irak’ın geri kalan kısmında süren şiddetten uzak durmuş, ayrıca ekonomik ve sosyal açıdan belirgin bir bağımsızlık elde etmiştir. Daha da önemlisi, Kerkük gibi şehirler, Kürdlerin eline geçmiş, Saddam’ın Araplaştırma siyaseti terse çevrilmiştir. Kürdistan’ın bağımsızlığı ile ilgili önemli ayrışma noktaları olan ve bu bölgelerde bulunan petrol sahalarının ileride Irak hükümetinin elinden çıkması muhtemeldir.

Son dönemde Kürd bağımsızlığına dair motivasyon doruk noktasına ulaşmıştır.

Lavin Azad’ın Ahbar’a aktardığı kadarıyla,

“son birkaç yıl içinde Barzani’nin merkezî hükümeti, gerilimlerin iyiden iyiye tırmandığı noktada, bağımsızlıkla tehdit ettiğine tanık oluyorduk ama bu sefer durum farklı. IŞİD’in Irak’ta ilerlemesi herkesi şaşırttı, bu, birçok Iraklı ve Iraklı olmayan insanın IŞİD’in kontrol altına aldığı toplulukların Malikî hükümetince marjinalize edildiğini görmesini sağladı. Artık birçok insan, Malikî’nin ülkedeki istikrarı güvence altına alamadığını görüyor. Dolayısıyla bu sefer dem vurulan bağımsızlığın daha fazla ağırlığı var ve bu bağımsızlık daha somut.”

Azad sözlerine şunu ekliyor:

“Barzani, Kürdistan Parlamentosu’na referandum çağrısı yaptığında herkes şaşkına döndü, denildi ki ‘işte vakit geldi.’ Elbette sonrasında hayattaki gerçeklerle yani komşularınızla ve uluslararası toplumla yüzleşmeniz gerek. İran güçlü bir biçimde karşı çıkıyor bağımsızlığa, Türkiye’deki itirazın yoğunluğu daha düşük (bu konuda petrol işe yarıyor tabiî), Suriye’de ve Irak’ta kıyamet yaşanıyor. ABD, Irak’ın birleşmesi yönünde çağrıda bulunuyor ve tüm yükü, insafsızca, Kürdlerin omzuna yüklüyor, ardından da şu, İsrail’in Kürdistan’ı desteklediğine dair hükümet bildirisi geliyor.”

Yazen Sadi

,

Almanya’da Antisemitizm Suçlamaları


Almanya’da antisemitizm suçlamaları ülkedeki savaş karşıtlarını yıldırmak ve kriminalize etmek için kullanılıyor.

Milyonlarca insan, İsrail ordusunun Gazze’yi canavarca bombalaması karşısında derin bir sarsıntı geçirdiği sırada, Almanya’daki siyasetçiler ve medya yorumcuları savaş karşıtlarına saldırdılar. Münferit Yahudi karşıtı sloganlar, gösterileri “antisemitik” olarak etiketleyip kınamak için öne çıkartıldılar.

Geçen hafta savaşa karşı dünya genelinde binlerce insanın gösteri düzenlemesi ardından, İsrail ordusu Gazze’ye yönelik saldırılarını Pazartesi gecesi daha da yoğunlaştırdı. Gelen haberler, o terör gecesinde, bombardımanın ve topçu ateşinin aralıksız sürdüğünü söylüyorlar.

İsrail başbakanı Benyamin Netanyahu, önceki gece, kendi halkını televizyondan uyarıyor ve onlara, Hamas tümüyle silâhsızlandırılana dek, uzun bir askerî operasyona hazırlanmalarını söylüyor.

Gazze’ye yönelik hava, deniz ve karadan süren saldırılar korkunç bir savaş suçu. Üç haftadır İsrail ordusu, nüfus yoğunluğu fazla olan Filistin yerleşimlerini modern teknolojisiyle bombardımana tabi tutuyor. Salı günü itibarıyla ölü sayısı 1.110’a çıktı, bunun önemli bir bölümü çocuk. Bunlar bir de resmî rakamlar; enkaz altında kaç kişinin olduğunu bilen yok. Yaralıların sayısı 6.000’e çıktı, bunların büyük bir kısmı ağır yaralı.

Alman hükümeti, İsrail hükümetinin işlediği korkunç suçların bir savaş karşıtı hareketi kışkırtmasından korkuyor. O da biliyor ki, böylesi bir hareket, sadece Netanyahu hükümetini eleştirmekle kalmayacak, ayrıca Berlin’in İsrail’e verdiği desteği de hedefe koyup yüzünü Alman militarizmine dönecek. Bu nedenle hükümet, tüm savaş karşıtlığını ezmek için antisemitizm tehdidi yalanını sürüyor masaya.

Geçen haftanın ortasında Frankfurter Allgemeine Zeitung şunları yazdı:

“İsrail’in askerî saldırısına karşı yapılan gösterilerdeki antisemitik propaganda günlerce sürdü, bunun üzerine Alman Cumhurbaşkanı Joachim Gauck güçlü bir uyarıda bulundu.”

Gauck tüm Almanları, İsrail hükümetine değil de antisemitizme karşı gösteri yapmaya çağırdı.

İçişleri Bakanı Thomas de Maizière (Hristiyan Demokratlar) ise İsrail’in kendisini savunma hakkı bulunduğunu, bu hakkın “hiçbir koşulda” sorgulanmaması gerektiğini söyledi. Savcılar, polis ve yetkili makamlar, tüm gizli ya da açık antisemitizm biçimlerine karşı sert önlemler aldılar.

Adalet Bakanı Heiko Maas (Sosyal Demokratlar, SPD) şunu söyledi:

“Yahudi karşıtı nefret söylemi kesinlikle kabul edilemez ve hiçbir şekilde meşrulaştırılamaz. Antisemitizm Almanya’da asla bir kez daha hoşgörülemez. İfade özgürlüğü, herhangi bir halka karşı nefreti ve şiddeti meşrulaştıramaz.”

Adalet Bakanı’nın yorumuna göre, “Yahudi karşıtı sloganlar cezalandırılmalıdır. Yahudiliğe bu şekilde karşı çıkan herkes, Almanya’daki anayasal nizama da karşı çıkıyor.”

Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier (SPD) de, Fransız ve İtalyan meslektaşlarıyla birlikte, Avrupa’daki Yahudi karşıtı sloganlara karşı uyarıda bulundu. Bakanlar, Gazze’daki çatışma dâhil hiçbir şeyin Yahudilerin şeytanîleştirilmesini meşrulaştıramayacağını söylediler.

Ukrayna’ya bakıldığında bu kampanyanın ne denli samimiyetsiz olduğu görülecektir. Orada Alman hükümeti, antisemitik ve faşist örgütlerle sıkı bir işbirliği içerisindedir. Hitler ve Nazi rejimini öven bir parti olan Svoboda bu yılın başında Ukrayna Cumhurbaşkanı Viktor Yanukoviç’in devrilmesine katkı sunan Meydan gösterilerinde rol oynayan en önemli politik güçtü.

Geçen yıl Dünya Yahudi Kongresi, Svoboda’nın yasaklanmasını talep etmişti. Ama bu, Steinmeier’in, Avrupa Birliği temsilcilerinin ve ABD’nin bu partinin kurucusu Oleh Tyahnybok ile sıkı bir işbirliği kurmasına mani olamadı. Tyahnybok, Ukrayna’yı kontrol ettiğini düşündüğü “Rus-Yahudi Mafyası”nı yok etme kararlılığını birçok kez ifade eden bir isim. 10 yıl önce Svoboda’nın başına geçer geçmez destekçilerine söylediği ilk laf şu olmuştu: “Silâhlarınızı alın, Rus, Alman ve Yahudi domuzlarıyla, tüm insanlık dışı yaratıklarla savaşın.”

Tyahnybok, Sobibor toplama kampındaki 30.000 Yahudi mahkûmu katletmekle suçlanmış John Demjanjuk’a “kahraman” diyor. Yardımcısı Yuri Mihalçisin, Josef Goebbels Politika Araştırma Merkezi isimli bir düşünce kuruluşu kurdu.

Tüm bu gerçekler bilinmesine karşın, önemli bakanlıklar Svoboda’ya tahsis edildi, bunun karşılığında da partiden Ukrayna’daki darbe için hücum kıtaları temin edildi. Bugün bu hücum kıtaları, Doğu Ukrayna’daki halkın terörize edilmesinde aslî rolü oynuyorlar.

Almanya’nın çıkarına olduğunda hükümet, antisemitistler ve faşistlerle işbirliği kurma konusunda, zerre vicdan azabı duymuyor. Bu tip ilişkiler Macaristan’da da kuruluyor. Burada neofaşist parti Jobbik, Nisan ayında yüzde 20 oy almıştı seçimlerde. Avrupa genelinde sağcı partiler, Alman hükümeti ve AB’nin sosyal olana karşıt siyasetlerine doğrudan bir tepki olarak zuhur ediyorlar.

Bu sebeple antisemitizm üzerinden süren mevcut kampanyanın, Yahudi yurttaşlara yönelik muhtemel tehditlerle ilgili gerçek endişeler konusunda yapabileceği herhangi bir şey yok. Aksine bu kampanyanın amacı, savaşa ve emperyalistlerin işledikleri suçlara karşı gerçekleştirilen gösterileri kriminalize etmek ve toplanma hakkını sınırlandırıp polis devletine özgü tedbirleri yoğunlaştırmak.

Aynı alaycı üslupla dile getirilen, “Bir daha Auschwitz asla!” sloganı, doksanlarda Alman ordusunun NATO sahası dışında gerçekleştirdiği askerî müdahaleleri meşrulaştırmak için kullanılıyor, antisemitizme karşı sözde mücadele, demokratik hakların ilgası ve devletin güçlendirilmesi noktasında bir bahane olarak devreye sokuluyordu.

Son günlerde yapılan kimi gösterilerde üniformalı ve sivil binlerce polis iş başındaydı. Geçen hafta sonu Berlin’de her bir göstericiye bir polis düşüyordu. Gösterinin başlamasından önce polis bayraklara ve pankartlara baktı, sonra da sloganların izinli olup olmamasına karar verdi.

Stuttgarter Zeitung’daki bir habere göre, bir savcı ve çevirmen, yanında çok sayıda polisle, Stuttgart’ta düzenlenen son gösteriye geldi, amaçları eyleme anında müdahale etmek ve hukukî tedbirler alabilmekti.

Eğer bu samimiyetsiz antisemitizm kampanyası bir kenara konulacak olursa, siyasetçilerin ve medyanın gerçekleştirdikleri saldırıların hedefinin gösterilerin savaş karşıtı niteliği olduğu tüm çıplaklığıyla görülür. Bu yılın başında Gauck, Steinmeier ve Savunma Bakanı Ursula Von der Leyen şunu söyledi:

“Alman ordusu üzerindeki sınırlandırma politikası devre dışı bırakıldı, gelecekte Almanya, bir kez daha, dünyadaki kriz bölgelerine tek başına ve tüm özgüveniyle müdahale edebilecek.”

Kiev ve Kudüs’teki hükümetlere verilen destek, bunun ne anlama geldiğini gösteriyor. Alman hükümeti, savaş suçları işlemeye hazırlanıyor ve tüm muhalefeti daha ilk aşamada ezmeyi amaçlıyor.

Alman militarizminin geri dönüşü, sadece yurtdışındaki değil, yurtiçindeki hedeflere de yöneliyor, yani bu geri dönüş, demokratik hakların ilgası ile bağlantılı. Yaklaşık yüz yıl önce, Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesi, savaş karşıtları hapse atılmışlardı. İkinci Dünya Savaşı’nın hazırlıklarının yapıldığı aşamada ise demokratik kurumlar tümüyle yok edilmiş, sonuçta faşist bir diktatörlük kurulmuştu.

Antisemitizmle ilgili olan ve yalanlar üzerine inşa edilen kampanyadaki ve göstericilere yönelik saldırılardaki kilit rol ise Sol Parti (Die Linke) tarafından oynanıyor.

Gazze’ye yönelik bombardımanın başlamasından hemen sonra Sol Parti’nin üç lideri, Gregor Gysy, Katja Kipping ve Berndt Riexinger, tek taraflı eleştiri konusunda uyarıda bulundu.

“Uluslararası topluma verilecek en iyi öğüt, onun yanlış bir biçimde tek taraflı ve suçlayıcı olan beyanlara dayanmaması ve her iki tarafı kesinlikle yüreklendirmemesidir. Bu, barış yapılmasına yönelik itirazın teşvik edilmesinden başka bir şey değil. Yaşanan savaşta kimse adil bir savaş yürütmüyor.”

Bu çağrı, savunmasız bir halkla ağır silâhlara sahip bir ordu arasındaki çatışmadan uzak durmaya dönük. Oysa Gazze halkı açlıktan ölüyor, elektriği ve suyu kesik, tepesine sürekli bomba yağıyor. Dolayısıyla söz konusu çağrı, savaş suçlarına yönelik bir hoşgörüyü ve desteği ifade ediyor.

Sol Parti’nin Berlin’deki lideri, Klaus Lederer, geçen Cuma bir adım daha ileri gitti. Lederer, Berlin’de gerçekleşen İsrail yanlısı yürüyüşe göstere göstere katıldı. Bu zat, mevcut çatışmada İsrail’in tek taraflı olarak kınanmasına kararlı bir biçimde karşı çıktı. İddiasına göre, “Yaşanan savaşa karşı gösteri yapılmasına dair çağrıların İsrail’in tek taraflı olarak kınanmasına neden olması, her türden İsrail karşıtı ve antisemitik örgütün nefes almasını sağlıyor.” Ona göre, bu eylemlerin örgütleyicileri, ne söylenirse söylensin, sağcı göstericiler.

Berlin’deki Sol Parti liderinin İsrail’in savaş politikasına ve teröre verdiği destek, Sol Parti’nin ne denli sağcı olduğunu açık biçimde ortaya koyuyor.

Pazartesi günü parti yayın organı Neues Deutschland, gösterilerle ilgili olarak, İsrailli siyaset bilimci Rafael Seligmann ile yapılmış bir mülâkata yer verdi. Mülâkatın başlığı şuydu: “Sadece nefret ve küfür var.”

Sol Parti, mevcut durumu hükümete koşulsuz destek sunacağına dair bir işaret vermek için kullanıyor esasında.

Ulrich Rippert
1 Ağustos 2014
Kaynak

,

İsrail ve Direniş


İsrail ile Direniş arasındaki benzerlikler ve karşıtlıklar üzerine kimi ön gözlemler:

(1)

İsrail, Lübnan ve Filistin’deki Direniş hareketi ile kimi önemli benzerlikler taşımaktadır:

(a) Siyonist politik askerî aygıt, %86-91 arasında değişen organik bir halk desteğine sahiptir (Hizbullah’a yönelik Şii desteği de aynı oranlardadır, kimi raporlara göre, Filistin’de de Hamas’a yönelik destek benzeri yüksek rakamlara sahiptir.). Tıpkı direniş kültürünün Lübnanlıları ve Filistinlileri karakterize ettiği gibi, saldırganlık ve işgal kültürü de İsraillilerin ezici bir çoğunluğunu simgeleyen ana unsurdur. İsrailliler, kendi devletlerinin askerî ve politik liderlerinin eylemlerini yansıtmakta ve desteklemektedirler. Bu, kültürel manada aşırı bir genelleme değil, Twitter, Facebook ve Instagram üzerinden Filistinli sivillere yönelik İsrailli gençlerin, ergenlerin ve diğer sosyal medya kullanıcılarının sergiledikleri insanı sarsan ahlâkî bozukluğa dayanan bir gözlemdir. Bu konuya dair tonla örnek verilebilir, alternatif medya bu tip numunelere çokça yer vermektedir.

(b) Hizbullah’ı veya Hamas’ı /İslamî Cihad’ı askerî kanatları olan bir politik hareket olarak nitelemek yanlıştır, esasında bu örgütler politik kanatları olan askerî/direniş hareketleridir. Aynı şekilde, İsrail’in ordusu olan bir devlet olduğunu söylemek de hatalıdır. Oysa o, Nasrallah’ın da birçok kez söylediği gibi, politik ve sivil kanatları olan askerî bir üstür. İsrail devletinin yegâne amacı, İsrail’in yayılmacı amaçlarına hizmet etmektir; aynı şekilde Hizbullah ve Hamas tarafından kurulmuş politik partiler de öncelikle direnişe öncelik veren yapılardır. Bu, sık sık kurmaya mecbur edildikleri ittifakların ve birlik hükümetlerinin de örneklediği bir husustur.

(2)

Hamas’a diz çöktürmek amacıyla baskı uygulama, direnişe verilen halk desteğini zayıflatma noktasında İsrail tarafından devreye sokulan soykırım amaçlı savaş politikasının aksine, İzzeddin Kassam Tugayları’nın askerî stratejisinin amacı, komutanı Muhammed Deif’in de ifade ettiği üzere, İsrail Savunma Güçleri’ni hedef almak ve sivilleri tarafsızlaştırmak suretiyle İsrail’e baskı uygulamaktır. Deif’in ifadesiyle, “hareket, civar köylerdeki sivillere saldırmak yerine, İsrail askerleriyle çatışıp seçkin askerlerini öldürmeyi tercih etmektedir.” Bunun kanıtı da ölü sayısıdır (60 ilâ 80 İsrail askerine karşılık 2 sivil öldürülmüştür). Birçok rapora göre, Demir Kubbe füzelere mani olamamıştır. Reuters’in haberine göre, “Demir Kubbe, fırlatılan füzelerin ancak yaklaşık yüzde beşine, savaş başlığını devre dışı bırakmak suretiyle, yeterli zararı verebilmiştir. Kalan yüzde 95’te ise, önleyici, ya füzeleri tümüyle kaçırmış ya da mühimmata hafif zarar verebilmiş, bu da füzelerin sağlam savaş başlığı yere indiğinde etkin olabilmiştir.” Bu da çok sayıda İsrailli sivilin yere göğe sığdırılamayan savunma zırhına rağmen, füzelerden kaçtığı anlamına gelir. Hamas’ın füzelerinin amacı, çok sayıda sivili öldürmek değil, sivilleri sığınaklara kaçmaya zorlamak, ekonomiyi felç etmek, havalimanını kuşatmak vb. suretiyle, bir tür psikolojik savaş formu olarak iş görmektir. Aynı şekilde İsrail istihbaratının da kabul ettiği biçimiyle, saldırı tünelleri, sivilleri değil, askerleri hedef almaktadır. Sınırda dokuz tünel tespit edilmiş, hiçbirisinin sivillerin yaşadığı mahallere uzanmadığı anlaşılmıştır: İstihbaratçı, konuyla ilgili şunu söylemektedir: “Oysa 500 metre daha kazıp kibbutz’un içine girebilirlerdi? Bunu neden yapmamışlar ki?”

Emel Saed Gureyb

Komünistler Noel Kartı Gönderir mi?


Bugün Amerikalı komünistlerde hayata dair kimi yanlış algılamaların olması gerçekten çok tuhaf. Genel kanaatin aksine bizler, dindar insanları kötülemek için çırpınıp durmayız. ABD Komünist Partisi Başkanı Gus Hall’un o ünlü deyişiyle, “bizim kavgamız kapitalizmledir, Tanrı ile değil.”

Bazı Amerikalı Hristiyanlar, Komünist Parti’ye üye oluyorlar. Diğerleri ise ortak kimi sorunlarla ilgili yürütülen çalışmalara katılıyorlar. Örneğin barış mücadelesini yürüten birçok komünist, esasen dinine bağlı insanlar. İyi Hristiyanlarla birlikte komünistler de yurttaş hakları, ölüm cezası ve fakirlere yardım edilmesi gibi alanlarda birlikte çalışıyorlar.

Bazı dindarlar, ilerici bir değişimin tesis edilmesi için işçi sınıfının sahip olduğu önceliğe dair kanaatimizi bile paylaşıyorlar.

Şirket medyası, tüm Hristiyanların birer çılgın, Bush destekçisi ve gerici olduğuna dair laflar söyleyip duruyor. Bunlar doğru değil. Kilise’ye giden insanların gerici olması kadar devrimci teolojiye bağlanmaları da mümkün. Birçok dindar insan bugün arafta kalmış durumda.

İlerici bir toplumsal değişim için mücadele eden her kesim gibi komünistler de teolojiyle ilgilenirler. Frederick Engels, 15. ve 16. yüzyılda Almanya’da yaşanan büyük köylü ayaklanmalarına eşlik eden teolojik değişimleri uzun uzun izah eder. Gericilerin kendi dinî yorumları varsa, ayaklanmanın lideri Thomas Münzer’in de kendi yorumu vardır. Engels, bu yorumu detaylı olarak açıklar. O, teolojik değişimlerin genelde bir devrime eşlik ettiklerini, bu türden değişimlerin devrimin zorunlu bir bileşeni olduğunu söyler. Tüm bunlar, Engels’in Almanya’da Köylü Savaşı eserinde gayet güzel bir biçimde izah edilmektedir.

Ronald Reagan’ın 1980’de sağcı iktidarını tesis ederken tanınmış kimi Protestan din adamlarını yanına çekmesi gerçekten bir talihsizliktir. Şirket medyasının da dinin işçi sınıfı karşıtı bir eğilimi desteklediğini söylemesi de üzücüdür. Bu noktada Genç Seneca’nın MS 30 yılında yaptığı şu alıntıyı hatırlatmak gerekir: “Din, avam tarafından hakikat, âlimlerce yanlış, yöneticilerce faydalı görülür.”

Genelde yönetici sınıf ve şirket medyası, Karl Marx’ın “Din halkın afyonudur” sözünü bağlamı dışına çıkartıp alıntılayarak Marksistleri kötülemek ister. Oysa söz konusu bağlam dâhilinde herkes, Marx’ın esasta dine değil, zulme karşı çıktığını anlar.

Genç bir devrimci olarak Marx’ın 1844’te söylediği söz şudur:

“Dinî ıstırap, aynı zamanda hem gerçek ıstırabın ifadesi hem de gerçek ıstıraba karşı protestodur. Din, mazlum varlığın iç çekişi, kalpsiz dünyanın kalbi ve ruhsuz koşulların ruhudur. Halkın hayalî mutluluğu olarak dinin ilga edilmesi, insanlara yapılmış, hayallere muhtaç olan koşulu terk etmelerine yönelik bir çağrıdır. Dolayısıyla tam gelişmemiş olan din eleştirisi, fani dünyanın eleştirisidir ki din işte bu dünyanın bir halesidir.”

Sosyal ilerleme için kavga eden tüm diğer samimi eylemciler gibi Komünist Parti de dindarları bağrına basmaktadır. Bu sebeple bir komünistten Noel kartı alırsanız, sakın şaşırmayın!

ABD Komünist Partisi Marksizm Okulu

01 Ağustos 2014

NATO’nun Küresel Saldırısı


Bu Yaz NATO’ya tatil yok, aşırı mesai yapıyor. Newport Galler’de 4-5 Eylül’de yapılacak Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi’nin hazırlıklarını yapan NATO, Rusya’ya karşı hamle yapmak için gerekli “stratejik adaptasyon”u gerçekleştirmek adına, kendi projesini hazırlayacak. Avrupa Yüksek Müttefik Komutanı ABD’li General Philip Breedlove’un kısa süre önce ilân ettiği biçimiyle bu, “zamana, paraya ve çabaya” malolacak. Çalışmalar başladı bile.

Ukrayna’da NATO, bir yandan Washington’un 33 milyon dolar yardım aktardığı Kiev silâhlı güçlerini eğitiyor, bir yandan da NATO’ya ait savaş uçaklarının güney bölgesinde kullanacağı üç askerî havaalanını yeniden faaliyete geçiriyor. Polonya’da ise Ramstein’daki Alman üssünden gelen ABD’li, Polonyalı ve Estonyalı paraşütçülerin C-130J askerî nakliye uçağından atladığı bir tatbikat düzenliyor. Macaristan, Romanya, Bulgaristan ve Litvanya’da birkaç NATO askerî operasyonu sürüyor, bu operasyonlara AWACS radar uçakları, F-16’lar ve Karadeniz’deki savaş gemileri eşlik ediyor.

Gürcistan’da bu ülkenin NATO’ya giriş sürecini hızlandırmak için bir Parlamenter Meclisi delegasyonu bulunuyor. ABD’li eğitmenler, Kafkaslar’da faaliyet yürütmek üzere, Afganistan’dan dönen birlikleri eğitiyor. Azerbaycan, Tacikistan ve Ermenistan’da bu eğitmenler seçilmiş güçlere NATO komutası altında eğitim veriyor, bu eğitimlerde ilgili ülkelerin karargâh subayları da bulunuyor. Afganistan’da NATO savaşı dönüştürüyor, onu bir dizi “gizli operasyon”un yürütüldüğü bir pratik hâline getiriyor.

Doğu Avrupa (hatta eski Sovyetler Birliği sahası içine) ve Orta Asya’ya doğru genişleyen NATO bugün başka bölgelere odaklanıyor.

Ortadoğu’da resmî planda ortalıkta görülmeyen NATO, Suriye’ye karşı gizli askerî operasyonlar yürütmek için kendi güçlerini sahaya gizlice sokuyor ve NATO’ya bağlı tüm kara kuvvetlerinin komuta birimi olan ve merkezi Şirinyer (Buca) İzmir’de bulunan LANDCOM’a ilginin kaymasından da görüldüğü üzere, başka operasyonlar için hazırlanıyor.

Afrika’da ise 2011’de Libya’yı yıkıma uğratmak için yürütülen savaşın ardından NATO, geçen Mayıs ayında Etiyopya’nın başkenti Addis Ababa’da bir anlaşma imzaladı ve Afrika Birliği’ne, özellikle Afrika İhtiyat Kuvvetleri tugaylarının eğitimi ve talimi için verilen askerî yardımı artırdı. Ayrıca “planlama ve deniz kuvvetleri hava nakliyesi” konusunda yardımda bulundu. Böylelikle NATO bu güçlerin nereye ve nasıl konuşlandırılacağı hususunda kararlı bir tavır sergilemeye başladı. Diğer bir araç da Hint Okyanusu’nda ve stratejik açıdan önemli olan Aden Körfezi’nde devreye sokulan, Okyanus Zırhı isimli “korsanlık karşıtı” operasyon.

ABD Afrika Komutanlığı ile birlikte gerçekleştirilen bu operasyona İtalyan savaş gemileri de katılıyor. İtalyanların görevi, denize kıyısı bulunan ülkelerin silâhlı kuvvetleri ile ilişki kurmak: Bu amaçla Mimbelli isimli güdümlü roket yok edicisi 13-17 Temmuz tarihinde Tanzanya Darüsselam’da bir süre konakladı.

Latin Amerika’da NATO, 2013’te Kolombiya ile bir “güvenlik anlaşması” imzaladı, bu anlaşma, NATO’nun askerî programlarını içeriyor. Kolombiya, bir süre sonra ittifakın üyesi olacak. Bu bağlamda, Kolombiya’daki ABD Güney Komutanlığı 700 komandonun katılımıyla Güney ve Kuzey Amerika özel Kuvvetleri ile birlikte tatbikat yapıyor.

Şimdilerde Pasifik’te Rimpac 2014 tatbikatı yapılıyor. Bu, dünyanın en büyük deniz tatbikatı. Tatbikatın hedefi Çin ve Rusya. ABD komutasında yürütülen tatbikata 22 ülkeden 25.000 asker, 55 gemi ve 200 savaş uçağı katılıyor. NATO ise tatbikata ABD, Kanada, Britanya, Fransa, Hollanda ve Norveç üzerinden katılıyor; ayrıca İtalya, Almanya ve Danimarka da gözlemci olarak yer alıyor. NATO, etkisi sahasını Pasifik’e doğru genişletiyor.

Manlio Dinucci
29 Temmuz 2014
Kaynak