02 Kasım 2008

,

Solun Seyir Defteri


Politika Nevski Bulvarı gibi düz değildir.

[Lenin]


Sorumluluk

Politika, sorumluluk, elini taşın altına koyabilme, hesap sorma ve verme meselesidir. Bu anlamıyla politik faillerin hadlerini bilmeleri, bu haddi teoride ve pratikte, somut maddî şiddetle çizmeleri, tersten, şiddetin çektiği sınırlara tâbi olabilmeleri gerekir.

Bu yönüyle, şiddeti politikadan ayırıp onu bilinmeze fırlatanlar liberaller, belli bir dönem şiddet kullanarak politikayı yok etmek isteyenler ise faşistlerdir. Her iki kesim de sorumluluk, elini taşın altına koyma, hesap verme/sorma adabı ve alışkanlığından mahrumdur.

Yoldaşlık ve Arkadaşlık

Politiklik, belli ilişkilerin dönüşümünde aranmalıdır. Belli bir halk kümesinin, sendikanın, mahallenin, örgütün ya da tekil bir kişinin politikleşmesinin, bunların olağan pratiklerinden ayrıştırılması zorunludur. Örneğin arkadaşlık, yani sırtını başkasına dönebilme ile belli bir yola ortakça koyulma ve o yolu ortak pratikle örme anlamında yoldaşlık arasında temel bir fark olması gerekir.

Yoldaşlık, bu yönüyle, arkadaşlığa nazaran dinamik bir ilişki biçimidir. Ama yoldaşlığın da gündelik ilişkiler içinde durağanlaşması ve ölmesi mümkündür. Tümüyle politik olması, politik anlaşılması gereken yoldaşlık ilişkisi, kendi fiilî sınırlarını pratikte bulabilmelidir. Hava almak, rahatlamak türünden eyleme gitmek, eylem alanında arkadaş, tanıdık yüzler aramak, eylem sonu bir bara ya da kafeye oturup dedikodu yapmak, yoldaşlık ilişkilerinden uzak olması gereken pratiklerdir.

Yoldaşlık, her daim politikleşmiş belli bir hayat kesitinin maddî sonucu olabilmelidir. Aksi takdirde yoldaşlık, sıradan bir insanlar arası ilişki biçimine dönüşecektir. Politik failler yoldaşlığı, örgütlülüğü her zaman üstte tutmalı, ona tabi ve ait olmalı, onun seyrine itaat etmelidirler.

Bugün sol kadrolardaki en temel zaaf, her türlü tabiyeti ve aidiyeti, her türden üstte duran kolektif tarihsel-toplumsal oluşumu reddetmek ve solu dinamik, pratik bir üst oluşum olarak örememektir. Bu noktada sol, teorik-politik ve pratik-politik akıldan ve eylemden mahrum kalmakta, kendi tarihselliğini ve toplumsallığını yitirmektedir.

Seyir

12 Eylül gibi bir devlet saldırısı sonrası burjuvazinin, Özal liberalizmi gibi bir burjuva saldırısı sonrası devletin kucağına koşmasının gerekçesi, akıl ve eylemden mahrum kalışında, kendi tarihselliğini ve toplumsallığını yitirmesinde aranmalıdır. Sol, devlete ve burjuvaziye karşı topyekûn bir mücadelenin içinde çelikleşmediğinden, tüm birikim ve miras berhava olmaktadır.

Solun seyri ise tümüyle kemalistlerin ve liberallerin sınırlarına tabidir. Sol, bu iki gücün açtığı kanaldan ilerlemeyi kendine yedirebilmektedir. Her ikisi de ilerlemecilik, aydınlanmacılık ve laiklik gibi burjuva başlıklarda anlaşmaktadır.

Kendisini tarihsel bir bayrak yarışında zanneden sol, iki yüz yıl önce burjuvazinin bıraktığı bayrağı teslim almakla övünmektedir. Oysa politik mânâda hiçbir dönüşüme uğramayan bu sabit bayrağın bir yüzünde devlet, diğer yüzünde gene burjuvazinin tayin ettiği demokrasi yazmaktadır.

Burjuvazinin kontrolündeki bu alanın giriş kapısında, “seni politikleştiren, devrimcileştiren ne varsa girerken eşikte bırak, buraya din, millet ya da sınıf olarak giremezsin, ancak birey olarak girebilirsin” yazmaktadır. Bu alana çeşitli diyetlerle girme hakkı kazanan sol örgütlerin kapısında ise benzer bir tabela durmaktadır: “Buraya girerken seni politikleştiren, devrimcileştiren yüklerinden arın, çünkü bana böyle emrettiler!” Örgütler, bu anlamda politikleşme alanları değil, politikadan arınma odakları hâline gelmektedirler. Politikanın öldüğü yer olarak örgütler, politikayı ve imkânlarını öldürmeye mecburdurlar.

Eşikte

Çeşitli gerekçelerle politikleşen, politika yapmak isteyen kişiler, “önce şunları okumalısın”, “al sana hayat felsefesi”, “bu da senin için hazırladığımız teori hapı”, “sen bizsiz hiçsin, ne kadar çabalarsan çabala, ancak bizimle politika yapabilirsin”, “git şu afişleri as, sonra matbaadan dergiyi al”, “seni politikleştirenler sana düşman”, “disiplin en önemli şey” vb. sözlerle etkisizleştirilir. Bu yönüyle bugün örgütlerden tekil ya da grup hâlinde yaşanan ayrışmaların politik kalma ve politika yapma iradesi olarak okunması mümkündür. Bu ayrışmaların bir tarafında ise solun tasfiyesi yazılıdır.

Ancak gene de örgütler, bu ayrışmaları örgütsel bekaları adına tolere edecek, bu ayrışmaları içinde olduğumuz dönem dâhilinde zorunlu olan içe kapanmanın bir gereği olarak değerlendireceklerdir. Zira, onların nazarında saf çekirdek, politikanın kirinden, pasından arındırılmıştır. Tek mühim olan da odur zaten. Öte yandan, ayrışanların da temel perspektiften, zeminden ayrılma gibi bir meyli yoktur çoğu zaman. Onlar, gene o örgüte giriş gerekçeleri, yani teorik-düşünsel hâkimiyet üzerinden ayrışırlar. Bir süre teoriye düşmanlık ederler, ama bu düşmanlık, her zaman özel, öznel teoriye yöneliktir. Aslen düşünsel bir faaliyet alanı olarak gördükleri politika namına yapılmış bir kopuş değildir yaşadıkları. Sadece kendi politika fikirleri için eski fikirlerden ayrışılmıştır ama hâlâ aynı bağlam içinde kalınmıştır.

Rağbet ve Gıybet

Eski-yeni ayrımı, öznelcidir. Eskiden koptuklarını söyleyenler, esasta eskinin de öncesine bağlanırlar. “21. yüzyıl sosyalizmi” diye çığlık atanlar, Marx’ı tanımamış, onu önceleyen fikirler silsilesine eklemlenirler. Doğası gereği postmarksizm premarksizme bağlanır.

Yeniye rağbet, eskiye gıybet edenlerin derdi, politikanın kirinden, hattâ ideolojiyi, düşünceyi ve teoriyi kirleten politika denilen pratikten kurtulmaktır. Burada politikanın yerini ilkesel tutum alır ve ilkesel tutum da en ilkele bağlanır: hayatta kalma güdülerine.

21. yüzyıl sosyalizmi, kolaycıdır. Kolaycılık anlamında mücadeleden kaçışı ifade eder. O, orta sınıf solculuğunun bir tezahürü, süreci kendinden başlatma niyetinin bir ürünüdür. Tabi ve ait olma değil, sahip olma, başlatma iradesine dayalı bir tespittir.

Her türlü ilkeli siyaset, kanatlı domuzlar gibidir. İlk’e, başlangıca dönük vurgu, her daim orta sınıf siyasetine bağlanır. Başı sonu belli olmayan bir sürece tabi ve ait olma, bu siyaset için zararlıdır.

Bugün sol öznelerin çeşitli politik gündemlere ilişkin tartışmalarına bakıldığında hep bir ilke, öze, ilkesele dönük vurgu olduğu görülür. Aslında onlar, açıktan bu ilkenin, özün muhafızları olduklarını haykırmakta, politika yapmadıklarını itiraf etmektedirler. Solun bugünkü gelişmelere bağlı olarak değişen sınırlarını tahkim etme görevini üstlenenler, solun apolitik ve antipolitik hanelerine doluşurlar.

Muhafazakâr Baba, Müteşebbis Oğul

Esas olarak solun sınırları koruyan ve onu aşan iki kolu varsa da bunlar özde aynı işi yapmaktadırlar. Biri, eski işletmesini korumak isteyen baba, diğeri ise işi büyütmek isteyen girişimci oğuldur. Solun sınırlarını çizen unsurlar, Kürt hareketi, AB hareketi, kısmen milliyetçilik ve Müslüman harekettir. Solun içinden bu kesimlerle ilişki kurma niyetlisi olanlarla, “hayır, bakir, saf ve ilkeli kalalım” diyenler arasında mülkiyete ve rekabete dayalı bir ilişki sözkonusudur.

Sınırları aşmak isteyenler, solun ilkel, ilkesel, özsel varlığını genişletme derdindedirler ve ilgili “dışsal” unsurları istismar etmektedirler. Tabiî bu unsurlar ile verili hâli belli bir dönüşüme uğratılmadan onların karşısına çıkartılan sol arasında gene hiçbir temas kurulamaz, zira onlar, niyetin arkasındaki istismarı hemen sezmektedirler.

“Yeni” diye sınırların zorlandığı yerlere koşanlar, buralarda daha ağır tortular bırakmaktadırlar. 21. yüzyıl sosyalizmi, 19. yüzyıl sosyalizminin üvey kardeşi olarak ilerlemektedir. İkincisinin kendi içinde fiilî olarak mücadele eden bir Marx’ı varken, ikincisi, kendisini liberal fanuslara kapatıp bu tarz mücadelelere karşı tahkimat yapmaktadır. Örgütlerden ayrışanların bu iki kardeşin gevezeliklerine kandıkları momentlerde politika da gevezeliğe dönüşür.

Maya

Kürt hareketi, AB hareketi, milliyetçilik ve Müslüman harekete karşı kapananlarla onlara doğru açılanlar, aynı mayaya sahiptirler. Birinciler, bu dinamiklerin politikliklerinden kaçarlar, ikinciler ise bunların apolitik/antipolitik yanlarına bağlanırlar. Birinciler, bunların içinde oldukları dönüşümün şiddetinden korkarlar, ikinciler ise köpekbalıklarının yemek artıklarından beslenen küçük simbiyotik balıklar gibi, şiddet dışı ve sonrası dönemin kapatması olurlar. Her ikisi de solun sözkonusu dinamiklerin politik seyri ile dönüşmesine izin vermezler. Nesnel bir ifade ile, her iki kesim de solun bu dinamiklere karşı tepki biçimleridir.

Sol, ilerlemenin biricik temsili olma otoritesini hiçbir zaman bırakmaz ve politik mücadelenin, politikanın toplumsal-tarihsel “hava yastığı” görevini ifa etmeyi sürdürür. Egemenlerce ona biçilmiş rol budur. Sol, hep öndeki “akıl” olduğundan, arkasındaki bedeni işine geldiğince değiştirir: işçi sınıfı, halk, ezilenler vs. Yukarıda bahsedilen sol dışı dinamiklerde de bu bedenin fiilî hareketi istismar edilir. “İşçi sınıfına göre” lafı ile başlayan her cümlede kastedilen, o cümlenin gizli öznesi olan solcu bireyin ya da bireyci solun “aklı”dır. Sol, kendi düşünce ekonomisi uyarınca ilgili dinamiklerden kaçar ya da onların kuyruğuna yapışır, onu kendinde yok eder.

Devrim’ci, sosyalist ya da komünist adı altında genel sol alanında çeşitli türevleriyle birlikte arz-ı endam eden failler, ezilenlere, halka ve işçi sınıfına yabancı, onların dışında olduklarını önkabul ederek hareket etmektedirler. Bu da solu, ilgili toplumsal-tarihsel dinamiklerin devlete ve demokrasiye açılan kapılardan girecek kesimlerinin teorik-ideolojik-politik düzeyde eğitildiği bir okula çevirmektedir. Bu pedagojik-ideolojik niteliği, solun pratikte politika dışı olmasının bir sonucudur. Sol, ileri, iyi, dürüst, güzel ve gelişkin olanın genel temsilidir. Bu temsilin ise politikada herhangi bir karşılığı yoktur.

Ahlâk ve Hukuk

Sol, genel ideoloji alanının iç hukuku (ahlâkı) olarak cisimleşmektedir. Bu da onu, eylemini kendi hukuku adına başkalarının ahlâkına saldırma biçiminde şekillendirmeye itmektedir. Sol denilen ideolojik örgünün kimin iç hukuku olduğunu, onun işbölümü ve hiyerarşi dâhilinde biçimlenen ideolojik örgütlenmenin hangi basamağında durduğunu ve kendisini tanımlayan tarihsel-toplumsal yapıları sorgulayanlara düşmandan daha çok saldırmaktadır.

En genel hâliyle düşman, ayrı ayrı ve bütün olarak, devlet ve burjuvazidir. Sol, apolitik yanını burjuvazinin, antipolitik yanını devletin yanına çırak vermiştir. Devleti ve burjuvaziyi tarihsel-toplumsal düzlemde alt edecek olan devrimin, sosyalizmin ve komünizmin üst belirleniminde hareket edememesinin nedeni, bu çıraklığa muhtaç olmasındandır. Solun devletten ve burjuvaziden bağımsız dinamiklere karşı alerjik bir tutum almasına ilişkin gerekçeler burada aranmalıdır. Ustası için bu dinamikler, bir biçimde onun tornasından geçirilmelidir. Burada fiilî dinamiklerin rahlesi, tedrisatı, tornası önemsiz, hattâ zararlıdır.

Che’nin elinde zaten iktidarlara karşı mücadele eden köylü direniş birlikleri vardır ve o bu geleneği, gerilla pratiği başlığı altında devrime uğratmıştır. Ama bizim solun eline ilk silâhı gene devlet vermiştir, köylüler değil (II. Kuvva hareketi). Köylülerin politikleşme seyrinde atıl kalanlar kapağı şehre atmışlardır. Oradaki silâh da hâlihazırda politik, devrimci bir fiiliyat içinde olan şehirli dinamiklerin şiddeti olarak patlamamış, örgütlerin hayatta kalma, bekası adına parlatılmıştır.

Örneğin Mao’nun elinde milliyetçilerle Japon işgalciler arasındaki savaşta oluşan ara kızıl bölgeler vardır ve Mao bu birikimi devrimcileştirmiştir. Ama bizim solun elinde burjuvazinin temizlik için teslim ettiği kimi arayüzey, şehirli alanlar vardır (gecekondular). Onlar da burjuva şehir hayatına ısındırılmaya çalışılmış, şehrin sahipleri ile yürütülen pazarlıkta koz olarak kullanılmıştır.

Lenin’in elinde işçi, köylü, asker sovyetleri vardır ve bunlar çarın kitle hareketlerini maniple etmek için kurduğu Zemtsvo’lara dayanır. Ama Lenin, bunları devrimcileştirmeyi bilmiştir. Bizde ise Lenin’cilik, arkadaş meclisi olarak işleyen örgütlerin kitlesel dinamiklere akıl öğretmesi için gerekli kılıf olarak kullanılmıştır. Bu meclisler, zamanla batılı anlamda think-tank’lere dönüşmüştür. Bu malumat depoları politikleşmemiş, kendi kadrolu aydınlarını üretmiştir. Tabandaki militanların eylemleri ve sonuçları akademik veriler olarak depolanmıştır. Bugün ise tek siyaset, bu depoların dışarıya karşı korunması, sızmalara mâni olunmasıdır.

Devlet ve Demokrasi

Devrimcilik için politik olmak önkoşuldur. Politiklik içinse devlete ve demokrasiye müdahale, onlara karşı mücadele şarttır. Devlete ve demokrasiye vurmayan eylem apolitik; bu vurmama hâlinin eylemselleşmesi ise antipolitiktir. Politika altyapıda değil, üstyapıda, üstyapıya ait oluşumlar olan devlet ve demokraside aranır.

Devrimci politik öznelerin devletin ve demokrasinin her dönüşüm momentinde güç olarak bulunmaları gereklidir. Politikliğin ve devrimciliğin başkaca da bir garantisi yoktur. Faillerin devrim’de olmaları, devrimin bugünde fiilî, maddî şiddeti olarak hareket etmeleri zorunludur. Toplumsal devrimin politik devrimin önüne alındığı her teori ve pratik, politika ve dolayısıyla, devrim dışıdır.

Salt “karşıtlık” üzerinden kurulan faaliyet, karşı olunan dinamiklerin, olguların ve öznelerin dönüşümüne asla bulaşılmayacağına ilişkin gizli bir yemini içerir. Suya sabuna dokunmayan böylesi bir faaliyetin de politik olduğu söylenemez.

Sol, kendi kümeslerinin, çiftliklerinin, hayat hikâyelerinin, cemaatlerinin ve etki ağlarının apolitik veya antipolitik olduğunu görmeden politikadan bahsetmektedir. Bu bahis, en fazla, ideolojik ve teorik olabilmektedir. Yani eylem sonrası arkadaşça bara gidenler, bu muhabbetlerini politik açıdan önemli zannetmektedirler. Bu zan ise pratikte sadece bar sahiplerinin kasasını doldurmaktadır.

Para ve Meta

İranlı düşünür ve eylem adamı Ali Şeriati, “bir insanın ideolojisini öğrenmek istiyorsanız, onun nasıl para kazandığına bakın” demektedir. Sol örgütlerin bu ideolojik seyir içinde işlettiği “para”nın pratikteki karşılığı, alandaki militanlarıdır. Örgütler arasındaki rekabetin ana konusu budur: militan bulmak, birbirinden adam kapmak, vs. Bunu nasıl kazandığı, “ideoloji”sini de biçimlendirmektedir.

Solun ideoloji ve teori ayaklarına fazla abanmasının nedeni, politika dışı olması, politikanın “para” getirmemesidir. Politik alana girildiği andan itibaren eldeki teori ve ideoloji bir biçimde budanacağından, sol, bindiği dalı kesmemesinin en doğru iş olduğunu zannetmektedir.

Sol, bu ideoloji ve teori düşkünlüğü sebebiyle, yularını akademiye kaptırmıştır. Bu akademi ise apolitik ve antipolitik batıcı aydınların ve devlet güruhunun güdümündedir. Solun ilk planda kurtuluşu, bu yuları kesmektir. Bu yular, onun politik alana devrimci mânâda girişine mâni olmaktadır. Örgütlerin think-tank’lere, yoldaşların taşıdığı malumatların deposuna ve apolitik/antipolitik odaklara dönüşmesi, onların akademideki muadilleri ile buluşmasını kolaylaştırmakta, dokuların uyuşmasını koşullamaktadır.

Zamana ve mekâna ayrı ayrı ya da bütün olarak hükmetme gayreti, solun ideolojist ve teorisist tutumunun bir göstergesidir. Politikleşme, zamanda ve mekânda belli bir kesitin öne çıkması, hiyerarşize olması ve hareketin öncüsü hâline gelmesi ise tüm zamanı ve mekânı kuşatma gayreti politikaya alan bırakmaz. Oysa felsefî bir kavram olarak zaman, bilimin dilinde sürece; politikanın dilinde ise duruma/döneme dönüşür. Zamanın bekası ile düşünen felsefeciden, sürecin bekası ile düşünen bilimciden politikacı olmaz. Felsefeci ve bilimci yuvaları olarak akademilerin ekmeklerini nereden kazandıklarına bakıldığında, solun yularını gerçekte nereye bağladığı görülür. Politika, durumsal ve dönemsel bir meseledir. Felsefenin zamana, bilimin sürece dair oluşu bu daralmayı kabul etmez.

Belli bir şiddetle süreci bölüp parçalayan, mekânı lime lime eden pratik, politika olarak nitelendirilebilir. Kâinatı, dünyayı, hattâ bazen ülkeyi bütünüyle kuşatan bir ideolojinin ve teorinin politikleşmesi mümkün değildir. O, daima politikaya dışarıdan bakacak ya da bu konumunu muhafaza etmek için politikaya saldıracaktır. Çünkü politika, kâinatın, dünyanın ve ülkenin parçalılığını, parçalanabilirliğini çağrıştırır, imler.

Kaçış

Dünya, zaman, toplum, tarih, bilim, felsefe gibi düzlemlere yatırılması belli özel, tekil olguların politikliğinden kaçış yöntemi olarak biçimlenmektedir. Kürtlüğü, Alevîliği, işçiliği, mazlumluğu, kadınlığı, köylülüğü vd. ilgili bilim disiplinleri ile tartışmak, onların politikleşme imkânlarına ilişkin bir şey söylemediği gibi, o bilgiden hareketle oluşturulan eylem de politik olmaya direnir.

Kendine kapalı bir işçi vd. hesap sormaz, vermez, sorumluluk almaz, ilişkiye girmez, dönüştürmez, bölmez ve birleştirmez, kısacası o, politika dışılığın huzurunu ve güvenini yaşar.

Son zamanlarda popüler olan “toplumsal proletarya” ifadesi de işçi sınıfının toplumu parçalayan ya da en azından toplumun parçalı olduğunu imleyen niteliği sebebiyle, onu arka kapıdan kovma teşebbüsüdür. İktisat, sosyoloji, kültür gibi alanların suyuna yatırılan proletarya, politik niteliğini yitirir. Sınıfın bu alanlara teorik planda duhul etmesii bir süre sözkonusu alanları politikleştirir, ancak bu da görecelidir, geçicidir. Teorideki bu politikleşmeye yaslanarak politika yapanların politikliği de bu geçiciliğe tabidir.

Marx’ın elinde devrim, sosyalizm ve komünizm fikirleri politikleşip devrimcileşmiştir. Antipolitizme ve apolitizme batan faillerin bu fikirlerin sıkı takipçiliğini yapmaları için önce Marx’ı devre dışı bırakmaları, ondan uzaklaşmaları zorunludur. Marx’tan uzaklaşıp Lenin, Stalin, Troçki, Rosa, Che, Mao, Enver ya da bizde Kıvılcımlı, Mahir, Deniz ve İbrahim vd. limanlarına demir atanların antipolitizmi ve apolitizmi, ilgili simaların politik niteliklerinin arkasına saklanır. Geçmişe ait bir devrim, sosyalizm ve komünizm fikrinin ve eyleminin bugünde savunulması, politikliği güvence altına almaz.

Örneğin maddî bir şiddet olarak Ekim Devrimi’nin tarihsel-toplumsal seyrinin belli bir sınırı olmalıdır. Bu sınır aşıldığında, yani şiddet sönümlendiğinde Ekim’cilik apolitik, bu apolitizmin örgütlenmesi ve süreklileştirilmesi ise antipolitiktir. (Yirmilerden II. Dünya Savaşı’nın sonuna dek süren dönemde Ekim’i, Sovyetler’i savunmak politiklik ve komünistlikti ama bu dönemin bitmesi ile bu politiklik de anlamını, konumunu yitirdi.) En genel anlamda, solun elinde kalan cılız politik nitelik de tükenmeye yüz tuttuğundan, bugün bu hâldedir.

Parçacılık ve Bütüncülük

Parçalayıcı pratiklerin politik olması her zaman gerekmez. Mekâna dayalı batılı teorilerin politikaya alan açtığını, üstanlatılara saldıran postmodernizmin politiklik için ilâç olduğunu düşünenler, dönüp dolaşıp parçacılık yapmaktadırlar. Öte yandan, bütünleştirici bir pratik de politik ve devrimci olabilir. Burada bütünleşme sürecinin nihaî sonucuna değil, verili durum veya dönemdeki fiilî maddî şiddetine bakmak gerekir.

Politikanın doğrudan ve bütünüyle şiddetle tanımlanması, esasta apolitizmdir. Liberallerin apolitizmi, her türlü nesnenin sonsuza dek ayrıştırılarak, bu ayrışmanın hukuku tesis edilerek çatışma ve şiddet durumlarının geçersizleştirilmesini amaçlar. Faşistlerin antipolitizmi ise şiddeti şiddetle ezmek amaçlıdır. Liberallerin şiddetin şiddetle yanıtlanması ile ilgili “faşizm” eleştirilerinin nedeni budur. Şiddeti baz alan bir pratiğin şiddetin aradan çekilmesi ile liberalleşmesi kaçınılmazdır.

Sınıftan, halktan, mazlumlardan ya da bunların partisinden, örgütünden dem vurmak, kimseyi sözkonusu antipolitizmden ve apolitizmden kurtarmaz. Çünkü bu olgular, fiiliyatta, özellikle bugün, burjuva özne-birey kurgusunun tezahürleridir. Bir liberal, sınıftan haberdarsa ve bu mevzuu ile ilgili faaliyet içinde ise sınıfın sınır çizici, yani şiddete meyilli oluşu sebebiyle ona karşıdır ve sınıfların ortadan kalkmasını bu sebeple istiyordur. Bir antipolitik özne, zaten sınıfın çizdiği sınıra, şiddete karşı alerjiktir ve onu kendi şiddeti ile ezmek ister.

Şiddet politikaya mündemiç olduğundan, şiddetten kaçanların ve şiddetin üzerine giderek onu ezenlerin politik alanda söyleyebilecekleri söz, atacakları adım yoktur. Şiddetin tehditkâr niteliği, özneleri salınımlı bir seyre zorlar. Şiddet denilen kılıcın iki kenarı keskindir, her darbesinde kütlenin bir yarısı bir yana, diğer yarısı diğer yana düşer. Politika ise o kılıcı kullanma sanatıdır.

Şiddet

Sınıfın, halkın vd. kompakt, yekpare, bütünlüklü, kendine kapalı, su sızdırmaz gerçekler olduğu zannı politikayı imkânsızlaştırır. Bunların politikleşmiş olması için zaten fiilî olarak parçalanmış olması şarttır. Aynı zamanda bu olgular politikleşmişse, onların başka bir “bütün”ün fiilî, maddî parçaları olması gerekir ki maddî şiddeti ile bu bütünü parçalayabilsin. Aksi takdirde ilgili olguların politikliğinden söz edilemez.

Politika, kelebeğin kozasını parçaladığı andır. Bu parçalama için şiddet tercih değil, zorunluluktur. Sınıf ve diğerleri dönüşüm momentlerinde kendi şiddet araçlarını doğal olarak üretirler. Devrimcilerin doğrudan bu aracın kendisi olmak amacıyla teorik ve pratik faaliyetlerini örgütlemeleri gerekir.

Kompakt, yekpare vs. olan sınıfın ve diğerlerinin demokrasi alanında hukukî bir konum almaları, muhatap kılınmaları için yürütülen çaba, liberal bir siyasettir. Kompakt, yekpare vs. olan sınıfın ve diğerlerinin devletlû kılınması için yürütülen çaba faşizan/muhafazakâr bir siyasettir.

Faşizm ve liberalizm, aynı eldivenin iki yüzüdür: ilki demirden, ikincisi kadifeden. Burjuvaziye ve devlete karşı olmak, bunların “kötü” olduğunu bilmek, kimseyi bu eldiveni giymekten alıkoymaz. Kimin adına giyilirse giyilsin, eldiven eldivendir. Tekil, mutlak, yekpare bütünlüklerin aynı ovada savaşa tutuşması gerektiği üzerinde duranlar (meselâ sınıf savaşı) örtük olarak liberal bir siyaset güderler. Kan ve barutun kokusu dağıldığında, liberal öz açığa çıkar.

Bu anlamda, esasta burjuva bir tespit olan şu cümle yerindedir: “otuzundan önce liberal olan kalpsizdir, otuzundan sonra liberal olmayan akılsızdır.” (Eğitmenler filminden.) Kalple birleştirilenler akılla ayrıştırılır. Belli bir tür aklı devre dışı bırakıp kalple yürütülen savaşın bitmesi, o aklın daha berbat bir biçimini işleme koyar.

İkna ve Fetih

Hayatın bütünüyle politik olduğunu söyleyen anarşistler, böylece politikayı her yere ve zamana yayarak, gerçek maddî politikaya yer bırakmamakta, bu sayede de apolitik bir faaliyet yürütmektedirler. Faşistlerin politikayı zorla imha girişimleri, liberaller şahsında ikna yoluyla yapılmaktadır.

İkinci Dünya Savaşı sonrası görece muzaffer olan ama kısa sürede başarısızlığa sürüklenen Avrupalı KP’lerin ilk akıllarına gelen, insanları tek tek ya da kütle olarak sosyalizme ikna etmek olmuş, bu, ilk elden proletarya diktatörlüğünün programdan çıkarılması ile sonuçlanmış, zamanla bu partiler, eskinin sosyal demokrat yapılarına dönüşmüşlerdir.

Liberalizm, bir kez teslim olunmaya görsün, her şeyi ve herkesi politika dışına atma hususunda mahirdir. Faşizmin temel derdi ise, Hitler şahsında ifade edildiği biçimiyle, politikaya alan bırakmamak ve onu öldürmektir. Liberalizm, politikayı her yere yaymak, faşizm onu her yerde ezmek için vardır.

Politika ve Hayat

İlk elden şu tespit yapılabilir: hayat tümüyle politik değildir ama politik olan hayatîdir ve hayata aittir. Bu, bizi ideolojik ve teorik faaliyetimizi politikanın ne olduğuna, nasıl politik olunacağına ve politik alanın netleştirilmesine dönük çabaya hasır etmeye zorlar. Elbette o, bulutlar üzerindeki rahat ideoloji ve teorimiz bu zorlu gayrete bir süre direnecektir. Ama unutulmamalıdır ki sol, marksizm, sosyalizm ya da komünizm, (hangisi içinden konuşursak konuşalım), bunlarla ilgili teorinin ve ideolojinin kana ve tere bulaşması sayesinde bugüne gelmiştir.

Başlarken bahsi edilen örneğe devam edilecek olunursa, şu değerlendirme yapılabilir: bir komünist, arkadaşıyla gittiği gibi, bir yoldaşıyla sinemaya gidemez meselâ. Bu seyrin bile politik bir anlamı olabilmelidir. Politik olanla politik olmayan arasındaki farklar silindikçe bir evliliğin, bir dostluğun, bir flörtün bitmesi gibi yoldaşlık da aynı şekilde bitebilir bir olgu hâline gelir. Oysa yoldaşlık mücadeleyle tanımlı olmalı, kendisini ezelî, ebedî olan bu mücadelenin içinde bulmalıdır. Yoldaşlık, hayatın içinde tanımlanmalı ama ne hayat ne de yoldaşlık mistik bir değer hâline getirilmelidir. O, doğal, organik, canlı, dinamik, samimi, dürüst, gerçek ve bir o kadar devrimci olabilmelidir.

Arkadaşlık ilişkisi yoldaşlık ilişkisiyle aynı düzlemde duramaz. İkincisi, daima politik gerçeklikte, üstte durmalıdır. Arkadaş cemaatinden çıkılıp devrimci örgütsel bir harekete ait olunabilmelidir. Sonuçta arkadaş cemaatlerinin anti-politik veya apolitik, bu yönüyle muhafazakâr/faşist ve liberal/liberter/anarşist bir tipoloji ürettiği görülmelidir.

Yoldaşlık için proleter bir disiplinle, hiçbir şeyin öznellikle başlamadığı, başkalarına muhtaç olunduğu, kolektif faaliyetin her daim üstte tutulması gerektiği, teorik, ideolojik ve politik üretimin hiyerarşik, sistematik yapısına riayet edilmesi gerektiği görülmelidir. Tarihin ve toplumun kendi’mizle başlamadığı ve kendi’mizle bitmeyeceği, ancak yoldaşlıkla görülebilir. Tersten yoldaşlık, bu görüye ve zihniyete muhtaçtır.

Mao’nun dediği gibi, “arkadaşını eleştirmekten çekinen kişi liberaldir”. Bu liberalizmi belli bir hiyerarşi, disiplin ve sorumluluğa muhtaç olan yoldaşlık ilişkisine taşıdığımızda nelerle karşılaşılacağı herkesin malumudur. Yoldaşlık, politika yapmak, politik müdahaleler gerçekleştirmek, politik eylem içinde olmak ile değil, giderek kendi dar cemaat ilişkileri çerçevesinde, sosyo-kültürel ve ideolojik mastürbasyon zemini olarak biçimlenir. Örgütlülük, bu zeminin amacı değil, aracı olur.

Günün önemli bir bölümünü birlikte geçiren yoldaşlık ilişkisi çürümeye mahkûmdur. Tek tek tüm yoldaşların fiilî, maddî alanlarda açtığı yarıkları, güçleri, enerjiyi, birikimi belli bir alanda toparlama meselesi olan örgüt, sözkonusu çürüme ile dağılır. Bu örgütlülüğe tabi ve ait olması gereken yoldaşlık, gündelik yatay bir ilişkiye dönüşerek örgütlülüğün içini boşaltır. Bu açıdan mesele, herkesin kendi yoldaşlarını elindeki silâhın namlusuna, mermi niyetine sürebilmesidir.

Eski bir arkadaş artık yoldaş olmuşsa, bir sıçramanın, kopuşun, dönüşümün, en genel hâliyle, bir devrimin yaşanmış olması gereklidir. Devrim, esasta geriye dönüşsüzdür. Bir kere kopulmuşsa kopulmuştur, bunun eski hâline geri gelmesi mümkün değildir.

Devrimcinin kendisini hâlâ ve ısrarla koptuğu yerle tanımlıyor olması imkânsızdır. Bu anlamda yeni yoldaş olan kişiye dönük ahlâk ve hukuk, eski ahlâktan ve hukuktan kesinlikle farklı olmalıdır. Olmazsa, hâlihazırda uygulanan ahlâk ve hukuk içten içe çürüyecektir. Maddî diyalektik bunu emreder.

Feda

Politika, basit kişisel, kendince bir zevk, haz ya da öznel bir zaman tüketimi aracı olmaktan çıkmalı, kolektif, devrimci bir faaliyete dönüşmelidir. Bu amaçla, sözkonusu dönüşümün teorik zemini oluşturulmalıdır. O, basit kişisel merak ve keyif düzeyinden çıkartılmalı, belki de kişisel mânâda bizi hiç ilgilendirmeyen konuların içine girilmeli, bize uzak kişilerin eli tutulabilmelidir. Sonuçta Che’nin dediği mânâda, “yüzünü bile görmediğimiz insanlar için ölebilmek” bunu gerektirmektedir.

Teori de bu feragate, feda iradesine muhtaçtır. Oraya öznel, kişisel kimliği ile girmek mümkün değildir. Teori, bu kimlikleri daha eşikte eritmektedir. Sadece kişiye has, biricik olan öznel hayattan çıkılıp kolektif tarihsel ve toplumsal olana giriş yapılmaktadır. Bu girilen yerde politik olan, politika yapılacak alan, politikanın vuracağı zaman görülebilmektedir. Bu teori, saf, kendinden menkul teori değil, politik teoridir.

Politik olan, politikanın gerçeğine dönüştürülmüş bir teori içinde ele verir kendisini. Bu anlamda, zaten devrimden ya da politikadan kaçışın, onlara dönük küfrün içinde küflenen bir teorinin politik mücadeleye sunabileceği bir şey yoktur. Politik teori, “dar, sınırlı, görece, kısmî ve parçalı” bir teoridir.

Politika, kafanın içinde başlayıp gene orada biten bir sürece indirgenmemelidir. Gerçekte politika, bu tip kafaları parçalamalıdır. Rahat, huzurlu bir oda olarak biçimlenen bu tür kafaların ürettiği teorinin ne teorik faaliyete ne de politik mücadeleye katkısı olur.

Politikayı teorinin geçmişten gelen tortusundan kurtarmaya yeltenenler, kaş yapayım derken gözü de çıkartmakta, teorik işlemleri uyarınca politikleşmiş teoriyi de çöpe atmakta, esasta saf teoriyi politikadan kurtarmaktadırlar. Politikayı anın kaotik niteliğine fırlatıp attıktan sonra bu kaosu ortadan kaldırma gayreti içine girmektedirler. Yani, “kaos ne güzel, ne verimli, orada olmak lâzım” diyenler, bir süre sonra kaosu ezmek için çabalamaktadırlar. Kaosu sömürenler, onu ezmenin yolunu döşemekte, bu işlemin gerçek sahiplerinin sınıfsal-politik niteliğini unut(tur)maktadırlar.

“Allah” ve “Madde”

Gerçek maddenin politika derdi olmadığından, orayla tanımlı politikanın da politika olduğu şüphelidir. Allah’çılık gibi maddecilik de politikaya alan açmaz. Bu ikisi, esasta politika dışı ve karşıtı bir düşüncenin ürünüdür. Liberalizm için düz, pürüzsüz çarşaf kafasının içinde, faşizm içinse dışındadır.

Allah’çı, kendini Allah’ın yegâne muhatabı, maddeci ise kendisini yegâne madde zannediyordur. Bu bütünlüğün bozulmaması için ya politikaya uzak durulmalı ya da ona karşı savaşılmalıdır. Çünkü politika, parçalılığı, parçalanmayı, kesintililiği, faniliği, sınırlılığı ve yıkımı çağrıştırır. Bu çağrışımlar silsilesi içinde politika, Allah’çı ve maddeci için tehditkârdır.

Allah’çılar (Allah yerine, sınıf, parti, örgüt vs. konulabilir) zaman okunun kendi zaferini ve hâkimiyetini işaretlediğini düşünürler. Bu yönüyle zamansal akıştaki kesintide var olan politika, onlar için mülkiyete yönelik bir saldırıdır.

Mülkiyetine aldığı Allah (ve diğerleri) kendi öznelliği şahsında ezelî ve ebedî olmalı, politik bir müdahaleye maruz kalmamalıdır. Oysa “Allah” da politik bir müdahalenin adıdır. Bu yönüyle Allah’çılar, politika dışı ve karşıtı olurlarken, öncelikle yaslandıkları Allah’ın tarih ve toplum üstü yüce bir varlık olduğunu herkese kabul ettirmek zorundadırlar. Bu, onlar için politikanın kendisidir. Oysa politika, belli bir dönemde zâlimlerin Allah’ına karşı kendi ait olduğu Allah’ı çıkarmaktır.

Solun Allah’ları, bir dizi tarihsel önder, parti, sınıf ya da harekettir. Belli bir durum ve dönem dâhilinde politik olmuş bu unsurların tüm zamana ve mekâna yayılması, tarihte ve toplumda yaşadıkları kırılmaların, dönüşümlerin, sıçramaların görülmemesi ve onların her fiilî durum ve dönemin tek mutlak iktidarı ilân edilmeleri, solun apolitizmin ve antipolitizmin batağında boğulmasına sebep olmaktadır. Solun kimi kesimleri, başka güçlerin yardımıyla, bu bataklıkta nefes almayı sürdürmektedirler. Kürt hareketi, AB hareketi, kısmen milliyetçilik ve Müslüman hareket bu amaçla istismar edilen dinamiklerdir. (Örneğin Kürt kuyrukçuluğu, solun belli bir bölümünün tâbi olduğu apo’litizmin genel adıdır.)

Filler ve Çimen

Liberalizm teslimiyetçidir. Kitlelerin pratik içinde dünyaya teslim olma hâllerinin ideolojik karşılığıdır. Bir tür doğaya tabiyet fikri üzerinden biçimlenen “toplum sözleşmesi” ile aynı kökü paylaşır. Burada doğa, mekanik ve kusursuz bir güçtür. Burjuvaziyi güçlendiren devrimlerin sonrasında hep bir ağızdan edilmiş verili gerçeğe bağlılık yeminidir. Bu anlamda Türkiye solunun liberal yüzü Kürt hareketi, AB hareketi ve yurtseverlik ekseninde verili gerçeğe bağlanmıştır.

Filler tepişmekte, olan alttaki çimene olmaktadır. Bu üç liberalizm kendi arasında atışmakta, şefler yer kapma ve daha iyi liberalizm yapma kavgasına tutuşmakta, kadrolar, bu şeflerin acenteleri, taşıyıcıları olarak, apolitizmin içinde boğulmaktadırlar. Sonuçta geldikleri yeri, kendisini politik ve devrimci kılan gerilimleri silen bu acenteler, burjuvazinin istediği mânâda tam bireyler olmakta, politik piyasadan öğrendiklerini para ve meta piyasasında satmaya başlamaktadırlar. Eskiden örgütünün afişlerini hazırlayan üyeler reklâmcı, ideoloji pazarlayanlar pazarlamacı, ara örgütler inşa edenler şirket yöneticisi olmaktadırlar.

Bizim sorunumuz, sol içinde işleyen devrimci, sınıfsal mücadelede bu şeflere güvenmemiz, onların orta sınıf niteliklerine alışmamız ve giderek bu niteliği üstlenmemiz, sonuç olarak da sözkonusu mücadelede sürekli mağlup olmamızdır.

Bizim sorunumuz, belli güç ilişkileri içinde biçimlenen solun ideolojik, teorik ve politik haritasını kabul etmemiz, buraya koşulsuz dâhil olmak istememiz, bu istek üzerinden orta sınıfın silâhlarını olduğu gibi kullanmamız, devrimin içimizdeki sesini sürekli boğmamızdır.

Bizim sorunumuz, teori ve pratiği kendi şahsında birleştirdiğini söyleyen yalancı şeflerin peşine düşme kolaycılığına kapılmamızdır. Bunu çözmek için basitten karmaşığa doğru ilerlemek, evde, odada, kendi başımıza okuduğumuz kitaplardan çıkıp herkesle birlikte yaptığımız bir teorik çalışmaya koşulsuz girmek, bu kolektif teorik faaliyeti politikleştirmek gerekmektedir. Böylesi bir çaba, devrimcileri teorik odaklardan, bürolardan, bilgiçlerden, masa başından, teorinin gizemli olduğu yalanından, onun sadece bazı özel şahıslara açık olduğu yanılsamasından, teoriye yukarıdan ya da aşağıdan bakmaktan kurtaracaktır.

Genel anlamıyla sol, sınıflar mücadelesinin iç etkileri sonucu kendince sürece yayılmış bir devrim yaşamaktadır. Bu devrimin koşullamasıyla solun eski ezberleri, alışkanlıkları, teorik dogmaları, indirgemeleri, kendi özel sınırları ve öznelci sapmaları teoride ve pratikte farklı saiklerle irdelenmektedir. Sol içi her kopuş, bir biçimde bu devrime koşulsuz dâhil olma iradesini de içinde barındırır. Dolayısıyla, herkes herkesin bildiğine muhtaçtır ve bu da tüm devrimcilerin, sosyalistlerin ve komünistlerin birbirlerinden öğrenebilmelerini emreder.

Komünist, kendisine ya da kendi mülkiyetinde olduğunu düşündüğü örgütüne, adam örgütlemez. Komünist, kendisini de dâhil ederek, politik-devrimci mücadeleyi örgütler. Örgütçülük ise kendisinin de örgütlenebileceğini unutmaktır. Bu nedenle “harmanlanma” ve “birlik” gibi başlıklar üzerinden yürütülen tartışmalar boştur.

Öncelikli olarak yukarıda dillendirilen sol içi devrim süreci örgütlenmelidir. Bu sürece kendimizi örgütlemek ve o süreci örgütlemek, kitlelerin durumsal ve dönemsel örgütlenme momentlerinin koşulsuz içinde olmamızı sağlayacaktır. Bu devrim süreci, her türlü konspirasyonu, öznelciliği, benmerkezciliği, örgütçülüğü, kafa-kol edebiyatını, özel dünyaya kapanmayı, rekabetçiliği, mülkiyetçiliği, her şeyin başı ve sonunun kendisi tarafından tayin edildiğini söyleyen yalancıları, özcesi, tüm orta sınıf solculuğuna ait pratikleri ezerek ilerlemektedir.

Kapanmak, durmak, dinlenmek, uzak durmak, seyretmek, kaçmak, ters yöne doğru koşmak, kafa göz patlatmak, yağmurdan kaçıp doluya tutulmak, Midyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak, üç koyup bir almaya niyetlenmek, nemalanacak yerler belirlemek, sırtı pek tutmak, ne yârdan ne serden vazgeçmek, artık geçersizdir.

Eren Balkır
2 Kasım 2008

0 Yorum: