Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD) tarafından çekilmiş
beş dakikalık film insanın kanını donduracak cinsten. Filmde savaşçılar,
Suriye-Irak arasındaki karayolunda üç tırı durduruyorlar. Biri, gayet gergin
bir hâldeki şoförlerin kimliklerini alıyor ve tehditkâr bir ifadeyle, “Hepiniz
Şii misiniz?” diye soruyor. Soru, “Hayır, biz Humuslu Sünnileriz” şeklinde
cevaplanıyor, alçak ve umutsuz bir ses tonuyla, “Allah size zafer nail eylesin”
diye devam ediyor şoför sözlerine.
Şoförlerden biri, “biz sadece yaşamak istiyoruz” diye
yalvarıyor. “Burada ekmeğimizi kazanmak için bulunuyoruz.” diyor. IŞİD
militanı, şoförlerin Sünni olup olmadıklarını teste tabi tutuyor. “Sabah namazı
kaç rekat?” diye soruyor. Cevaplar üçle beş arasında değişiyor.
Militanların arasına katılan bir başkası, “Alevîlerin
Suriye için ne yapıyorlar?” diye soruyor. “Onlar kadınlara tecavüz edip
Müslümanları katlediyorlar. Konuşmalarınızdan anlaşılıyor ki siz müşriksiniz.”
diye devam ediyor sözlerine. Üç şoför yol kenarında kurşuna diziliyor sonra.
Suriye ve Irak’taki silâhlı muhalefet, bugün Selefî
cihadcıların, kendilerini cihada adamış köktenci İslamî savaşçıların hâkimiyeti
altında. Şam-Bağdat yolunda Sünni olmayan şoförleri katledenler de bunlar.
Suriye, Irak ya da Pakistan’da kaç Şii’nin öldürüldüğü Batılı hükümetlerin
umurunda değil ama onlar El-Kaide lideri Usame bin Ladin’in inancına benzer
inanca sahip Sünni hareketlerin bugün 11 Eylül öncesinde Taliban’a tabi olduğu
günlere kıyasla, Irak ve Suriye’de daha fazla alana sahip olduklarını görüyorlar.
Batı destekli, sözde seküler Özgür Suriye Ordusu’nun
Beşar Esad’ı yıkacak savaşa öncülük ettiği iddiası, cihadcıların geçen Aralık
ayında silâh depolarını ele geçirip ÖSO komutanlarını öldürmesiyle
geçersizleşti.
Son altı ay içinde, Suriye’de artık epey kudretli olan
cihadcı savaş ağalarını finanse etme ve destekleme noktasında Körfez
ülkelerindeki Sünni krallıkların ve Suudi Arabistan’ın ortaya koyduğu eylemler
Washington’da gerçek bir öfkeye yol açtı. ABD Dışişleri Bakanı John Kerry,
2012’den beri Suudi istihbaratının başındaki isim olan ve eskiden Washington
büyükelçiliği yapan Prens Bender bin Sultan’ı eleştirdi. Prens, Esad’ın
yıkılmasına yönelik kampanyayı yöneten isim.
Prens, ayrıca Suriye’de sivillere karşı kimyasal
silâhlar kullanıldığı vakit, bu ülkeye müdahale etmediği için Obama’yı
kınamıştı.
Geçen ay Prens Bender’in istihbarat başkanı olmasına
karşın Suriye’deki Suudi politikasının yürütülmesi noktasında artık görevde
bulunmadığı ortaya çıktı. Prens yerini Arap Yarımadası’nda El-Kaide’ye karşı
yürütülen kampanyadaki sorumluluğu ile bilinen, ABD ile birlikte iş tutan
içişleri bakanı Muhammed bin Nayif’e bıraktı.
Suudi Kralı Abdullah’ın oğlu ve Suudi Millî
Muhafızları’ının başı olan Prens Mitab bin Abdullah da yeni Suriye
politikasının formüle edilmesi sürecince rol oynayan diğer bir isim. Suudi
Arabistan’ın diğer Körfez krallıklarıyla arasındaki farklılıklar daha fazla
alenileşiyor, zira Suudilerle birlikte, Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri de
Katar’daki elçiliklerini bu ay geri çektiler. Bunun asli nedeni, Katar’ın
Mısır’daki Müslüman Kardeşler’e destek sunması ama öte yandan da Suriye’deki
kontrolden çıkmış olan cihadcı grupları parasal ve askerî açıdan desteklemesi.
Suudi Arabistan, Suriye’deki asilerin desteklenmesi
görevini geçen yaz Katar’dan devralmıştı. Ancak Suudilerin Suriye meselesine
duhulü daha derin ve daha uzun soluklu bir mesele, zira savaşçıların önemli bir
bölümü diğer ülkelerden ziyade daha çok Suudi Arabistan’dan geliyor.
Suudi vaizler, Esad’a karşı silâhlı mücadele verilmesi
konusunda hararetli vaazlar veriyorlar, bu mücadelenin bireysel gönüllülük ya
da devletler düzeyinde gerçekleşmesi gerektiğini savunuyorlar. İslam’ın
püriten, kitabî bir versiyonu olan Vehabîliğin inançları, Suriye, Irak,
Afganistan, Pakistan, Mısır ve Libya’daki El-Kaide veya diğer Selefî cihadcı
grupların inançlarından pek farklı değil.
Protestanlığı imha etmeye çalışan Roma Katolikliği
gibi, Suudiler de ideolojik planda Şiiliği bir tür sapkınlık olarak görüyorlar
ve ona kökten karşı çıkıyorlar. Bu husumet Vehabîlerle Suud Sarayı arasında 18.
yüzyılda kurulmuş ittifaka dayanıyor. Politik birer oyuncu olarak cihadcı
hareketlerin gelişimindeki önemli tarih ise Sovyetler’in Afganistan’ı işgal
ettiği ve Humeyni’nin İran’ı Şii teokrasisiyle yönetmeye başladığı 1979 yılı.
Seksenler boyunca Suudi Arabistan, Pakistan (Pakistan
ordusu) ve ABD arasında epey dayanıklı bir ittifak kuruldu. Suudiler,
Amerika’nın bölgedeki hâkimiyetinin ana destekçilerinden biri oldular ama
ayrıca El-Kaide için gerekli tohumları da attılar.
11 Eylül, ABD için bir “Pearl Harbour” momenti temin
etti, oluşan ani fikir değişikliği ve korku, Saddam Hüseyin’in hedef alınması
ve Irak’ın işgal edilmesi noktasında gerekli neo- muhafazakâr ajandanın tatbiki
için maniple edildi. El-Kaide üyesi olma şüphesiyle tutuklanmış kişilere
uygulanan su işkenceleri, esasta örgütün Suudilerle değil, Irak’la rabıtası
olduğunu ispatlamayı amaçlıyordu.
11 Eylül Komisyonu raporu, El-Kaide’nin ana finans
kaynağının Suudi Arabistan olduğunu gösterdi. Ama saldırıdan altı yıl sonra,
2007’de Irak’ta ABD ile El-Kaide arasındaki çatışmaların doruğa ulaştığı
günlerde, terörün finansmanının izlenip engellenmesinden sorumlu ABD Hazine
Bakanlığı Müsteşarı Stuart Levey, ABC News’e, konu El-Kaide’ye gelince,
şunları söylüyor: “Parmaklarımı şıklatıp bir ülkenin parasal desteğini kesmem
mümkün olsaydı, bu Suudi Arabistan olurdu.” Devamında da, terörizmi finanse
ettiği için ABD veya Birleşmiş Milletler tarafından belirlenmiş herhangi bir
kişinin Suudilerce kovuşturulmadığını ifade ediyor.
Suudilerin işbirliği yapmaması üzerinden yaşanan bu
yoğun hayal kırıklığına karşın, son birkaç yılda değişen pek bir şey yok. ABD
Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Wikileaks aracılığıyla sızan 2009
tarihli bir yazışmasında, şunu söylüyor: “Suudi Arabistan, El-Kaide, Taliban,
LeT (Leşker-i Taiba) gibi terörist gruplar için önemli bir finansal destek üssü
olma özelliğini hâlâ muhafaza ediyor.” Clinton, Suudilerin El-Kaide’nin sadece
yurtiçi faaliyetlerine karşı harekete geçiyor olmasından şikâyet ediyor.
ABD Terörizm ve Finansal İstihbarat Müsteşarı David
Cohen, geçen hafta El-Kaide’nin finansal kaynaklarını kuruttuğu için Suudileri
övdü ama öte yandan da krallık sınırları içinde diğer cihadcı grupların hâlâ
yardım aldığını öne sürdü.
Cihadcıların desteklenmesi hususunda Suudi Arabistan
Körfez krallıkları arasında yalnız değil. Cohen’in ifadesiyle, “müttefikimiz
olan Kuveyt, Suriye’deki terörist grupların finanse edilmesi amacıyla
kullanılan ana merkez hâline geldi.” Cohen, öte yandan, Nayif Acmi’nin hem
Adalet hem de Evkaf ve İslam İşleri Bakanı olarak atanması hususunda
şikâyetlerini dile getiriyor: “Acmi uzun süre Suriye’de cihadı destekledi. O
Nusra Cephesi’nin finansörü.” Cohen’in tespitiyle, evkaf bakanlığı cihatçılara
Kuveyt camilerinde bağışlar topluyor.
Amerikalıların sızan diplomatik görüşmelerinde de
görülüyor ki, Suudiler esas olarak Şiilikle mücadeleyi öncelikli kabul
ediyorlar. Bu noktada paranoya derinlere ulaşıyor: örneğin, üst düzey bir Suudi
diplomat, ülkesinin müttefiki olan Pakistan’da kendilerinin gözlemci değil,
katılımcı olduklarını söylüyor. 11 Eylül öncesinde Afganistan’daki Taliban
hükümetini sadece Suudiler, Pakistan ve Birleşik Arap Emirlikleri tanımıştı.
Suudilerin Şii yayılmacılığı ile ilgili korkuları
abartılı ve histerik, zira Şiilik Şiilerin çoğunluğu teşkil ettikleri ya da
güçlü bir azınlık oldukları bir avuç ülkede güç sahibi. 57 Müslüman ülkesi
içinde sadece dördünde Şiiler çoğunluk.
Gene de Suudiler, Pakistan Cumhurbaşkanı Asif Ali
Zerdari konusunda şüpheli bir yaklaşım içerisinde, bu nedenle ülkede askerî bir
diktatörlüğün tesis edilmesini tercih ettiklerini söylüyorlar. Zerdari’yi
sevmemelerinin nedeni, mezhepsel. BAE dışişleri bakanı Şeyh Abdullah Bin
Zeyd’in ifadesiyle, “Suudiler Zerdari’nin Şii olduğundan şüphe ediyorlar, bu da
onların İran, Irak’taki Malikî hükümeti ve Zerdari idaresi altındaki Pakistan
arasında oluşabilecek Şii üçgeni konusunda endişelenmelerine neden oluyor.”
Şiilere yönelik mezhepsel husumet, İran’a yönelik
korku ve nefretle birleşiyor. Kral Abdullah, Amerika’yı İran’a saldırması
konusunda sürekli teşvik ediyor ve “kesin şu yılanın başını” deyip duruyor.
Suudilerin diğer bir meselesi de Irak’taki Şii çoğunluğun artan etkisi. Birçok
Suudi’nin hükümete karşı yapılan cihadcı eylemlerine sempati duymasının nedeni
bu.
1171’de, Mısır’da Fatımî hanedanlığının Selahaddin
Eyyubî tarafından yıkılmasından beri Arap dünyasında yaşanan ilk vaka olması
hasebiyle, Irak’ta hükümetin Şiilerin eline geçmesi, Riyad ve diğer Sünni
başkentlerinde herkesin alarma geçmesine neden oldu ve buralarda yöneticiler
yaşanan bu tarihsel yenilgiyi terse çevirmek için çalışmaya başladılar. Irak
hükümeti bu saldırıyı 2009’da bir Suudi imamın Şiilerin öldürülmesi için fetva
vermesiyle fark etti. Bölgedeki Sünni hükümetler, bu fetvayı kınayan herhangi
bir adım atmadılar ve “şüpheli bir sessizlik” içine girdiler.
2011’deki Arap ayaklanmaları mezhepçiliği körükledi.
Bu, özellikle doğusundaki Şii azınlıkla ilgili yoğun şüpheler içerisinde
bulunan Suudiler arasında cereyan eden bir süreçti. Mart’ta 1.500 Suudi askeri
Bahreyn’deki Halife ailesini desteklemek için harekete geçti ve adadaki Şii
azınlığın gerçekleştirdiği demokrasi yanlısı gösterileri bastırdı, Şii
mabetleri buldozerlerle yıkıldı.
Suriye’de Suudiler, Suriye hükümetinin Kaddafi gibi
yıkılacağını zannettiler. Onların hesaba katmadığı şey, Rusya, İran ve Lübnan
Hizbullah’ının Suriye’ye yönelik desteği ve hükümetin elindeki güçtü. Ancak
Katar ve Türkiye yanında, Suudilerin sürece dâhil olması ayaklanmanın
ideolojisi olan seküler demokratik değişimin önemini azalttı ve isyanı, ön
cephesinde Selefî cihadcı tugayların durduğu, Sünnilerin iktidarı alma
teşebbüsüne dönüştürdü.
Tahmin edileceği üzere, Alevîler ve diğer azınlıklar
ölümüne savaşmaktan başka bir seçeneklerinin olmadığını düşünüyorlar.
Birçok abuk sabuk komplo teorisi geliştirildi ve 11
Eylül saldırılarında ana suç ortağının ABD hükümeti olduğu iddia edildi. Bu
teorilerdeki saçmalık, dikkatleri ortada bir komplo olduğu gerçeğine çevirdi
oysa bu gayet açıktı ve asla bir sır da değildi.
ABD, Suudi Arabistan ve Pakistan arasındaki üçlü
ittifakın bedeli, cihadcı hareket. Bugüne dek bu hareket batı, karşıtı olmaktan
önce Şii karşıtı ama Şam-Bağdat karayolundaki IŞİD militanlarının da gösterdiği
kadarıyla, artık Sünni olmayan herkes tehlike altında.
Patrick Cockburn
18 Mart 2014
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder