19 Nisan 2012

,

Ekim’in Doğusu, Doğu’nun Ekim’i


Sınıf, Ülke ve Beden

Örgütsel uzam ve zaman algıları 12 Eylül’e çarpıp dağılan sol, dağılmanın etkisini kırmak adına, kendi bedeninin, ülkesinin ve sınıfının gücünü, güzelliğini ve estetiğini fark etti. Marksist olmakta ısrar edenler, bu öznel tutkularını da teoriye ve pratiğe yedirdiler. Tekil şahıslar kendi beden algılarını, sınıfsal oluşları dolayımıyla, ülke coğrafyasına doğru yaydılar. Örneğin Kürt Ayaklanması ülkenin parçalanabilirliğini kanıtladıkça, bu şahıslar da farklı yönlerden bu parçalanmayı örtbas edecek şallar örmeye başladılar. Bu ideolojik şallar parti meselesine, mücadeleye, politikaya, iktidara, sınıflar mücadelesine dâir gerilimlerin, çatışmaların ve çelişkilerin yanından kaçıp gitmek ya da üstünden atlamak için kullanıldı. Benzer bir gerilim Leninizm noktasında da yaşandı. Siyasetin parçalanabilirliğini çağrıştıran Leninizmi ideolojik düzeyde ezmek için türlü taklalar atıldı.

Dünya değerlendirmeleri açısından da benzer bir süreç yaşandı. Seksenlerin sonunda ekonomik analizler coğrafî tanımlamalara bağlı olarak biçimlendi. Bu yıllarda Kuzey-Güney etrafında dönen tartışmalarda politikleşen ülke gündemleri ikincil plana atıldı ve politik mücadele ya Kuzey’in ya da Güney’in hareketine bağlandı. Kuzey-Güney gerilimi, esasta anti-kapitalizm bağlamında anlam kazanıyordu. Bu dönemde kapitalizmin ilk “vahşî” aşamasından uzaklaştığı, Güney’in de kapitalist kalkınmayla tanışması gerektiği iddia edildi. Kapitalizme teşmil edilen politika, Türkiye’nin ekonomik gelişmelerini zorunlu, hattâ hayırlı olarak kabul etti. Doğu-batı tartışması ise, ilk “vahşî” aşamasını emperyalizmle dönüştüren kapitalizmin iç gerilimlerine baktı. Bu anlamda, siyasetini anti-emperyalizme bağlayan çevrelerin yürüttüğü tartışmaların ana ekseni hâline geldi. Burada da batıya göbekten bağlı olanlarla, doğuyu önemli görenler ayrıştı. Marksizmi batı icadı olarak görenler farklı ideolojik eğilimlere kapıldılar. Batıda doğunun dişleri çekilmiş felsefesine, siyasetine ve yaşam tarzına merak salan düşünürlerin çalışmaları kitapçı raflarını doldurdu. Türk solu doğuyu batıdan tanıdı. Ehlîleştirilmiş doğuyu batı gibi bir güç hâline getirmek için uğraşanların tek teorik ve pratik dayanağı ise anti-emperyalizmdi.

Sınıfsal aidiyetleri herkesçe malûm olan sağcılar, Türkiye’nin emperyalist olmasını engellediği; solcular kendi azametleri ve kudretlerine uygun bir iktidar ortamını sunan Türkiye’nin gelişmesini önlediği için emperyalizme cephe aldılar ve sonrasında da farklı momentlerde biraraya geldiler.

Orta Sınıf Solculuğunun “Çelişki”si

Solcu tarz, kapitalizm ve emperyalizm karşıtlığını sınıfsız ve devrimsiz bir yerde somutladı. İktidar fetişi/miti etrafında esrik danslar yapanlar, anti-kapitalizmin ve anti-emperyalizmin sınıfa ve devrime kattığı değerleri önemsemediler. Sınıfsal ve devrimci unsurların kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadelelerini geçmişe âit birer masal olarak gördüler. Sınıfı ve devrimi teoriden ve pratikten kovanlar, marksizmde ısrar ettikçe, onun teorisini ve pratiğini zararsızlaştırdılar. Oysa işçi sınıfının kolektif devrimci hareketi, Marx nezdinde, kapitalizmin tarihsel bir bağlama oturtulmasını koşullamış, bu bağlam sayesinde Marx, Fransız Devrimi ve geçmiş devrim modellerinden kopan bir devrim anlayışını geliştirebilmişti. Yıllar alan bu teorik faaliyet boyunca “işçi sınıfı” ve “devrim” ilişkilenmiş, sosyalizm ve komünizm ile ilgili teoriler marksizm zemininde somut maddî bir gerçeklik bulabilmişti.

Ancak madde ile maddenin bilgisi arasındaki zamansal açının sonsuzda kapanması ile ilgili epistemolojik tespit uyarınca, işçi sınıfı ile devrimin belli bir kesitte örtüşeceğini öngörmek de marksizm dışıydı. Lenin ayracı burada somutluk kazanıyordu. Lenin, “saf bir işçi sınıfı devrimi bekleyenler yanılırlar” diyerek açının bilincinde olduğunu göstermişti.

Bu açının devrimcileştiği dönemin marksisti olarak Lenin seksenlerde, gerek Türkiye gerekse dünya bağlamında, devre dışı bırakıldı. Sol, belirli sınıfsal ve politik tepki biçimlerinin bizzat doğrudan kendisi olduğunu unuttu. Bu unutma hâli Lenin’i de kapsadı. Açının bilincinde olarak sınıfı ve devrimi tarihsel-toplumsal anlamda ilişkilendirecek öncü siyasetin oluşturulması bu bellek yitimiyle mümkün olamadı. Unutanlar, batıdaki yeni dönem etiketlerine kolayca sarıldılar. Kapitalizm ve emperyalizm eleştirilerini anlamayanlar küreselleşme lafzına sarıldılar. Küreselleşme solcuları, kuzey-güney ve doğu-batı tartışmaları için farklı kulvarlara yöneldiler.

Yukarıda bahsi geçen açı, kapitalizm ile emperyalizm arasındaki ilişkiye dönük teori için de geçerliydi. Kitlelerin politik mücadele içinde, dar bir durum ve dönem dâhilinde, emperyalizmin kapitalizmle tarihsel ve teorik ilişkisi olduğunun farkına varması beklenemezdi. Madde ve maddenin bilgisini, zamanın ve mekânın ötesinde, kendi metafizik dünyasında bütünleştirenler, açının devrimci edinimini imkânsızlaştırdılar. Bir insanın kapsamlı bir tarih ve toplum bilgisiyle yüklü olup emperyalizmi idrak ederek siyasete kanalize olmasını istemek anlamsızdı. Kendi kişisel pratiğinde, belli bir durumda ya da belli bir dönem boyunca, emperyalizmin şu veya bu tezahürüne karşı çıkması devrimci politika için yeterliydi. Çünkü devrimi yapacak olan bilim, bilimlerle yüklü beyin ya da teknik değildi.

Bilimin teknik dolayımıyla devrimcileştiği Sanayi Devrimi ile politikanın kitlelerin katılımıyla devrimcileştiği Fransız Devrimi arasında çapraz ilişkiler kurmak ciddî tehlikeler barındırıyordu. Sanayi Devrimi’ndeki “işçi sınıfı” ile Fransız Devrimi’nde ve sonrasında barikatlar inşa eden “işçi sınıfı” arasında temel bir fark olması gerekirdi. Üstelik her iki devrimin de yaşanmadığı bir coğrafyada proletarya ve proleter devrimci siyaset farklı anlaşılmalıydı. İki devrim arasında yapılan her türlü kısa devre teoride ve pratikte önemli sorunlara yol açtı.

Bilimin yeryüzündeki doğal uzantısı olarak anlaşılan teknik/teknoloji, Sanayi Devrimciliği anlamında, solun kafasını da biçimlendirdi. Tarih ve toplum bu teknisist aklın oyuncağı kılındı ve mekanik kurgular siyaset diye yutturuldu. Kuzey, güney, doğu ve batı gibi yönleri teori ve pratiğinin merkezine alanlar, yaptıklarını belli bir taktiğin ve stratejinin sonucu olarak sundular. Oysa bu taktik ve strateji teknisist ve mekanikti. Teknisist aklın ve mekanik görüşlerin gündemine gelen dünya, teknik algıya ve makine gibi tıkır tıkır işleyen pratiğe uygun olarak ayrıştırıldı. Örneğin, altmışlarda Avrupa’da ders gören doğulu solcular, batının ideolojisini reddederek onun tekniğini almak gerektiğini vazettiler. Sanayi Devrimciliği ile Fransız Devrimciliği lineer tarih bilinci uyarınca doğrusal bir hatta oturan öznelerin hem geçmişi, hem de geleceği oldu.

Devrimci politik mücadele aracılığıyla dönüşüme tâbi tutulmamış eşitlik-özgürlük-kardeşlik, temelsiz bir biçimde, batının Sanayi Devrimciliği’nin karşısına çıkartılan Fransız Devrimciliği’nin alamet-i farikası olarak iş gördü. Bu süreçte, Engels’in de dillendirdiği bir gerçek olarak, Fransız Devrimi’ni tarihin çöplüğüne fırlatıp atan Paris Komünü ayracı unutuldu. Eşitlik işçilerin, özgürlük burjuvaların, kardeşlik köylülerin şiarıydı. İlkinin rengi kızıl, ikincisinin mavi, üçüncüsünün ise beyazdı. Paris Komünü ile bayrağın rengi teke düştü ve kızıllaştı. Artık tüm sınıfların harmonik biçimde bir arada yaşayamayacağı teoride ve pratikte doğrulanmış oldu. Ama kızıl da alttan alta, kendi içinde sarıyı ve turuncuyu barındırıyordu.

Proleter kitlelerin doğal, kendiliğinden ve aynı anlamda devrimci etkinliğini küçümseyip kendi öznel varoluşlarını merkeze alanlar kuzey, güney, doğu ya da batı gibi yönleri ağızlarına doladılar ve esas olarak bu yön tayinini kendi öznel varoluşlarına göre yaptılar. Buradan çıkacak teori ve pratik, varoluşun yönsüz ve içeriksiz olması sebebiyle, akamete uğramaya mecburdu. Esasında olmayan bir yerin ve zaman kesitinin öznesi kendi kuzeyine, güneyine, doğusuna ve batısına bakıyordu. Oysa yersiz-yurtsuz ve tarihdışı bir öznenin gerçeğe müdahale etmesi ve gerçek bir mücadele hattı oluşturması mümkün değildi. Yapılan sadece, iktisadî ve siyasî kutuplaşmalar uyarınca oluşan rant merkezlerine doğru evrilmekti.

Şu tespit edilmeli: kuzey, güney, doğu ve batı gibi yön tayinleri sınıfsız ve devrimsizdir. Bu anlamda kendince bir “sınıf”ı ve “devrim”i olanlar, bu yönlere yüzlerini çevirip avazı çıktığınca bağırmaktadırlar. Akıl hocalığı ya da danışman olamamış, ama belli güçlerin akıl hocalığını ve danışmanlığını yapmaya meraklı insanlar, kitlelerin devrimci-sınıfsal gücüne inanmadıkları için kendi faaliyetlerine çeşitli teorik anlamlar giydirmektedirler. Bu teorik anlamların ise geleceğin devrimci sınıfı ve sınıfın devrimi ile herhangi bir ilişkisi yoktur.

Orta sınıf solculuğu için sınıfın döl yatağı hâlâ İngiltere, devriminki ise Fransa’dır. Bu yönüyle, iktisadî ve siyasî hayatın başlangıç noktaları olarak bu iki ülkeyi belirleyen güneyciler ve doğucular, doğal olarak, içinde yaşanılan gerçeğe âit sınıfa ve devrime ihtiyaç duymamaktadırlar.

Marksizmle ilişkisi -batıcı değilse de- batılı normlar uyarınca biçimlenmiş kişiler doğuya has kimi özelliklerin içinde yoğrulmayı ve orada olmayı iğreti bulurlar. Teorik-pratikleri bundan uzaklaşma amacını güder. Kendi politik ve teorik açmazlarını aşmak için coğrafya belirlemeyi çıkar yol bellemişlerdir. Devrimci mücadeleyle parçalanan ve kendi politik devrimci hattını öne çıkartmış olan belli bir coğrafyanın insanı olarak marksist mücadele yürütmek yerine, özsel dönüşümü biçimsel değişimle gerçekleştirme yanılsamasına düşmektedirler. Buradaki hata, sınıfsal varoluşun, coğrafî oluşun ve bedensel varlığın ilkel hâline atıfta bulunarak kendi varoluşlarını, oluşlarını ve varlıklarını teorik ve politik mücadelenin kanı ve barutundan uzak tutmaya çalışmaktır.

Seksen sonrası bedenine, ülkesine ve sınıfına biat eden orta sınıflar, tâbi oldukları bedeni karşıt varlık alanlarının, ülkeyi karşıt coğrafî konumlanışların ve sınıfı da karşıt ekonomik güçlerin arasına yerleştirmişlerdir. Dolayım unsuru olarak kendisini ve kendi uzantılarını/özdeşliklerini karşıtlıkların/çelişkilerin arasına yerleştiren bu özneler, sözkonusu karşıtlıkların/çelişkilerin fiilî pratiğinden nemalanarak var olmaktan başka bir şey yapmamaktadırlar. Bu unsurların somut maddî gerçekliği ancak onların öznelliği sayesinde anlaşılıp çözüme kavuşturulabilir. Bu öznelerin tek stratejisi ne yardan ne serden geçmektir.

Orta sınıflara mensup solcular, ortada olmanın cezasını harekete ve mücadeleye ödetmektedirler. Bedenlerini doğa-toplum; ülkelerini kuzey-güney ya da doğu-batı; sınıfları teorik planda üretici güçler-toplumsal formasyon, politik düzlemde devlet ve demokrasi ilişkilerinin ortasına yerleştirmektedirler. Ortada olan özne, her iki tarafın ayrıştığı ve birleştiği noktanın kendi varlık tasarımları olduklarını düşünmektedir. Meseleleri ayrıştıran da birleştiren de kendisidir. Nesnel planda yaşanan ayrışmaları ve birleşmeleri, yani kavşakları görememekte, olası sonuçların yönlerini belirleyip kendi hareket planını çizemediğinden yenilmektedir.

Her kavşakta yollar hem birleşir, hem de ayrışır. Kavşakta olmak yerine, ara yollarda kaybolanların günahlarını sınıfsal-devrimci hareket ödemektedir.

Orta sınıf solculuğu, orta yollar bularak bu yolları tek yolmuş gibi herkese yutturmaya çalışmaktadır. Türkiye’de, farklı çevrelerde dillendirilen iki slogana da bu açıdan yaklaşılabilir. Her iki sloganın da orta yolcu birer art planı olduğunu görmek gerekir: Bir kesimin dillendirdiği “Tek yol devrim” ve diğer kesimin kullandığı “Yolumuz işçi sınıfının yoludur” sloganları devrimle sınıfı ayrıştırdığı için dipten derinden ciddî bir tehlike barındırmaktadır. Her iki kesim birbirini belli açılardan eleştirmektedir. Oysa bedenini devrimle tanımlayıp onu doğu-batının ya da devlet-demokrasinin arasına koyanla, bedenini işçi sınıfı ile özdeşleştirip onu gene aynı kavram çiftleri arasına yerleştirenler benzer sonuçlar üretmektedirler.

Pratikteki her öznelcilik, dozajına göre, teoride de kendisine âit bir nesnelliğe ihtiyaç duymaktadır. Özneler göreceleşmeye, kısmîleşmeye ve parçalanmaya tahammül edememekte, bu sebeple, politikanın göreceli, kısmî ve parçalı doğasını kabullenememektedirler. Bu durum, öznelerin apolitik ve antipolitik olanla doğal bir ilişki kurmasını ve bu ilişkinin sınırlarına kendisini kapatmasını getirmektedir. (Ana rahmine dönüş!) Sözkonusu işlemde sınıf devrimci değildir; devrim de sınıfsızdır.

Yukarıda bahsi geçen açıyı kendi varlığı ile kapatmak isteyen orta sınıf solcular doğa, toplum, doğu, batı, üretici güçler, toplumsal formasyon, devlet ve demokrasi gibi kavramları (teoride ve pratikte) politikleştikçe politikaya boğmakta, apolitik ve antipolitik olduğu dönemde ise teorisizme mahkûm etmektedirler.

Orta sınıflar teoriyle hasbelkader ilgilendiği, ancak politikleşme gerilimi yaşadığı dönemde bu kavramları üç farklı bilim disiplini ile ilişkilendirmektedirler: Ekonomi, coğrafya ve biyoloji. Marksizmle mesaisi olanlar ekonomide sınıfı, coğrafyada devrimi, biyolojide iktidarı aramaktadırlar. Her şeyi ekonomiye boğduğu, ekonomist olduğu durumda, devrimin ve iktidarın teorik/pratik ağırlıkları yok sayılmaktadır. Farklı kombinasyonlar dâhilinde şu özet yapılabilir: devrimci olduğu noktada sınıf ve iktidar; iktidar fetişisti olduğunda sınıf ve devrim gözardı edilmektedir. Ekonomi, coğrafya ve biyoloji ile ilgili çalışmaların popülarize olmasının gerekçesi, solcuların devrimci kolektif dinamiklerle değil, kendi bedenleri ve bu bedenlerin fiilî uzantıları ile düşünmeleridir. İlkel bedenden sınıfsal oluşa ve oradan da bir uzantı olarak coğrafî yaşam alanına gelinmektedir. Bedeninin mutlak hâkimi olarak gene kendisini gören orta sınıflara mensup solcular ülkenin de kendilerine âit olduğunu, örneğin Türkiye’nin de kimseye boyun eğmeyen, kendinden menkul bir varlık olmasını, sınıfının da ülke tasarımında olduğu gibi kendine yeterli, kendi yağında kavrulan, dışsal unsurlarla arasına set çeken, bulaşıksız, saf ve kendisine hâkim olacak kadar güçlü olmasını arzulamaktadırlar.

Orta sınıf solculuğunun sözkonusu kavram çiftlerinin arasına kendi varlığını koymalarının nedeni, esasında her türlü gerilime, çelişkiye ve çatışmaya karşı olmaları, onları nesnel düzlemde yaşamayı istememeleri; bulutsu, yekpare, homojen ve bütünlüklü bir dünya hayâline tav olmalarıdır. Hiçbir şeyin bu dünyayı parçalamasına izin vermezler. Temelde inceledikleri konular bu hayâlî dünyaları tehdit eden unsurlardır. Teorik-pratik ise bu tip tehlikeli unsurları savuşturmak için bir araçtır.

Örneğin orta sınıf solculuğu, Ekim Devrimi’nin arkasında ciddî bir toplumsal destek görmeyip onu “hükümet darbesi” olarak nitelemektedir. Toplum ile doğa imgesi/bilgisi kendi öznelliğinde örtüşmektedir. Bu örtüşme, ancak araya yerleştirilen kendi varlığı/bedeni ile sağlanabilmektedir. Orta sınıf solcular devrimin toplumsal olmasını, kendi doğal oluşları ile güvence altına alınmasını istemektedirler.

Örneğin Çin Devrimi’ni batı ile tanıştırmak isterler ve onun coğrafî parçalayıcılığını bertaraf etmek için uğraşırlar. Doğu ile batıyı kendi maoizminden kırma teorisiyle ilişkilendirmeye çalışırlar. Ülke kurgusunu dünya hayâline boğarlar. Jean Baudrillard gibi, göçebeleri merkeze alırlar ve ülke tarihini de buna göre yazıp herkesi bu hayâle inanmaya çağırırlar.

Temel mesele, maddeyle maddenin bilgisi arasındaki zamansal açının tanınmamasıdır. Bilgili olanlar maddenin kendisi; maddî güç olanlar somut bilgi olduklarını zannetmektedirler. Bu noktada orta sınıf solcuları, ya çıplak maddenin gücüne ya da maddenin bilgisinin hülyalı dünyasına tapmaktadırlar. Madde ve maddenin bilgisi arasında zamana ve mekâna teşmil edilmiş, nesnel anlamda maddî diyalektik bir ilişki olduğunu kabul etmeyerek, çıplak maddenin ve somut madde bilgisinin önemli dönüşümlerin altına imza atmasına izin vermemektedirler.

Sınıf, devrim ve iktidar üzerinden oluşturulmuş bir bağlam dâhilinde işletilen teorik ve politik mücadelenin ürünü olan Ekim Devrimi’nin doğusu ve genel maddî bir olgu olarak doğuda oluşacak devrimin farklı anlaşılmalara ihtiyacı vardır. Orta sınıf solcularının kendi politik bedenlerine, yaşam alanlarına ve sınıfsal kimliklerine yükledikleri teorik ve politik değer böylesi bir bağlamın oluşmasına izin vermediği gibi, nesnel bir teorik ve politik mücadelenin de imkânlarını sıfırlamaktadır.

Bu kesimler için doğu hem “proleter” hem “devrimci” hem de “ezilen”dir. Yani doğu hem iktisadî bir varlıktır hem coğrafî bir güçtür hem de biyopolitik tepki biçimidir. Burada çapraz ilişkiler de kurulmaktadır: “proleter doğu” salt ezildiği için proleterdir; bu anlamda batının karşısına dikilen yekpare bir bedendir. Coğrafî açıdan da, içinde potansiyel bir biyopolitik iktidar barındırmaktadır. Onlara göre doğu, hem ekonomik, hem coğrafî, hem de biyolojik bir odaktır. Ama buradaki karmaşada, net bir devrimci hat oluşturmak için gerekli olan devrimci kolektif faaliyet eksiktir. Karışan suları ayrıştıran ve ayrışan akımları kaynaştıran nesnel pratik faaliyetten bahis yoktur.

Üç Bilim ve Üç Politika

Ekonomi, coğrafya ve biyoloji, solun yüz elli yıldır düşünsel serüveninin merkezinde olan bilim disiplinleridir. Yönetsel ilişkilerin dönüştürülmesi noktasında politikleşen ekonomi, coğrafya ve biyoloji, bu zamansal dilim boyunca, solun öznesi olduğu teorik faaliyetin çerçevesini belirlemiştir. Bu bilim alanları ve onlarla etkileşim içinde olan diğerleri, tek başına, tüm hayatı ve sorunları kucaklayacağını iddia etmiştir. Dizginleri eline alan üniversiter hayat kendi gerilimlerini herkesin hayatına yaymış, bu amaçla, bilim disiplinlerini, tüm politik alanı hayat ve dünya olarak belirlemek suretiyle, politize etmiştir. Akademik-üniversiter alanda politikleşen ya da politik çevrelerle dirimsel ilişkilere giren insanlar bu bilimlerle farklı biçimlerde ilişkilenmişlerdir. Akıl hocalığı ve danışmanlık yapan bu insanlar politik gerçekliğin dışından içeriye bilgi taşımışlardır. Burada iki taraflı bir ilişki sözkonusudur. Akıl alanlar, aklı kendi küplerinin, ceplerinin ve kafalarının sınırlarına boğmuşlar, akıl verenler kendi akıllarının politika dışı, hattâ politikayı belirleyen bir güç olduğunu iddia etmişlerdir. Bu, soytarının yaptığı gülmecenin kralın en çok güldüğü şey olduğuna inanmasına benzer.

Ekonomi-politika

Ekonomi bilimi ile egemenlere akıl veren ekonomistler, ekonominin politik bir güç olduğunu onlara kabul ettirmek için uğraşmışlar, bütünlüklü bir ekonomi kurgusu ile her şeyin hallolacağına inanarak herkesi bu inanca bağlanmaya çağırmışlardır. Bu yaklaşımın sağındakiler krallara, solundakiler halka akıl vermek için çabalamışlardır.

Karl Marx’ın ekonomiye dönük ilgisi ise politika ile ekonomi arasında bu anlayış üzerinden bağlantı kuranların (kurdukları bağlantılar gibi) belli maddî ilişkilere bağlı olduğunu ispatlamak amacındadır. O, yeni yeni politik bir güç hâline gelen burjuvaziye akıl verenlere karşı, gene aynı şekilde, yeni yeni politik güç hâline gelen proletaryaya ekonomi konusunda akıl vermek için uğraşmaz.

Ekonomi-politik eleştirisi üzerine kapsamlı bir teorik faaliyet yürüten Marx, o günkü ekonomik gücün karşısına politik bir güç ya da başka bir deyişle, ekonominin karşısına politikayı çıkartmaz.[1] Tarih teorisi ile ekonomi anlayışlarının geçiciliğini ve aşılabilirliğini ispatlar. Politik mücadelenin kendisini değil ama varoluş alanını bu geçicilikle ve aşılabilirlikle tanımlar. Ekonomi-politik eleştirisi, ekonomi bilimini kurmak ve geliştirmek için yapılmaz. Marx, politikayı ekonomi bilimine indirgemez. Ekonomi-politikanın karşısına politik ekonomi bilimini çıkarmaz. Ancak gene de süreç dâhilinde düşünüldüğünde, Marx’ın teorik faaliyetinin ürünleri ekonomi bilimine mündemiçtir.

Ekonomi-politiğin temel çerçevesi, ekonomi bilgisinin ve ekonomik unsurların politik özneyle özdeşleştirilmesinden oluşmuştur. Ekonomi politikanın öznesi, politika da ekonominin nesnesidir. Bu anlamda ekonomik faaliyet, politik güç ilişkileri ve onların ürünlerini alt etmek ve parçalamak için kullanılır. “Özne” olarak ekonomi-politik, güç ilişkilerini nesneleştirip onları çözmek amacıyla biçimlendirilir.

Ekonomik güç sahibi olan özneler için ekonominin güç teorisi ile temellendirilmesi ve politikanın nesnel bir hedef hâline getirilmesi egemenlerin işine yarar. Güç ve politika gibi konuların nesnel-bilimsel alandan çıkartılması ve ekonomi biliminin formüle edilmesi kısa vadede apolitik bir uğraştır. Bu anlamda, ekonomi-politiğin eleştirisi, ekonomi biliminin özgün bağımsız oluşumu için yapılmamıştır. Bu, Marx öncesinden sonrasına uzanan bir süreç dâhilinde düşünüldüğü takdirde olasıdır.

Marksistlerin Marx sonrası süreçte işlemi terse çevirmeleri kimi olumlu ürünler vermişse de marksist mücadele üzerinde kalıcı etkiler yaratmamıştır. Mücadeleyi tek boyuta indirgeyen her yaklaşım, kendi içinde ciddî tehlikeler barındırır. Her yarım doğru, yanlışa evrilir.

Ekonomi politikanın öznesi, politika ekonominin nesnesi anlayışına karşı ekonomi politikanın nesnesi, politika ekonominin öznesi anlayışı çıkartılmıştır. İlkinde ekonomi ile politik güç ilişkileri yıkılırken, ikincisinde ekonomik güç ilişkileri politika ile yıkılmaya çalışılır. Lenin’in yirminci yüzyıl başında koptuğu ekonomizm ilk yaklaşımdır. Kapitalist ekonomi-politiğin sol içindeki uzantılarından uzaklaşan Lenin, ikinci yaklaşıma dâir bütünlüklü bir teori ortaya koymaz. “Politika ekonominin yoğunlaşmış hâlidir.” cümlesinde özetlenen farklı bir bakış açısı geliştirir. İkinci yaklaşım daha çok troçkistlerin himayesindedir.

Akademi köşelerinde temellendirilen ekonomi bilimi, ekonomik güç ilişkileri ve politik güç ilişkilerine yüksek bir tepeden bakar, duruma ve döneme göre çapraz ilişkiler kurar ya da kendi bilgi nesnesinin seyri uyarınca her şeyi düzler. Lenin’in ekonomizm eleştirisi ilk yaklaşımı hedef alır. İlk döneminde Kautsky ve Plehanov’un etkisinden henüz kurtulamamış olan Lenin, marksizmin doktrinini üçayak üzerine oturtur: Felsefe (Almanya), Politika (Fransa) ve Bilim (İngiltere). Diyalektik materyalizm, tarihsel materyalizm ve ekonomi-politik üçlüsü üzerine oturtulan üçlü bütünlükte ekonomi-politik yanlış tasavvur edilmiştir.[2] Çünkü Marx’ın ekonomi-politik ile ilgili tüm çalışmaları “ekonomi-politiğin eleştirisi” olarak isimlendirilmiştir. Ekonomi-politiğin Eleştirisine Katkı, Ekonomi-politiğin Eleştirisi için Ön Çalışma (Grundrisse) ve Kapital, bütün olarak politikleşen ekonominin eleştirisi üzerine kuruludur. Oysa Lenin’in ilk kurgusunda ekonomi-politik, bilimle felsefe geriliminde duran ara bir teorik olgu olarak yer almaktadır. Sonradan Lenin, Kautsky ve Plehanov’dan kopuş yaşadığı dönemeçte belirlediği bu ekonomi-politiğe ilişkin tespiti ilerleyen süreçte dönüştürmüştür. Bu gerilimin pratikteki yansıması, Lenin’in, sınıf olgusunu ekonomi biliminin alt bir bileşeni olarak anlayan ve onu ekonomizme indirgeyen yaklaşımlardan kopmasıdır. Lenin sayesinde proletarya fabrika duvarlarının dışına çıkar. Onun felsefe ve bilim arasındaki gerilimli alanda tanımladığı ekonomi-politiğe âit sınıf olgusunu teorik faaliyetlerinde anlamlandırmaya gayret eden Lukacs onu kendi felsefe bilimine, Gramsci ise bilim felsefesine yedirir. Buradaki bilim, idealist anlamda ele alınmış tarihtir.

Jeopolitika

Friedrich Ratzel 1882’de Antrocoğrafya, 1897’de Politik Coğrafya başlıklı çalışmasını kaleme aldığı günden beri var olan bu kavram, çeşitli felsefî ve bilimsel yaklaşımlardan beslenmiştir. Örneğin Prusya-Alman milliyetçiliğinin, Darwin biyolojisinin ve Hegel felsefesinin bir karmasından oluşan Ratzel’in jeopolitiği Alman faşizminin teorik dayanağı olmuştur.

Coğrafya biliminin politik önemini gören Napoleon, Sorbonne Üniversitesi’nde konuyla ilgili kürsü açtıktan sonra jeopolitikaya dönük bir dizi çalışma yapılır. İsveçli siyaset bilimci Johan Rudolf Kjellén (1864-1922 jeopolitika kavramını ilk kullanan kişidir ve Ratzel’in öğrencisidir.

Emperyalist yayılmacılığın ortak ideolojisi olarak biçimlenen jeopolitika, İspanya-ABD Savaşı ve Britanya’nın taraf olduğu Boer Savaşı’nın yaşandığı dönemde formüle edilir. Versailles Anlaşması ve İkinci Dünya Savaşı arasında geçen dönemde bu teorik-politik yaklaşım farklı coğrafyalarda derinleştirilir: Britanya’da Halford Mackinder; Almanya’da Karl Haushofer; ABD’de de Nicholas John Spykman öne çıkan teorisyenlerdir.

Coğrafyacı, ekonomist ve politikacı olan Mackinder’a göre jeopolitik, hedefi Dünya İmparatorluğu olan devlete destek sunar. Bu amaçla, Britanyalı emperyalistlere akıl hocalığı yapar. Temel formülü şudur: “Doğu Avrupa’ya hükmeden Orta Asya’yı; Orta Asya’ya hükmeden Avrasya’yı; Avrasya’ya hükmeden tüm dünyayı yönetir.” Ekim Devrimi sonrası yaşanan iç savaşta karşı-devrim güçlerine yardım eden Mackinder, “Bu dünyada sadece tek bir güçlü devletin var olması için yeterli alan mevcuttur” diyen Ratzel’in jeopolitiğini etkiler. Ratzel Alman emperyalizmine akıl verir. Onun yaşam alanı (Lebensraum[3]) teorisini sonradan genişleten Haushofer, öğrencisi Rudolph Hess’i konuyla ilgili olarak yetiştirir. Hess, Hitler’in akıl hocasıdır ve ikinci savaşın genel çerçevesini çizer. Hess’in hocası, bir yandan da jeopolitiğini üstün ırk teorisi ile ilişkilendirmek için uğraşır ve bu teorik zemin üzerinden Hitler “Almanya büyümezse küçülür” diyerek başka ülkeleri işgal eder.

Mackinder’ın aksine, Avrasya’nın sahil şeridinin kontrol edilmesini öneren Amerikalı Spykman, savaş süresince SSCB ile yapılan görüşmelerde devleti temel konularda uyarmıştır. Bu uyarılardan en önemlisi, Sovyetler’in Avrupa’nın sahil şeridini ele geçirmek gibi bir iddiası varsa onu bu iddiasından vazgeçirmek yönündedir. Yalta ve Tahran konferanslarında Stalin bu iddiadan caydırılmış, iktidara bir karış uzaklıkta olan Fransız, İtalyan ve Grek komünistlerin devrim hedefleri geçersizleştirilmiştir. Avrasya’nın, özelde doğunun jeopolitik önemi üzerinde yürütülen mücadele Soğuk Savaş süresince devam etmiş ve Brzezinski’yi de keserek bugüne dek gelmiştir.

Sol yaklaşımlardaki temel hata, doğu bağlamında, strateji ve jeopolitika konularında “cin olmadan adam çarpmak”tır. Teorik zeminde basit birer figür hâline getirilen emperyalist güçlere karşı benzer bir mantıkla karşı-jeopolitika geliştirilmektedir. Karşı-jeopolitikanın temel dayanak noktası, ülkenin pozisyonunun emperyalistlerce tayin edilmiş değeri ve önemidir. Burada, İşçi Partisi gibi, kendisini orduya eklemleyen yaklaşım en uç örnektir, ama onun dışında kalan sol yapılarda da, bugün olmazsa, gelecekte kurulan ordunun stratejik hesapları şimdiden yapılabilmektedir.

Ekonomi ile politikanın ilişkisinden bir biçimde rahatsız olanlar bu jeopolitika tartışmalarıyla benzer bir ilişki geliştirmişlerdir: Coğrafya politikanın öznesi, politika coğrafyanın nesnesi diyen emperyalizmin ideologlarına karşı, örneğin Fransa’da Y. Lacoste önderliğindeki Herodote dergisi çevresi, coğrafyayı politikanın nesnesi, politikayı coğrafyanın öznesi olarak formüle etmiştir. Esasında Lacoste, emperyal ilişkilerini yitiren Fransa için düşünmekte, jeopolitikayı bu boşlukta tanımlamaktadır.[4]

Emperyalistlerin niyeti, coğrafî hâkimiyet ile politik ilişkileri ezmek ve kontrol etmek iken, solcu jeopolitik uzmanların ve stratejistlerin, savaşın dışında durup savaşmayı öğrenmeden ortaya koydukları tezler, politik güçle coğrafyanın parçalanması ve ona hükmedilmesi üzerine kurulmaktadır.

Doğuyu batının karşısına çıkartanlar, biri ekonomist diğeri jeopolitik dayanaklar üzerinden hareket etmektedirler. Bunlar “tarihin anayurdu coğrafyadır” der ve ekonomi, coğrafya ve biyoloji arasında sıkışan politikaya geniş bir alan açıp bu alanı kendi yaşam alanı olarak takdim eder.

Önceleri mutlak olduğu kabul edilen, ama bir şekilde sonradan parçalanan atomun çekirdeği gibi kendi teorilerinin merkezine sınıfı koyan ekonomi-politikçilere, milleti çekirdek unsur olarak gören jeopolitikçiler denk düşer. Doğal olarak bu millet, sınıf, bunun sonucunda da, devrimdışıdır. Örneğin Türkiye için yapılan ve esas olarak 1908/1923 etrafında dönen devrim tartışmalarının sebebi budur: “Bu ülkenin devrimi var mı, varsa sınıfsal niteliği ne?” türünden sorular politik bakışı da belirlemektedir. Bu bakış açısı, Osmanlı’dan bugüne uzanan sürece de düz bir hat olarak bakmaktadır. Bakanların devrim’ci, sosyalist ya da komünist olmaları fark etmemektedir. Devrim’ciler “onlar devrimse, biz daha iyisini yapacağız” derler; sosyalistler, Marx’ın Gotha Program Eleştirisi’ndeki tespiti uyarınca, “devletin ayıbını örten incir yaprağı” gibi, kemalist devrimin toplumsal zeminini örmek için uğraşmaktadırlar; ideolojik tavırları “devletlû” olan komünistler ise her şeyden münezzeh bir sınıf olgusu üzerinden düşünerek her türlü toplumsal-tarihsel ilişkiden uzak durmaktadırlar.

Esasında Tanzimat ile başlayan süreçte öne çıkan yönelimlerde kimi padişahların, aydınların ya da İttihatçıların kişisel, özel ve kendinden menkul tercihlerinin belirleyici olduğunu söyleyen tarihyazımları yalan söylemektedir. Osmanlı iktidar erki ve ondan nemalanan kapıkulu aydın ve asker tabakası, devletin dağılmasını koşullayan milliyetçi yönelimlere karşı direnç hattı örer. Osmanlı’da politikleşen İslâm, esasta batıdan esen jeopolitika dâhilinde devrimcileşmiş millet olgusuna karşı, milletötesi ve hattâ karşıtı dinî ümmet anlayışını bir duvar olarak çıkartır. Bu işe yaramadığı noktada, Batılı (hattâ daha özelde Judaik) anlamda icat edilen Türkçülük, ülke içindeki sınıfsal gerilimlerin karşısına dikilir. İlk dönemde Adana’da Ermenilere karşı ayaklanan Türkleri kesen İttihatçılar, sonrasında sınıfsal bir güç olan Ermenileri “Türklük” adına ezer.

Anti-kapitalist olmadan anti-emperyalist mücadele içine giren kitleler için hiçbir sözü olmayan kimi sosyalistlerin genel yaklaşımı öz olarak, tarihin belli bir kesitinde millî ve dinî yönlerinden temizlenen saf bir sınıf algısına dayanır. Bu tip sosyalistler kitlelere tarih üstünde gezen akıllı bir gözün bilgisiyle yaklaşırlar. Kendi bireyselliği ile özdeşleştirdiği sınıfın, bırakalım anti-emperyalist, anti-kapitalist olması bile mümkün değildir. Sınıfı fabrika duvarlarının dışına çıkartan, örgütlenmeyi, ideo-politik hareketi ve partili mücadeleyi başlı başına proleterleştiren Lenin ayracından uzak duran bu kesimler, sınıfın sadece emek-değer teorisi ve sömürü ilişkileri bağlamında geliştirdiği tepki biçimlerine bağlı siyaset algısını tüm doğuya önerirler.

Biopolitika

“Biyoloji ile ekonominin mantıksal bir sentezini oluşturmaya çalışıyoruz. […] Siyaset (kurumu), belki bugün ilk evrelerini yaşayan; biyoloji ile ekonominin birbirlerine bağımlı güçler olduğunu açıkça ortaya seren bu sentezi başarmaya mahkûmdur.”[5]

Bu sözler, Hitler’in tıp politikalarından sorumlu olan doktoru Hans Reiter’e âit. Beden ekonomisi üzerinde duran faşizm işçiler için spor okulları kurmuş, devletin bedeni olan milletin ekonomisi adına hasta, sakat ve alt ırklara mensup insanları tasfiye etmiştir.

Aynı dönemin solcusu olan Alman psikanalizci Wilhelm Reich, “binlerce işçinin neden greve gittiği değil, yüz binlerce işçinin neden greve gitmediği önemlidir.” sözüne binaen, sınıf içindeki bu politik yönelimin sebeplerini araştırmış, bulduğu “cinsel zaaf” olmuştur. İşçiler için yirmilerde “seks evleri” projesi geliştiren Reich, faşist Reich’a karşı, bir beden politikası belirlemeye çalışmıştır.

Biyoloji politikanın öznesi, politika biyolojinin nesnesi diyen Alman Reich’ına karşı Wilhelm Reich, tersten bir yaklaşım sergileyerek, politikanın biyolojinin öznesi, biyolojinin de politikanın nesnesi olduğunu iddia etmiştir. Oysa her iki Reich da, kendi bütünlüğü içinde sağlıklı işçi bedenleri talep etmektedir. Hitler, bunu kendi iktidarı, Wilhelm de içi boşaltılmış bir işçi mitinin iktidarı için yapmıştır.

Millet fertlerinin yaşam alanları olarak coğrafya bedenin doğal uzantısı olarak formüle edilmiş, sol bu iddiaya, tersten, aynı şeyi söyleyerek cevap vermiştir. Ekonomi, coğrafya ve biyolojinin politikayla ilişkisi özne-nesne ikiliği; bu ikilik güç dolayımıyla tanımlanmıştır.

Ekonomideki güç üretim ve para/metadır. Coğrafyada millet ve devlettir. Biyolojide beden ve yaşamdır. Faşizm için devletin bedeni olan milletin yaşamsallığına karşı, gücün bedeni olan bireyin yaşamsallığı çıkartılmıştır. Bu yaklaşım, sonuçta sosyalizmden komünizme geçişte diğer sınıflarla birlikte yok olacak işçi sınıfına ve ona bağlı komünist siyasete hiçbir katkı getirmemiştir.

Stalin’in politikalarına karşı gelerek batıya kaçan kimi unsurlar, Hitler eleştirisini Stalin eleştirisi ile birleştirmiştir. Ancak bu ilişkilendirme komünist siyasetin de çöpe atılmasını getirmiştir. Ellilerle birlikte ekonomi-politika, jeopolitika ve biopolitika teorilerinin merkezinde bu ilişkilendirme vardır. Her iki tarafı eleştirenler, bireyin ve ona âit varlıksal ilişkilerin önemini temel almışlardır.

Auschwitz’den ve pogromlardan korkanlar bedenin iradesini, gücünü ve ilkel dürtülerini merkeze koymuşlardır. Bu tepki, jeopolitikadan biopolitikaya geçişi koşullamıştır. Bu geçiş esnasında geçmişe dönük referanslar yeniden ele alınmıştır. Nietzsche ve Freud bu dönemin iki tepe noktasıdır.

1933’te iktidara geldiğinde “bizim partimiz kanın, terin ve toprağın partisidir.” diyen Hitler’e, genelde jeopolitikaya ve onun milletine karşı bireyin toprağı, kanı ve teri çıkartılmıştır. Toprağı beden, kanı ırk ve teri emek olan birey, kendisine âit yeni coğrafyasını teorik disiplinler arasında farklı bir biçimle bulmuştur. Zamanla bu teorik süreç kadın ve ırk politikalarını marksizmin gündemine taşımıştır. Artık komünist partiler işçilere “işçi sınıfına” ile değil, “kadın ve erkek işçilere” ifadesiyle başlayan bildiriler dağıtmaya başlamıştır.

Sonrasında, W. Reich ve Frankfurt Okulu’nu izleyen, dahası, CIA tarafından finanse edildiği söylenen Herbert Marcuse da “özgür seks” vurgusu ile aynı yolu izler. Lacan’dan psikanaliz öğrenen Althusser de ideoloji analizini bu alanda geliştirir. Onun öğrencisi Michel Foucault, Althusser’in ideoloji teorisini mikro-alanlara doğru genişletir. Somut bedensel varlığı ile bir soyutlama olarak ele alınan işçi bir ânda sınıflar mücadelesinin dışına atılır; sınıfsızlaşıp sınırsızlaşır. Bir dünya nizamı olarak anlaşılan komünizm şimdi, orada olan bireysel bir kurguya/ projeye indirgenir. Siyasete ve iktisada âit gerilimlerin, çelişkilerin ve çatışmaların ana hattı birey üzerinden çekilir. Biopolitika olarak tanımlanan bu teorik yönelim, biyolojiyi politik mücadelenin nesnesi kılar; politikayı biyolojik varlığın öznel oluşu olarak anlar. Buradaki asıl dert, kapitalizmin içindeki özgür adacıklar olan bedenlerin sahip olduğu gizil güçlerin durumsal örgütlenmelerle politik güç odaklarına çevrilmesidir.

Öznenin, işçi olsun olmasın, bedenin bizatihi kendisine indirgenmesi ve bu sayede politikanın ciddî bir serbestiyet imkânı bulmasına dönük niyet komünist teoriyi de vurmuştur. Sınırsız ve sınıfsız bir toplum arzusunu dillendiren komünistler, sınırsızlığı bugünde bir biçimde var olan sınıfın kendisinin engellediğini görünce sınıfsızlığı teorik anlamda şimdide güncellemenin yollarını aramışlardır. Tersten sınıfçılar da sınırları bugünde iğreti bulup özel alanlarda oluşan mücadelenin sınır çizgilerini ve sınırlarda yaşanan dönüşümleri algılamamışlardır. Sınırlar kafada silinince mücadelede haddini belirlemek zorunda olan öznenin içi de boşalmış, pragmatizm ve oportünizm kendini daha hızlı biçimde üretmiştir. Küreselleşme edebiyatı ile birlikte tek merkezî bir köye dönüşen dünyada bugünde sınıfsız ve sınırsız olanlar ortak durumlarda biraraya gelmişler, ama geleceğin sınırsız-sınıfsız dünyası için hiçbir şey yapmamışlar, hattâ bu süreci hızlandıracak olgu ve olaylara mani olmuşlardır.

ABD’nin saldırı planı uyarınca bölgesel anlamını kimilerince yeni kazanan doğu, aynı sınırsız ve sınıfsız bakışa kurban edilmektedir. Ezilen olduğu iddia edilen doğuda sınırsızlık bulanların kavşak noktası olma derdiyle hareket kimi kesimlerde sözkonusu sınırsızlık, çoğu zaman örtük biçimde varlığını sürdüren sınıf’sızlığın kılıfıdır.

Kapitalizm içindeki özgür adacıklar olan işçi bedeni için ya da onun üzerinden düşünenler, esasta doğunun tarihselliğini ve ona âit toplumsal ilişkileri önemsemezler. Doğu’nun devrim yapabileceğine inanmayan, bu anlamda, doğunun gerçek devrimleri olan Çin ve İran devrimlerini çöpe atan bu kesimler, Ekim’i doğululaştırarak, doğunun bundan sonra yapabileceği devrim(ler)e âit imkânlara karşı körleşirler. “Devrimci doğu ifadesini “doğunun devrimi” söyleminin karşısına çıkartarak Çin ve İran devrimlerini boşa düşürürler.

Marksistlerin anarşist-liberter teori ve pratikle hesaplaşmaları zorunludur. Anarşist-nihilist eğilim, ekonomi-politikaya ilişkin olarak “emek-değer teorisini görmezden gelirsek kapitalizm”; “milleti (ya da şimdilerde halkı) görmezden gelirsek emperyalizm”; “bedeni görmezden gelirsek küreselleşme yok olur” der. Aksine marksistler sınıfı, milleti ve bedeni görerek onları tarihsel bağlam içine oturturlar.

Anarşistlerin kabile sistematiğinden beslenen ilkel komünalizmleri onların mutlak çıkış noktasıdır. Muhammedîler’in Asr-ı Saadet’i gibi, oraya geri dönmek isterler. Her gelişmeyi bu statik kavramsallıkla eleştirirler. Ölçüleri dinamik değil, statik bir değerdir. Bilimsel bir kavramdan çok ideal bir değer olarak kafada yer eden komün, Marx ile birlikte bilimselleşmiş olmakla devrimcileşmiştir. Anarşistler ve kimi komünistler, komünü mutlak bir değer olarak ele aldıkları sürece Tanrı Dağı kadar Türk olan Turancılarla ayrı bir yerde durmazlar. Sınıfı ezilme ile tanımlayarak onu Habil-Kabil kavgasına ya da Musa’nın Mısır’dan kovulmasına (Exodus’a) kadar geri çekenler de onların yanı başındadırlar.

Varlık-beden-mekân arasında kurulan süreklilik ilişkisi, insanı nasyonal sosyalizme de enternasyonalist sosyalizme de götürebilir. Ekonomi, coğrafya ve biyoloji bağlamında düşünülen marksizmin bu yönde akıl hocalığı yapması temel devrimci ayraçlardan uzaklaştığı noktada mümkündür. Akıl hocalarının esas niyeti, millî ve dinî eğilimleri tasfiye etmek ve kafalarındaki saf bir çekirdek hâlinde duran “sınıf” olgusuna ulaşmaktır. Bu idealist tutumları uyarınca, çekirdeğin etrafındaki örtünün düşman tarafından tasfiyesine içten içe sevinmektedirler. Örneğin, İsrail Hamas’ı, ABD Ahmedinecad’ı ezdiğinde işçiciler fazlasıyla sevineceklerdir. Ezilencilikleri onları kısmen “politik” tutmakta ama bu, özdeki iktidar çekirdeğinin ehemmiyetini gizleyememektedir.

Mücadelenin Pusulası

Teori içi çalışma yapanlar, teoriyi pratikte dönüştüren insanları parazit olarak görmeye başlarlar. Teorinin mutlak varlığını temel alarak teorinin bu parazitlerden kurtarılması için kapsamlı bir çalışmaya girişirler. Parazitlerin teoride, süreç dâhilinde biriktirdikleri kiri ve pası söküp atmak için uğraşırlar. Kendi varlığı ile tanımladığı Bütünsel Marksizm gibi ideale uygun hareket ederler. En iyi teorinin kendi öznelliğinde bütünleşmiş teori olduğunu haykırırlar. Bu tarz bir teoriye yaslanan pratik, kendinden menkul marksistler ve komünistler türetir.

Teorinin pratikle bu türden hesaplaşması pratikteki kilitlenmelerle alâkalıdır. Kilitlerin anahtarı gene teoride araştırılır. Biraz felsefelerin, biraz da bilimlerin birikiminden istifade edilir. Anahtarcı kendi kilidine uygun bir anahtar yapar, ancak bu anahtarı kimseye vermez, çünkü onun nasıl kullanılacağını da sadece kendisi bilir. Teorik mücadelenin tarihsellikle ilişkide olması onun tarihsel olduğunu göstermez. Ancak mücadelenin sonuçları içinde yaşadıkları zaman kesiti itibarıyla, tarihseldir.

Pratikteki her sıkışma teoriye de yansıtılır. Bu anlamda, bireyin teorik bütünselliği onun kendi öznelliğinde yeniden biraraya getirilmek üzere parçalanır. Duygu ve sezgilerden beslenen sanat; düşünce ile var olan felsefe; bilgi ile ilerleyen bilim ve somut gerçeklik ile tanımlı politikadan oluşan teorik alan sözkonusu bileşenlerine ayrıştırılır. Bu işlemde hareket planını kolaylaştıracak her türlü araç geçmişten devşirilir. Sanattan kurtulmak isteyen felsefeyi öne çıkartır; felsefenin tasallutundan rahatsız olan bilim başköşeye yerleştirilir; politika, bilimin tahakkümünden kurtarılır ve somut gerçeklikle birebir ilişki kurulmak istenir. Bu kısır döngü, işlem sonunda sanata dönülerek, tamamlanır: politika sanatsallaştırılır. Sanatı felsefî anlamda talileştirenler, kaynağa dönerek politikayı dinî pratiğe indirgerler. Sanatçı ya da peygamber olarak arz-ı endam eden politik öznenin serbestiyeti adına, reddin reddi anlamında, tüm bu işlemin temel dayanağı olan geçmiş, gelecek için, çöpe atılır.

Özetle, geçmişi proleter devrimci anlamda parçalayan ve farklı bir bağlamda bütünleyen marksizm, bu işlem üzerinden, geçmiş ile parçalanıp geleceğin soyut kurgusunda kendisini tanımlayan öznenin dünyasına bütünlenir. Bu işlem marksizmi, Marx öncesi sosyalist, komünist ve devrim’ci akımlardan birine ya da bunların özel bir bileşkesine kapatır.

Ne gariptir ki, emperyalistler doğunun dinî niteliğini bölgedeki sol öznelerden daha fazla önemsemektedir. Sol özneler doğuyu sanatsal, felsefî ve bilimsel anlamda kendi bireysel ölçütleri uyarınca parçalamak için birbiriyle yarışırlarken, bu yarışın düşmanın işine yaradığını görememektedirler. Bölgenin sınıfsal ve giderek devrimci bir niteliğe büründüğünü görebilmeleri için geçmişle doğal bir ilişki içinde olmaları gerekirken, onlar, başkalarının yazdığı senaryolara bağlı olarak biçimlenen gelecek tasarımlarına kanmakta ve bu tasarımları politik projeler niyetine pazarlamaktadırlar. Doğunun devrimle, sosyalizmle ve komünizmle ne tür bir ilişki içinde olduğunu görmeyen ve bu ilişkiyi sınıfsal-devrimci anlamda dönüştürme gayreti içinde olmayan sol özneler bölge gerçekliğinden uzaktırlar ve nesnel anlamda batı için ajanlık görevi ifa etmektedirler. Yeni dönemin zorlamasıyla kendi öznelliğini rahatlatmak adına dine ve sanata kapağı atanlar, çizdikleri politik hatla bu bölgenin dinine ve sanatına yabancı olduklarını göstermektedirler. “Kendine müslüman” gibi, kendine sosyalist ya da komünist olan bu özneler, herkesi kolektif irade hâllerinden uzaklaştırmak için ellerinden geleni yapmaktadırlar.

Devrim tarihi; sınıf toplumu parçalar. Her ikisinin de ortak özelliği kolektif oluşlarıdır. Uyguladıkları dinsel veya sanatsal politika, ne geçmişe bakarken devrimin kolektif niteliğini görerek onun tarihi parçaladığını anlar, ne de sınıfın, toplumun içindeki kolektif irade olarak nasıl bir devrimci görev ifa ettiğini ve bu bütünlüğü nasıl parçaladığını kavrar.

Komünistlerin bugün doğu ile ilgili olarak bu olgunun sınıfsallığı ve bu coğrafyadaki sınıflarla sınıf politikaları üzerinde durması gerekmektedir. Sınıfsal politika, tek başına sınıfın demokrasi ve devlet arasında cereyan eden gerilimli bölgede biçimlenen burjuva siyasasına giriş bileti almasına indirgenemez. Komünistler, elbette her türlü kütlesel hareketliliğin politik alana giriş bileti alması noktasında bir yerlerde olmalıdırlar. Ancak kendi politik varoluşunu buna indirgeyemezler. Bu anlamda, antipolitik ve apolitik dinamiklerle ortak bir hattı paylaşırlar. Ancak onlardan kendisini ayrıştıran belli bir ölçüsü ve ölçeği olmalıdır. Bu noktada, sınıfsal politika ile eşgüdümlü kılınması gereken devrimci politika devreye girer.

Ölçek devrimci pratik, ölçü devrimci teorik mücadeleyle belirlenir. Pratik mücadele toplumsal; teorik mücadele tarihsel alanla ilgilidir. Sınıfsal pratik toplumu, devrimci teori tarihi parçalar. Sınıfın toplumu, devrimlerin tarihi parçalayan nitelikleri önemlidir, ama mutlak değildir, çünkü sınıfın toplumu, devrimin tarihi parçalayan niteliğini teorize etmek, sınıfın ve devrimin parçalılığını, kısmîliğini ve geçiciliğini tanımaz. Bu sebeple, kapsamlı bir sınıf ve devrim teorisi geliştirilir ki, bu teori, pratikte sınıfın toplumu ve devrimin tarihi parçalamasına izin vermez. Teori ile pratiğin; toplumla tarihin karşıt unsurlar olduğunu iddia edenler benzer hatalı sonuçlar üretmektedir. Öncelikli hata, kendisini sürekli bugünde kuran öznenin kendi çıkarı adına geçmişle geleceği karşıt kutuplara yerleştirmesidir.

Böylesi hatalı sonuçlara ulaşmak konusunda dikkatli olması gereken komünistlerin pratik mücadelede sosyalistlerle; teorik mücadelede devrim’ci ve komünizan pratiklerle paylaştığı geniş bir birikim vardır. Bu anlamda komünistlerin, marksist devrimci bir özne olarak, sosyalistlere ve devrim’cilere âit tarihsel birikimi kucaklamaları zorunludur. Ancak bu işlem terse çevrilmemeli, tüm tarihin kendisinden başladığı iddia edilmemelidir. Geçmişte olduğu gibi bugün de kimi komünistler, kemalistler gibi, tüm tarihsel süreci kendi öznelliklerinden başlatmakta, farklı öznelliklerin belli tarihsel dönemlerde ya da durumlarda edindikleri politik niteliklere karşı körleşmektedirler.

Bu yönüyle marksist devrimcilerin süreçten döneme ve duruma doğru daralmaları ve tersten durumdan, döneme ve sürece doğru yaşanan genişlemeleri görmeleri gerekir. Oysa kemalistler gibi birçok eski TKP’li de “bizimle başlayan sürece biat edin” lafının ötesinde bir şey söylememektedirler. Çeşitli tarihsel kesitlerde her iki kesimin yan yana gelmesi tesadüfî değildir. (Yurtseverlik, ilerlemecilik, demokrasicilik vb.)

Komünistler için ayrıştırıcı ve birleştirici teorik ve politik olgular önemlidir. Örneğin saf kurgusal ve mutlak düzlemde teori ile pratiği ayrıştıranlar, epistemolojik düzlemde yaptıkları ayrıştırma işleminin büyüsüne kapılıp işlemin verili ışığına takılmaktadırlar. Musa’nın asası ile Kızıl Deniz’i ayıranlar bu mucizenin ekmeğini yemekte, peygamber oluvermekte, insanların ortasından yarılmış bir denize ihtiyaç duyacaklarını düşünerek yollarına devam etmekte ve insanlar için denizin ortak anlamını görmezden gelmektedirler. Teori ile pratiği epistemede ayıranlar ontologiede, kendi varoluşlarında bütünleştirmekte, o varoluşla özdeşleşmeden teori ve pratiğin hep ayrık kalacağını iddia etmektedirler. Sanatı felsefeden, felsefeyi bilimden, bilimi politikadan kurtaran özne, kendi rahatlığı ve serbestiyeti adına yaptığı bu işlemde tarihi kendisinden başlatma hatasına tekrar düşer ve kendisinde billurlaşan sanatın, felsefenin, bilimin ve politikanın harmanından oluşan yeni özneyi tanrısallaştırır. Sonuçta her peygamberin bir tanrıya, her havarinin bir peygambere ihtiyacı vardır.

Teorik mücadelede belli bir ölçüye; politik mücadelede belli bir ölçeğe ihtiyaç duyan marksist devrimciler, bu ölçeği ve ölçüyü, tüm komünistleri, sosyalistleri ve devrim’cileri içeren teorik ve politik gerçekten çıkarmalıdırlar. Bu gerçeği veri olarak kabul edip onu iktidar miti ile düzenleme niyeti olan komünistleri; devletle disipline etmek isteyen sosyalistleri; demokrasi ile makulleştirmeyi hedefleyen devrim’cileri devrimci eleştirinin konusu yapmalıdırlar. Sınıfsal ve devrimci politikaya teoride ve pratikte alan açmaya çalışırken antipolitikaya ve apolitikaya karşı olmak gerekir ama bu karşıtlık, antipolitik ve apolitik niteliğe sahip liberal ve faşist eğilimlerle eşdüzlemde duran komünist, sosyalist ve devrim’ci eğilimleri dışlamayı gerektirmez. Onları antipolitik ve apolitik hattan çıkartıp sınıfsal-devrimci politika hattına çekecek olan gene marksist devrimcilerdir.

Marx öncesi komünizan geleneğe bağlı olan çevreler, politik iktidarın eksenini ya verili millî iktidarlar ya da bireyin bedensel iktidarı üzerinden çekmektedir. Onlara göre doğunun ihtiyacı, ya işçi iktidarlarıdır ya da peçenin, şeriatın ve milliyetçiliğin tasallutundan kurtulması gereken bedenin iktidarıdır. Marx öncesi sosyalizan akımlara bağlı olan çevreler ise doğuyu merkezî bir devlet figürü olarak formüle edip, Büyük İskender ya da Pers Kralı Daryuş gibi, toplumsal alanı disipline etmek niyetindedir. Bu sayede, bölgedeki yeraltı zenginliğinin neden olduğu ekonomik kargaşaya son verilir ve kaynaklar toplum için kullanılmaya başlar. Bu düzenlemeci ve kalkınmacı bakışın öncülüğünü ise Türkiye yapmalıdır. Devrim’ciler ya doğuya önsel bir devrimcilik atfetmekte ya da bölgedeki devlet karşıtı özneleri kesen bir hat çıkartmaktadırlar.

Doğucuların doğusu büyük ölçüde egemenlerin jeopolitik stratejilerinden beslenmektedir. Bunun sonucu bir tür doğu troçkizmidir. Anti-emperyalizmi, kapitalizmi alttan alta gizlemesi sebebiyle eleştiren bu kesimler, sadece Britanya’ya kafa tuttuğu için Afgan Kralı’nı tanıyan Lenin’i görmezden gelir. Kafkaslar’da Bolşeviklere destek veren Nakşibendîleri tanımazlar. Ciddî bir teorik mücadele vermeden işe başlayan doğucular, mücadelenin ölçeği için doğuya işaret etmez ve onun havada asılı, muğlak bir olgu olarak kalmasına izin verirler. Nesnel olarak bakıldığında dinî/millî akımların da devrimci olma “hak”kı vardır

Çeşitli gerekçelerle yüzünü doğuya dönenler Mao ile karşılaştığında korkarlar ve kendi yuvalarına geri kaçarlar. Fabrikaları, üretimi, üretici güçleri ve ilerlemeyi merkeze aldığından sınıfı üretim alanlarına hapsedenler, Mao’nun ideolojik-politik hareketinin, Enver Hoca’nın partisinin ve Castro’nun devriminin proleter niteliğine kör bakarlar. Saf proletarya vurgusu yaparak komünist olunacağını zannedenler, Mao, Enver ve Castro’nun proleter niteliğini çöpe atarlar.[6]

Çin ve İran devrimleri doğunun “Ekim”idir. Ekim’in doğudaki tezahürleri değil, içerik olarak genişleyip derinleşerek yerelleşmesidir. İşçi-köylü ittifakının ve mazlum milletlerin belirleyici olduğu Ekim, doğuda farklı bir içerik ve biçimle yeniden politikleşmiştir. Ancak birinci anlamıyla alarak Ekim’i doğululaştırmak, diğer devrimleri devrimden saymamanın bir sonucudur.

Leninistler Zimmerwald ile batıyı; Bakû ile doğuyu devrimci politik anlamda parçalamak istemişlerdir. Tersten bugün “proletarya” başlığı altında Avrupa’yı bütünlemeye çalışanlar Zimmerwald’ı, “mazlum doğu halkları” başlığı altında doğuyu bütünlemek isteyenler Bakû’yü geçersizleştirmek niyetindedirler.

Bir devrimin proleter niteliğini güvence altına alan, devrimin arkasındaki proletaryanın niceliği değil, niteliğidir. Bu açıdan İran’da Şah sokağa çıkma yasağı ilân edip bu yasağı çiğneyenleri ölümle tehdit ettiğinde, yüz binlerce İranlı’nın üzerlerine kefeni simgeleyen beyaz elbiseler giyip gece kendi mezarlarını kazdıktan sonra sabahın ilk saatlerinde kitlesel bir eylemi başlatan halkın “proleter” niteliği gözardı edilmektedir. Sözkonusu eyleme öncülük eden Humeyni’ciler 1979’daki 1 Mayıs gösterilerine katılarak, o güne dek komünistlerin hâkimiyetinde olan işçi evlerini “Allah işçidir” pankartı altına toplamışlardır. Burjuva siyaset mantığı uyarınca salt politik temsilcilere, onların şahsiyetlerine kilitlenen sol, hareketin proleter niteliğine karşı körleşmektedir. Aynı durum, köylü direncini örgütlemek için uzun bir yürüyüşe çıkan Çinli komünistlerin ve bu eylemin proleter niteliği için de geçerlidir.

Politik anlamda proleteri salt üretim araçları, üretim ilişkileri ve/ya üretici güçler içinde arayanlar, sınıflar mücadelesinin politik önemini de iptal etmektedirler. Belki iki yüz yıl önce rüşeym hâlindeki kapitalizm koşullarında yaşanan sınıflar mücadelesini tek başına işçi sınıfının blok olarak karşılaması mümkündü ama bugün bu mücadele, sadece işçi sınıfını değil, tüm diğer sınıfları kesmiş, onları farklı bir kıvama kavuşturmuştur. Artık sınıflar mücadelesinin bütüncül, granit, homojen iki ayrı olgu olarak burjuvazinin ve işçi sınıfının arasında yaşandığını, bu mücadelenin toplumsal ve tarihsel anlamda salt bu alana sıkışmış olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Bu yönüyle, nesnel anlamda sınıflar mücadelesi, özneleri belli durum ya da dönemlerde teorik ve pratik planda bütüncül, granit ve homojen olmaya zorlayabilir ama bu zorunluluğun öznelerin süreçte karşılayacakları ihtiyaçlarıyla ilişkisi yoktur. Bu nedenle, sözkonusu durumsal/dönemsel zorunluluğun bilim ya da felsefe katında, farklı bağlamlarda, kalıcı, yerleşik, mutlak ve sabit bir değer olarak alınması en ciddî hatadır.

Geçmişte doğuya nüfuz etme imkânı bulamayanlar, bugün (emperyalist batı ile birlikte) batılı anlayışlarıyla doğuya yüzlerini çevirmişlerdir. Ekim’e “doğu devrimi” demenin anlamı budur. “Doğunun devrimi sadece Ekim’dir, bunun yinelenmesi gerekir.” demek doğuyu aşağılamaktır. “Doğu dingin, tembel, sinik ve korkaktır ve o devrim bile yapamaz.” fikri uyarınca doğuya bakanlar hiçbir teorik ve politik açılım getiremezler. Sınıflar mücadelesini yukarıda bahsedilen dar alan içinde işçi cephesinden karşılayamayanlar, yenilgi ve başarısızlık ardından ibresini coğrafî alanlara çevirmişlerdir. İşçinin yerini “doğu”, burjuvazinin yerini “batı” almıştır. Bu hattı seçenler ya bölgesel karşıtlığı sınıflar mücadelesinin kendisi olarak tanımlamışlar ya da onu sınıflardan azade olarak ele almışlardır: doğuda sınıf olmadığına ya da olsa bile, geri planda kaldığına göre, sınıflar mücadelesinden söz edilmemelidir. Yukarıda bahsedilen hatadan ders çıkartamayanlar, farklı zamanda ve zeminde sözkonusu hatayı yinelemektedirler.

Esasında Ekim Devrimi Avrupa’nın periferisinde olmuştur ve bu anlamda Avrupa’nındır. Fransız Devrimi, Paris Komünü ve diğer kalkışmaların tarihi içinde değerlendirilmelidir. Batılı solcular bolşevikleri doğulu despotlar olarak aşağılamak istemişlerdir. Aynı solcular, kan ve barut kokusu dağıldıktan sonra, despotik doğululara kendi devrim algı ve bilgilerini “Ekim” ambalajıyla sunmak istemektedirler. Ekim, Avrupa devrimler tarihinin bir bileşenidir. Aksini iddia etmek onun fiilî gerilim, çatışma ve çelişkilerinden kaçmaktır.

Ekim’in zamansal uzanımı öyküseldir. Mitolojik bir olay olarak görülen Ekim’in bugünün tarihsel-toplumsal gerçekliğini hâlâ etkileyip biçimlendirdiğini ya da daha öznelci bir ifadeyle, etkileyip biçimlendireceğini iddia etmek idealizmdir. Ekim’in doğu’su ile doğunun Ekim’i örtüştürülür ve aradaki ayrımlar silinir. Komintern’in politikasını yineleyenler, Komintern’in ilk kurulduğu aşamadan itibaren Ekim’i “Avrupa devrimi” olarak değerlendirdiğini, devrimci liderlerin Ekim’in Avrupa’daki yeni devrimleri tetikleyeceğini düşündüklerini dikkate almazlar. Ayrıca devrim öncesinde cephedeki askerlere apolet söktürüp çavuşla subayı eşitleyen devrimin kurduğu Komintern’in doğudaki devrimci güçleri “piyade” olarak gördüğü üzerinde durmazlar. Avrupalı komünistleri “general”, doğudakileri en iyi hâliyle “piyade” olarak gören Komintern’in avrupamerkezliliği eleştirilmez, çünkü sürece atfedilen avrupa-merkezlilik avrupamerkezciliğe dönüşür ve Avrupamerkezcilik eleştirisi yapılırken Ekim’in ve Komintern’in avrupamerkezliliği üzerinde durulmaz. Oysa her iki tarihsel olgu için avrupamerkezli oluş doğal ve kaçınılmazdır; üstelik iki tarihsel olgunun fiilîleşmesinin önkoşulu, esas olarak Avrupa’daki tarihsel-toplumsal gelişmelerdir. “Ekim doğu devrimidir” diyenler, özü reddedip biçimi alırlar ve biçimi (şalı) doğunun üzerine sererler.

Anti-kapitalizm ve Marksizm

Kapitalizm batıdan doğmuştur, ama teorik olarak kapitalizm denilen olgunun başlangıç/çıkış noktasını belirlemek, onu bu noktaya indirgemek ciddî bir hatadır. Kapitalizme yönelik teorik ve politik en yetkin bütünlüklü cevap (hâlâ) marksizmdedir ama marksizmi salt bir cevap oluşa indirgemek, onu kapitalizm öncesinden sonrasına uzanan sürece yönelik teorik ve politik müdahaleden/mücadeleden alıkoyar. İşçi sınıfının olmadığı ama köylülüğün feodal baskı altında zulme uğradığı bir yerde marksistlerin elini kolunu bağlayıp oturmamasını sağlayan şey budur. Bu yönüyle sosyalizm hedefini bilimselleştiren marksizm, onu komünizme geçiş aşaması olarak formüle etmekle, onun için verilen mücadelenin tarihsel-toplumsal bağlamını da derinleştirmiştir.

Marksizmi mutlak ve saf anlamda kapitalizm karşıtlığına indirgeyenler, onu bir işçi sınıfı ideolojisi olarak anlamakla avrupamerkezciliği meşrulaştırırlar. Belli bir dönemde Avrupa karşıtlığı fiilîleştiğinde böylesi bir marksizmin eli kolu bağlıdır. Lenin’in üç sacayağı üzerine oturttuğu marksizm, mantıksal tutarlılık gereği, batı ölçeğinde kısılıp kalır. Almanya (Felsefe) Fransa (Politika) İngiltere (Bilim) ile somutlanan doktrin, hem teorik hem de politik düzlemde, marksist mücadeleyi Avrupa’daki sınıf mücadeleleri tarihine hapseder ve mücadelenin kısırlaşmasını getirir. Bu kısırlaşma, Avrupa’nın dünya sistemindeki merkezî rolünü ABD’ye kaptırdığı tarihten itibaren büyük tahribatlara sebep olur. Marksistlerin yeni dönemin karşısında sıkışmalarının nedeni buradadır: ölçek dağılınca ölçü de anlamsızlaşmıştır. Ölçeğin dağılması, yersiz-yurtsuzlaşması, merkezî niteliğini yitirmesi ölçüyü de belirsiz, geçici, kısmî ve parçalı bir düzleme çekmiştir. Zira batılı aydınlar, teorik mücadeleden çok önceleri vazgeçtikleri ya da kampuslarda kurulan istihbarat kuruluşlarına göbekten bağlandıkları için ölçü ya dünyaya ya da mikro-dünyalara kapanmıştır. Ölçüye uygun ölçek, ölçeğe uygun ölçü geliştirilmiştir.

Felsefe, ekonomi ve bilim gibi alanlarda verdiği politik mücadelesinde batının kullandığı ölçek ilk dönemde Londra-Paris-Berlin’dir. Kapitalist ve emperyalist dönüşümlerde kendisine özel ölçüler belirlemiştir. Mal ve para akışı uyarınca biçimlenen ölçü doğuya karşı savaş açmıştır.

Kapitalizmden nemalanan güçler, sınıfsal anlamda kendi ölçü ve ölçeklerini ilk dönemde tarihsel dinamiklerde arar. Kapitalizmin yerleşikleşmesi noktasında sınıfî, dinî ve millî hareketler bu dönemde önemli katkılar sunar. Bu hareketlerin içinde de tarihsel anlamda işleyen sınıflar mücadelesi faaldir ve bu hareketlerin dönemsel işlevlerini belirler. Polonya’nın ya da İrlanda’nın bağımsızlığı hem kapitalizmin hem de sosyalizmin gündemindedir ve her ikisi için de işlevseldir.

Marx’ın söylediği anlamda, kapitalizm tüm sınıflı toplumların özeti gibi hareket etmektedir. Sistem kendi yerleşikliğini, mekânsal yayılımını zamansal gücüyle temin eder. Burada kapitalizmin kütlesel genişlemesi noktasında devreye soktuğu zamansal güçlere karşı mekânsal değerler kendi zamansal güçlerini devreye sokarlar. Sanayi Devrimi’nin koşulladığı teknik-bilimsel ilerleme zamansal hâkimiyetin temel ayaklarıdır.

Kapitalizmin ilk dönemdeki “güç” kullanımı, doğal olarak, kapitalizm karşıtı dinamiklerin de paralel biçimde kendi zamansal direnç noktalarını oluşturmasına neden olur. İlk anti-kapitalist tepkiler çeşitli dinî, millî ve sınıfî mücadeleler içinde biçimlenirler ve bu tepki biçimleri dinin, milletin ve sınıfın tarihselliği ile tanımlanırlar.

Avrupa’nın alt kültürü olarak görülen ABD’nin yeni bir güç odağı olarak sahneye çıkması ile birlikte avrupamerkezliliğin kırılması ve kapitalizmin dünyevîleşmesi, kapitalizmin geçmişten kalan ya da onlardan güç alan direnç noktalarına karşı yürüttüğü mücadelenin niteliğini değiştirir. Bu nitelik, büyük ölçüde SSCB-ABD-Avrupa arasındaki gerilim tarafından belirlenir. ABD ve SSCB iki yönden Avrupa emperyalizminin tüm kalelerini yıkmak için gayret eder. Roosevelt’in “Britanya’nın son kale duvarını yıkana dek mücadele edeceğine” dâir söz vermesi ilk işarettir. (4 Mart 1933/başkanlık konuşması)

Kapitalizm, artık zamansal direnç noktalarına karşı mekânsal hâkimiyet araçlarıyla çıkmaktadır. İçinde yaşadığımız süreçte ise emperyal kapitalist ilişkiler zamansala hâkim olmakla (teknoloji de bu bağlamda dönüşmüştür), ABD’nin para politikasını değiştirdiği yetmişlerle birlikte, hâkimiyet tarzını dönüştürmüştür. SSCB bu dönüşüme karşı hamlesizdir. Kapitalizmin yeni hâkimiyet ilişkilerine karşı direnç noktaları bu sefer mekânsallıkta oluşmuştur. Sınıfın çalışma alanları, ulusal coğrafya ve bir direnç öğesi olarak beden.

Burjuva devrimlerine ortak olan işçi, millet ve din hareketleri, devrimlerin yerleşikleşmesiyle nitelik değiştirir. Demokrasi bu unsurları mas etmek için idealize edilmiştir. Onları esir eden mahkûmiyetten kurtarmak amacıyla demokrasi de devlet kadar devrimciliğin hedefinde olmalıdır. Kendisini burjuva devrimlerin sürekliliği dâhilinde düşünen sol, devrimcileşme noktasında tüm imkânları sıfırlamış, liberal demokratların figüranlığını kabul etmiştir. Demokrasi, devlet karşıtı bir olgu olarak formüle edilmiş, serbest piyasa ile tanımlı kılınmış, milletin gelişimi için hedef hâline getirilmiş ve bireyin bedensel varoluşu için en uygun sığınak olarak kutsanmıştır. “Devlet karşıtı demokrasi” bağlamında işçi, millet ve din, farklı biçim ve içeriklerle, sürece eklemlendirilmeye çalışılmıştır. Lenin’in dediği anlamda, kendisi de devlet biçimi olan demokrasi işçiyi, milleti ve dini emmiştir. Solcu, milliyetçi ve dinci sendikalar arasındaki işbirliği bu anlamda tesadüfî değildir.

Yeni bir forma kavuşan kapitalizm, altmışlardan beri geliştirdiği içerikle, anti-kapitalist tepki biçimlerinin geçmişte zamansallık dâhilinde oluşturduğu tüm kaleleri, mekânsal hâkimiyet adına, yıkmaktadır. Yeni anti-kapitalist tepki biçimleri ise yeni döneme toplumsal/yaşamsal alanlardaki hâkimiyeti ile cevap vermektedir.

Doğucunun eni sonu doğu için biçtiği don, demokrasidir. Açık toplum projeleri ile doğuya göz diken Soros gibi, doğu halklarına toplumsal demokrasi önerilmektedir. Doğuyu mekân olarak göklere çıkartan bu kesimler, onun tarihsel direnç noktalarını yıkıp salt toplumsal dayanışmacı ve ortakçı niteliğini öne çıkartmaktadırlar. Bu anlamda, devleti demokrasiyle terbiye etmek isteyen liberallerle ortaklaşmaktadırlar. Merkeze konulan birey ile toplumun, demokrasi bağlamında, farksız olduğunu görememekte, her ikisinin verili durumuna tâbi olmakta, tarihsel akışın “kadir-i mutlak gücü”nü önemsememektedirler. Zaten bu yüzden, burjuva anlamda merkeze bireyi koyanlara karşı toplumu koyarak tarihten münezzeh bir özne oluşunu meşrulaştırabilmektedirler. Devletle demokrasinin mutlak karşıtlık içinde olduğu yanılsamasının yoğun olarak yaşandığı dönemin ürünü olan bu kesimler, bu yanılsamadan kurtulamamakta, orta sınıf solculuğuna has bir tepki biçimiyle, karşıtlığı öznelci bir üslupla anlayıp ondan nemalanmayı öngörmektedirler.

Türkiye: Lenin ve Kürt Ayracı

Seksenlerin sonu, doksanların başından itibaren açığa çıkan doğu merakı, büyük ölçüde, devrimci ve sınıfsal politik mücadeleden kaçan solcu yönelimlerin ihtiyaçlarından kaynaklanıyor, bu, doğunun devrimci-sınıfsal niteliğinin es geçilmesine sebebiyet veriyor. Sözkonusu yönelimin iki ayağı var: Lenin’den ve Kürt hareketinden kaçış. Lenin ve Kürt meselelerindeki devrimci-sınıfsal ayraç olma niteliği, doğucuların esasta kurtulmak istediği temel unsurlar. Doğuya yönelişin esbab-ı mucibesi bu. Ancak bu kaçışın sağlam bir teorik zemini mevcut değil. O nedenle, maoizmden ve troçkizmden kırma bir sol politik eğilim su yüzüne çıkıyor. Seksenlerin sonundan itibaren Latin Amerika ve Avrupa’da dillendirilmeye başlanan “harmanlanma” edebiyatında sovyetik ekiplerden ziyade, maoist ve troçkist ekiplerin yan yanalığı sözkonusu. Lenin ve Kürt millî kurtuluş mücadelesi etrafında dönen tartışmalar Türkiye solunu da harmanlanma edebiyatına kilitliyor. ÖDP ve MLKP, birer birlik gayreti olmakla, sözkonusu harmanlanmayı sahip oldukları verili örgütsel çapa uygun olarak yaşıyor. İki ayraçla doğal, organik ilişkisi zaten olmadığından fiiliyatta zaten kurtulmuş olanlar ÖDP; kurtulmak için kendi özgün pratiğinin sonuçlarını biriktirmek isteyenler de MLKP şahsında birleşiyorlar.

Lenin’de devrimci sınıf partisi, Kürt hareketi nezdinde de devrimci kitle politikası meseleleri tartışılıyor. Her iki ayracın ülke düzleminde netleştirdiği ayrımlar, sosyalizmin seksen sonlarında girdiği tartışma sürecine damgasını vuruyor. Esasta tüm sol ekipler adı konmamış, genel bir tartışma platformunda var olabilmek adına, teoriyle ve pratikle ilişkileniyor. Devrimciliği bir tarafa bırakalım, politik olan herhangi bir ekibe bu dönemde rastlanmıyor.

Kürtler içinde maoizmden beslenenler Lenin’i sınıf gerçeğinden ayırıyorlar. Onun sınıfsal-politik niteliğini yok ediyorlar. Troçkist olanlar, iktidar meselesinde Lenin’i Kemal’le paralel bir konuma koyacak kadar saçmalayabiliyorlar.

Şeklî değerlendirmeler Kürtleri ve Lenin’cileri karşılıklı olarak ayrıştırıyor. Çapraz kesişmeler ekipleri farklı arayışlara itiyor. Bir taraf “ah şu Apo Lenin gibi olsaydı” bir diğer taraf da “bizim halkımız neden Kürtler gibi isyankâr değil” deyip hayıflanıyor. Bu noktada, “bir marksist, bir durumu değerlendirmek için, olabilecek olandan değil, gerçek olandan hareket eder.”[7] diyen Lenin’in uyarısının aksine, bu iki meseleyle ilgilenen marksistler olanla değil, kendisine âit olasılıklarla ilgileniyorlar. Marksizmi ya da leninizmi olması gereken tahayyüllerle, ideallerle ve kurgularla anlıyorlar. Kütlesel bir politik özne olmadan doğucu oluyorlar. Doğuda, bırakalım Türk marksistlerini, Türklerin bile etkisi oldukça zayıfken, cin olmadan adam çarpanlar Doğu’yu Ekim’e çağırıyorlar ya da en fazla, hiç tanışmamış gibi, onu sözkonusu devrimle tanıştırmaya çalışıyorlar.

Lenin particilikle, işçicilikle ve Devrim’cilikle; Kürt Hareketi ise, kitle kuyrukçuluğu, şiddet fetişizmi ve liberalizmle parçalanıyor.

Tartışma platformunda kalmak adına, somut devrimci teorik faaliyetin gereklerinden kaçarak genel soyut ve afakî bir düzleme kaçanlar, bu parçalanmayı hem meşru kabul ediyor hem de parçalar arasında devrimci ayraçlar koymadan tüm unsurları kendinde bütünlemeye çalışıyorlar. Tartışma platformunda sahip oldukları şiddet, hız ve hacme göre çeşitli ekipler sahip oldukları koltuklarından herkese sesleniyorlar ve buna da siyaset süsü veriyorlar. Gerçek gerilimlerden, çelişkilerden ve çatışmalardan kaçış için yeni soyut coğrafî konumlanışlar tespit ediliyor. Bunun teorik zemini de beraberinde kurgulanıyor.

Kaçış yerleri sırasıyla batı, doğu ve tüm dünya oluyor. Batıcılar için batıda, özellikle bir dönem faşizme karşı mücadelenin ateşinde pişmiş partilerin masalsı varlıkları yeterlidir. Doğucular için, sadece doğunun Ekim’le bir süre dinamize olan kütleleri anlamlıdır. Dünyacılar içinse, kan ve barut kokusuna bulanmış ezilen tüm unsurlar dünyasal önemi haizdir.

Uzun bir süreç boyunca marksizm ile sınıfı devrim dolayımıyla ilişkilendiren sol, her dönüşüm ve değişim momentini marksizmin içine kanalize etmiştir, bu anlamda da teoriyi verili durumla uyumlu hâle getirmeyi bilmiştir. Basit bir değişim algısına kurban edilen devrim olgusu sınıfa karşı körleşmiştir. Bu anlamda marksizmin devrimle ilişkisinin sınıf dolayımı ile düşünülmesi gerekmektedir. Burada statik kurgulardan çok, dinamik bir teorik faaliyet elzemdir. Bu yaklaşımla, Kürt Hareketi’ne devrimci olduğu için sınıfsal değer atfetmenin ve sınıfsal olduğu düşünüldüğünden devrimci anlam yüklenen Lenin ve partinin yol açtığı gerilimlerden kurtulmak mümkün olur.

Solun ekonomi, coğrafya ve biyoloji ile ilgili algı ve bilgisi dönüştürülmelidir. Süreçte anlam kazanan bu algı ve bilginin, çeşitli durum ve dönemlerde somutlanan devrimci sınıfın ve sınıfsal devrimciliğin etki, nüfuz ve nüfusuna açık hâle getirilmesi gerekir.

Komünistlerin üzerinde durması gereken hususlar, ekonomi-politika, jeopolitika ve biyopolitika değildir. Komünist politik özne, ekonomi, coğrafya ve biyoloji bilgisini dinamik bir sürecin parçası hâline getirebilmelidir. Buradaki temel ayraçlar sınıf ve devrimdir. Sınıfsal ve devrimci politika, sözkonusu teorik ve pratik birikimi dikine kesen temel eksen olabilmelidir. Aksi takdirde ekonomist olunup sınıfın devrimle ilişkisi kesilir; iyi bir stratejist jeopolitikacı olunup devrimci politika sınıfsal olandan uzaklaştırılır; ya da yaşamsallık vurgusuyla beden mitosuna indirgenen bir biyopolitikacı teorisyen olunup devrimci işçi hareketi iktidar kaçkını yapılır.

Mülkiyetçiliğe Reddiye

Komünistler, her ne kadar mülkiyet ilişkilerini redde tâbi tutsalar da, mülkiyetin iki zemini olan para ve meta akışını birbirinden ayırıp kendilerine âit özel alanlar açmak konusunda mahirdirler. Devrim’ci ve sosyalist kesimlerde de benzer bir hastalık sözkonusudur. Bu çevreler, mülkiyet ilişkilerini eleştirirken, eleştirinin bir ayağını boşta bırakırlar; ya metacı olup parasal ilişkiler ya da paracı olup meta akışı üzerinde dururlar. Bu, sosyalizm anlayışlarına da yansır. Açtıkları boşluğa kendi varlıklarını sığdırırlar. Mülkiyet ilişkilerinde, elinde sadece kendi bedeni kalan orta sınıf solcuları, bu bedeni, ya parasal akışa ya da metaların hâkimiyetine tâbi kılarlar. Bedenini para gibi piyasaya tahvil ederler ya da onu bir mal gibi satmaya çalışırlar.

Her türlü mülkiyet, özellikle kapitalist ilişkilerde, güç ve iktidar dolayımı ile tanımlıdır. Sistemin efendileri herkesi mülkiyet sahipliği ile güç olmanın birbirine koşut olduğuna inandırmışlardır. İnsan Hakları Beyannamesi’nde de somutlandığı gibi, en temel iki yasa, insanın yaşama hakkı ve bunun maddî zemini olarak sunulan özel mülkiyet hakkıdır.

Bu yönüyle bir komünistin “benim” sözcüğü ile konuşmaya başlaması zûldür. “Benim” ile “bizim” arasındaki mesafe sıfıra yakındır. Mülkiyet ilişkilerini ortakçılık/kolektivizm bağlamında düşünmesi gereken komünistler, bu bağlamın politik devrim sonrasında mümkün olacağını bilirler.

Solun sınıf, ülke ve beden konularında tercihleri hep bu özel mülkiyetçilikle malûldür. Yani sol, “sınıf da, ülke de, beden de bizim” demektedir. Farklı yollar bu mülkiyetçi bakışa bağlı olarak çizilmektedir. Sınıfçılar, çevredeki ya da dünyadaki diğer ülkeleri ciddîye almamakta; ülkeciler, yani milliyetçiler ve yurtseverler, farklı milletlerle ve vatanlarla doğrudan ilgilenmemekte; bedenciler ve buna bağlı cinsiyet, ırk ve alt kültür unsurlarını merkeze alanlar ise diğer beden formlarını umursamamaktadırlar.

Kolektif mülkiyet ilişkilerinin devrimden sonra mümkün olacağı önbilgisinden hareketle, komünistlerin kapitalist üretim ilişkilerinin hâkim olduğu dönem boyunca mülkiyet algılarını özel olandan kurtarmaları ve mülkiyet ilişkisinden ziyade aidiyet ilişkisi üzerinde durmaları zorunludur. Yani, komünistler “sınıf bizim” yerine “biz sınıfa âidiz”; “bu memleket bizim” yerine “biz vatan toprağına âidiz”; “beden bizim” yerine “biz bu ortak bedene âidiz” diyebilmelidirler. Bu aidiyet ilişkisi, sınıfta, ülkede ve bedende yaşanan her türlü harekete karşı sorumluluk almayı ve bu sorumluluk dâhilinde eyleme geçmeyi mümkün kılar. Dahası, aidiyet ilişkisi ile birlikte, sınıfta, ülkede ve bedende yaşanan hareketliliğe koşulsuz dâhil olunup, hareketlerin sahip oldukları verili ölçeklerin yaşadığı her değişimden devrimci sonuçlar çıkartılabilir. Tüm bunların en önemli sonucu, mülk sahiplerine karşı mülksüzlerin işçi sınıfı önderliğinde kendi iktidar alanlarını oluşturmasıdır.

Mülkiyetçilik, sol öznelerin tarihi kendilerinden başlatmalarına ve toplumsal ilişkilerini yaşamsal edimlerine göre biçimlendirmelerine sebep olmaktadır. Sınıfla, ülkeyle ve bedenle dolaysız ilişki içinde olması gereken sol, gerilimlerin, çatışmaların ve çelişkilerin doğrudan içinde olmak yerine, kendi güvenliği adına, mülkiyetin zamansallığına ve mekânsallığına âit yuvalara saklanmaktadır. Bu huzurlu yuvalarda kâğıt üzerine yerleştirdiği tarafları kendi öznelliğine göre tasnif ederek gerilim, çatışma ve çelişkilerden azamî düzeyde istifade etmeye çalışmaktadır. Bu sebeple, işçi sınıfı içinde olmak yerine işçici; ülke gerçekliğinde olmak yerine milliyetçi/ yurtsever ve giderek devrim’ci; kolektif bedensel güç odakları ile halvet olmak yerine cinsiyetçi, ırkçı ya da iktidar’cı olmaktadır.

Bugün solun bu mülkiyetçi tarzı, onu sınıf hareketine, politikleşen ülkenin ortak pratiğine ve devrimcileşen bedenin fiilî eylemliliğine yabancılaştırmıştır. Oysa aidiyet ilişkisiyle sol, sınıfın her nefesinde olabilirdi; ülkenin her türlü politik durumunda güç olma imkânı bulabilirdi; sömürü ve zulmün nesnesi olan bedenin her çığlığını örgütleyebilirdi. Ama tüm bunların külfetini ödeyecek bir donanıma sahip olamadığından sol, mülkiyetçi ilişkilerin dar ufkuna kendisini hapsetmiştir.

Sınıf, ülke ve bedenle sahiplik ilişkisi kuran solun aksine, “bu sınıf, bu ülke ve bu beden bizim değil” diye haykırması gerekir. Bunu demediği sürece, sınıfın dönüşüm momentlerinde kendisini tanımlamaksızın, sınıfı olduğu gibi içeren boş sendika odalarına sahip olunur; politikleşen Türkiye’nin somut devrimci etkilerini görmeksizin, onun sahip olduğu verili güç ilişkilerine biat edilir, “aman dokunmayın, ülkeyi ayakta tutan direkleri muhafaza etmeliyiz” diyerek kitleye Sevr sopası sallanır; ya da bedenin kutsallığında, onun cinsî, ırkî ve bireysel varlığı göklere çıkartılır ve yıldız falında olduğu gibi, göksel objenin gerçek hayata etki edip etmediği tartışılır ve siyaset burçlar üzerine kurulur.

Mülkiyetçilerin sınıf ve devrim gibi dertleri yoktur. Tek dertleri, sınıfsal ve devrimci olan unsurların bertaraf edilmesidir.

Kürt hareketinin Türk solu karşıtlığı ile bugünlere gelebildiği gerçeği üzerinde durmak zorunludur. 1980’de halka; 89 sınıfa; 99’da millete ve 2000’lerin ilk yılları itibarıyla coğrafyaya yabancılaşan Türk soluna karşı Kürt hareketi ters yönde hareket etmiştir. Bugünkü gerilimlerinin aslî nedeni, bu süreci toparlayacak teorik ve pratik irade ve eylemden yoksun olmalarıdır.

1950’li yılların ortasından itibaren solun kendince bir güce kavuştuğu düşünülürse, geçen elli yıl boyunca bu ideo-politik akımın dizginlerinin orta sınıflarda olduğu gerçeğine dönük tespit, olası bir devrimi yaşayacak olan önümüzdeki elli yılın niteliği için oldukça önemlidir. Geçen elli yıl süresince öne çıkartılan olguların kendi nesnellikleri, doğallıkları ve somutlukları üzerinden fiilî kazanımlar elde edememesinin nedeni, dizginleri başkalarına bırakmayanların sınıfsal kimlikleridir. Öne çıkartılan öğelere bakıldığında, orta sınıfların, bu öğelerin sınıfsal ve devrimci niteliğini öncü kılmak değil, aksine onları geriye atmak, giderek yok etmek ya da en azından etkisizleştirmek istedikleri görülür.

Halkçılar hiçbir zaman halk olmazlar, halkla nefes almazlar ve halka yabancıdırlar. Politik faaliyetinin esas hedefi, burjuva siyaset arenasına girecek ölçüde minimalize edilmiş birey ölçütü uyarınca halkı parçalamaktır. Halk bireyi değil, birey halkı kendisine benzetir. Aynı durum işçi sınıfı, millet ve mazlumlar için de geçerlidir. Orta sınıf solculuğu, bu olguların gerçekliği ile organik, canlı ve dinamik ilişkiler kurmaktan korkar. Tek ölçütü kendi benliğidir.

Bugüne dek uzanan sakatlığın en önemli nedeni, bir ölçüde, miladı 12 Eylül olarak tespit etmektir. Bu tarihte özneler, kolektif devrimci bir savaşın içinde örgütlenemediği için hesaplarını tamamlayamamışlar, geride kalanlar hesaplarını sonraki kuşaklara ödetmişler/ödetmektedirler. Bugün sol örgütlerin şeflerinin önemli bölümü 12 Eylül öncesinin kadrolarıdır ve bu insanlar ne 12 Eylül’ün ne de onun doğurduğu Özal liberalizminin hesabını verebilmişlerdir. Aynı kadrolar ve kadrosal bilinç aktarımı, doksanların AB’sine ve 2000’lerin ABD’sine karşı da gerekli ve yeterli cevabı verememiştir.

Sol, bu kadrolar ve bilinçsel süreklilik bağlamında, hem teoride, hem de pratikte, 12 Eylülde halka; Özal liberalizmi döneminde sınıfa; doksanların AB kuşatmasında millete; 2000’li yılların başında giderek yoğunlaşan ABD müdahalesiyle içinde yaşadığı Ortadoğu coğrafyasına yabancılaşmıştır. Bu yönüyle, 12 Eylül’de halkın, seksenlerde işçi sınıfının, doksanlarda milletin solun samimiyetine ve içtenliğine inanmamış olması gibi, bugün de Ortadoğu, beş vakit namaz kılıp hacca gitse dahi, sola inanmayacak bir yerde durmaktadır. Tüm bu politik olguları temel sınıfsal-devrimci ayraçlarla kesen bir hat oluşturulmadan ne Ekim doğuya döner yüzünü ne de doğu yeni Ekim’lere...

Eren Balkır
2005

Dipnotlar:
[1] Hannah Arendt gibi kimi liberal düşünürler, sonradan, teorideki ekonominin politikaya alan açmadığını düşünerek Marksizmi eleştirmişler, bu amaçla, ilk dönem anarşistler gibi, ekonomiye âit kavramlar olarak gördükleri proletaryanın ve devrimin baskıcı ve despotik unsurlar olduğunu ispatlamaya çalışmışlardır.

[2] “XIX. yüzyılda insanlığın en ileri üç ülkesinde ortaya çıkan belli başlı üç fikir akımını sürdürüp tamamlamıştır Marx: klasik Alman felsefesi, klasik İngiliz ekonomi politiği ve genellikle Fransız devrimci öğretilerine bağlı bulunan Fransız sosyalizmi.” (V. I. Lenin, Karl Marx’ın Doktrini, Bilim ve Sosyalizm Yay., IV. Basım, Çev.: Şiar Yalçın, s. 14.) Rus Marksistlerini Doğulu görerek onları eleştiren Avrupalı Marksistlere karşı Lenin Avrupaîliğini ispatlamak niyetindedir. Bugün Doğulu olduğu düşünülen Ekim’in lideri teorik zeminini Avrupa’da kurmaktadır. Ekonomi politiği Marksizmin temel içeriği olarak gören Lenin için ekonominin sınıf mücadelelerinin genel çerçevesini vermek dışında bir önemi yoktur. O, bilinç olarak ekonomik sürece bütünüyle hükmetmenin devrimciliği güvence altına alacağı yanılsamasından uzak durur.

[3] Sonradan anti-faşist teorisyenlerin bebeğin banyo suyunu dökerken bebeği muhafaza ettikleri görülüyor. Bedenin fiilî iktidarı üzerinden “yaşam alanı” ya da Almancadan tam bir çeviriyle yaşayan mekân bedene işaret ediyor. Solcuların kullandığı bu kavram son günlerde fazlasıyla revaçta.

[4] Coğrafya ile politikanın Marksist devrimci düzlemde ilişkilendirilmesine dönük teori, Lenin’in milletlerin kendi kaderini tayin hakkı ve Doğu meselesi ile ilgili yazılarında örtük olarak mevcuttur. Lenin, bizim Osmanlı artığı kimi Marksistlerimiz gibi, kendi imparatorluğunun boşluğunda düşünmez. Bizimkiler, içten içe Osmanlı’nın şanlı günlerini selâmlayan bir yerde durmaktadırlar.

[5] Aktaran: Giorgio Agamben, Kutsal İnsan, Ayrıntı Yay., Çev.: İsmail Türkmen, s. 189.

[6] Mao ideolojik-politik hareketi; Enver partili mücadeleyi; Castro devrim’ci hattı proleterleştirdikleri için önemlidir. Maoistlerin, Enveristlerin ve Castristlerin kimi teorik ve politik hataları bu proleterleşmeyi perdeleyemez.

[7] V. I. Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, Sol Yay., Çev.: M. Erdost, V. Baskı, s. 23.

16 Nisan 2012

,

Kitle, Kadro, Devrim

Sol, sosyalist, devrimci ya da komünist hareketin genel bir tıkanma ve likidasyon döneminden geçtiğini söylemek mümkün. Tıkanma, çekirdek kadroların direnci; likidasyon, çekirdeğin etrafını kuşatan halkaların bu direnç sonucu dağılması olarak okunabilir.

Hindistanlı komünist Manabendra Roy, Lenin için “o kendisinin olmayan şeylerden koca bir bina kurdu” diyor. Yani Roy’a göre, Lenin’in devrimi, Lenin’in mülk edinmediği, mülkiyet hevesiyle ipotek koymadığı, görece “serbest” toplumsal-tarihsel bileşenlerin koşulladığı bir sonuç. Bu tespit, muhtelif çağrışımlara gebe.

Lenin, liberal Zemtsvo’lar ve 1905 Devrimi’nin burjuva demokratik halk meclisleri olan sovyetler konusunda da benzer bir yaklaşım sergiliyor. “Saf ve arî kalalım” diyenlere, “bu hareketlerin içine girin” emrini veriyor. Oysa her ikisinde de Çar’ın istihbarat örgütü Okhrana’nın parmağı var.

Lenin, 1905’te köylü hareketinin önder konumuna gelmiş Papaz Gapon’la birkaç saatlik görüşme yapıyor. Toplantı sonrası karısına, “köylülüğün devrimci bir potansiyel taşıdığını hiç düşünmemiştim” diyor. Krupskaya ise işçi-köylü ittifakı formülünün bu görüşmenin ürünü olduğunu ekliyor. Oysa Gapon, köylü hareketini maniple etmesi için görevlendirilmiş bir Okhrana ajanı.

Mao’nun “Uzun Yürüyüş”ü de ham Leninist formüllere benzer bir biçimde istismar edilen derslerden. Mao, on bin kilometrelik yürüyüşünde Çin’deki Japon güçleri ile milliyetçi güçler arasındaki çatlaklardan sızarak ilerliyor. Yürüyüş boyunca dağlarda eşkıyalarla ittifaklar kuruyor. Elini de çizmesini de kirletiyor.

“Devrimi kitleler yapar” ve “devrimi profesyonel kadrolar yapar” söylemleri, bu türden politik hamleleri ve adımları görmeyecek bir yerde duruyor. İlkinde güçlü görünen bir bedene, ikincisinde kendisini güçlü gösteren bir ruha olan mutlak inanç hüküm sürüyor. İlki, iki açık ve net bedenin, ikincisi saf ve donuk iki ruhun kapışma ânına ilişkin tahayyülünü her somut âna dayatmayı maharet sayıyor. İlki kitleleri, ikincisi kadroları bu kapışmaya göre eğitip hazırlıyor ve bu kapışmanın kendisinin zafer dediği şeyle sonuçlanacağına dair güvenini ve öngörüsünü satmayı siyaset zannediyor. Zanla siyaset olmuyor.

Mutlak inanç, belli olguları mistifiye etmeye mecbur. Kitleciler için kitlesel cüsse, profesyonelciler içinse devrimci durum, hiçbir zaman olmayacak bir dua gibi.

Diyelim, bir ülkede yönetenler eskisi gibi yönetemiyor, yönetilenler eskisi gibi yönetilmek istemiyor ve politik/ekonomik düzeylerde ciddi bir kriz mevcut ise buna “devrimci durum” dememek için türlü taklalar atılıyor. Çünkü bir duruma devrimci diyebilmek için profesyonelci, kendisi gibi devrimcilerin varlığını şart koşuyor. Oysa bu da ancak kendisinin ulaştığı ya da ulaşabileceği bir hedef.

Rus, Çin, Küba ve Arnavutluk çizgilerinin devamcıları, tek vasfı ve tek geçim kaynağı bu devamcılık olanlar, eski ezberlerini bu şekilde güncelleştirme imkânı buluyorlar. Eskiden “en devrimci” onlardı, şimdi de ancak kendileri gibi olanlar, meçhul bir gelecekte devrimci olabileceklerdir. Eskiden devrimciliğin en üst modeli geçmişte aranırdı, şimdi geleceğin sisli dünyasına atılmış hâlde.

Kitlecilerin de profesyonelcilerin de kendi tarih ve toplum algıları var. Her ikisinde de biyolojik bir gen aktarımı misali, belli kodlar kuşaktan kuşağa geçmiş ve sonuçta kendisi var olmuştur. Devrim ve kitle hareketleri, iki kanaldan saf bir biçimde akıp kendisini var etmişlerdir. Bu biyolojist tutum eleştirilmelidir.

İlgili özne, kendi öznel kuruluşunu yıkım sürecine dayatır. Böylelikle kendisini koşullayan yıkıcı dinamikleri kendi öznel varlığında etkisizleştirir. Zaten profesyonelcilik, ilgili yıkıcı dinamiklerin ölümüne ait bir işarettir. Tersten, kitlecilerin belli toplumsal-tarihsel dinamikleri belirli bir durumda formatlaması, sabitlemesi ve mülk edinmesi de kurucu dinamiklerin ölümünü işaretler.

Demek ki bakılması gereken yer, kitlecilerin ve profesyonelcilerin işaret parmakları ya da o parmakların işaret ettiği yer değil. Komünist hareketin kendisini, onların varlık alanlarının dışına taşıması zorunlu.

İslamî hareket ve Kürd hareketi vurduğunda solun neresi zafiyet gösteriyorsa, orası Müslüman ve Kürd olanın nesnel pratiği ile pekiştirilmelidir. Kitleciler ve profesyonelciler, Müslüman ve Kürd olan iki ayrı araziye gene hiçbir değişime maruz kalmaksızın, eski hâlleriyle girip çıkmayı, oradan kitle ya da kadro çalmayı öngörebilmektedir ancak. Bu noktada ezilenler ya da özgürlük bağlamında, “UKKTH” ya da “devrimci İslam” gibi yalanlar dile dolanacaktır. Her iki kesim de komünist manada “kendisinin olmayan”, mülkiyet ve rekabet ilişkisi kurmadan hemhâl olup belli bir hedefe doğru örgütleme pratiğini geçersizleştirmek zorundadır.

Her iki kesim de Kürd’ün ve Müslüman’ın teorik, ideolojik ve politik düzeylerde, nesnel ve öznel planda koşulladığı yıkıcı ve kurucu pratikleri, ya görmezden gelecek ya da görse bile onları etkisizleştirmek isteyecektir.

Mülkiyet ve rekabetle düşünmek, küçük burjuva bir edimdir. Burada saf, arî ve temiz olma istemi başattır. Kitleci siyasetler, kendi özünü belli bir mesafeye çekmek suretiyle saf kalmak isterler. Profesyonelciler ise öznel kuruluşlarını kitlenin dışında gerçekleştirirler.

Kaypakkaya, Lenin’e atıfla, şu tespiti yapar:

“Yine Lenin devrime katılanların birçoğunun küçük-burjuva önyargılarını, gerici hayallerini de birlikte getireceklerini, bunsuz devrim olmayacağını ve bunların devrimden sonra da hemen ortadan kalkmayacağını söylüyor. 1905 devrimine, Japon parası alanların, bir kısım maceraperestlerin vb.nin de katıldığını, ne var ki hepsinin farklı nedenlerle, fakat aynı ortak hedefe saldırdıklarını belirtiyor. Proletaryanın öncüsünün rolü, bütün bu muhtelif unsurları birleştirmek, ortak hedefe karşı saldırılarını yöneltmektir diyor.”

[İbrahim Kaypakkaya], farklı saiklerle hareket eden unsurların ortak hedefe örgütlenmesi noktasında eğitim ayağında yapılması gerekene ilişkin olarak da şunu söylüyor:

“Biz, sınıf mücadelesinden kopuk entelektüel gevezeliği reddediyoruz.”

Bugünse Kaypakkaya’yı vitrin mankeni yapanlar, profesyonelci yaklaşımlarını doğrulamak, doğru Ahmet’i oynamayı komünistlik olarak satmak adına, Tahrir’deki kitleye TKP kafası ile “çapulcu sürüsü” diyor, “devrim benden sorulur” diyebilmek için örgüt güzellemeleri kaleme alıyor, komplo teorilerini güncelliyor.

Örgütün yüceltilmesi adına devlete, kitlenin göğe çıkartılması adına burjuvaziye öykünülüyor. Ülke ve bölge değerlendirilmeleri, ya devlet ya da burjuvazi merkezli olarak şekilleniyor. Bugün sömürüye ve zulme karşı mücadele eden unsurların nesnel kolektif pratiği içinden, orada olarak yapılan bir değerlendirmeye rastlanmıyor.

Tıkanan ve likide olan, mülk edinilen ve rekabet piyasasına sokulan unsurlar. Bu unsurlar, başka mülk edinme biçimlerine vakıf olduklarında ve başka rekabet ortamlarında var olmayı öğrendiklerinde sol-sosyalist ve komünist hareket, tel tel dökülüyor. Bu gelişmeye “saflaşıp paklanıyoruz” diye sevinenler de var, saflıklarını ispatlamak adına kitlelere koşarak cevap verenler de.

Sol, esas olarak mülkiyet ve rekabet dünyasına eleman yetiştiriyor. Devlet ve burjuvazi ile içli dışlı oluşunu devrimcileştiremiyor, devrim olmayınca, kendisini devlet ve burjuvaziye eklemlemek suretiyle var etmeye mecbur kalıyor.

“Devrimi sadece biz yaparız” diyenler, “biz” denilen şeyi, “devrimi kitleler yapar” diyenler ise “kitle” denilen şeyi devrimden kaçırıyorlar. Devrim olmak, bizin ve kitlenin içinde devrim yapmak, geleceğin somut politik devrimi için bugünün ayrışan parçalarını örgütlemek, birleşen unsurlarını bölmek, kendini buna örgütlemek, her kuruluşta kendini yeniden yıkmak, her yıkımda kendini yeniden kurmak, toplumsal-tarihsel dinamikleri kolektivize etmek olmadan devrim, “biz”in ve “kitle”nin oluşumundan kaçırılıyor.

Bilgi ve silâh, esas olarak mesafe almakla ilgili. Kitleciler ve profesyonelciler, farklı üsluplar deneseler de, mesafe alma noktasında ortaklar. Mesafe, zamanla ne için ve neden ve nasıl dövüşüldüğünü unutturuyor. Onca bilgi ve onca silâh, aradaki mesafeye zamanla gömülüyor. Kadrolar ve kitleler, mezarlıkları genişletiyor. Kadro ve kitle arasındaki mesafe açılıyor. Boşluk, devlet ve burjuvazinin güçlerince dolduruluyor. Bu güçler, “devrim olmasın” diye tüm gayretleriyle çalışıyorlar. Sınıflar mücadelesinden azade bir “kitle” ve “kadro” miti, entelektüel gevezelikler üretiyor. Bu gevezelik, varlığını mutlaklaştırmak adına mülkiyet ve rekabeti tek yol belliyor. “Tek yol devrim” bir sokak grafitisi olarak kalıyor.

Eren Balkır
16 Nisan 2012

11 Nisan 2012

Wall Street'i İşgal Et ve Komünistler


Marksizm-Leninizmin en dâhiyane yönü, analiz becerisi değildir. Marx ve Lenin’den önce de bir sınıfın üretim araçlarına sahip olduğu, diğer bir sınıfın da emeğini sattığı düşüncesi zaten mevcuttu.

Marksizm-Leninizm, bu düşünceyi tarihsel bir bağlam içine oturttu, ona bir yön verdi, tarihsel gelişimin yasalarını belirledi ve bu sınıflardan birinin diğeri karşısında nasıl muzaffer olacağını söyledi.

Kendiliğindenlik ve Devrim

Özel olarak Leninizm, bu hedefe ulaşmak için gerekli strateji ve yöntemlerin gelişimini ifade eder. Leninizmin dehası, Marksist “tarihsel kaçınılmazlık” anlayışını açıklığa kavuşturmasıdır. Leninizm, işçilerin basit anlamda bir gün uyanıp maddî koşulların büyülü biçimde itmesiyle ayaklanarak kapitalist sistemi alt edemeyeceği anlayışını ortaya atmıştır.

Bundan ziyade Marksist-Leninistler, işçi sınıfının en gelişkin unsurlarından teşkil olan disiplinli bir öncü partinin sınıfın geri kalan kısmını ileri itmesi gerektiğini düşünürler ve kapitalizmi alt etmek için gerekli liderliği temin ederler.

Lenin’in işaret ettiği üzere, “kendiliğindenlik” devrime yol açmaz. İşçiler belirli durumlarda “kendiliğinden ayaklanmalar” başlatabilirler. Onlar zalimlerle yüzleşirler ama bunu yaparak kendilerine kimin, neden zulmettiğine ilişkin açık bir fikir edinemezler. İşçileri liderlikten yoksun bir biçimde sadece kendi sahip oldukları aygıtlara terk etmek olarak özetlenebilecek bu basit düşmanlık, sadece “sendikal bilinç” üretir. Sınıfı üst, devrimci bir bilince yalnızca devrimci bir parti yükseltebilir.

İşçilerin Dünyası Partisi ve ben, Wall Street’i İşgal Et hareketi’ni bu anlayış üzerinden ele alırken, Jay Rothermel’in Marxist Update’i, The Militant, Worker's Vanguard ise ilgili anlayışı şiddetle eleştiriyor.

Wall Street’i İşgal Et, kendiliğindenlikle ilgili olarak önemli bir ders kitabı niteliğindedir. Sokağa esas olarak gençlik, öncelikle eski işçi aristokrasisinin ve küçük burjuvazinin evlatları döküldü. Bu kitle, “biz %99’uz” diyor. Bunlar, şirketleri ve bankacıları önsınıf bilincinin en temel biçimi dâhilinde eleştiriye tabi tutuyorlar.

Sahip oldukları yegâne birleştirici mesajları ise “parayı elinde tutanlar bizlere kelek atıyorlar”. Elbette bu mesaj yanlış değil, ama Marksistlerin ifade ettiği biçimiyle, sadece buzdağının görünen kısmına işaret ediyor.

“Biz %99’uz” şiarı ile kitle, New York emniyetiyle günün yarısına yayılan bir mücadele yürütüyor. Kapitalist mülkiyetin bir kısmını işgal ediyor. Toplumu sarsıyor. Emekçi halkın muhayyilesini ele geçiriyor ve onların temel, önsınıfsal hislerini paylaşıyor.

Buna Kendiliğindenlik Denir

Öncü partinin işi, müdahale etmektir. Parti, mücadeleyi desteklemeli ve süreç içinde devrimci bir yön dâhilinde politikasını saflaştırıp güçlendirmelidir. Devrimci bir partinin görevi, her kıvılcımı “yangın”a çevirmektir. Burada yapılacak bir hata, devrimci bir partinin işini yapamaması demektir.

Kitle Hareketine Nasıl Etki Edilir?

Wall Street’i İşgal Et, kendiliğinden bir ayaklanmadır, üzücü olan şu ki Marksist solun önemli bir bölümü, tüm kendiliğinden ayaklanmalara yaklaşırken sergilediği sekter alışkanlıkları bu noktada da yinelemiştir.

New York’ta şu mesajı içeren yüzlerce bildiri, makale ve broşür okumak mümkün örneğin:

“Karşı karşıya gelen %99 ve %1 değil, burjuvazi ve proletaryadır. Marx okuyun çocuklar! Biz komünistler sizden daha akıllıyız!”

Wall Street’i İşgal Et’i eleştiren ve küçümseyen bu türden lafların hareketin bileşenleri üzerinde herhangi bir etkisi olamaz. Bu tür sözler, taksilerinin pencerelerinden “gidin bir iş bulun!” diye bağıran Limbaugh (Cumhuriyetçi Parti yanlısı bir radyocu) taraftarlarının sözleri misali, bir kulaktan girip diğerinden çıkar.

Kitle, Spartakistler Birliği, Enternasyonal Bolşevik Eğilim, Sosyalist İşçi Partisi ya da her türden sol eğilimin basıp dağıttığı bu türden bildirilerde aynı cümleleri okumaktadır.

Bu kesimler, şabloncu bir üslupla, Wall Street’i İşgal Et’e Lenin’in Sosyalist Devrimci Parti ya da Narodniklere yaklaştığı gibi yaklaşıyorlar. Bunlar, Wall Street’i İşgal Et’in kendiliğinden bir ayaklanma olmadığını, gelişkin bir oportünist politik eğilim olduğunu düşünüyorlar. “%99 ve %1”deki matematikçilikte “burjuva ile proleter” arasındaki karşıtlığa ilişkin Marksist yaklaşıma zıt bir nitelik buluyorlar.

Bu, tamamıyla ölümcül bir hata oysa. Wall Street’i İşgal Et, ideolojik bir akım değil. O, sadece kendiliğinden bir ayaklanma.

Marksistler, “%99 ve %1” anlayışına düzeltme gayesi ile yaklaşmamalıdırlar. Aksine onların yaklaşımı, “boşlukları doldurma” amaçlı olmalıdır.

%99 ve %1 istenen her şekilde tarif edilebilir. Marksistler de onu burjuva ya da proleter olarak tarif etmekte hürdürler.

Sekter solun yaptığı düzeltmelerin, patronu aleyhinde bir pankart taşıyan grevci işçiye “Aptal mısın, mesele patron değil burjuvazi! Ücret, Emek ve Sermaye’yi daha okumadın mı?” demekten bir farkı yoktur.

Kendiliğinden gelişmiş bir fikriyata sahip işçi patronun kim olduğunu bilir ama sınıfsal ilişkiyi bilmez. İşçiyi düşmanca bir üslup dâhilinde düzeltmek suretiyle ona etki edebileceğini düşünmek mümkün müdür?

Ya da grev hattına katılıp işçiyle birlikte “patronların kıçına tekme atalım!” diye neden bağırmıyoruz ve siperde olduğumuz süreç dâhilinde ona patronsuz bir dünya vizyonunu neden önermiyoruz?

Wall Street’i İşgal Et’in Politik Evrimi

Wall Street’i İşgal Et’in ilk günlerinde anti-komünizm tüm cüssesiyle mevcuttu. Komünist grupların pankartlarını taşıyanlar düşmanca karşılandılar. Onlara “neden buraya hâkim olmaya çalışıyorsunuz?” diye soruluyordu. “Bu partilerle ilgili bir mesele değil ahbap!” deniliyor, komünistlere “Küba bu iş için size kaç para ödedi?” türünden sorular yöneltiliyordu.

Sonrasında ırkçılık ve aşırı duyarsızlık gösterdi yüzünü. Sıklıkla ulusal baskıyı inkâr eden bildiriler dağıtıldı. Ron Paul’un (“solcu” bir Cumhuriyetçi kongre üyesi) yardakçıları ile John Birch Derneği (anti-komünist, Hristiyan aşırı sağcı dernek. Birch, 1945’te Çinli komünistlerce öldürüldüğünden, dernek üyeleri tarafından soğuk savaşın ilk “şehid”i kabul ediyor.) üyeleri göstericilerle kol kola yürürlerken Marksistlere düşmanca muamele edildi.

Ama sonra bu durum tümüyle değişti.

Peki Neden Değişti?

Çünkü John Birch Derneği gitti. “Komünistlerin işe el atmasına izin vermeyin” deyip duran zengin liberal kuruluşlar da ona eşlik ettiler. STK’ler çekildiler. Demokrat Parti onları yalnız bırakmadı.

Ancak binlerce genç orada kaldı. Bu gençlerin önemli bir kısmı için sistemde sorun yoktu ama onlar “lidersizler” denilen kesimin “iyi iş çıkardınız, şimdi eve gidin ve Obama’ya oy verin” gevezeliğine rağmen orada olmaya devam ettiler.

Kitleyi yanlışa sevk etmeye çalışanlar ayaklanmayı parçalamak için çalışıyorlar.

Ama devrimci Marksist-Leninist hareketin küçük de olsa bir kesimi hâlâ orada. Wall Street’i İşgal Et, “anayasa günü”nde işe koyulduğu için böbürlenen bir hareket olmaktan çıkıp 1 Mayıs’ta Genel Grev çağrısı yapan bir harekete dönüştü.

Şimdi Birlik Meydanı’ndaki işgalciler arasında en yaygın soru şu: “Onca dizüstü bilgisayarı nereye gitti?”

Tüm liberal blogcular gitti. Tüm çiçek çocukları ve Demokrat Parti yalakaları gözden kayboldu.

Wall Street’i İşgal Et, beyaz çoğunluğun hâkimiyetinden çıkıp geniş ölçüde çok milletli bir gruplaşmaya evrildi. STK’lerin fonladığı liberallerin “profesyonel sol”unu başından defetti. Hareket, bu kesimin yardakçılarını ya korkuttu ya da saflarına kattı.

Bugün hareketin merkezinde asabi pankçılar, anarko-sendikalistler, işten çıkartılmış orta yaşlı işçiler ve gerçek devrimci eylemciler duruyor.

Yıllarca sekter sol, genel grevin tek cevap olduğunu söyleyip durdu, şimdi ise binlerce genç yapıyor bu çağrıyı. Üstelik bu çağrıyı Uluslararası İşçi Günü’nde yapıyor. Gençler, göçmen işçiler ve onların sendikaları ile birlikte ortaklaşa yürüyüşler düzenleyip şu taleplerini iletiyorlar: “Çalışma! Alışveriş Yapma! Sokağa Çık!”

Trayvon Martin (26 Şubat 2012’de bir beyaz tarafından katledilen 17 yaşındaki zenci genç) davasına sahip çıkıyorlar. Polisin suratına artık “sen de %99’sun” diye bağırılmıyor. Bunun yerine “kötü bir polisten başka bir şey değilsin!” şarkısı söyleniyor. Elvis Presley’nin klasikleşen “Av Köpeği” şarkısının ezgisi (New York belediye başkanı) Michael Bloomberg’in özel ordusunun suratına haykırılıyor.

Semada kızıl bayraklar dalgalanıyor. Her yerde “sınıf savaşı” yazılı pankartlar ve afişler… Yürüyüşlerde “Tıpkı Ho Chi Minh gibi İşgal Hareketi de Kazanacak!” diye bağırılıyor.

Altmışların savaş karşıtı hareketinin de Norman Thomas’ın (altmışlarda Amerika Sosyalist Partisi lideri) siyasetinden Bernadine Dorhn’un (Devrimci bir hareket olan Weather Underground [“Yeraltından Hava Durumu”] örgütünün kurucusu) siyasetine doğru evrilmesi beş yıl sürmüştü. Wall Street’i İşgal Et ise bu gelişimi birkaç ayda tamamladı ve şaşırtıcı olmayan bir biçimde Todd Gitlin’i (“Yeni Sol”cu yazar) doğurdu.

Chris Hedges’ın Rolü

Chris Hedges, Wall Street’i İşgal Et’in politik olgunluğuna ve yaşadığı gelişime karşı verilmiş bir cevap. Hedges, hiç Marksist olmadı. O, Doğu Bloku’nun çöküşünü alkışlayan burjuva bir yazar bozuntusu. Bush dönemi boyunca, Hristiyan diriliş hareketine katılan kafası karışık işçilerin, Mussolini’nin Kahverengi Gömlekliler’ine eşdeğerde olduğunu iddia etti. Bu yaklaşımı kendisinin “Daily Kos” (Demokrat Parti yanlısı bir blog sitesi) tarafından sıkça övgüye mazhar olmasını sağladı.

Birdenbire “anarşist” oluveren Hedges, Kara Blok’u şeytanîleştirdi. Son dönemdeki hedefi ise Oakland’ı İşgal Et Hareketi.

Neden?

Çünkü Oakland’ı İşgal Et Hareketi, ülkedeki en uzun ömürlü, militan Marksist sendikalardan biri olan Uluslararası Kıyı Boyu Ambar Sendikası’nın (Amerika’nın batı sahilindeki dok, otel, konserve fabrikası, kitapçı ve ambar işçilerinin sendikası) lehine bir sözleşme imzalamasını sağladı.

Hedges’ın rolü ise Wall Street’i İşgal Et’i bölüp parçalamak. O, saf anlamda anti-kapitalist bir mücadeleye dâhil olanları hareketten uzaklaştırmaya çalışıyor.

Kitabında klasik tüm numaralara başvuruyor.

Kara Blok, ne türden bir “şiddet”e başvuruyor? Camı çerçeveyi mi indiriyor? Çöp tenekelerini mi deviriyor? Kadınlara cinsel tacizde bulunup, insanların kaburgalarını kıran ve halkı dağıtan Bloomberg çetelerinin tutuklama girişimlerine mi direnmek şiddet?

Bu türden bir hakareti ne meşru kılabilir?

Wall Street’i İşgal Et epey bir gelişme kaydetti. Kara Milliyetçilerin, Devrimci Eylemcilerin ve diğerlerinin Wall Street’i İşgal Et’e katıldıkları, Birlik Meydanı’nda başlayan ve “Hepimiz Trayvon Martin’iz” şiarı ile sokakları fethederek ilerleyen yürüyüş çok güzeldi. “Polisler, Mahkemeler, Ku Klux Klan, Hepiniz Patronların Planının Bir Parçasısınız!” şiarını duymak da harikaydı.

Hedges’ın ödünü kopartan da tam olarak buydu.

“Nereye Gittiğini Kimse Bilmiyor”

Wall Street’i İşgal Et, kimsenin ummadığı bir nitelik kazanıyor.

Seattle Savaşı, üç günden az sürmüştü. Irak Savaşı Karşıtı Hareket, hafta sonları düzenlenen birkaç gösteriden ibaretti ama herkesin umut ettiği bir yangına hiç dönüşmedi.

Son on yıl içinde küçük kıvılcımlar çakmadı değil ama hepsi de kısa sürede sönüp gitti. Bu kıvılcımların koşulladığı politika hiçbir ilerleme kaydetmedi ve zamanla enerjisini yitirdi.

Wall Street’i İşgal Et, bu şablonun dışına çıktı. 17 Eylül’de başlayan hareket henüz bitmiş değil. Sokak savaşları hâlâ devam ediyor. Politik anlamda gelişme kaydediyor. Değişiyor, yeniden biçimleniyor, yeni ve farklı yollar çiziyor.

Wall Street’i İşgal Et, her ilerici ve solcu talebi tanım itibarıyla kuşatabilecek bir hareket. İşçilerin Dünyası Partisi Genel Sekreteri Larry Holmes’un hareketin doğduğu günlerde dile getirdiği ifadeyle o:

“Herkese ‘ayağa kalk!’ diyen, göğe asılmış bir neon tabela gibi.”

Tabela, gökte hâlâ asılı. Işığı daha parlak. Dr. Frankenstein misali, liberaller, Moveon.org ve STK’ler “biz ne yaptık?” deyip korkudan tir tir titriyorlar.

Marksist gazeteci ve 1919’daki Seattle Genel Grevi’nin lideri Anna Louise Strong da benzer bir durumdan söz ediyor. Birkaç ay sonra kurulan Komünist Parti’ye katılan, Dünya Sanayi İşçileri ile Sosyalist Parti yandaşı dok işçileri için kaleme aldığı broşüründe Wall Street’i İşgal Et’e dönük olarak tüm işçilerin dile getirmesi gereken hissiyatı özetliyor.

Aşağıdaki ifadede “emek” yerine “%99”u koyduğumuzda, Wall Street işgalcisinin polise karşı siper savaşında yanında olan yoldaşından duyması gereken cümleyi okumak mümkün olacaktır:

“Emek hastaları doyurabilir! Emek çocukları büyütebilir! Emek dünyayı asalaklar olmaksızın kendi başına yönetebilir. […] Biz, artık uç vermiş bir yol açıyoruz. Kimsenin nereye gittiğini bilmediği bir yol!”

Caleb T. Maupin

03 Nisan 2012

,

Fikret Başkaya ve Örgütlülük Meselesi


2003’te yönetmen Lars von Trier, Jørgen Leth’le birlikte bir proje hazırlar. Projede Trier, Leth’in 1967’de çektiği Mükemmel İnsan filmini kendisinin tayin ettiği bir dizi yasakla beş kez yeniden çekmesini ister. Filmin Küba’da çekilmesi, kadın kullanılmaması ya da bir versiyonun çizgi film olarak hazırlanması gibi maddelere uygun olarak Leth, projeyi tamamlar ve ortaya Beş Engel filmi çıkar.

Bu türden bir yöntemi Fikret Başkaya’ya uygulasak[1], ondan “bürokrasi” ve “Stalin” sözcüklerini kullanmadan, basit bir kompozisyon kaleme almasını istesek, Başkaya’nın bir cümle bile yazamayacağı görülecektir.

Sürekli kendi benliğinin ve kişiliğinin işaretlenmesini istemeyi politiklik zannetmek, Başkaya’nın alamet-i farikasıdır. O, tüm ömrünü bu kavramların reddiyesi üzerine kurmuş, onca yıldır teorik manada tek bir adım atamamış, bu, politik ve ideolojik açıdan kısırlaşmayı beraberinde getirmiştir.

Kısırlaşma, doğalında, kolaycılığı tetiklemiş, ötelemek, öte diyarlara savurup atmak için o, içi boş bir sınıf mücadelesi ve kitleden dem vurmuş, ama örneğin her liberal gibi o da Stalin ile Kemal’i yan yana koyabilmiş, aradaki sınıfsal-politik farklılığı silikleştirmiştir. Onca sınıf mücadelesi ve “işçilerin kurtuluşu onların kendi eseri olacaktır” ayetinin yinelenmesi işe yaramamış, nedense Stalin-Kemal arasındaki farklar, sınıfsal-politik açıdan analize tabi tutulamamış, aradaki ayrım bir ânda silikleşmiştir. Bu tavrın tabii ki Ekim Devrimi’ni devrimden saymamakla bir ilgisi vardır.

Özgür Üniversite, Kürd kurtuluş savaşının zirvede olduğu dönemde Yalçın Küçük gibi isimlerin bir hava yastığı olarak örgütlediği mekânlardandır. Buralarda devrimci hareketten ve Kürt hareketinden gelen, metropolün tadına varmış gençler, birer bireye dönüştürülüp teker teker likide edilmişlerdir. Doksanlarda İstanbul’daki bürosunun duvarında yazan şu söz, siyaseten ne yaptığını, ne işe yaradığını özetler niteliktedir: “Rakibini geçemiyorsan, onun ilerlemesine engel ol.”

Kimi dönemler belli sol gruplar, özellikle troçkistler, üniversiteyi ele geçirmiş, burada, içinde bürokrasi ve Stalin geçen “yeni” cümleler kurmaya çalışmışlardır. Sosyalist hareket, kendi topuğuna sıkmayı, kendisine çelme takmayı, akademinin küçük burjuva sularında boğulmayı buralarda öğrenmiştir.

“Özgür” Üniversite gibi kurumlar, küçük burjuvanın özel olma takıntısını gıdıklamış, onlara ukalalığı ve kibri solculuk zannetmeyi öğretmiştir.

Özgürlük, bir yanılsama olarak aşma meselesine indirgenmiş, haddini bilmeyenler, teorik, ideolojik ve politik düzeylerde gördüğünü varsaydığı tüm engelleri aşmayı bilip öğretmeyi maharet saymışlardır. Bu noktada ayrımlar, farklar ve sınır çizgileri silikleşmiş, havada uçan, ayağı yere basmayan, yüzergezer bir yarı-aydın güruhu ortalığı, zombi filmlerindeki kimi sahneleri aratmayacak bir biçimde, sarmıştır.

Akademi, eldeki burjuvazi ve devlet için başarılı olanı mutlaklaştırıp satmakla yükümlüdür. Bugün sermaye, yüksek maliyetli bulduğu araştırma-geliştirme işlerini üniversitelere havale etmiştir. Hocalar ve asistanları, bilimi ve sanatı bu alana bağlamaktan başka bir şey yapmamaktadırlar. Herkes, basit anlamda ekmek davasında ve hayatta kalma uğraşındadır. Solculuk, bu uğraşın süsü püsüdür. Hepsinde birer yaka kartı vardır ve o kartlarda sermayenin hizmet kadrosu listesindeki isimler yazılıdır.

Özgür Üniversite de yaklaşık yetmiş yıldır burjuvazinin mekânlarına giriş kolaylığı sağlayan “bürokrasi ve Stalin eleştirmeni” yazan bu türden bir yaka kartıyla kendi konumunu pekiştirmektedir. Burjuvazi, kendi konumunun “mutlaklığına” halel getiren her türlü çıkışı talileştirmek, geçicileştirmek ve parçalamak için hamle yapmaktadır.

Yani işçiler birleşecek, bir olacaksa, Başkayagiller hemen “tekleşme” eleştirilerine ait mızraklarını çıkartıverirler. Devrimci hareket, birleşme sürecini hakikatin zorunluluğuna uygun olarak dile dökmeye başladığında bu liberaller, kendi sınıflarının tekliğini korumak adına, çoğulluk edebiyatı yaparlar. Komünist hareket nereye elini atsa bunlar, orayı silikleştirmeye, oranın içini boşaltmaya, orayı eritmeye ve geçersizleştirmeye çalışırlar.

Başkaya kendisine hitaben söylenmiş, “bağımsız sosyalistler örgütlensinler ya da konuşmasınlar” eleştirisini savuşturmak için türlü taklalar atar. Dördüncü Enternasyonal boşa düşmüşse, o, üçüncü ve ikincisini de düşürür. “Bakacağımız yer Birinci Enternasyonal’dir” der. Esasen onun da bir kıymeti yoktur. Çünkü Başkaya, Bakunin ve Marx arasındaki teorik ve politik kavgaya bakmaz. Marx’ın “eşek ve sahte peygamber” olarak nitelediği Bakunin’i tasfiye etmek adına enternasyonalin merkezini New York’a taşıdığı gerçeğine gözlerini kapar.

Engels, bu hususta şu can alıcı tespiti yapar: “Bakunin için Enternasyonal, gelecek toplumun çekirdeği, bizim içinse ilkörneğidir.” Burada Engels, özünde, Bakunin’in devrimci ve politik olmadığı üzerinde durur. Ki sonuçta Bakunin, Avrupa ülkeleri ile Rusya arasındaki rekabetten istifade eder ve bir süre sonra da Çar’ın eteklerini öperek siyasi hayatını sonlandırır.

Başkaya gibi liberal küçük burjuvalar, meselelere mülkiyet ve rekabet ölçülerine göre baktığından, “her şeyin başı ve sonu ben olmalıyım” takıntısı ile hareket ettiğinden, kendilerini bir başlangıç belirlemek zorunda hissederler. Burada başlangıç, adı üstünde, Birinci Enternasyonal’dir.

Oysa bu enternasyonalin önceli vardır: Adiller Birliği. Marx ve Engels, esas olarak içe doğru, içrek ve içten bir dille yazdıkları Manifesto’da bu Adiller Birliği’nin teorik, ideolojik ve politik gidişatına ve güzergâhına müdahalede bulunurlar. Temelde metin, bu birliğin eleştirisi ile yüklüdür. Bu anlamda Manifesto’nun salt sosyoloji, iktisat ya da tarih biliminin Procrust yatağına yatırılması yanlıştır. Bu uğraş, metnin politik niteliğini berhava edecektir.

“Procrust yatağı” tabiri, Elen mitolojisinde seyyahları demirden yatağına yatırdıktan sonra, yatağa tam uysun diye bacakları uzunsa kesen, kısaysa uzatan bir eşkıya hikâyesine dayanır. Dolayısıyla, Manifesto’da kesilip atılan ya da uzatılan ifadeler, politik niteliğinin silikleşmesine dairdir. Burada Marx ve Engels, “tüm insanlık kardeştir” şiarını atan Adiller Birliği’ni eleştirerek, “hayır, tüm insanlar kardeş değildir, bazıları kardeştir ve tüm insanlık ikiye bölünmüştür: işçiler ve burjuvalar” der.

Birliğin bu hümanist tutumunu işçi sınıfına dayatmak da mümkündür. Anlaşılan Başkaya bu hattın devamcısıdır. Onun zihninde işçi, yüce insan ve birey ideasının içinde erir ve kaybolur. Bu hamle de işçi olmaktan korkan, işçi olmaktan tiksinen, işçi olmaktan sürekli kaçan küçük burjuvalara sıcak gelir.

Bu ayrım, yani bazı işçilerin “kardeş” olduğu yönündeki politik ayrımı da Lenin’i var eder. Başkaya’nın esasta Stalin saldırısı Lenin’e yöneliktir ve kafasında tarihsel-toplumsal açıdan hiçbir kırılmaya, dönüşüme ve sıçramaya maruz kalmamış “metafizik” bir marksizm kurgusunu muhafaza etmek ve kendisini bu kurgunun mutlak, biricik taşıyıcısı olarak lanse edip satmak istemesiyle ilgilidir.

Lenin demek örgüt demektir, Lenin’in ifadesiyle, örgütlenme işçi sınıfından öğrenilmiştir. Lenin’i silmek, işçinin adını yaldızlayıp kendisini silmek demektir. Bu, tinerci çocuklar için düzenlenen lüks balolara o çocukların sokulmaması gibidir.

Dev-Sağlık Sendikası, doktorlarla bir çalışma yapar ve sendika görevlisi, yaşanan neoliberal süreci anlatırken, bir bayan doktor, “bir dakika, siz bizim işçi olduğumuzu mu söylüyorsunuz?” diye sorduktan sonra sendikacı “evet” der, bunun üzerine doktor, “ben işçi olmamak için onca yıl okudum” diyerek hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar.

Sol, genel olarak bu doktorun endişelerine ve korkularına kilitlenmiş durumdadır. Kendi varlığını burada tanımlamaktadır. Dolayısıyla, Özgür Üniversite ve Fikret Başkaya’nın örgüt düşmanlığı da bir seviye üstte, bir biçimde işçileşmeyi emreden örgütlülüğü tasfiye etmeye niyetlenen küçük burjuvazinin liberal özgürlük yalanına hizmet etmektedir.

Bu noktada herkes gibi Başkaya da Marx’a atıfta bulunmaktan geri durmaz ve teorik çalışmanın pratik-örgütsel çalışmanın önüne konulması gerektiğine ilişkin bir cümlesini öne çıkartır. Bu lafı eder, ama onca yıldır kendisinin solun entelektüel birikimine ne kattığını hiç sorgulamaz. Batıdaki bazı isimlerin taşeronluğu ve “copy-paste” entelliği dışında, elde bir şey yoktur. Örneğin her aydın gibi bir tarih çalışması yapmış, ama bu yoğunlaşma şu tür cümleleri üretmiştir: “Osmanlı İmparatorluğu her zaman siyasi bağımsızlığını koruyan bir devlet olarak varoldu. Bu durum 1908-1923 sonrasında da öyleydi.”

Bir ilkokul öğrencisi bile “peki hocam kapitülasyonlar, Lozan, Kore, 6. Filo, Adriyatik-Çin Seddi, 28 Şubat, bugün Suriye ve İran?” diye sorabilir pekâlâ.

Özgür Üniversite’nin tüm ömrü boyunca teorik ve ideolojik süreçlere dair ve içre herhangi bir müdahalesi ve katkısı olmamıştır. Mesele bağcıyı dövmek olunca, taş üstün(d)e taş koyma(ma) derdi de olmaz, bu dert olmayınca varlık içten içe çürü(tü)r.

“Örgüt veya örgütler, devrim öncesinde muhalefetin yükselmesi ve devrim sonrasında da rotanın şaşmasını, yalpalamaları ve zaafları engelleyici bir işlev görebilir.”[2]

Bu tespite göre, devrimde örgütün yeri yok. Onu zaten sınıf yapıyor. “Örgütlülük” yazısında da gerileme döneminde örgütü muhafaza etmenin yanlışlığından bahsediyor Başkaya. Oysa gerileme döneminde üstelik daha sıkı ve disiplinli bir örgütlülük zaruret değil midir? Düz mantıkla şu söylenebilir: bir (karşı) devrim dönemindeyiz, öyleyse buna Ömer Laçiner gibi sarılıp “burjuva demokratik devrimi” diyebiliriz, Başkaya gibi geri çekilip “örgütleri dağıtın” diye de bağırabiliriz. Devrimde örgüt yoksa, bugün yaşanan şu veya bu şekilde “devrim”se örgüte de gerek yok, Başkaya’ya göre.

Zaten bu örgütler de altmışların sonunda üniversitelere sınıf atlamak adına girmiş, işçilere ve köylülere emir yağdırmak ve onları yönetmek için deli divane olan, kafası kırık, saplantılı bir avuç zibidinin kurduğu “hiyerarşik, askerî, anti-demokratik ve bürokratik” çöp tenekesi, bir tekme atıp devirelim hepsini! Hepsi öyle geri zekâlı ki emirleri Sovyetlerden vs.’den alıyor, hayal âleminde dolaşıyor, hiçbirisinin sınıfla, halkla bağ kurmak gibi dertleri de yok. “Bir an önce iktidarı alalım” diye ortalığı yakıp yıkıyor. İktidar saplantılı sapık sürüleri! Başkalarına emir vermekten haz duyan birer manyak…

Ozan Arif, ülkücülerin türkücüsü, bir röportajında: “devrimciler esasında çok yiğit insanlardı, ama Stalin gibi gâvurlara tapıyorlardı” diyor. Başkaya gibi aklıselim, “entelektüel derinliği” olan “rektör”lerin bir ülkücünün gördüğünden daha başka şeyleri görüp söylemesi gerekmez mi? “Moskof uşakları” diye bağırıp devrimcilerin üzerine saldıran ülkücü çetelerin akıl ve zihninden farklı bir hat çizmiyorsa Başkaya’ya niye “sosyalist” diyoruz ki? Sosyalizm konusunda bir iki şey biliyor diye mi?

Ayrıca Başkaya’nın yukarıda alıntılanan tespitine yönelik şu tip sorular yöneltmek mümkün: “Rotanın şaşmasını, yalpalamaları ve zaafları engelleme” görevi, neden sadece devrim sonrasına aittir? Ya da devrim öncesinde sığ bir muhalefet hareketi değil de iktidar hedefli bir hareket çıkartmak neden yanlış? Başkaya, kendisinin hiç olmayacağı bir devrim momentini kendi varlığı ile bütünleştirip neden böylesi bir ayrıma gidiyor? Pratikte hiç olmak ve kendisine halel getirmemek için mi?

Yani “rota şaşmasını, yalpalamaları ve zaafları engelleme”, neden devrim öncesinde iktidar hedefli bir devrimci hareketin görevi olmuyor? Bunu ayırmak, Başkaya’nın neden çıkarına? Devrimden önce rota yok da devrimden sonra mı var? Devrim öncesi devrimci mücadelenin rotaya ihtiyacı yok mu? Devrimi olmayacak bir dua olarak görmek, göstermek kimin işine gelir? Devrimci disiplin, işbölümü ve hiyerarşiyi nasıl olsa gerçekleşmeyeceği varsayılan ya da gerçekleşmesi istenmeyen bir devrim ânının ötesine fırlatmak ve bugünde oluşan disiplin, işbölümü ve hiyerarşinin gereklerinden kaçmak, hangi sınıfın tavrıdır?

Bu polemiğin fitilini tutuşturan Çetin Veysal da tribünlere oynuyor, vitrin süslüyor. Yazısı boyunca “komünist” dememek için taklalar atıyor, “komünizan bireyler” diye anlamsız bir lafı sürekli yineliyor. Demokrasi güzellemesi ile birlikte, kafasında şekillendirdiği harman yerine gelsin diye Başkaya’ya davetiye çıkartıyor. Başkaya da “vitrin mankeni olurum, ama şartlarım var” diyor. Devamında davet edilmenin yol açtığı şımarıklıkla, “benim vitrinim Özgür Üniversite” diye diretiyor. Ve soruyor: “Özgür Üniversite’de yaptıklarımız politika dışında bir şey midir?”

Biz cevap verelim: politik olan, politik olmuş, muhtemeldir ki politik olacakla ilgili malumat sahibi olmak, kimseyi politik yapmaz. Özgür Üniversite, kuruluşu, mayası, iskeleti itibarıyla apolitikti ve böyle olmakla ayakta kalacağını ta başından itibaren biliyordu. O hep diyet ödedi, düzen de likidasyon faaliyeti için ona hiç ses çıkarmadı. Politikadan kaçanların ve politikadan kaçanları etrafına toplayarak prim yapmak isteyenlerin yuvası oldu.

Başkaya’nın odasındaki dart tahtasının ortasına Stalin resmi asması ve sürekli ruhunu elindeki okları fırlatarak arındırmaya çalışması boşunaydı. Zira Stalin’i önemseyen ya da stalinist bir yapı olsaydı, bu ülkede Özgür Üniversite zaten olmazdı. Böyle olduğu için de işbölümü gereği o, “Stalin ve bürokrasi eleştirmenliği” görevini, Bekçi Murtaza misali, bir varlık meselesi olarak algıladı.

Komünistleri, sosyalistleri ve devrimcileri burjuvazinin demokrasi yalanına kul etme gayreti sürdüğüne göre, sınıftan, halktan ya da mazlumlardan değil, bireyden sürekli bahsetmeye devam ettiğine göre, o şeytanlaştırdığı Stalin’in ne adı ne eylemi ne de sureti vardı bu ülkede.

Başkaya, burjuvazinin sol içinde oluşturduğu hiyerarşi, disiplin ve işbölümü bağlamında hareket ediyor, ona sürekli bu konumda durması telkin ediliyordu. Ondaki Kemalizm eleştirisi de liberaldi:

“Bürokrasi, demokrasinin dolayısıyla da sosyalizmin inkârıdır. Bu anlayışın geçerli olduğu yerde, kitle eğitilmeye, bilinç götürülmeye muhtaç, kendiliğinden hiçbir şey yapma yeteneği olmayan, edilgen, ‘profesyonel devrimcilerin’ örgütü tarafından adam edilmesi, ‘kurtarılması’ gereken pasif bir nesne olarak görülür.”

Görülüyor ki Başkaya, örtük ve açık olarak, “askerî vesayet” eleştirisi yapıyor, en az Rasim Ozan ve zevcesi Nagehan Alçı kadar küstahlaşabiliyor.

Gençlik yıllarında marksistlerle tartışan Troçki, liberalizmin verdiği küstahlıkla, onlara cahil bir eda ile şunları söylüyor: “bir kişinin peşinden gidecek kadar aptal mısınız?” Kendi bireyliğini karşısındakine yansılayan, onu da (güya) birey olmaya zorlayan bu yaklaşımın marksistlere yönelik saldırısında gizli olan burjuva tutum, bugün de varlığını sürdürüyor. “Örgüte, kişiye, ideolojiye vs. tapılır mı, siz aptal mısınız?” Kazıma işlemi yapmak mümkün: “Özne ol” emrinin altını kazıyınca “birey ol”, bunun altını kazıyınca da “burjuvaziye kul ol” çıkar.

Başkaya da küçük burjuvaları kolektif bir işin isimsiz-adressiz bileşenleri olup “işçi”leşmelerine mani olmaya çalışıyor. “Biz örgütlenmeyi işçi sınıfından öğrendik” diyen Lenin’i artık olmayan, savaşmayan bir Marx karikatürü adına tarihin çöplüğüne atıyor. Ekim Devrimi’ni basit bir “hükümet darbesi” olarak görüyor ve böylelikle kendi liberal teorisini haklı ve meşru kılacağını zannediyor. Karşı çıktığı örgüte ve örgütlülüğe dair ve ait bir zafer olarak Ekim’i önemsizleştirirse örgütü ve örgütlü oluşu da geçersizleştireceğini düşünüyor.

Ama hayat ve hakikat, böylelerini toprağa gömerek ilerliyor. Ezilenler ve sömürülenler, örgütü ve örgütlü oluşu kendi bağırlarından günbegün çıkartmayı biliyorlar. Düşmana hizmet adına birileri çıkıyor, örgüte ve örgütlülüğe mazlumları ve sömürülenleri yabancılaştırmak amacıyla içte ajanlık faaliyeti içine giriyor. Kimilerini ölümle korkutuyor, kimilerini hayatla kandırıyor, kimilerini “senden kral yok” diyerek gazlıyor, kimilerini kafkaesk bir böceğe dönüştürüyor, kimilerini de “nesne de nesne, kitle de kitle” diyerek öznelliğini iğdiş ediyor.

Hindistan’da patronunu diri diri yakan işçilere “hümanizm”, Tahrir’de sahneyi yıkan devrimcilere “tiyatro”, önderi için bedenini silâh yapana “birey olma ve edebiyat”, arabaları ve diplomalarını yakan Parisli asilere “estetik”, Zapatistalara ve FARC’lılara “yönetişim ve sivil demokrasi”, Amerikan askerinin boğazını kesen Afgan mücahide “insanlık ve medeniyet”, polisin suratına jilet atan transa “demokrasi”, gün boyu sömürülen, akşam mutfakta, gece yatak odasında kocasının zulmüne maruz kalan kadına “feminizm”, Erzurum’da jandarmayla dişe diş dövüşen çarşaflı kadınlara “ekoloji”, zulme ve sömürüye karşı “iktidar” diye ayağa kalkan emekçiye “muhalefet”, gerçeği tüm ateşiyle bedeninde ve ruhunda yaşayan Pozantı tutsaklarına “ütopya” dersleri veriliyor.

“Lâkin yiğitlik, kahramanlık, davaya bağlılık gerekli ve önemli olmakla birlikte o kadarı başarı için yeterli değildir”[3] diyerek, “başarının sırrı bizde” diyen şirket CEO’larına özeniliyor. Giderek yiğitlik, kahramanlık ve davaya bağlılık başarıcılığın karşısında anlamsızlaşıyor. Başarıyı engelleyen hususlar olduğu için bireyleştirilmiş sömürülen-mazlum kitlelerin evlatlarına yiğitliğin aptallık, kahramanlığın acizlik, davaya bağlılığın ise korkaklık olduğu öğretiliyor.

Oysa ol kitleler, zalimlerin ve sömürenlerin aklından, dayattığı acziyetten ve ruha yedirdiği korkudan örgütler kurarak kurtulabiliyorlar. Devrimci örgütler kolektifi olarak parti ise bu devrimci aklın, cesaretin ve ruhun bileşkesi olarak vücut bulmayı bekliyor.

Eren Balkır
2 Nisan 2012

Dipnotlar:
[1] Fikret Başkaya, “Örgüt ve Örgütlü Olmaya Dair Birkaç Not”, 29 Mart 2012, Gün Zileli.

[2] Fikret Başkaya, “Zaafları ve Yanlışları ile Türkiye Soluna Soldan Bakmak”, Cafrande.

[3] A.g.m.