20 Kasım 2024

, ,

Kassam

Birinci Dünya Savaşı’nda Suriye, Irak ve Filistin’de ortaya çıkanlara benzer biçimde 1930’da ama farklı bir ideolojiyle şekillenen yeni güçler arasında çeşitli militan gizli cemiyetler vardı. Siyonistlere ve Yahudilere karşı -müesses ayan, aileler ve partilerden, hatta Müslüman Yüksek Konseyi’nden farklı olarak- silahlı mücadele (cihat) propagandası yapan ve bu esnada, kaynaklar yorum yapılmasına elverdiği ölçüde, birbirinden bağımsız hareket eden kimi İslami-milliyetçi gruplar ün kazandı.[1] Ekim 1929’da Celile’nin Safed civarındaki dağlık kesiminde Ahmed Tafiş’in yönettiği, yaklaşık 25 üyesinin kendini mücahit olarak gördüğü, yani cihat yürütüp Yahudi yerleşimleriyle İngiliz hedeflerine saldıran “Yeşil El” (al-yad al-khadra) ortaya çıktı; daha 1931’de İngilizlerce tasfiye edildi. 1932' de aynı ismi taşıyan bir grup El Halil civarlarında faalmiş. İslami ismine rağmen kimi Hıristiyan üyesi de bulunan Kutsal Savaş Örgütü (munazzamat al-jihad al-muqqadas) 1931 yılının başlarında Musa Kazım Hüseyni'nin oğlu ve Müftü’nün çalışma arkadaşı Abdülkadir Hüseyni tarafından kuruldu; 1934 sonlarında yaklaşık 400 gence askeri eğitim vermiş ve hem 1936-1939 isyanında hem de 1947-1949 yıllarındaki çatışmalarda rol oynamıştı. 1935’te Genç Asiler (al-şabab altha'ir) cemiyeti Tülkarem ve Kalkilya civarlarında faaldi. Müftü’nün bu grupları, en azından gizliden gizliye; ne kadar desteklediği tartışmalıydı ve hâlâ da tartışmalıdır.[2] İngilizce literatürde “bands” (çeteler) olarak adlandırılan ve suç çağrışımı içeren bu gruplar, sosyal ve siyasi bir olgu olarak dikkate şayan olsalar da kendi dönemlerinde sadece yerel önemleri vardı.

Aynı zamanlarda, İslami reform hareketi Selefiyye’nin dikkate şayan temsilcisi İzzeddin Kassam’ın (1882?-1935) etrafında toplanan grup böyle değildi; eyleme ilk geçenlerden hatta daha fazlası yabancı işgale karşı cihada geçenlerden biriydi. İzzeddin Kassam, literatürde olağandışı bir ilgiyle karşılaşsa da ardında yazılar bırakmadığı ve mücadele arkadaşları ve çağdaşlarının verdiği bilgiler çelişik olduğu için hayatının önemli veçheleri muğlak, niyet ve eylemleriyle ilgili değerlendirmeler tartışmalıdır.[3] Bu tartışmalı durum, verilen bilgilerin on yılı aşkın bir fark arz ettiği doğum yılıyla başlar. Muhtemelen 1882’de kuzey Suriye’deki Lazkiye’nin Cebele köyünde bir kuran kursu öğretmeni ve Kadiri Tarikatı’ndan bir sufi şeyhinin oğlu olarak doğan İzzeddin Kassam, muhtemelen tanıştığı ünlü reformcu Muhammed Abduh ve öğrencisi Reşid Rıza’nın aynı dönemde etkili olduğu Kahire’deki Ezher Üniversitesi’nde sekiz yıl okudu.

Kimi yandaşlarının Kassam'ın onların öğrencisi olduğu iddiası her şeyden önce onu dini ve entelektüel olarak yüceltmeye hizmet etmiş olabilir. İster onların öğrencisi olsun olmasın, Kassam erkenden siyaseten bilinçli ve faal oldu: 1904 civarlarında imam ve kuran kursu öğretmeni olarak çalıştığı Cebele’ye döndü ve 1911/1912’de İtalya'nın daha sonraki Libya olan Trablusgarp’a saldırısına karşı seferberlik oluşturmaya çalıştı ve bunun sonucunda cihat ilan etti. Lazkiye, Ekim 1918’de Fransız birliklerince işgal edildikten sonra Suriye dağlarında Fransız işgaline karşı mücadele eden gerillaya katıldı. Bir Fransız askeri mahkemesince ölüme mahkûm edilip kimi yarenleriyle Beyrut üzerinden Filistin’e kaçtı ve burada Suriyeli ve Lübnanlı milliyetçilerin toplanma noktası Hayfa’da kabul gördü.

Daha 1905’ten beri Hicaz Demiryolu’nun idari merkezi olan Hayfa bu dönemlerde topraksız köylülerin ve kiracıların akınıyla sosyal ve şehir yapısının dokusu değişen, genişleyen bir sanayi ve liman kentiydi. 1930’lu yılların ortalarında liman modernleştirilen ve kuzey Irak'taki petrol sahalarından gelen boru hattı tamamlanan Hayfa’nın durumunu canlı bir tasvirle aktarır:

“Hayfa, Filistin’in en kuzeyde kalan, şarka en uzak, çöle en uzak şehridir. […] Hayfa, kendisini inşa ederek denizden dağların doruklarına uzanır. Aşağıda liman, Araplar, eski şehir merkezi, ticaret merkezi. Dağın yarısında Yahudi burjuva şehri. Dağda en varlıklıların oturduğu kent. Ovadaysa büyük oranda ufak evlerden müteşekkil bir yerleşke ve fabrika kentidir. […]

Hayfa sınır, Avrupa, dünya siyaseti, işçi yerleşimi, zengin villaların meskeni, petrol ve çimento fabrikası, muazzam sosyalist deney Kvuzah’ın (Kibbutz'un bir biçimi, -yn) mahali, gökdelen ve donanma üssüdür.”[4]

İzzeddin Kassam, orta sınıfın ve varlıklı üst sınıfın yeni Yahudi mahallelerinin yakınındaki eski Arap mahallesinde hızla öğretmen ve imam olarak dikiş tutturdu.[5] 1925’te yeni inşa edilen, Müslüman Yüksek Konseyi’ne en azından doğrudan tabi olmayan (herhalde bağımsızlık anlamına gelen ismi buradan geliyor) İstiklal Camii’nin imamı olarak atandı. Mayıs 1928’de, daha geniş toplumsal çevrelere girmesini sağlayan Genç Müslüman Erkekler Cemiyeti'nin kuruluşuna katıldı; 1934’te mahalli başkanlığına seçildi. 1930’da Hayfa şeriat mahkemesinde nikâh memuru (ma'dhun) atanması etki alanını Celile’nin taşra çevresine ve Cenin bölgesine genişletmesine olanak tanıdı.

Hasan Benna ve Mısır’daki Müslüman Kardeşler’de olduğu gibi Kassam ve yandaşlarında da reforme edilmiş bir İslam’la, mücadeleci bir milliyetçilik el ele vermişti. Benna için olduğu kadar Kassam için de bireysel yenilenmeyle bağlantılı icra edilen din reformu büyük önemdeydi, öyle ki bireysel dönüşümle müşterek davranışın iç içe geçecek ve birbirlerini karşılıklı olarak güçlendirecekti. Kassam cihadı, kendisinden önceki ve sonraki diğer Müslüman eylemciler gibi Allah’ın takdirinde dindar bir hayat (al-jihad fi sahil allah) yaşama çabası olarak kavradı, yani onu asla siyasi hatta askeri boyuta indirgemedi. Bu görüşüyse, şiddeti vaaz etmesini -ve fiiliyata geçirmesini- engellemedi: Filistin’deki tehlikeli durum karşısında silahlı mücadeleyi her Müslümanın bireysel farzı (fard al-'ain) ilan edip İslam davası için kendini feda eden şehit idealini duyurdu.[6] Kassam, gerçekten de “siyasal İslamı” savundu -ve bunu da yaşadı. Bir yanda Sufi özellikler diğer yanda da sadece sihir ve kabir kültüne değil Bahailerden Ahmedilere varana dek “sapkınlara” karşı koyan, yabancı ve “halka özgü” etkilerden arındırılarak reforme edilen bir İslam’a destek arasında bağlantı kurmak o dönemin İslami eylemciler arasında nadir değildi; Hasan Benna çok benzer şeyler düşünüyordu.

Reformcu vaazlarla sosyal angajmanı, hatta tabiri caizse sosyal hizmeti birleştirmek daha alışılagelmemiş bir konuydu. Bu hizmet, ağırlıklı olarak demiryolu işletmelerinde veya inşaatlarda çalışan yoksullaşmış köylülerden oluşan işçilere ve Hayfa’nın taşrasının iç bölgelerindeki Fellahlara yönelik faaliyetlerdi, zira 1930’lu yılların başlarında bir derin deniz limanı, bir boru hattı ve bir petrol rafinerisi kuruluyordu.

Kassam, camide ve okulda durmayıp kahvelere, kulüplere hatta kimi eleştirmenlerinin onu suçladığı üzere pek dürüst olmayan müşterileri bulunan pek tekinsiz müesseselere gitti. Mesajını anlaşılabilir bir biçimde aktarmayı bilmesi, toplumun meramlarını ve milli çabaları bilindik İslami dil ve simgelerle ifade etmesi görevinin başarısına katkı sağladı. Buna ilaveten, merkezi birer değer olan müminlik, mücadele ve bedel etrafında dönen, öğretiyle -bundan bahsedilebilirse eğer- yaşayış birlikteliğinin timsali olduğu için de yüksek bir inandırıcılığı vardı. Sufilerin çileciliğini (zühd) ve dini buyrukların eksiksiz yerine getirilmesini ve basit insanlar arasında basit bir yaşamı gerektiren katı bir ahlak anlayışı kendisine örnekti. Kassam’ın, ahlaki bir otoritesi olduğu aşikardı ama geleceğe dönük dindar bir umudu da vardı -bu da popülerliğine halel getirmemiş olsa gerek-, yani somurtkan bir aziz ve ahlak hocası değildi.

Kısacası Kassam, sadece dar anlamıyla siyasi bir etki göstermeyip dini dersler dışında örneğin akşam okulunda ve taşra kooperatiflerinde okuma yazma dersleri de verdi. Ama bu faaliyetlere koşut bir biçimde, önce vaazlarında silahlı cihadın gerekliliğine sık sık işaret ederek aktif direniş hazırlıklarına da başladı ve gizlice askeri eğitim verdiği ilk yandaşlarını dikkatlice topladı. Bu taraftar toplama faaliyetinin çıkış noktası olarak, kendisinden önce ve sonraki İslami eylemcilerin benzer bir biçimde yaptığı gibi camiyi kullandı. Silahlı mücadeleye dönük hazırlıklar muhtemelen 1925 yılına kadar geriye götürülebilir.

Kassam’ın esasen mesafeli ve bekleme hâlindeymiş gibi görünen Müftü’yle bağlantıları muğlak ve tartışmalıdır.[7] Elbette Kassam’ın ve adamlarının o günkü önemini abartmamak gerek, ayrıca “Kara El” (al-kaff al-aswad) gibi bir dizi başka militan gizli örgüt de faaldi. Farklı faaliyetleri ve görüngüleri tek kişide toplama eğilimi -burada İzzeddin Kassam’a yüklenen bir tür Wilhelm-Tell etkisi- gözardı edilemez; ama ona karşı konulabilir. [Wilhelm Tell, 13. yüzyılda ve 14. yüzyılın başlarında yaşadığı iddia edilen İsviçreli bir kahramandır, kendi oğlunun kafasına konan bir elmayı okla vurmayı başarmıştır. -çn.]

1935’e kadar Kassam, hâlihazırda “Ya cihat, zafer ya şehadet" (hadha jihad, nasr au istişhad)" şiarıyla paramiliter bir eğitime katılan birkaç yüz gönüllü savaşçı (fedai) kazanmış görünüyor; tahminler 200-1000 arasında seyrediyor.[8] Sufi geleneklerini bilinçli bir biçimde izleyerek ilk taraftarları kendilerine “şeyh” deyip sakal bıraktı ama çok fazla göze batmamak için bundan vazgeçti. Aynı zamanda “Kassam kız kardeşleri” (refika el-Kassam) olarak erkeklerin silahlı mücadelesini destekleyen ufak bir kadın çevresi oluştu. Faaliyetlerinin ağırlığı Filistin’in kuzeyindeydi ama güya Gazze’ye kadar ülkenin başka kesimlerinde de münferit üyeler kazanılmış gibi. Kimileri daha 1929’dan sonra Yahudi yerleşimlerine ilk saldırıları gerçekleştirmiş olmalı ama grup (muhtemelen hâlihazırda ifşa edilme ve tutuklanma tehlikesinden sakınmak amacıyla) ancak Kasım 1935’in sonlarında isyan vaktinin geldiğine karar kıldı.[9]

Hayfa limanında Yahudi Yişuv’una giden silah ve mermilerin bulunduğu “Çimento Hadisesi’nin” ardından Kassam, Ekim 1935’in sonlarında 25 kişilik ufak bir grupla köylüleri mücadele için harekete geçirmek üzere Cenin civarlarına çekildi. Bundan önce mülklerini, bizzat Kassam evini, yarenleri en azından mobilyalarının bir kısmını ve eşlerinin takılarını silah ve mermi almak için satmışlardı. Bir İngiliz devriyesiyle yaşanan çarpışma esnasında 20 Kasım 1935’te Cenin’in batısında kalan Ya’büd köyü mevkiinde birçok silah arkadaşıyla birlikte hayatını kaybetti -inancı ve Filistin davası uğruna şehit olarak “şahitlik eden” ilk eylemcilerdendi. Muhtemelen kaçmaya çalışabilirdi ama kalmaya ve belki de ölmeye karar verdi. Kassam “kendini feda ettiği ölümüyle” doğrudan kült ve kahraman mertebesine erişti. Hayfa’daki cenazesi, özellikle kuzey Filistin halkının katıldığı büyük bir olaya dönüştü; Beledü’ş Şeyh’teki mezarı hızla hacıların uğrak noktası haline geldi.[10]

Şehadet eylemiyle doruk noktasına ulaşan eylemciliği, dini çevreleri aşarak hayranlık uyandıran ve taklit edilen bir yenilik, çekicilik ve şaşırtıcılık barındırıyordu. c Bizzat ardında yazılar bırakmamış olması mirasının üstlenilmesini bir o kadar kolaylaştırdı. Milliyetçi olduğu kadar İslami aktivistler, Fetih'ten Hamas’a kadar solcular ve sağcılar, “Filistin devriminin ilk komutanı” olarak Kassam”a atıfta bulundular. Kassam, Filistinli ayanın, hatta Müftü’nün de aksine, ölümünün çok ötesinde bir örnek ve ilham kaynağı hâline geldi.

Gudrun Krämer
Çeviri: Suphi Nejat Ağırnaslı

[Kaynak: Filistin Tarihi: Osmanlı Fethinden İsrail Devleti’nin Kuruluşuna, Verita Yayıncılık Şubat 2017, s. 291-296.]

Dipnotlar:
[1] Bundan sonrası için bkz. Porath, Yehoshua 1977: The Palestinian Arab National Movement: From Riots to Rebellion. Londra, 1977, s. 130 vd.; Lachman, Shai 1982: Arab Rebellion and Terrorism in Palestine 1929-39: The Case of Sheih Izz al-Din al-Qassamand his Movement, Elie Kedourie/Sylvia G. Haim (Hg.): Zionism and Arabism in Palestine and Israel. Londra: 56 vd.; Kupferschmindt, Uri M.: The Supren Muslim·Council: Islam under the British Mandate for Palestine. Leiden 1987, s. 253-254.

[2] Lachman (1982, s. 57-59) bunu, başkaca kısıtlamalara gitmeden öne sürer; Porath (1977, s. 118 ve 132) Hacı Emin’in, 1934 ortalarında İngilizlere karşı silahlı direnişin henüz vaktinin gelmediğini düşündüğü beyanlarını alıntılar ama Abdülkadir ve başka yeraltı örgütlerini el altından desteklediğini varsayar.

[3] Bundan sonrasının dayanakları için bkz. Schleifer, S. Abdullah 1979: “The Life and Thought of Izz-id-Din al-Qassam”, The Islamic Quarterly 23: 61-81; Nafi, Basheer 1997: “Shaykh 'Izz al-Din al-Qassam: A Reformist and a Rebel Leader”, Journal of lslamic Studies 8: 185-215; Salih, Muhsin Muhammad 1989: Al-tayyar al-islami fi filastin wa-atharuhu fi harakat al-jihad, 1917-1948. 2. Aufl., Kuwait, s. 229- 317; Lachman, 1982, s. 59 vd.; Porath, 1977, s. 132-139.

[4] Tergit, Gabriele 1996: im Schnellzug nach Haifa, hg. von Jens Brüning. Berlin, s. 53-55. Sayfa 55 ile başlayıp sayfa 53 ile bitirerek alıntıların yerlerini değiştirdim.

[5] Salih, 1989, s. 246 vd.; İstiklal Camii için bkz.: Seikaly, Mayıs 1998: Hayfa. Transformation of an Arab Society, 1918-1939. Londra, New York, s. 191-192; genel olarak Hayfa için a.g.e., s. 219 vd. ve Gelvip., James L. 1998: Divided Loyalties. Nationalism and Mass Politics in Syria at the Close of Empire. Berkeley u.a. s. 19-20.

[6] Schleifer, 1979, s. 71 vd., 79; Kassam’ın silahlı cihada dönük faaliyetine büyük değer veren Salih (1989, s. 241-244, 265-274) alenen daha militandır. Mısır’daki Müslüman Kardeşler için bkz. Richard P. Mitchell, The Society of the Muslim Brothers, yeni baskı, Oxford vs., 1993.

[7] Salih, 1989, s. 250, 255-260; Porath, 1977, s. 137-138; başka bir biçimde Lachman, 1982, s. 74-n

[8] Bu konuda Salih, 1989, s. 265 vd.; Lachmann, 1982, s. 64-65, 77; Schleifer, 1979, s. 74; kadınlar için Swedenburg, Ted 1995: Memories of Revolt. the 1936-1939 rebellion and the Palestinian National Past. Minneapolis, Londra, s. 178, 184.

[9] Bundan sonrası için (farklı betimlemelerle) Salih, 1989, s. 309 vd.; Porath, 19n, s. 134 vd.; Schleifer, 1979, s. 61, 79; Lachman, 1982, s. 69-71.

[10] Salih, 1989, s. 310-324; Zu'aitir, Akram 1980: Al baraka al-wataniyya al-fılastiniyya, 1935-1939: yaumiyyat Akram Zu'aitir. Neirut, s. 27 vd.; Schleifer, 1979, s. 61, 78-79; Lachman, 1982, s. 72-74, 87; Porath, 1977, s. 137-138; şehadet için bkz. Suriye için Gelvin, 1998, s. 175-181.

19 Kasım 2024

,

Sosyalizm ve Din


Bugünkü toplum, tümüyle nüfusun küçük bir azınlığını teşkil eden toprak sahipleri sınıfı ile kapitalist sınıfın işçi sınıfının oluşturduğu geniş kitleleri sömürmesi üzerine kuruludur. Bu toplum bir köle toplumdur, çünkü tüm ömürleri boyunca kapitalistler için çalışan “özgür” işçilere sadece kapitalist köleliğin korunması ve idamesi, bunun yanında, kâr üreten kölelerin hayatta kalması ve bakımı için gerekli olan geçim araçlarına sahip olma hakkı “bahşedilmiştir.”

İşçilere yönelik ekonomik zulüm, kaçınılmaz olarak, her türden politik baskıyı ve toplumsal aşağılama pratiğini, kitlelerin manevi ve ahlaki hayatının irileşip kararmasını gündeme getirir, bunlara sebep olur. İşçiler, ekonomik özgürlük için mücadele konusunda az da olsa politik özgürlüğü ve serbestiyeti kendilerince güvence altına alsalar da özgürlük hangi düzeye ulaşırsa ulaşsın, işçiler yoksulluktan, işsizlikten ve zulümden sermaye iktidarı yıkılana dek kurtulamazlar.

Din, sefaletin ve yalnızlaşmanın, sürekli başkaları için çalışmanın yükü altında ezilen halk kitlelerinin omzuna her yerde binen manevi baskı biçimlerinden biridir. Sömürülen sınıfların sömürücülere karşı yürüttükleri mücadelelerinde yüzleştikleri güçsüzlük hâli, tıpkı doğayla mücadelesinde kaçınılmaz olarak, tanrılar, şeytanlar, mucizeler gibi şeylere inanan vahşi insanlardaki güçsüzlük hâli gibi, ölümden sonra daha iyi bir hayatın başlayacağına dair inanca yol açar.

Din, budünyada sefalet koşulları içinde yaşayan emekçi insanlara teslimiyetçi ve sabırlı olmayı, öte yandan, cennetteki ödülü alma umuduyla avunmayı öğretir. Fakat başkalarının emeğiyle geçinenlere ise aynı din, budünyada yardım yapmayı, sadaka dağıtmayı öğretir, böylelikle cennete girmeleri için makul fiyata bilet sattığı bu kişilere sömürgeci olarak tüm varlıklarını meşru kılmanın en ucuz yolunu sunar. Din halkın afyonudur. Din, sermayenin kölelerinin insan sıfatlarını, az çok insana layık bir hayat taleplerini daldırıp boğdukları bir tür manevi içkidir.

Fakat bir köle, köleliğinin bilincine varıp ayağa kalkar, özgürleşmek için mücadeleye girerse, köleliğinin son bulacağı yolun yarısını geride bırakmış demektir. Büyük ölçekli fabrikalara dayalı endüstrinin büyüttüğü, kentli hayatın bilinçlendirdiği, günümüze ait sınıf bilinçli işçi, aşağıladığı dini önyargıları bir kenara atar, cenneti rahiplere ve burjuva yobazlara bırakır, budünyada daha iyi bir hayat elde etmeye çalışır. Bugünün proletaryası, dinin yol açtığı sisi dağıtma görevini bilime veren ve yeryüzünde daha iyi bir hayat için mücadele etsinler diye işçileri bir araya getirerek, onların ölümden sonra hayata dair inançtan kurtaran sosyalizmin safına geçmiştir.

Dinin kişiye ait özel bir mesele olduğu beyan edilmeli. Sosyalistler, genelde dine yönelik yaklaşımlarını genelde bu cümleyle ifade ederler. Fakat bu cümlenin anlamı yanlış anlamaya mahal vermemek adına doğru bir biçimde tanımlanmalıdır. Biz, devlet söz konusu olduğu sürece dinin özel bir mesele olarak görülmesini talep ediyoruz. Ama partimizle ilişkisi dâhilinde din, özel bir mesele değildir. Devletin dinle hiçbir ilişkisi olmamalı, aynı şekilde, dini cemaatler de devlet otoritesiyle herhangi bir bağ kurmamalıdır. Her insan beğendiği dini, dine sahip olmadığını, yani bir kural olarak her sosyalistin olması gerektiği anlamında ateist olduğunu özgürce ifade ediyor olmalıdır. Yurttaşların dini inançlarına göre ayrımcılığa tabii tutulmaları kesinlikle hoş görülebilecek bir tutum değildir. Resmî belgelerde bile yurttaşın dinini belirten ifadelere yer verilmemelidir. Kiliseye ve dine bağlı cemaatlere de kiliseye de ödenek ayrılmamalıdır. Dini cemaatler ve kiliseye bağlı cemaatler, aynı fikirde olan yurttaşların özgür birlikleri, devletten bağımsız birlikler olmalıdır. Bu talepler tam anlamıyla karşılandığı takdirde kilisenin devlete feodal tarzda bağlı olduğu, Rus yurttaşların kiliseye aynı tarzda tabi olduğu, o utanç verici ve lanetli geçmiş son bulur. Ortaçağ’a has engizisyon yasalarının, bugün ceza hukukunda ve kanunnamede karşılık bulan yasaların uygulandığı, insanlara inançları veya inançsızlıkları sebebiyle zulmedildiği, insanların vicdanlarının yaralandığı, devlette işe girmek, üç beş kuruş maaş almak için kilisenin dağıttığı, zihni uyuşturan malumata maruz kalındığı dönem sona erer. Sosyalist proletarya, günümüz devleti ve kilisesi konusunda kilise ile devletin tümüyle ayrıştırılmasını talep eder.

Rus devrimi, politik özgürlük meselesinin zorunlu bir bileşeni olarak bu talebi yürürlüğe koymak zorundadır. Bu bağlamda Rus devrimi, ilgili talepten yana bir tavır içerisindedir, zira polisin güdümündeki feodal otokrasinin isyan hâlindeki bürokrasisi, din adamları sınıfı içerisinde açığa çıkan hoşnutsuzluğu, rahatsızlığı ve öfkeyi kullanmaktadır. Rus Ortodoks Kilisesi’ne mensup din adamları sefil ve cahil bir hâlde bile olsalar, bugün Rusya’da Ortaçağ’dan kalma eski düzenin yıkılışı ile oluşan fırtına onları bile derin uykularından uyandırmaktadır. Hatta bugün bu kişiler, özgürlük talepleri dillendirmekte, bürokratik pratiklere ve devlet memurlarının yapıp ettiklerine karşı tepkiler geliştirmekte, “Tanrı’nın hizmetkârları”na polis muhbiri olmalarına yönelik yapılan dayatmaya karşı çıkmaktadırlar. Biz, bu harekete destek sunmak, din adamları sınıfına mensup olan dürüst ve samimi kişilerin taleplerini sonuçlandırmak, özgürlükle ilgili sözlerine bağlı kalmalarını sağlamak, dinle polis arasındaki tüm bağları kararlılıkla kopartmalarını talep etmek zorundayız. Onlara “samimiyseniz, kiliseyle devletin, okulla kilisenin tümüyle ayrışması kararından yana olmalısınız, dini tümüyle kat’i surette özel bir mesele olarak beyan etmelisiniz. Ya da özgürlükle alakalı, birbiriyle tutarlı olan talepleri kabul etmediğinizi söylemelisiniz. Kabul etmiyorsanız, demek ki hâlâ daha engizisyona ait geleneklerin esirisiniz, devletteki güzel para getiren işlerinize ve hükümetin sunduğu gelirlere hâlâ bağlısınız, demek ki siz elinizdeki silâhın manevi gücüne inanmıyorsunuz, devletten rüşvet almaya devam ediyorsunuz. O hâlde tüm Rusya’nın sınıf bilinçli işçileri de size merhamet etmeden savaş açacaktır” demeliyiz.

Sosyalist proletaryanın partisi içinse din özel bir mesele değildir. Partimiz, işçi sınıfının kurtuluşu için dövüşen, gelişkin araçlara ve sınıf bilincine sahip savaşçıların birliğidir. Böylesi bir birlik, dinî inançlar şeklinde hüküm süren sınıf bilinci yoksunluğuna, cehalete ya da bilmesinlerciliğe (obskürantizm) karşı asla kayıtsız kalamaz.

Biz, basın faaliyetimiz ve ağzımızdan dökülen sözlerle, yani saf manada ideolojik ve mantıksal olan silâhlarla bu dinin yarattığı sisi dağıtmak için Kilise’nin devletten tümüyle ayrıştırılmasını talep ediyoruz. Fakat biz, bir yandan da bu Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi ismini verdiğimiz birliği, işçileri kandıran her türden dini yaklaşımla mücadele etmek için kurduk. Dolayısıyla, bize göre ideolojik mücadele özel değil, tüm partiye ve tüm proletaryaya ait bir meseledir.

Madem öyle, neden programımızda ateist olduğumuzu beyan etmiyoruz? Hristiyanların ve Tanrı’ya inanan ama başka dinlere mensup olan kişilerin partimize katılmasına neden yasak getirmiyoruz?

Bu soruya vereceğimiz cevap, burjuva demokratlarla sosyal demokratların din meselesine yaklaşımlarındaki o çok önemli farklılığı izah etmemize katkıda bulunacaktır.

Bizim programımız, tümüyle bilimsel, materyalist bir dünya görüşünü temel alır. Bu nedenle programımızda sunulan izahat, zorunlu olarak dini sisin gerçek tarihsel ve ekonomik kökenlerine dair bir izahatı içerir. Yürüteceğimiz propaganda, ister istemez ateizm propagandasını da içerecektir; bu anlamda, otokratik feodal hükümetin bugüne dek yasakladığı ve zulmettiği gerekli bilimsel çalışmaların yayımlanması işi, bugün parti çalışmasının sürdüğü sahalardan birini teşkil etmelidir. Belki de bugün Engels’in bir vakitler Alman sosyalistlerine verdiği tavsiyeye uymak, bu açıdan, on sekizinci yüzyıl Fransız Aydınlanmacılarıyla ateistlerinin çalışmalarını çevirip yaygın bir biçimde dağıtmak zorundayız.[1]

Fakat buna karşılık, burjuvazi bünyesinde radikal demokratların yaptığı gibi, hiçbir koşulda din meselesini soyut ve idealist bir tarzda ele almamalı, sınıf mücadelesiyle bağı bulunmayan “düşünsel” bir mesele olarak görmemeliyiz. Bitmek bilmeyen zulmü ve işçi kitlelerinin büyütülmesini temel alan bir toplumda dini önyargıların salt propaganda yöntemleriyle yok edilebileceğini sanmak aptallık olurdu.

İnsanlığın boynuna geçirilmiş olan din boyunduruğunun toplumdaki ekonomik boyunduruğun basit bir ürünü ve yansıması olduğu gerçeğini unutmak, ancak dar kafalı burjuvaların harcıdır. Proletarya, kapitalizmin karanlık güçlerine karşı mücadeleyle aydınlanmıyorsa, hiçbir bildiri ve hiçbir vaaz onu aydınlatamaz. Ezilen sınıfın bu yeryüzünde cennetin yaratılması için verdiği, gerçekten devrimci olan mücadelede oluşturacağı birlik, proleterlerin cennetle ilgili görüşlerinin birleşmesinden daha önemlidir.

Bu nedenlerden ötürü parti, ateizmi programına almaz, almamalıdır. Eski önyargılarının kalıntılarını hâlen daha muhafaza eden proleterleri partimizle birleşmelerine yasak getirmeyiz, getirmemeliyiz. Biz, her daim bilimsel dünya görüşünü vaaz etmeliyiz, bu görüş, muhtelif “Hristiyanlar” arasında görülen tutarsızlıklarla mücadele etmemiz için zaruridir. Ama bu demek değil ki din meselesi, ilk plana, herkese ait olduğu alana taşınmalı. Bu demek değil ki tüm politik önemini hızla yitiren, ekonomik gelişme sürecinin hızla çöpe attığı üçüncü sınıf görüşler veya anlamsız fikirler yüzünden gerçekten devrimci olan ekonomik ve politik mücadeleye ait güçlerin ayrışmasına izin vermeliyiz.

Gerici burjuvazi, bugün dini kavgayı teşvik etmekte, böylelikle, kitlelerin dikkatini tüm Rusya genelinde proletaryanın devrimci mücadele içerisinde birleşmesiyle bugün çözüme kavuşturduğu önemli ve temel ekonomik ve politik sorunlardan uzaklaştırmaktadır. Bugün kendisini Kara Yüz çetelerinin uyguladığı pogromlarda ortaya koyan, proleter güçleri bölmek denilen o gerici politika, yarın daha gelişkin ve daha incelikli biçimler alacaktır. Ne pahasına olursa olsun biz, tali farklılıkları açığa çıkartıp derinleştirmek gibi bir derdi olmayan proleter dayanışmayı ve bilimsel dünya görüşünü sakinlikle, tutarlılıkla ve sabırla vaaz etmeliyiz.

Devrimci proletarya, devletle ilişkisinde dini gerçek manada özel bir mesele hâline getirme kavgasını başarıyla sonuçlandıracaktır. Ortaçağ’dan kalma küften arındırılmış olan bu politik sistemde proletarya, insanlığın dinle aldatılması denilen pratiğin gerçek kaynağı olan ekonomik köleliğin ortadan kaldırılması için kapsamlı ve açık bir mücadele yürütecektir.

V. I. Lenin
3 Aralık 1905
Novaya Zhizn [“Yeni Hayat”] Sayı 28
Kaynak

Dipnot:
[1] Bkz.: Frederick Engels, “Flüchtlings-Literatur”, Volksstaat, Sayı. 73, 22 Haziran 1874.

18 Kasım 2024

, ,

Kurtuba’ya Kudüs’ü Savunmak İçin Gittim

Kurtuba’ya Kudüs’ü Savunmak İçin Gittim:

Bir Filistinli Komünistin İspanyol Enternasyonal Tugayları Anıları

 

Editörün Notu: Necati Sıtkı (1905–1979) Arap ve Filistin komünizminin önde gelen isimlerinden biriydi. Yirmilerde ve otuzlarda Filistin’de faal olan sendika hareketine liderlik eden Sıtkı, Filistin Komünist Partisi’ni Komintern’de temsil etti. Kendi iddiasına göre, İspanya’da verilen antifaşist mücadeleye katılan az sayıda Arap sosyalistinden biriydi. Necati Sıtkı, Suriye, Lübnan ve Filistin’de solun yürüttüğü politik ve kültürel gazetecilik faaliyetlerine önemli katkılar sundu. Sıtkı, sonrasında İspanya’daki deneyimini kaleme aldı. Bu çalışma, Beyrut’ta çıkan Talya (“Öncü”) isimli derginin Haziran 1938 tarihli sayısında “Cumhuriyetçi İspanya’da Beş Ay: Bir Arap Savaşçının Enternasyonal Tugaylar’daki Anıları” başlığıyla yayımlandı. Görebildiğimiz kadarıyla Sıtkı, adı geçen dergiye bu makale dışında başka makaleler de yazdı. Fakat ne yazık ki derginin o nüshaları bugün elimizde yok. Buna karşılık, Sıtkı’nın dönemle ilgili değerlendirmelerinin eksiksiz hâline 2001’de Filistin Çalışmaları Enstitüsü’nün Arapça olarak yayımladığı Müzekkirat Necati Sıdki isimli hatıratta bulmak mümkün. Alex Winder’ın tercüme edip burada aktardığı, Sıtkı’nın 1938 tarihli makalesi, hâlen daha döneme ait kıymetli bir kayıt olarak varlığını muhafaza ediyor. Makaleyi ne İspanya İç Savaşı’nın sonucuna ait bilgiler ne de Sıtkı’nın sonrasında komünist parti içerisinde edindiği deneyimleri etkiliyor. Ağustos 1936’daki durumu, yani Birleşik Sosyalist Parti’nin kuruluşundan iki ay sonrasını temel alan değerlendirme idealist bir içeriğe sahip olsa da savaşın ilk günlerinde Enternasyonal Tugaylar’ın saflarında hâkim olan iyimserliği yansıtıyor. Makale, sol güçler içerisinde ölümcül sonuçlara yol açacak olan, neticede Cumhuriyetçileri yenilgiye sürükleyecek hizipçiliğe hiç değinmiyor. Sıtkı muhalefeti eleştiriyor, ama sadece anarşist güçlere ve onların sendikal hareket içerisindeki “bölücü işlevler”ine yönelik usturuplu bir eleştiri yöneltiyor. Bu eleştiri dâhilinde Sıtkı şunu söylüyor: “Anarşistler aslında boşa kürek çekiyorlar. […] Gelecek, onlardaki sorunları illaki çözüme kavuşturacaktır.”

* * *

Arapların Hürriyetini Madrid Cephesi’nde Savundum

 

İspanya İç Savaşı patlak verdiğinde, ben Paris’teydim. Birçok insan gibi ben de bu savaşın ciddiyetini ilk anda gördüm, bir bütün olarak insanlığın kaderinin önemli ölçüde bu savaşa bağlı olduğunu anladım. Alman ve İtalyan faşizminin uşağı olan Franco’nun İspanyol demokrasisine karşı bir ayaklanma, kendi halkına karşı bir isyan çağrısı yaptığını yakından biliyordum. O, kendi ülkesini hiç tereddüt etmeden yabancı sömürgecilerin önüne atıp onu kolayca yağmalamalarına izin verecek, bunun karşılığında ikmal maddeleri, cephane ve asker konusunda yardım alacak biriydi.

Cumhuriyetçilerin saflarında gönüllülerin toplandığını, bu insanların Fransızlardan, İngilizlerden, İtalyanlardan, Etiyopyalılardan, Amerikalılardan, Çinlilerden ve Japonlardan oluşan Enternasyonal Tugaylar’ı meydana getirdiklerini gördüm. Farklı Arap ülkelerinden gelen isimler de kendi Arap tugayını kurmuşlardı. Bunu görünce kendime şunu dedim: “Araplar, gönüllülerin mücadelesinin dışında kalamazlar. Biz de özgürlük ve demokrasi talep etmiyor muyuz? Arap mağribi, faşist generaller yenilgiye uğratılmaları durumunda ulusal özgürlüklerine kavuşamaz mı? İtalya’daki faşist güçler İspanya’daki halkçı demokratik güçler eliyle mağlup edilecek olursa, Arap Trablusu da zalim Mussolini’nin pençelerinden kurtulma imkânı bulmaz mı? İspanya’daki Cumhuriyetçilerin Alman ve İtalyan sömürgeciler karşısında elde edeceği zafer, tüm dünya genelinde demokrasiye ve ezilen halklara destek olanların elini güçlendirmez mi?”

Hiç tereddüt etmeden, birkaç gün içerisinde İspanya’ya gitmek üzere yola koyuldum.

* * *

Sınırdan geçip İspanya’ya vardığımda saat gece birdi. Bir evin önünde durduk, ışık vardı evde, tepesinde mavi sarı kırmızı Cumhuriyet bayrağı, aynı zamanda sosyalistlerin, komünistlerin ve sendikacıların kızıl bayrağı dalgalanıyordu.

Eve girdiğimizde içeride tepeden tırnağa silâhlı, Halk Ordusu’na mensup Cumhuriyetçi milislerle karşılaştık. Bu gençlerin önemli bir bölümünün üzerinde mavi işçi tulumları, başlarında ise Iraklıların kullandığı sidara denilen, ön kısmında kırmızı bir püskül bulunan siyah şapkalar vardı. Sürekli hareket hâlindeydi ev. Delikanlılar, genç kızlar, yetişkin erkek ve kadınlar… hepsinin de içinde coşku alev alevdi. Biri silâhını temizliyor, diğeri daktiloda bir şeyler yazıyor, bir başkası yeni gelen kişinin sınırdan geçiş kartını inceliyor, savaş sahasından dün gelmiş olan diğer bir adam haberleri aktarıyor, eğlenceli hikâyeler anlatıyor, sonra bir üçüncü kişi gelip talimatları alıyor.

Bu öyle bir sahne ki kalbimiz insanların duyduğu zevk ve şevk karşısında titriyor. Üzerinde milis üniforması olan, omzuna astığı tüfeği ve beline sardığı mermi şeridiyle İspanyol erkeklerle çıkıp kutsal özgürlüğü savunuyor! Üzerindeki kaba saba kıyafetler ve yaşadığı zor hayat ile bu genç kızın Avrupa’daki tiyatro sahnelerinde gördüğümüz kibar İberli Carmen’e benzer hiçbir yanı yok. Saçları kıvır kıvır, göğsüne incisi parıl parıldayan büyük bir broş iliştirmiş, omzuna siyah bir şal atmış, yüksek sesle şarkılar söylüyor, şampanya şişeleri arasında milyonerlerin aklıyla oynuyor, eğlenceden, hoppalıktan ve sıradanlıktan gayrı hiçbir şey bilmiyor, o yumuşacık teni, ince beli, dalgalı saçları ile bir o yana bir bu yana gezinip duruyor!

Hayır! Carmen, artık İspanya’yı temsil etmiyor, hiçbir zaman gerçek İspanya’ya ait bir temsil olmadı o. Carmen, eski İspanyol feodal ağalar ondan ne olmasını istiyorsa o oldu, o hâliyle İspanya’yı temsil etti.[2] Gerçek İspanya gibi Carmen de artık milislere katılan, medeniyete ve ilerlemeye ait bir simge!

Dün İspanyol yöneticileri eğlendiren kahpe Carmen, yerini bugün kendisindeki kudret, iyimserlik ve fikirler ile özgürlüğün kahramanlarına cesaret veren silâhlı Carmen’e bırakmış. O, yaralı savaşçıları teselli ediyor, Hitlerci ve Mussolinici sömürgeciliğin tehdidi karşısında ulusu ve ulusun bağımsızlığını korumak için mücadele eden gönüllülerin göğüslerinde tutkunun ve ruhun ateşini harlıyor.

Trene binip Barselona’ya gittim. Yolcular arasında birçok gönüllü vardı. Onlarla birlikte biriktirdiğim anılarım, ömrümün sonuna dek benimle yaşayacak.

Yaşlı bir kadın vardı, büyük bir kahır içerisinde olduğu belliydi. Yanındaki oğluna, kendi canından kanından olan evladına o bitap düşmüş gözlerinden dökülen gözyaşlarıyla veda ediyor, ona cesaret veriyor, ondan cumhuriyeti faşist çetelerin yol açtığı dehşetten kurtarmak için dövüşmesini istiyordu.

Gençliğinin baharında olan bir kız, sevgilisiyle ayakta duruyor, ona kısık sesle, tarifi mümkün olmayan bir şefkatle bir şeyler söylüyor, boynundaki kolyeyi çıkartıp sevgilisine takıyordu. Çift, sonra uzun uzun sarıldı, yolculuğuna başlamış olan trenin harekete geçmesi üzerine yavaşça birbirlerinden ayrıldı. İkisi de demokratik İspanya özgürlüğüne yeniden kavuşana dek tekrar bir araya gelemeyeceklerini biliyordu. Özgürlük gelmediği takdirde birbirlerini bir daha görmeleri mümkün değildi!

Trenin içi ana baba günüydü. Her yanında, her bir duvarında afişler asılıydı. Üzerinde pantolon olan, gömlek kolları kıvrılı, tepesinde kırmızı püskülü bulunan bir kep giymiş bir kız vardı birinde. Sol elindeki tüfeği havaya kaldırmış, sağ eliyle ileriyi gösteriyor ve şunu söylüyordu: “Yurttaşlar! Ele silâh alabilirsiniz, ülkenin size ihtiyacı var, o zaman neden milislere katılmıyorsunuz?”

Bir başka afişte ise güneşten esmerleşmiş kolları, sıkılı, havaya kaldırılmış yumrukları ile bir grup insan vardı. Bu resmin altında şu yazılıydı: “Birlikteysek Güçlüyüz!”

Üçüncü afişse bir elinde havaya kaldırdığı tüfeği diğer elinde korkudan tir tir titreyen bir adamın elini tutan bir işçi vardı. İşçi, o adama şunu söylüyordu: “Yağma şerefsizliktir, seni bunun için ağır bir biçimde cezalandıracağım!”

Bu afişler, ruhu canlandıran, uykusundan uyandıran cinstendi! Bu insanlar, önceden eğitim almadan veya herhangi bir hazırlık yürütmeden, kendiliğinden örgütleniyor, bir kültür meydana getiriyorlar. Bu nitelikte bir halkın karşısına en insafsız, en mücrim faşist güçler bile çıksa, onu yenemez.

* * *

Barselona’dayım. İnsanı uykusundan uyandırıp özgürleştiren eylemlerle yüklü tarihiyle medeniyetle yoğrulmuş Muhteşem Barselona. Çıkıp sokakları dolaştım, attığım her adımda bir şeyler dikkatimi çekiyor, merak, takdir ve şaşkınlıkla yürüyordum. Karşıma kavgaya büyük bir şevkle girmiş milislerden oluşan bir birlik çıktı. Bana doğru yaklaştılar, bana baktılar, gözlerinde güzel ve tuhaf bir parıltı, kudretin ve eylemin bahşettiği bir ışıltı, güven ve iyimserlik vardı. Komutanları yanıma geldi, benim İspanyol olduğumu düşünerek İspanyolca, “milislerin safına neden katılmadın?” diye sordu. Ben gülümseyerek, Fransızca şu cevabı verdim: “Ben Arap gönüllüyüm, Arapların özgürlüğünü Madrid Cephesi’nde savunmak için geldim! Şam’ı Guadalajara’da, Kudüs’ü Kurtuba’da, Bağdat’ı Toledo’da, Kahire’yi Endülüs’te, Tetuan’ı Burgos’ta savunmak için geldim!” Komutan, şaşkınlıkla, bana orta düzey bir Fransızcayla, “Sen gerçekten de Arap mısın? Faslı mısın? İyi ama bu imkânsız, Faslılar faşist çetelerle birlikte hareket ediyor, şehirlerimize saldırıyor, bizi katlediyor, her şeyimizi yağmalıyor, kadınlarımıza tecavüz ediyor” dedi.

Ben şu cevabı verdim: “Bugün Faslıların gerici generallerle, 1925’te Abdülkerim isyanını bastıran, isyancıların ailelerinin kafalarını kesen[3], topraklarını yağmalayan, eylemleriyle Araplara ve İslam’a hakaret eden güçlerle birlikte yürüdüğü doğrudur. Bu insanlar, Arapları da İslam’ı da temsil etmiyorlar. Onlar kandırılmış. Franco ve kana susamış yaverleri, Faslıları Fas’ın başındaki suça bulaşmış, halkı satmış, Arap olduğunu unutmuş, İslam’ın ruhuna ihanet etmiş liderlerin[4] yardımıyla kandırmış. […] Bu liderler, kendi insanını en büyük ve en kötü sömürgecilere hizmet etsin diye onların yanına göndermiş.”

Milis komutanı, söylediklerim karşısında epey şaşırdı, bu sözlerin bir Arap’ın ağzından çıktığından emin olmayan bir hâlde, kafasını sağa sola sallamaya başladı. Ben de bunun üzerine kendisine şunu söyledim: “Buradaki tek Arap ben değilim! Enternasyonal Tugaylar içinde bugün birçok Arap var, başkaları da gelecek. Hatta bugün Franco’nun yanında olan Araplar bile gözlerini açacak, Franco güçlerini terk edip sizin safınıza katılacak. Öğrendiğim kadarıyla birçoğunun gözü açıldı, gerçekleri görmeye başladı, Cumhuriyetçilerin safına geçmek için fırsat kolluyor. Arap ülkelerinde İspanyol Cumhuriyeti’ne yakın duran yetmiş milyon Arap var, bu insanlar demokrasiyi savunuyorlar, çünkü saygıyı hak eden tarihsel gelenekleriyle Arap medeniyeti, gerçek demokrasi temeli üzerine inşa edilmiştir.”

Milislerin ve liderlerinin yüzünde bir sevinç ifadesi belirdi. Bir süre sonra kucaklaştık. O güzel ve takdire şayan gelenekleri uyarınca beni omuzlara alarak selamladılar. Elimi sıkıp bana “cephede, Toledo’da buluşana dek hoşça kal. Sakın unutma, sen Toledo’yu savunduğunda ecdadının, Arapların geride bıraktığı ebedi anıtların en güzelini savunmuş olacaksın!”

Barselona’dan geçerken bu harika şehirdeki hayatın içinde akan enerjiyi hissettim. Bu şehir, tarif edilmesi mümkün olmayan bir ruha, bir cana sahip. Her yerde Cumhuriyetçilerin bayrakları yanında kızıl bayraklar dalgalanıyor. Kaldırımlarda yeni ürünler, püsküllü şapkalar, düğmeler, yıldızlar, farklı politik partileri temsil eden renklerde ipek kuşaklar satılıyor. Duvarlara asılmış, üzerinde İspanya haritasının bulunduğu afişlere rastlıyorsunuz. Haritanın üzerinde Cumhuriyetçilere ait yerler kırmızıyla, faşistlere ait yerlerse siyahla işaretlenmiş. Bu afişlerin önünde toplanmış yığınla insan, askeri alanda yaşanan gelişmeleri hararetle tartışıyorlar.

Yüz metre gitmemiştim ki Barselona şehrinin merkezinde bulunan, ticari hayatının kalbi olan Plaza de Catalonia [“Katalunya Pazarı”] ile karşılaştım. Burası bankaların, mağazaların, milyoner idarecilerin malikânelerinin, ticaret ajanslarının ve ülke ülke gezen kodamanlar için inşa edilmiş otellerin bulunduğu bir yerdi. Meydanın kuzeyinde Colón Oteli denilen devasa bir bina vardı. Faşistlerin başkaldırısı başladığında bu otel ülkedeki kraliyet muhafızlarının ve isyan etmiş olan faşist birliklerin kalesi olarak iş gördü. Ancak halk hainleri mağlup edince Katalunya hükümeti bir açıklama yayınlayarak bu otelin Katalunya’da faal olan Birleşik Sosyalist Parti’ye devredildiğini duyurdu. Binanın üzerine yirmi metre uzunluğunda bir pankart asıldı. Üzerinde “Birleşik Sosyalist Parti, Komünist Enternasyonal Şubesi P.S.O. – P.C.E. – U.S.C. – P.O.C.” yazılıydı. “Birleşik” adını almasının sebebi partinin dört işçi partisinin birleşmesi neticesinde oluşmuş olmasıydı. Faşistlerin saldırısı neticesinde bir araya gelen bu partiler Üçüncü Enternasyonal’e katıldılar. Pankartın üzerindeki kısaltmalar işte bu partilerin adlarını ifade ediyordu: İkinci Enternasyonal’den kopmuş olan Sosyalist İşçi Partisi, Katalan Komünist Partisi, Katalan Sosyalist Birliği ve Proleter Parti.[5]

Yabancı bir gönüllü olarak kalmak üzere Colón Oteli’ne girdim. Kısa süre sonra, girişe adımımı atar atmaz silâhlı muhafız yolumu kesip evrakımı istedi. Evrakı çıkartıp kendisine verdim. Muhafız, evrakı inceledikten sonra girmeme izin verdi. Birinci, sonra ikinci, ardından da üçüncü kata çıktım. Üçüncü katta gördüğüm şey beni epey sarstı: eli silâhlı bir genç, yüreğinde yanan ateş ile devrimci sloganlar atıyor, emirler yağdırıyor, hiçbir düzene riayet etmeden, duvarlara afişler asıyordu. Muhteşem bir hareketlilik vardı, her şey belirli bir ivmeyle hareket ediyordu, ne yana dönseniz “camarada, collega, companyona”dan [“Yoldaşım, ortağım, dostum”] gayrı bir şey işitmiyordunuz.

Bu gençlerden biri durdu ve benden, hükümeti savunanlara destek sunmak için gelmiş Arap bir gönüllü olduğumu sekretere veya yardımcısına bildirmemi istedi. Beni sekreter yardımcısının odasına götürdü, izin istedikten sonra odaya girdim. Odadaki adam, beni asker selamıyla selamladı, selamı duygusuzdu sanki varlığımdan hoşnut değil gibiydi.

Kendisine “Arap gönüllüyüm, bugün geldim. Mevcut durum konusunda bir bilgim yok. Ağustos 1936 itibarıyla Katalunya’da ne bir tür süreç başladı, bilmiyorum. Umarım, bu konuda beni biraz bilgilendirirsiniz” dedim.

O an yüzünde hafif ama hoş bir gülümseme belirdi ve bana şunu söyledi: “Hoş geldin, o asil varlığıyla Arap gönüllüsü, Elhambra’yı inşa edenlerin torunu, hoş geldin. 800 yıl boyunca yurdumuzda yaşamış olanların torunu, hoş geldin! İzin verirsen, aklındaki sorulara cevap vereyim: Baksana bana, ben senden daha Arap görünüyorum. Benim de soyum Arap, adım İsmail Ribares.”

Ona şu cevabı verdim: “Bunu duyduğuma çok sevindim. Sizinle tanışmak benim için onurdur.”

Bunun üzerine sekreter yardımcısı şunu söyledi: “Evet şimdi ne bilmek istiyorsun?”

“Katalan kurtuluş hareketinin tarihi ve bugünkü askeri durum konusunda genel bir değerlendirme yapmanızı istiyorum.”

Şu cevabı verdi: “Gerekli cevabı vereceğim. Biz Katalanlar, nevi şahsına münhasır bir halkız. Kendi kültürümüz, kendi lehçemiz var. Kastilyalı efendilere karşı uzun zamandır mücadele ediyoruz. Bu uğurda, ulusal bağımsızlık aşkına çokça kan döktük. Ama Katalunya’nın İspanya’nın iç müdahalesi olmaksızın hayatta kalması imkânsız. Biz, içte bağımsız olmak, merkezi kurumların uyguladığı genel politikalara etkin bir biçimde katılmamıza imkân sağlayan bir tür özerklik istiyoruz.

Ülkemizde güçlü bir sanayi var. Proletarya için önemli bir memba burası. Sendikal hareket için verimli bir kaynak aynı zamanda. Şu herkesin bildiği bir gerçek: İspanya’daki tüm şehirler içerisinde burası işçi partilerinin ve sendikaların ilk kurulduğu yer. Kendi işçi hareketimizin özgül yanları dikkate alındığında sınıf, Mihail Bakunin’in öğretileriyle ve onun halefi olan Kropotkin’in öğretilerinden beslenmiş anarşizmi benimsemeden gözünü açamazdı.

Bugünün dünyasında farklı teorilere sahip farklı partiler var, ama bunlar, faşizme karşı silâhla mücadele etmek için tek bir parti içerisinde bir araya geldiler. Ömrüm boyunca hayalini kurduğum bu birliğe kendi gözlerimle şahit olmanın beni epey mutlu kıldığını söylemeliyim. Ama buna karşın, tüm kalbimle bir hususla ilgili olarak şu pişmanlığımı dile getirmeliyim: anarşist işçi örgütleri bizden çok uzaklaştılar.

Faşistler iktidarı alma çabası içine girdikten sonra biz, güç kullanıp onların bu çabalarını boşa düşürdük. Ama bunun üzerine büyük sanayicilerin tamamı onların safına geçti. Onlara feodal ağalar, bankaların sahibi olan para babaları ve haksız yere imtiyazlara kavuşmuş olan diğer güçler katıldı. Bunlar sokaklarda işçilerle savaştı, saraylarının pencerelerinden kalabalıkların üzerine ateş açtılar. Kitleler kendilerini savunmaya çalıştılar, bazıları katledildi, bazıları hapse atıldı, bazıları ise kaçmak zorunda kaldı.

Güvenlik yeniden tesis edilip sular durulunca Cumhuriyetçi hükümet gerçeği gördü. Artık kapitalistler, kendisini terk etmiş, ülkeyi sırtından bıçaklamış, düşmanın safına katılmıştı. Ağır sanayide çarkları artık sendikalar döndürüyordu, işleri işçi komiteleri yönetiyordu. Sonuçta Katalunya’daki ağır sanayiye el konuldu. Hükümet, ürünlerin üretim ve dağıtım işini üstlendi.

Gelgelelim, bu durumun ve alınan tedbirlerin hakiki sosyalizme işaret etmediğini biz de biliyoruz. Burada iç savaşın yol açtığı özel bir durum söz konusu. İç savaş, doğrudan büyük kapitalistlerin faşist yargıçlardan yana saf tutmasına sebep oldu. Bu yaşadığımız şey sosyalizm değil, çünkü bugün Katalunya’daki mevcut sistem, işkollarında özel mülkiyet ilkesini işletmeyen, cumhuriyetçi bir sistem. Daha önce dediğim gibi, işletmelere, ağır sanayiye el konuldu ama bu işlem, esasen halk düşmanlarının safına katılan hainleri cezalandırmak için devreye sokulmuştu.

Juan March örneğini ele alalım. Bu adam, İspanya, Fas ve Cebelitarık’taki birçok ticaret ve sanayi şirketinin sahibi, aynı zamanda önemli bir finansçı. Ayrıca Cumhuriyetçilerin düşmanlarına para temin eden biri. Hükümet, böyle birinin mallarına el koymasın da ne yapsın?[6]

Emin olun, kimse küçük işletme sahibi ailelere veya ufak işyerlerine müdahale etmiyor, çünkü buraların sahipleri hükümete isyan etmiş olan generallere karşı halkın safında dövüşen demokrat Cumhuriyetçiler.”

Konuştuğum kişi bir an durup sessizce bana baktı, başka sorular sormamı bekliyor gibiydi. Bunu fark ettiğim anda ona “Zaragoza cephesinde durum nasıl?” diye sordum.

– Çok iyi, kısa süre içerisinde savunma konumunu terk edip saldırı konumuna geçeceğiz.

– Savaş geleceği hakkında ne düşünüyorsun, sence zafer kimin olacak?

– İç savaş, Almanya ve İtalya’nın müdahalesi sebebiyle devam edecek. Ama nihayetinde zafer hiç şüphe yok ki bizim olacak.

– Savaş malzemeleri konusunda merkezi hükümete yardım ediyor musunuz?

– Birleşik Sosyalist Parti, merkezi hükümete yardım konusunda elinden geleni yapıyor, fabrikalarımızın ürettiği tanklar, zırhlı araçlar, toplar ve bombalar temin ediliyor. Ancak anarşistler yardımların ulaştığı ölçek konusunda itirazlar dile getiriyorlar, bu şeylerin Katalunya’nın savunulması için lazım olduğunu söylüyorlar.

– İspanya anarşizminin geleceğiyle ilgili görüşünüz nedir?

– Anarşizm burada önemli bir güç. Ama bence boşa kürek çekiyorlar[7], gelecek, onlardaki sorunları illaki çözüme kavuşturacaktır.

Señor Ismael Ribares ile söyleşim bu şekilde sona erdi. Ona veda etmeden önce bana verdiği kıymetli bilgiler sebebiyle kendisine şükranlarımı sundum. Odadan çıkarken beni tutup gülerek, “Arapça bilen bir gençle röportaj yapmak ister misin?” diye sordu. Ben de bunun beni fazlasıyla memnun edeceğini söyledim. Birkaç dakika sonra yirmilerinde genç bir adam çıkageldi. Yüzündeki gülümsemeyle bana “Arapça biliyor musun?” diye sordu. “Evet” cevabı ardından “Sen biliyor musun? Nereden biliyorsun?” diye sordum. Genç adam, kırık Arapçasıyla, annesinin Arap, babasının İspanyol olduğunu söyledi. Fas’ta (Marakeş’te), Cezayir’de ve Malta’da bulunmuş. Aramızda epey ilginç bir konuşma geçti.

Necati Sıtkı
1938

[Kaynak: Jerusalem Quarterly, Sayı 62 (Bahar 2015)]

Dipnotlar:
[1] İtalyan güçleri Osmanlı ile İtalya arasında 1910-1912 yılları arasında yaşanan savaşta Libya’nın sahip bölgesini ele geçirdi. 1912 tarihli Lozan Anlaşması uyarınca Osmanlı, Trablusgarp ve Sirenayka şehirlerini İtalyanlara bıraktı. Mussolini’nin 1922’de iktidara gelmesi ardından İtalyan ordusunun Libya’daki sömürgecilik karşıtı direnişi bastırma amaçlı harekâtı yoğunlaştı. İtalya, halkı göç etmeye zorladı. İnsanları toplama kamplarına kapattı. Otuzların ortasında İtalyan güçleri Libya direnişini bastırdı, İtalya Libya’ya yerleşti. Ülkeye yerleşen İtalyan sayısı yüz bini aştı. Necati Sıtkı tam da bu dönemde İspanya’daki cumhuriyetçi güçlere katıldı. İtalya’nın Libya’yı sömürgeleştirmesi ve İtalyanların bu ülkeye yerleşmesi konusunda bkz.: Nicola  Labanca, La guerra italiana per la Libia: 1911–1931 (Bolonya: Il Mulino, 2012) ve Claudio G. Segrè, Fourth Shore: The Italian Colonization of Libya (Şikago: University of Chicago Press, 1974).

[2] Karmen ve operanın İspanyol tiyatrosuna girişinden bugüne dek uzanan süreçte İspanyol kimliğinin inşası ile ilgili bir tartışma için bkz.: Elizabeth Kertesz ve Michael Christoforidis, “Confronting Carmen beyond the Pyrenees: Bizet’s Opera in Madrid, 1887–1888,” Cambridge Opera Journal 20, Sayı. 1 (Mart 2008): s. 79–110; ve José F. Colmeiro, “Exorcising Excoticism: ‘Carmen’ and the Construction of Oriental Spain,” Comparative Literature 54, Sayı. 2 (Bahar 2002): s. 127–144.

[3] Muhammad ibn Abdülkerim Hattabi (1882/83–1963): Kuzey Fas’ın Rif bölgesinde faaliyet yürütmüş politik ve askeri lider. Haziran 1921’de İspanyol ordusu Rif’te önceden işgal etmediği bölgelere girince Abdülkerim elindeki silâhlı birliklerle İspanyol güçlerine saldırdı. Riflilerin elde ettiği çarpıcı bir dizi zaferin ardından Abdülkerim Eylül 1921’de bağımsız Rif Cumhuriyeti’ni ilân etti. Rif isyanı geride önemli bir miras bıraktı. Eylül 1923’te General Miguel Primo de Rivera’nın gerçekleştirdiği darbe ile 1923-1930 arası dönemde inşa edilen askeri diktatörlük bu yenilginin sonucu. İspanyol güçleri ardı ardına yenilgiler yaşatan Abdülkerim ve güçleri Fransa’nın işgali altında olan Fas’a doğru ilerledi. Hatta Nisan 1925’te bu güçler Fes şehrine kadar ulaştılar. Fransızlar isyanı bastırmak için büyük bir askeri gücü bölgeye gönderdiler. 250 binden fazla Fransız ve İspanyol askeri Abdülkerim’i Mayıs 1926’da teslim olmaya mecbur etti. Abdülkerim ve Rif’teki sömürgecilik karşıtı isyan konusunda bkz.: Yayına Hz.: Rene Gallissot, Abd el-Krim et la République du Rif: actes du colloque international d’études historiques et sociologiques, 18–20  janvier 1973 (Paris: F. Maspero, 1976); Charles R. Pennell, A Country with a Government and a Flag: The Rif War in Morocco, 1921–1926 (Boulder, CO: Lynne  Rienner, 1986); David S. Woolman, Rebels in the Rif: Abd el Krim and the Rif Rebellion (Stanford: Stanford University Press, 1968).

[4] Hatıratında Necati Sıtkı, bu liderlere örnek olarak Abdülhalik Tureysi’nin ismini veriyor. Tureysi (1909–1970) Fas’ta Franco’ya destek veren ve Faslıları Franco yanlısı güçlere örgütleyen önemli liderlerden biri. 1937’de Ulusal Reform Partisi’ni kuran Tureysi, faşist İspanya’nın himayesinde olacak özerk bir Fas’ın inşa edilmesi fikrini savundu. 1956’da Fas’ın bağımsız olması ardından parti, İstiklâl Partisi ile birleşti, Tureysi adalet bakanı oldu. Ardından Tureysi Kahire büyükelçiliği görevine getirildi. Bkz.: Najati Sidqi, Mudhakkirat Najati Sidqi (Beyrut: Institute for Palestine Studies, 2001), s. 127.

[5] Katalunya Birleşik Sosyalist Partisi, 23 Temmuz 1936’da bir dizi partinin birleşmesiyle kuruldu. Birlik sürecine İkinci Enternasyonal’in devamı olarak 1923’te kurulan İşçi ve Sosyalist Enternasyonal’in üyesi İspanyol Sosyalist İşçi Partisi’ne bağlı Katalan Federasyonu, İspanya Komünist Partisi’nin yerel şubesi olarak Katalan Komünist Partisi, 1923’te Sosyalist İşçi Partisi’nden kopan Katalunya Sosyalist Birliği ve Ticaret ve Sanayi Çalışanları Otonomcu Merkezi isimli sendikanın arkasında olduğu Proleter Katalan Partisi bulunuyordu.

[6] İşadamı Juan March Ordinas, March Bankası’nın kurucusuydu. Zenginliğini Kuzey Afrika ile İspanya arasındaki kaçakçılık faaliyetlerine borçluydu. Birinci Dünya Savaşı süresince her iki tarafta büyük bir servete ve nüfuza kavuştu. Kral XIII. Alfonso döneminde önemli bir güç hâline gelen Juan March, cumhuriyetçi dönemde hapse atıldı. Hapisten kaçtı, Cebelitarık’a gitti. Burada İngiliz hükümeti içerisindeki bağlantılarınca korundu. 1936’da cumhuriyete karşı gerçekleştirilen isyana destek verdi, Franco’nun Kanarya Adaları’ndan İspanya’nın elindeki Fas topraklarına geçiş sürecini bizzat örgütledi. İtalyanların sömürgelerden topladığı askerlerini Fas’tan Güney İspanya’ya uçak yoluyla taşınması işlemini finans etti. İspanya İç Savaşı’nda faşistlerin elde ettiği zaferin ardından Juan March, İspanya’da yeniden zengin ve nüfuzlu bir isim hâline geldi. İkinci Dünya Savaşı sonunda dünyadaki en zengin yedinci insan kabul ediliyordu. Kendisiyle ilgili bir dizi İspanyolca biyografi kaleme alındı: Manuel D. Benavides, El ultimo pirata del Mediterráneo (Meksika: Roca, 1976); Arturo Dixon, Señ or monopolio: la asombrosa vida de Juan March (Barselona: Planeta, 1985); ve Ramón Garriga, Juan March y su tiempo (Barselona: Planeta, 1976).

[7] Özgün metinde Necati Sıtkı, ennehum yemsekuna bi-l-quşur duna al-lubab [““meyvenin kabuğunu alıp içini çöpe atıyor”] tabirini kullanıyor.

17 Kasım 2024

, ,

Fas Milisleri Tugayı



Kudüs’te doğan Necati Sıtkı [15 Mayıs 1905 – 17 Kasım 1979] 1924’te komünist hareketle tanıştı. Parti, onu eğitim görmesi için Eylül 1925’te KUTV olarak bilinen, Doğulu İşçilerin Komünist Üniversitesi’ne gönderdi. Komintern, sonrasında kendisini Mağrip’teki çalışmalarda görevlendirdi. İspanyol İç Savaşı sırasında Franco yanlısı konum alan Faslılara yönelik propaganda faaliyetine öncülük etti. Aşağıda, Necati Sıtkı’nın bu çalışma dâhilinde Mustafa İbn-i Jelâ müstear ismiyle kaleme aldığı, Madrid gazetesi Libertad’da çıkan makalesine yer veriliyor:

* * *

 

Fas milisleri antifaşist tugayı kurulacak.

Madrid’de bulunan Faslılar bir araya gelip iç savaşın mevcut hâlini uzun uzadıya tartıştılar. Tartışmalar neticesinde benimsenen konum uyarınca aşağıdaki kararlar alındı:

1. Faşist generaller Fas halkının düşmanı kabul edilecek, Fas’ta ortaya çıkan devrimci harekete büyük bir coşkuyla destek verilecek;

2. Fas’ın İspanya’ya ait kısmında yaşayan Faslıların demokratik özgürlüklerini ancak Halk Cephesi hükümetinin temsil ettiği demokratik cumhuriyetçi rejim güvence altına alabilir;

3. Bugün düşman safında savaşan Faslı askerlerin büyük bir kısmı aldatılmış kimselerden oluşmaktadır. Akıl fikir sahibi olup kendi çıkarlarını görenlerse faşizmin safını terk edip cumhuriyetçilerin safına geçmektedir.

Bu sebeplere bağlı olarak, Fas Milisleri Tugayı’nı kurmaya karar verdik. Beşinci Alay’a bağlı faaliyet yürütecek olan bu tugay, faşist isyancı hainlere karşı Cumhuriyetçi güçlerle birlikte savaşacak.

Antifaşist Faslılar adına Mustafa İbn-i Jelâ.

Necati Sıtkı
9 Kasım 1936
Kaynak

, ,

Kızıl Mevlânâ’nın Verdiği Dersler

Pakistan tarihi, sıkıntılı dönemlerle tanımlı. Ama gene de Kasım 1968-Şubat 1969 arası dönemi politik açıdan hararetli bir dönem kabul edebiliriz. Devrimci coşkunun ve kabarışın damgasını vurduğu bu dört ay boyunca oluşan Eyüp Han karşıtı hareket, altmışlarda dünya genelinde yükselen devrimci dalga ve anti-emperyalist hareketlerin açığa çıkarttığı radikal enerjinin bir ürünüydü.

O günler, Doğu Pakistan’la Batı Pakistan’ın bir olduğu, solcu fikirlerin ülkenin iki tarafındaki politika ve fikir âleminde öneme ve nüfuza ulaştığı bir dönemdi. Diktatörlük karşıtı hareket, böylesi bir halk desteği sayesinde mümkün olabildi.

Harekete ve solun genel politik alanına birçok isim öncülük etti. Burada çok sayıda ismi anmak mümkün, fakat biz, burada en özgün olanını, Kızıl Mevlânâ veya Mao-Lana olarak anılan Mevlânâ Başani’den bahsedeceğiz.

Herkesin Mevlânâ Başani olarak bildiği Abdülhamid Han Başani, Aralık 1880’de Bengal Yönetimi’ne bağlı Siracganc şehrinin Zangra köyünde dünyaya geldi. Babasının adı Şevket Ali Han’dı. Mevlânâ Başani, 17 Kasım 1976 günü Dakka’da, 95 yaşında vefat etti.

Başani, işçilerin, köylülerin, genelde halkın durumunun iyileşmesi için ömrü boyunca mücadele etmiş bir ilericiydi. Kitleler nezdinde epey destek görmüş bir isim olarak Başani, ilerici politika konusunda özgün bir yaklaşıma sahipti. Pakistan Komünist Partisi genel sekreteri Seccad Zahir gibi birçok komünist liderin dini sınıf politikasından uzak tutma konusunda radikal bir yaklaşımı benimsediği koşullarda Mevlânâ Başani, dinle Marksizm arasındaki mesafeyi kapatma yolunu seçti. Bu, Marksist politikanın halkta karşılık bulması konusunda muazzam öneme sahip bir yaklaşımdı. Zira her türden ilerici hareket, dini karşısına alıyor, bu sebeple, siyaset alanına duhul edemiyor, neticede kitlelerde karşılık bulamıyordu.

Başani’nin dini politik söyleme dâhil edişiyle dinin oportünistçe kullanılması arasında belirgin bir farklılık söz konusuydu. Başani’nin öğretileri, sınıf bilincini ve politik farkındalığı temel alıyordu.

Özgün Bir Yaklaşım

İsminin de ifade ettiği biçimiyle Mevlânâ Başani, politik bir lider hâline gelmiş bir dinî rehberdi. Manevi yolculuğu başarıyla tamamlamak için “Pir” olarak bilinen manevi rehbere tam anlamıyla teslim olmayı telkin eden tasavvuf geleneğine mensuptu.

Pirlere biat edenlere mürit deniliyor. Tasavvuf geleneğinde pire hürmet edilir. Bu sebeple müritler davaya oldukça bağlıdırlar. Onun özgün yanı ise Başani’nin bir yandan müritlerine rehberlik ederken bir yandan da onlara Marksizm öğretmesi, politik ve dini öğretileri radikal düşünce ve pratik dâhilinde kaynaştırmasıydı.

Bu yaklaşım işe yaradı, çünkü tasavvuf, Doğu ve Batı Pakistan’da epey popüler bir konuydu, ayrıca Marksizm gibi tasavvuf da nihai hedefe ulaşma konusunda pratiği temel alan bir yaklaşımı benimsiyordu. Mevlânâ Başani’nin müritleri için de pratik meselesi hayati önemdeydi. Bu sayede Başani, uzun süre kitleleri harekete geçirme imkânı buldu.

Muhammed Eyüp Han Karşıtı Hareket Esnasında Kitlesel Eylemler

Kasım 1968’de tüm Pakistan’da enflasyon yükseldi, hayat koşulları ağırlaştı, kitlesel ayaklanmanın fitili ateşlendi. Eyüp karşıtı sloganların yankılandığı sokaklara hükümete yönelik öfkenin ve hayal kırıklığının rengi hâkim oldu. Aralık ayı içerisinde kötüleşen hayat koşullarına tepki olarak çok sayıda işçi, köylü ve öğrenci sokaklara döküldü. Köylülerin taleplerinin gündeme geldiği o günde harekete öncülük eden Mevlânâ Başani, kitlelere eylem çağrısı yaptı. Mevlânâ’nın çağrısıyla kitlelerin yüreklerine düşen ateş, tüm Doğu Pakistan şehirlerini sardı. Halk, her yerde öfkenin tanımladığı eylemler gerçekleştirdi. Öğrenciler, işçiler, yan kesiciler, gecekondulular, dilenciler, kent yoksulları, tüm ezilen kesimler harekete iştirak ettiler. Eyüp karşıtı hareket, böylelikle en etkili ve yoğun sahnelerinden birine tanıklık etti.

Ertesi yıl Mevlânâ, bir eylem çağrısı daha yaptı. Daha fazla insanın katıldığı bu eylemlerin biri, hükümetin Mucip Rahman’la ilgili olarak suçlaması üzerinden gerçekleştirildi. Eylemde Zaharul Hak isminde bir çavuş öldürüldü. Ertesi gün bu kişinin cenazesinde Başani, miting çağrısı yaptı. Mitingde kitleye yaptığı konuşmada şu şekilde haykırdı: “Bengalliler uyanın! Ateşi yakın!” Kısa süre sonra şehrin her yerinden yükselen dumanlar görülüyordu. Eyüp’ün başında olduğu Müslüman Birliği partisinin yeni merkezi ateşe verilmişti. Aslında bu yangın tesadüfen çıkmıştı, eylemcilerin yaktığı ateşe denk gelmişti. Buna rağmen halkın devlete öfkesi dinmedi. Takip eden günlerde birçok hükümet binasını ateşe verdi.

Sonuç

Mevlânâ Başani bize önemli dersler verdi. Bu derslerden biri şuydu: Devrimci bir hareket başarılı olacaksa, halkın inançlarını dikkate almalı, onları halkın zaferi önünde duran birer engel değil, katalizör olarak görmeli.

Eyüp karşıtı hareketin muktedir sınıfların devrimci manada devrilmesine neden yol açmadığı sorusuna cevap verirken, birçok başka faktör üzerinde durabiliriz. Fakat Eyüp iktidarının yıkılması denilen o küçük zafer, gene de bu tür iktidar karşıtı hareketlerin hayrına ve zararına olacak faktörler konusunda bize çok şey söylüyor.

Bugün topluma ait baskıcı sınıfsal yapıları gerçek manada değiştirmenin yolunu arayan her ilerici, Mevlânâ Başani’nin verdiği dersleri ciddiye almalıdır.

Şah Âlem Tarık
3 Kasım 2022
Kaynak

16 Kasım 2024

,

Alarm



İzmir’de beş çocuk annesi bir kadın, çocuklarına bakabilmek için plastik ve hurda topluyor. Evden çıkarken kapı kolunu yanına aldığı iddia ediliyor çünkü kendisi evde yokken çocuklarının evde güvende olması için bunu yapıyor. Bir gün alışveriş yapmak için evden ayrıldığında devrilen soba çocukları zehirleyerek onların yaşamını yitirmesine neden oluyor.

12-13 yıl önce de Adana’da bir anne, odun kömür alamadığından iki çocuğunu ısıtmak için fön makinesini çalıştırıp onlara veriyor, diğer odada intihar ediyor. Aynı yıl Van’da yolu karla kapalı bir köyden çocuğunu hastaneye sırtındaki çuvalla götüren baba, evladı Muharrem bebeğin ölü bedenini taşıyordu.

Aynı yıllarda Esenyurt’ta işçilerin kaldığı çadırda çıkan yangın işçilerin yaşamını yitirmesine neden olmuştu. Sonraki yıllarda Aladağ’da ve Diyarbakır’da yurtlarda çıkan yangından dolayı kız çocukları yaşamını yitirdi. Bu yıl Gayrettepe’de bir gece kulübünün tadilatı sırasında çıkan yangında onlarca işçi yaşamını yitirdi.

Maden ocağında çalışan Afgan bir işçi yakılarak katledildi. İliç’te işçilerin üstüne milyonlarca metreküp toprak döküldü. Soma’da, Ermenek’te, Amasra’da, Şırnak’ta yüzlerce maden işçisi katledildi. Yine bu yıl İzmir’de elektrik kaçağı yüzünden sokak ortasında insanlar can verdi. Asansör halatı koptu, işçiler ve öğrenciler can verdi.

Son yıllarda yoksulluk kaynaklı intiharların sayısı arttı. Doğal olmayan ölme biçimleri kapitalist sömürünün doğası gereği gerçekleşen “olağan” durumlara tekabül eder. Kapitalizmde ölme biçimleri sınıfsaldır.

Yoksullar için en zor mevsim kıştır. İstanbul başta olmak üzere büyükşehirlerde kâğıt, plastik, hurda toplayan insanların ve kadınların sayısı artıyor. Küçük bir motosiklete bağlanmış kasayla ve çekçek denen arabalarla insanlar atık topluyor. Sıfır atık, bol sıfırlı yoksulluk. Sokağı sınıfsal izlenime alıp motokuryelerden kâğıt toplayıcılarına kadar birçok yazıda yeni sömürü alanlarını yazarak aktarmaya çalıştık, önceki yazılarda da dile getirdik.

Nesnel koşullarla sorunu açıklamak artık bir geleneğe dönüştü. Aile hekimleri greve gidiyor, bir aile hekimine en büyük eksikliğin sendikal alanda ve meslek odalarının hareket biçiminde dediğinizde size “Onlar n’apsın, demokrasi sorunu var” diyor. Yabancılaşma ve çarpık bilinç bu aşamada rol oynuyor.

Sorun nerede? Soruna bağlı çelişki her zaman içtedir. Nesnel koşullar, az ya da çok her zaman vardır fakat içteki çelişki çözülmek zorundadır. Bu bağlamda şu soruları sormak yerindedir:

- Son yaşanan İzmir’deki olay için kadın hareketleri sokağa inmiş midir?

- Sendikalar sokağa inmiş midir?

- Sol çevreler sokağa inmiş midir?

- Atık toplayıcılarına yönelik solun bir emek merkezli programı var mıdır?

- Sömürülen kadın emeğine yönelik kadın hareketlerinin bir çalışması var mıdır?

- Yoksulluğu halk sağlığı sorunu olarak görüp buna yönelik çalışması olan bir tabipler birliği var mıdır?

Bu soruların yanıtı “Hayır!” ise içteki çelişki çözülmedikçe mevcut koşulların değişmesi beklenemez. Bir bütün olarak sol, atık toplayıcıları özelinde emekçi halk sınıflarına uzaktır. Sırt hamalını sınıfsız sömürüsüz düzen yolunda bilinçlendirip onu bedel ödemeye ikna eden solun geldiği yer, bugün tam olarak ideolojik-politik iflastır.

Beyazlaşmış ve arınmış “mağdur” bireye siyaset ören solun emekçi halk sınıflarına vereceği bir şey yoktur. Onlar için sistemle çelişki, kimlik ve birey düzeyindedir. Kürtler yoktur Kürt vardır, Türkler yoktur “ırkçılık” vardır, Müslüman yoktur “gerici” vardır, Aleviler yoktur Alevi vardır, yoksul kadınlar yoktur kadın vardır, işçiler yoktur işçi vardır, ezilenler ve sömürülenler yoktur ezilen ve sömürülen birey vardır. Biri birlikte değil 1’de görme vardır. Nâzım Usta’nın 1+1=1 denklemi bugünün solunda yoktur. Bire politika örenler birliğe uzaktır. Solun zihninde mandacılık ve uzlaşmacılık vardır.

Şimdi bir emekçinin yerinde tepkisini dile getirmenin tam zamanıdır: “Deniz hakkında derviş masalları ‘uyduran’ bu toplum sizden neden nefret ediyor!” Bu tepki, bütün yapısal krizlerin çözümünü de içinde barındırıyor. “Sınıf mücadelelerinde böyle duraklama ve gerileme dönemleri yaşanır, bu durum geçicidir” deniyor, ezberden konuşuluyor.

Sınıf mücadelesi varsa gerileme ve duraklama vardır, ortada bir sınıf mücadelesi yok, olan parçalı dinamizm de kendiliğindenciliğin eseri. Sol, Erzurum’da, Trabzon’da, Samsun’da, Konya’da, Diyarbakır’da, Urfa’da, Malatya’da neden yok? Yerelin kültürel ve politik yapısı mı sola engel? Niye, orada sınıfsal çelişkiler yok mu?

Gerçek şu ki doğa da politika da boşluk tanımıyor. İzmir’de sobayı deviren yoksulluktur, o yoksulluğu devirecek sınıf hareketi olmadığı sürece bu ateş hepimizi yakacak. İç çelişkimizi çözmek adına bu solla hesaplaşmak zorundayız. Ne bu sol iflah olur ne de sendikalar, onların iflah olmasını beklersek, biz iflah olmamaya devam edeceğiz. Sokağı tanımak zorundayız.

S. Adalı
16 Kasım 2024