31 Ekim 2025

, ,

Ezilenlerin Unutulmuş Kahramanları: Burjuva Reformizmi ve İhanet Politikaları Üzerine

 

Halk için yaşamak ve ölmek, Tai dağından daha ağırdır;
zalimlere hizmet ederek ölmek ise tüyden daha hafiftir.

[Mao Zedong]

 

I. Maskeli Kahramanlar Günü

Kenya’da 20 Ekim, Maşuca Günü’dür; özgürlük savaşçılarımızı ve olağanüstü liderlerimizi andığımız bir gün bu. Ancak 20 Ekim, kompradorların iktidarda olduğu, burjuva propagandasının hüküm sürdüğü Kenya’da sömürücülerin kurtarıcı kılığına girdiği gün haline gelmiştir.

“#KanlıParlamento: 25 Haziran Kenya Kanıyla Yazıldığı İçin Asla Unutulmayacak” başlıklı, insanın yüreğini parçalayan makalesinde, deneyimli sosyal adalet savaşçısı Gitobu Imanyara, “Gerçeği belgelemek, bir sabotaj eylemi değildir. Bir hizmettir. Yabancıların ajandasına ait değildir. Gerçeği belgelemek, zulmün hüküm sürdüğü zamanlarda yerine getirilebilecek en vatansever görevdir” diyordu. Gerçekten de öyle: Imanyara’nın da ısrarla vurguladığı gibi, bizim rolümüz, muhafaza etmektir. Bu yüzden ben de gerçeği belgeliyorum, muktedirlerin gönlünü hoş etmek değil, ulusun uyuyan vicdanını harekete geçirmek için.

II. Kralın Cenazesi ve Solun Krizi

Kafa karışıklığı yenilginin anasıdır.
Zaferin ilk koşulu, fikir ve amaç netliktir.

[L. Troçki]

Dün Raila Odinga ismindeki milli burjuva, komprador elit, gençlik ayaklanmasına ihanet eden siyasi lider, toprağa verildi. Bugün medya, bir sınıf arkadaşına övgüler diziyor, bir kompradoru “devrimci aziz” ilan edip, arkasından nostaljik ve şiirsel yalanlarını sıralıyor. Beklendiği gibi, tarih yeniden yazılıyor, tarih çarpıtılıyor, tarih aklanıyor, tarih kayboluyor. Hain ile ihanete uğrayan arasındaki çizgi, bir kez daha belirsizleşti.

Bu sözde kralın vefatından bu yana Kenya Solu tartışmalarla çalkalanıyor. Raila yanlısı reformistler, sınıf mücadelesini ve ampirik analizi terk edip “kralı” romantikleştirerek “yaşasın kral” diye haykırdıkça sol içerisindeki çatlaklar daha da derinleşti. Yoldaşlarıma hatırlatmalıyım ki, o kralın başındaki taç, ihanetle, sınırsız yolsuzluk skandallarıyla dövülmüş, bir vakitler temsiliyet iddiasında olduğu halkın kanıyla yıkanmış bir taç.

Hafta sonu partimiz Afrika Devrimci Sosyalist Birlik’in bir çalışma hücresinde dile dökülen düşünceler, ülkedeki ruh halini eksiksiz yansıtıyordu. Yoldaşların kabulüne göre, Raila sistemi üç kez kurtarmıştı: 1997’de Moi’nin partisine verilen destekte, 2017’deki direniş kampanyasında ve 2024’te 25 Haziran ayaklanmasına yönelik o büyük ihanette. Her seferinde kral, burjuva devletini kitlesel öfkeden kurtarmak için devreye girdi; komprador düzenin gerçek bir koruyucusu oldu.

Gerçekten de öyle. Kenya Afrika Ulusal Birliği’nin (KANU) tesis ettiği diktatörlüğün doksanlarda çöküşün eşiğine geldiği momentten, 2017’deki başarısız direnişe ve 2024’teki büyük ayaklanmaya kadar her olayda Raila Odinga, burjuvazinin en güvenilir itfaiyecisi olduğunu ispatladı. Her yangında çıkıp, kitlesel öfkenin alevlerini, sistemi yutmakla tehdit ettiği anda söndürmeyi bildi.

III. Reformizm, İhanet ve Bir Dönemi Belirleyen Skandallar

Tarihi burjuvazi adına temize çekmek bizim işimiz değil. Raila Odinga, yalnızca bir “demokrasi kahramanı” değildi, aynı zamanda çelişkilerle yüklü bir adamdı. İktidarla flört etme girişimleriyle hayal kırıklığına yol açmış popülist bir reformcuydu. Goldenberg skandalı gibi sayısız yolsuzluk davasından, gençlerin güçlendirilmesi için ayrılan milyarları yutan Kazi Kva Vijana skandalına, muhalefet siyasetini öldürüp rejimi yeniden canlandıran 2018’deki anlaşmayla gerçekleştirilen ihanete dek, siyasi hayatının her dönemi hesaplı bir uzlaşmacılıkla malul. Ailesinin Kisumu gibi şehirlere tahsis edilmiş fonlara el koymasıyla, kurtuluş lafını dilinden eksik etmeyenlerin kapitalist birikim sürecinin kulu kölesi haline geldiklerinin ispatıydı. Örneğin, Temmuz 2019’da Etik ve Yolsuzlukla Mücadele Komisyonu, Odingalar tarafından usulsüzce ele geçirilen Kenya Demiryolları Şirketi’ne ait 60 milyon Kenya Şilini değerindeki iki parsel araziyi geri aldı. Raila, sistemin parçası olmakla yetinmedi. Onu mükemmelleştirdi. O öldüğünde, ülke yas tutarken, siyasi dostları ve liberal ortakları, daha fazla yoksul insanı öldürmek için hesaplar yapmak için hemen kolları sıvadılar. Cumartesi sabahının erken saatlerinde Hindistan’daki hızlı büyümenin artıklarını nefesini tutup bekleyen ülke, gözle görülür şekilde dalgın ve direnemeyecek kadar zayıftı. Yürütme, Kenya’da o fazlasıyla abartılı bir biçimde karşılanan “Ulusal Şok”u kullanarak, tek oturumda sekiz tartışmalı yasa tasarısını geçirdi. Bana göre en dikkat çekici olanı, artık devletin ifade özgürlüğünü kısıtlamak için geniş yetkilere sahip olduğu internet üzerinden yapılan konuşmaların suç sayılmasıydı. Bu hamle, en çok da ülkeyi dönüştürmek için internette örgütlenen gençler ve eylemcileri etkileyecek. Bu insanlar, mahkeme kararı olmadan uygulanacak keyfi yaptırımların kurbanı olacaklar.

Diğer tasarı, büyük ölçüde polise ait gözetim yapılarını ve onun hesap verebilirliğini zayıflatması beklenen Ulusal Polis Hizmetleri Komisyonunda Değişiklikle İlgili Kanun Tasarısı; baskıcı kanunlar yürürlüğe girdiklerinde, bundan sonraki siyasi protestolar daha tehlikeli hale gelecek. Bir diğer tasarı, mahkemelerin yetersiz kamu katılımı nedeniyle anayasaya aykırı ilan ettiği önceki özelleştirme yasalarının ardından gelen Özelleştirme Kanunu Tasarısı. Yoksulların alabildiğine savunmasız olduğu koşullarda, stratejik kamu varlıklarının yakında elitlerin eline geçtiğini göreceğiz. Kamu varlıkları, yakında özel çıkarlara hizmet edecek. Şok doktrini siyasetinin listesi uzayıp gidiyor. Bu devirde IMF ve Dünya Bankası ofislerinde olan biteni pervasızca kahkahalar atarak izleyenlere bakmak gerekiyor.

Bir de günün ilerleyen saatlerinde Kasarani Stadyumu’nda yas tutan, kahramanlarını görmek için itişip kakışırken vurulup öldürülen o dört insanı unutmayalım.

IV. Görgü Tanığı Anlatımı: Siyasal Kültür Olarak Haydutluk

Raila Odinga, Kenya’nın siyasi kültürünü haydutluk ve siyasi kabadayılıkla tamamen yerle bir etti. Nyanza eyaletinde ve halk arasında “yatak odası” olarak bilinen diğer siyasi kalelerinde ayakta kalmaya çalışan Odinga yandaşlarıyla birlikte, terör üzerine kurulu bir düzen inşa etti.

2019’da Njiru’da genç bir örgütçü olarak bu gerici popülist imparatorluğun işleyişine yakından şahit oldum. Yeşil ve ihmal edilmiş bir nehir kıyısı şeridini geri almaya çalışan Hepimiz Biriz adlı bir yardımlaşma grubu bünyesinde, ait olduğum cemaatteki gençleri harekete geçirmiştim. Sonra, Raila’nın sadık piyadelerinden biri olan ve yaklaşık 15 yıl boyunca turuncu Demokratik Hareket Partisi (ODM) üyesi olarak Mabatini Bölgesi İlçe Meclisi’nde (MCA) görevli Wilfred Odalo Oluoch, namıdiğer Rafuok geldi. Aynı yılın Mart ayının ilk haftasında, bir silah ve adamlarla ortaya çıkan bu adam, araziyi ele geçirdi, onu korumak için pala taşıyan kabadayıları ortalığa saldı. Uyuşturucu satıldı, gecekondular dikildi, çevre tahrip edildi. Bunların hepsi de “değişim”in turuncu bayrağı altında yapıldı. Konuyu polise bildirdim, ancak harekete geçemeyecek kadar zayıflardı. O zamanlar ilçe meclisi üyesi olan Mzee Kwetu, Rafuok ile görüştü, sonra bana “işleri oluruna bırakmam” için rüşvet teklif etti. Reddettim. Bu reddi ölüm tehditleri takip etti. Üyeler, can güvenliklerinden endişe duyup kaçtılar. Grup dağıldı. Artık komprador iktidarı güvendeydi.

Bugün aynı adam, Nairobi İl Meclisi Bütçe, Maliye ve Ödenek Komitesi Başkanlığı görevini yürütüyor, ayrıca ekseriyetle işçilerden oluşan Mathare isimli topluluğun parlamentodaki koltuklarına göz dikmiş durumda. Njiru’nun, her bir kapatmasının bir daireye sahip olduğu Obama Malikanesi’ni halk Raila Odinga’nın düzeninin ve siyasi mirasının küçük bir özeti olarak tarif ediyor.

Bu evlerde oturanlar, Raila Odinga’nın adamları. Reformizmin siyasi evlatları. Halka gözdağı verme konusunda ustalaşmış olan bu kişilerin konuştuğu dil, şiddet ve ihanet üzerine kurulu. Tuhaflık, düzenlerinin iliklerine işlemiş. Bu yıl, bir blog yazarı ve Kileleşva’nın yemyeşil mahallelerini temsil eden bir diğer turuncu parti olarak Demokratik Hareket Partisi (MCA) üyesi olan Robert Alai, Kenya’da 7 Temmuz’da demokrasi mücadelesi bünyesinde gerçekleştirilen eylemler (Saba Saba) öncesinde “Sosyal Adalet Merkezlerinin yakılıp yıkılması” çağrısında bulundu. Alai, taban hareketlerine ve aktivistlere açıkça savaş ilan etti. Raila, hiçbir şey söylemedi. Devlete sadık çetelerin, geçen yıl gerçekleşen 25 Haziran ayaklanmasının manevi yükünü omuzlarına almış hareketleri tehdit etmesini sessizce izledi.

Ardından, Saba Saba akşamı, polis 35’ten fazla eylemciyi öldürdü, 107’den fazlasını yaraladı, 1.500'den fazla barışçıl protestocuyu gözaltına aldı. Raila Odinga, halka karşı şiddeti kışkırtan Alai ve ekibinin de desteğiyle bir Ulusal Meclis Diyalogu çağrısında bulundu. İhanetin bir resmi olsaydı, Odinga o resim olurdu.

V. Solun Reformizmi Aşan Değerlendirmeleri

Sol sohbet gruplarımızda ideolojik çizgiler gayet net.

Bir tartışmamızda dile getirdiğim şu cümleler gerilimi gayet iyi özetliyordu:

“Görevimiz, Raila’yı sadece hatırlamak değil, onu tarihsel ve sınıfsal bir bağlama oturtmaktır. Evet, sokakları o canlandırdı, ama amacı neydi? Komprador burjuvazi, halkın öfkesini her daim sahiplendi, onu sermayeyi veya emperyalizmi asla tehdit etmeyen güvenli reformist kanallara yönlendirdi. Sorun şu ki, popülizmi devrimle karıştırdık. Raila, kitle siyasetini icat etmedi; onu kontrol altına aldı. İsyanı moda haline getirdi, ama bu isyan kesinlikle dönüştürücü değildi.”

Yoldaş Şiraz Durrani, bu sözlerime benim de katıldığım şu tespitleri ekledi: “Emperyalizm, ‘bizim’ liderlerimizi seçerken ‘iyi polis, kötü polis’ politikasına başvurur. İkisini de reddedelim.”

Bu tartışmalarda ortaya koyduğum tepkilerim gayet açık ve netti: yasımız, mücadeleyi yumuşatmak yerine keskinleştirmelidir. Önümüzdeki tehlike, duygunun çelişkiyi bulanıklaştırdığı ve burjuva ahlakının bize analiz yapmadan yas tutmayı öğrettiği ideolojik silahsızlanma ve sınıf bilincinin eksikliğidir.

Pio Gama Pinto’nun yaptığı uyarıda dile getirdiği gibi, “Kenya’nın Uhuru’su (özgürlüğü), aç kalma ve cehalet içinde yaşama özgürlüğüne dönüşmemelidir.”

Küresel sermayeye göbekten bağlı bir komprador diktatörlük koşullarında, reformistlerle birlik olmak teslimiyetten başka bir sonuç vermez. Kenya’nın bugünkü sorunu sadece liderlik değil, komprador diktatörlüktür; yani halkına değil, emperyalist finans kapitale sadık bir rejim. Görevimiz, reformizmle uzlaşmak değil, sınıfsal ayrımları netleştirmektir.

VII. 25 Haziran’dan Sonra: Kitleler Yola Çıktı

Gençliğin kendi kanıyla tarih yazdığı 25 Haziran 2024 sonrası halk, parlamenter siyasetin ötesine geçti. Sokaklar, gerçek parlamento haline geldi. İsyan, Raila’nın, burjuva partilerinin ve liberal reform yanılsamasının ötesine geçerek olgunlaştı.

Parlamenter siyasetin önemsizleşmesi an meselesiydi. İnsanlar yoluna devam etti. Küresel siyaset de onlarla birlikte hareket ediyor. Geçen yılki gençlik ayaklanmasının öncüsü, başka ülkeleri kuşatıyor: Bangladeş, Madagaskar, Nepal gençleri, devleti 48 saat içinde devirdi ve şimdi Peru ayaklanıyor. Bu, kapitalist sisteme karşı küresel hoşnutsuzluğun bir yansıması.

Kararnameler düzeninin pekiştiği, kitlelerin tam kurtuluş için seferber olduğu koşullarda Kenya solunun belirli bir kısmının burjuva reformistleri için yas tutup anma müsamereleri planlaması, nostaljisinin tuzağına düşmesi, kendisini bir alana hapsetmesi, kendi ağırlığı altında ezilmesi kadar saçma bir şey yok. Gerçek sol bu mudur? İleri işçiler ve eylemciler olmadığını görüyor.

VIII. Gerçek Kahramanlar (Şucaa)

Öyleyse bugün, sistemin kendisine sadık evlatlarını allayıp pulladığı, sahte peygamberlerini defnettiği koşullarda, adı anılmayanları, kutsanmayanları, felç olmuş bir sağlık sisteminin orta yerinde, hastanelerde ve dispanserlerde acı çeken hastaları, devlet şiddetiyle kayıp yakınları için sürekli adalet arayan aileleri, her gün hiçbir sonuç alınmaksızın kaçırılıp öldürülen gençleri, saklanan yoldaşları, daha iyi bir Afrika için slogan atan çocukları, benim gibi hayatta kalma mücadelesi veren, devlet tarafından avlanan, travma, bitkinlik ve umutsuzlukla mücadele eden eylemcileri ve organik aydınları onurlandırmak için ayağa kalkalım. Hepimiz, aklımızı korumak, güvende olmak, hayatta kalmak için mücadele ediyoruz; tüm bunlar olurken de yorgun bedenlerimizde kurtuluş hayalini taşıyoruz.

Bugün, Micere Mugo, Açieng Oneko, Bildad Kaggia, Dedan Kimazi, Mekatilili va Menza, Oginga Odinga, Muthoni Nyanjiru, Pio Gama Pinto ve Makhan Singh gibi devrimci atalarımızın ruhuyla, ezilenlerin kahraman, gerçek kurtarıcılar olduğunu ilan edelim. Biz, unutulmuş, ihmal edilmiş, göz hapsinde tutulan ama iradesi hiçbir şekilde kırılmamış şucaalarız. Tarihimiz, siyasi, ekonomik ve teorik mücadeleyle çarpıtılmadan yazılmaya devam edecek. Daha yeni başladık. Henüz uhuru/özgür değiliz. Uhuru mücadelesi durdurulamaz.

#ToprakAşHürriyet yürüyüşüne katıl.

Afrika Moja! Afrika Huru! Afrika ya Kijamaa!

[Birleşik Afrika! Özgür Afrika! Sosyalist Afrika!]

Okaka Onyango
21 Ekim 2025
Kaynak

30 Ekim 2025

, ,

Sudan İmparatorluğun Kavşağında: Devrim, Karşı-Devrim, BAE’nin Alt-Emperyalist Emelleri


Sudan, çağdaş kapitalizmin fay hattında yer alıyor. Altın yatakları, tarım arazileri ve Kızıldeniz’i kesen ticari koridorlar, onu maden çıkartma ve ticari ürün nakli için stratejik öneme sahip bir bölge haline getiriyor. Sahip olduğu işçi sınıfı ve mahalleleri temel alan Direniş Komiteleri ile Sudan, Arap ayaklanmalarından beri, halk yönetiminin en gelişkin deneylerinden birini ortaya koyuyor.

Mevcut savaş, salt “iki general”e indirgenebilecek bir olgu değil. Bu, sömürge sonrası bir birikim modelinin şiddetli bir şekilde çözülmesi ve güvenilir bir halk alternatifine karşı ulusötesi güçlerin gerçekleştirdiği bir karşı-devrimdir.

Sudan; Afrika ile Arap dünyası, Sahil Bölgesi ile Kızıldeniz, üretim ile yağma arasında uzanan bir köprüdür. Coğrafyası, onu sömürgeci fetihlerin bir ödülü, emeği onu bir mücadele alanı haline getirmiştir. Bugün devrimiyle, köleliğini katmerleyen beslenen küresel düzen için bir tehdit oluşturmaktadır.

Altın yatakları, pamuk ovaları ve deniz koridorları, Sudan’ı hem bir kaynak hem de önemli bir güzergâh kılmaktadır. Sudan’ı kim yönetiyorsa, sadece Nil havzasını değil, aynı zamanda Avrupa, Asya ve Afrika Boynuzu’nu birbirine bağlayan küresel ticaretin önemli bir arterini de kontrol eder. Bu durum, halkını bir asır boyunca planlı bir bağımlılığa mahkûm etmiştir. Ancak aynı zamanda onları kıtadaki her kurtuluş hareketinin merkezinde konumlandırmıştır. Bugün Direniş Komiteleri’ni meydana getiren işçi sınıfı ağları yoktan var olmamıştır. Onlar, sıradan Sudanlıların ürettikleri serveti ve mahrum bırakıldıkları yaşamı geri almak için verdikleri sürekli mücadelenin en son ifadesidirler.

İçinde bulunduğumuz momentin derinliğini anlamak için Sudan’ın yürdüğü yolu şekillendiren üç tarihsel dönemeci, sömürgecinin kaynak-hammadde temine yönelik faaliyetlerini, güvenlikçi rantiye devletini ve halk devrimini incelememiz gerekiyor. Her dönem, halkın emeği ile elitlerin kaynaklar üzerindeki kontrolü arasındaki aynı çelişkiyi yeniden yapılandırarak, yeni isyan ve baskı döngüleri yaratmıştır.

Madencilik Faaliyetlerinin ve İsyanın Tarihsel Temelleri

I. Sömürgecinin Kaynak/Hammadde Temini Faaliyetleri (1898–1956)

İngiliz-Mısır Ortak Yönetimi, Sudan’ı emperyalist üretim için tasarladı. Gezira Planı, Nil ovalarını İngiliz sermayesi için endüstriyel pamuk üretim sahasına dönüştürdü. Plan, Sudan’ın altyapısını, demiryollarını, limanlarını ve telgraf hattını ihracat ihtiyaçlarına bağlarken, eğitim ve sağlık hizmetlerine yapılan sosyal yatırımları zayıflattı. Bu ikili ekonomi, nehir kıyısındaki merkezi ayrıcalıklı kılarken, kırsal çevreyi, özellikle Darfur, Güney Sudan ve Nuba Dağları’nı idari açıdan ihmal edileceği gerçekliğe ve zorunlu yoksulluğa mahkûm etti. Bağımsızlık sonrasında devlet, artık temini için yeterince güçlü, ancak geliri bölgesel düzeyde eşit dağıtmak veya bölgeler arasındaki eşitsizliği gidermek için fazla zayıf olan bir yapıyı miras aldı. Böylece, isyan ve bölgesel başkaldırının tohumları, emperyalist merkezin sunduğu ayrıcalıklarla marjinal terk edilmişlik arasındaki çelişkinin meydana getirdiği toprağa ekildi.

II. Askeri Kapitalizm ve Güvenlikçi-Rantiye Devleti (1958–2018)

Bağımsızlık sonrası hükümetler, sivil ve askeri rejimler arasında salınıp durdular, ancak hepsi de ihracat güdümlü birikim, dış borç bağımlılığı ve askeri baskıyı esas alan mantığı miras aldı, onu yeniden üretti. Petrolün keşfi, doksanlarda ülkeyi yeni zenginlerle tanıştırdı, ancak bu gelirden sadece Hartum merkezli bir kentli elit istifade etti. Çevrede konumlanmış bölgelerde savaş ve kıtlık devam ettiği için eşitsizlikler daha da derinleşti.

Güney Sudan 2011’de ayrıldığında, Sudan, petrol gelirinin çoğunu kaybetti. Ülke, yüzünü altın madenciliğine ve baskıya çevirdi: 2013’te devletin devreye soktuğu (“Silahlı Süvari” anlamına gelen) Cancavid ismini taşıyan silahlı çetelerle birlikte resmiyet kazanan Acil Destek Kuvvetleri (RSF), hem şiddetin ve birikimin özelleştirilmiş kolu haline geldi, hem de ticareti vergilendirdi, madenleri sömürdü, Körfez’deki savaşlara gerekli işgücünü ihraç etti.

Nekropolitika, yani kimin yaşayıp kimin ölmesi gerektiğine karar verme gücü, Sudan devletinin bağımsızlığından bu yana halkıyla ilişkisini yapılandırmıştır. Kemer sıkma politikaları, baskı ve militarize edilmiş sınırların meydana getirdiği terkip, kendi egemenliğini korumak için ölüm cezası vermeye istekli bir yönetici sınıfını ortaya çıkarmıştır. İster çevre bölgelerde kıtlık yaratarak, ister sağlık ve eğitim hizmetlerinin sistematik olarak verilmemesiyle, isterse Darfur ve Güney’deki “fazla” nüfusun askerileşmiş yönetimi yoluyla olsun, Sudan’ın başındaki yöneticiler, ülkenin geniş bölgelerini, milyonlarca insanın hayatının elitlerin servet biriktirmesine hizmet etmek için harcandığı terk edilmiş bölgelere dönüştürdüler.

Güvenlikçi-rantiye devleti, üretimin yerine şiddet araç ve yöntemlerinin satışını koyarak, kalkınmayı teşvik etmek yerine kaynak rantlarına bağımlılığı pekiştirdi. Bu dönüşüm, toplumsal desteği zayıflattı, sınıf çatışmalarını derinleştirdi, devrimci bir kopuşun zeminini hazırladı.

III. Devrimci Kopuş (2018–Günümüz)

Ekmek fiyatlarındaki büyük artış, 2018 ayaklanmasını tetikledi. Aynı ayaklanmada halk, sömürü, kemer sıkma ve aşağılama üzerine kurulu sistemle yüzleşti. Sudan’ın işçi sınıfı, öğretmenleri, mühendisleri, gençleri ve özellikle de kadınları, devrimin omurgasını oluşturan, merkezi olmaktan uzak, özyönetim esası üzerine kurulu konseyler anlamında Direniş Komiteleri'ni oluşturmak için yerelliklerde örgütlendiler. Bu komiteler, açları doyuruyor, sağlık hizmeti veriyor, sokakları koruyor, ve Halkın İktidarının Kurulması İçin Devrimci Bildirge’yi hazırlıyordu. Bildirge, derin devleti ortadan kaldırmayı, yağmalanmış serveti kamulaştırmayı ve konseylerle kırsal kooperatiflere dayalı bir demokrasi inşa etmeyi amaçlayan bir programı ihtiva ediyordu.

Devrim patlak verdiğinde, bu, yalnızca yüksek fiyatlara karşı bir protesto değil, aynı zamanda devletin ve destekçilerinin kimin hayatta kalacağına karar verme hakkına karşı bir ayaklanmaydı. Ordu ve RSF, alenen nekro-politikayı esas alan bir şiddet pratiğiyle karşılık verdi: protestolarda gerçek mühimmat kullanıldı. Kayıplara tanıklık edildi. Ayrıca halkın hafızasını silmek amacıyla, göstericilerin cesetlerinin Nil Nehri’ne atıldığı, 3 Haziran 2019 tarihli o meşhur Hartum katliamı gerçekleştirildi. Rejim, şehitleri örnek göstermenin, cesetleri sokaklarda bırakmanın, terörü ve tecavüzü silah haline getirmenin, ayaklanmanın kolektif umudunu yok edeceği hesabını yapmıştı.

Ancak Direniş Komiteleri bu mantığı tersine çevirdi; devletin ölüm ektiği yerde, yaşamı örgütlediler, yaralılara baktılar, ölüleri insana yakışır bir şekilde defnettiler ve dayanışmanın örgütlü terk edilmişlikten daha uzun ömürlü olabileceği konusunda ısrarcı oldular.

Devrim, özünde nekro-politikaya karşı bir mücadeleye dönüştü: bu mücadele de Sudanlıların yaşamlarının değerinin artık piyasalar, generaller veya emperyalist çıkarlar tarafından belirlenmemesi talebini dillendiriyordu. İşte bu nedenle, Sudan’da ekmek ve onur mücadelesi, başından beri, yaşama hakkının kendisi için bir mücadele olmuştur.

Bu alternatif, Sudanlı elitler ve yabancı destekçileri için o kadar tehdit ediciydi ki, karşı-devrim, hızlı, acımasız ve küresel olarak koordineli bir şekilde gerçekleşti. RSF ve ordunun 3 Haziran 2019’da gerçekleştirdiği, yüzlerce protestocuyu öldürüp ortadan kaldırdığı katliam bir dönüm noktasıydı; ancak bu tür baskılara rağmen Direniş Komiteleri, varlığını sürdürdü ve şiddetin ortasında dayanışmanın canlı laboratuvarı haline geldi.

Sömürgecilerin kaynak-hammadde teminine yönelik faaliyetleri, güvenlikçi-rantiye devletinin militarizmi ve halkın ülkeyi yeniden kurma pratiğinden oluşan bu üç temel eksen, Sudan’ın egemen sınıflarının birikim mekanizmasını her yeniden inşa edişinde halkın yeni direniş biçimleriyle karşılık verdiğini ortaya koyan tek bir ortak çizgiyi takip ediyor. Son savaş, sistemin son çırpınışı. Bu savaş, aynı zamanda mevcut gerçekliğin ötesinde yeni bir şeyin doğma ihtimalini bağrında taşıyor.

Karşı-Devrim ve Alt-Emperyalizmin Anatomisi

IV. Karşı-Devrimin Yerli Ajanları, Küresel Destekçileri

Sudan’da karşı-devrim, aynı sistemin iki yüzünü, sömürgecilik döneminde ve Soğuk Savaş’ta inşa edilmiş yapının miras bıraktığı, bugün ülkenin başındaki isim olarak Abdülfettah Burhan’a tevarüs etmiş olan askeri bürokrasi ile başkan yardımcısı savaş ağası Korgeneral Muhammed Hamdan Dagalo’nun (Hamitti) özel ekiplerce işlettiği şiddet ve rant devşirme mantığını birleştirdi. Aralarındaki rekabet, hammadde temini kanalları, topraklar, altın yatakları ve yabancı rantlar üzerinde hâkimiyet kurmakla alakalı. Devrim iktidarlarını tehdit ettiğinde, yerel yönetici sınıf, küresel bir çıkar hiyerarşisinin desteğini arkasına alıyor: BAE, Mısır, Suudi Arabistan ve Batılı finansörler, dizginleri ellerinde tutmaya devam etmek için, bu savaş ağalarına para, silah ve diplomatik koruma sağlıyor.

Bugün karşı-devrim mekanizmasının işleyişi, istikrarsızlıkla malul. Batı ve Körfez’deki aktörler “istikrar”dan dem vursalar da bunların asıl amacı, işçi sınıfının sunacağı alternatifin egemen olmasına mani olmak.

Bu karşı-devrimin en büyük itici gücü ise tek kuruluş gayesi, yirminci yüzyılda Ummanlı sosyalistlere karşı karşı-devrim yapmak olan Birleşik Arap Emirlikleri’dir. Bu karşı-devrimciler, ne tür bir rol üstlendiklerini gayet iyi biliyorlar. Bu rolü Sudan gibi Batı’dan doğrudan emir almadan icra ediyorlar. Başka zamanlarda ise şiddet uygulama işinin başka dış güçlere aktarılmasında ve Batı’nın düşmanı olan ülkenin topraklarına akın edip onu yok edecek paralı askerlerin toplanmasında bir araç olarak kullanılıyorlar. Yemen’de olan, bundan gayrısı değildi. Bu açıdan bakıldığında, RSF’nin BAE’yi yansıttığı görülüyor. Tıpkı Batı’nın şiddet uygulama işini BAE’ye yaptırmasında olduğu gibi önce Sudan hükümeti, ardından da Yemen, Libya ve şimdi de Sudan’da BAE, şiddet uygulama işini RSF’ye verdi. Üstelik tüm bu adımlar, bir halk ayaklanmasını bastırmak için atılıyor.

V. BAE Koridoru: Alt-Emperyalizm ve Savaşın Politik Ekonomisi

Birleşik Arap Emirlikleri, karşı-devrimin ana harici dış mimarı haline geldi. BAE, artık sıradan bir vekil güç değil, kapitalist merkezin çıkarlarını gözeten, ama aynı zamanda kendi lojistik imparatorluğunu kuran bir alt-emperyalist güç olarak hareket ediyor. Liman yatırımları, askeri karakollar ve altın aklama yoluyla Emirlikler, Afrika’nın dört bir yanına yerleşerek, Afrika’yı boydan boya kesen bir güç koridoru inşa etti.

BAE, son on yılda Afrika ülkelerine yaklaşık 60 milyar dolar yatırım yaparak, Çin, AB ve ABD’den sonra dördüncü en büyük yabancı yatırımcı konumuna yükseldi. Asıl stratejisi, altyapı inşa sürecinin dizginlerini eline geçirmek üzerine kurulu: BAE’ye ait AD Ports Group ve DP World adlı şirketler, Kuzey Afrika’dan (Mısır, Cezayir) Atlas Okyanusu’na (Angola, Kongo, Gine), Hint Okyanusu’na (Kenya, Tanzanya, Mozambik) ve Kızıldeniz’e (Mısır, Puntland, Somaliland) kadar uzanan limanları işletiyor veya yönetiyor. En az 70 lojistik merkez ve sayısız kara limanı, Afrika’nın iç kesimlerine kadar uzanıyor, altını, toprağı ve emtiayı nakliye rotalarına bağlıyor. Bunlar, ticaret ve kaynak akışlarına hızlı müdahale ve hâkimiyet sağlayan askeri ve siyasi dayanak noktalarıdır.

BAE’nin Kızıldeniz, Afrika Boynuzu ve Atlantik limanlarına yaptığı yatırımlar ile DP World ve AD Ports şirketlerinin kontrolündeki kilit noktalar, koridorun omurgasını teşkil ediyor. Bu yatırımlar, altın ve zırai işletmeye yönelik madencilik faaliyetlerini küresel ticaret için kritik öneme sahip nakliye yollarına bağlayarak, ülkenin lojistik ve stratejik avantajlara kavuşmasını sağlıyor.

Bu Afrika’yı dikine kesen emperyal koridor, aynı zamanda Atlas Okyanusu’ndan Kızıldeniz’e uzanan bölgesel ortaklıklar, askeri üsler ve lojistik ağlarından oluşan bir örgüyü ifade ediyor. Zincirin her halkasında, ülkelerdeki rejimler, BAE’nin yarı-emperyalist stratejisi için üsler, paralı askerler, ulaşım yolları ve siyasi koruma sağlıyorlar. Aşağıda bu ülkelerin birkaçı sıralanıyor.

Çad, BAE’nin Sahil’deki kilit noktası haline gelerek, Ammujaras havaalanı aracılığıyla Sudan’a gizli askeri ikmal imkânı sağlıyor.

Libya, BAE’nin Afrika’da kuvvet intikal etmek için kullandığı asli laboratuvarı. BAE, General Hafter’i insansız hava aracı üsleri, uçak pistleri ve gelişmiş silahları içeren askeri destekle yıllarca besledi. Libya toprakları, aynı zamanda Sudan altını kaçakçılığı ve silah taşımacılığı için de kullanılıyor. Somaliland’ın Berbera limanı, Emirlikler için hem ticari hem de askeri karakol olarak faaliyet gösteriyor, ayrıca Kızıldeniz’deki operasyonlar için üs görevi görüyor.

Mısır’ın başındaki askeri diktatörlük, milyarlarca dolarlık BAE yatırımlarıyla ayakta duruyor, bu da Sisi rejimini bölgesel karşı-devrim eksenine yerleştiriyor. Mısır istihbaratına ait ağlar, ayaklanmaları bastırmak için BAE ile işbirliği yapıyor. Bu ağların bundan gayrı üstlendiği daha birçok başka görevi var.

Hamitti liderliğindeki RSF, BAE’nin Sudan’da kullandığı mızrak. Altın madenlerini kontrol eden Hamitti, şiddet pratiğini yabancıların çıkarları adına yönetir, Dubai’nin finans sistemi aracılığıyla kârları yönlendirir. BAE, bu güçleri hem Sudan ordusuna karşı bir tampon olarak hem de bölgesel isyanları tetikleyebilecek devrimci hareketleri bastırmak için finanse etmektedir.

BAE, kurduğu bu hat dâhilinde yatırım, baskı ve kontrgerilla faaliyetlerini harmanlıyor. RSF, Dubai üzerinden altın aklar, karşılığında silah ve para alır, şirketlere ait tarım faaliyetleri ve lojistik imtiyazları için toprakları arındırmak amacıyla halkı göç ettirir. Devletin gerilediği yerde, askerileşmiş işletmeler devreye girerek, savaşı kârlı bir döngüye dönüştürür.

İnsanları yersiz-yurtsuz kılmaya dönük adımlar ile kıtlık sayesinde madencilik için gerekli alanlar açılmaktadır. Yağma, silahlı çatışmaları finanse edenlerin kontrolündeki yardımlara bağımlılığı artırmaktadır. Yıkılan her köy, geleceğin yatırım bölgesi haline gelmektedir. İnsani kriz, imparatorluğun iş modelinde başvurulan bir adımdır.

Direniş Komiteleri: İkili İktidar ve Devrimci Demokrasi

Direniş Komiteleri, Sudan’ın devrimci alternatifinin merkezidir. İşçi sınıfı mahallelerinden kök alan yapısıyla komiteler, iktidarın generallerden ve yatırımcılardan aşağıya doğru değil, konseylerden, sendikalardan ve kooperatiflerden yukarıya doğru inşa edildiği bir sistem olarak devrimci demokrasinin pratikte hayata geçirilmesidir. Halkın İktidarının Kurulması İçin Bildirge, tam da bu devrimci demokrasiyi sistemleştirir: belge, elitist merkezi yönetimi ortadan kaldırıp, egemenliği aşağıdan yukarıya doğru inşa etme taahhüdüdür.

İnsanların maddi âlemde hayatta kalma çabalarına ortak olan her bir komite, gıda yardımı, klinikler, eğitim ve siyasi koordinasyon gibi faaliyetlerde bulunur. Devletin çöktüğü yerlerde yaşamı yönetebilecek ikili iktidarın çekirdeğini teşkil eder. Komitelerin Geçiş Dönemi Devrimci Yasama Konseyleri kurulması yönünde yaptığı, elitlerle müzakere yürütülmesi önerisinden uzak duran çağrı, gerçek yetkinin halka verilmesini talep eder, orduyla veya eski elitlerle uzlaşma fikrine karşı çıkar.

Müzakereyi de katilleri meşrulaştıracak her türden zemini dışlayan bu duruş, pratik deneyimlerin ve dünyanın geri kalanına dair gözlemlerin ürünüdür. Komitelerin anlayışına göre, karşı-devrimci şiddeti mümkün kılan, sermaye veya askeri elitlerle yapılan her türden işbirliğidir. Anayasa, siyasi dönüşümün yanı sıra ekonomik adalet de talep etmektedir: “Önemli endüstrileri millileştirin, toprakları geri alın, IMF/Dünya Bankası’na yönelik bağımlılığı redde tabi tutun, halk egemenliğini inşa edin.” Programları, dönüşümün canlı bir taslağı ve bugün bölgedeki hem yarı-emperyalist hem de emperyal yönetime karşı en açık meydan okumadır.

Krizin ve Kurtuluşun Ana Stratejik Hattı Olarak Sudan

Sudan devrimi yalnız değil. Kapitalizmin çevre ülkelerdeki derin krizini açığa vuran Sudan devrimi, borç bağımlılığı, ekolojik çöküş, militarize edilmiş sınırlar, elitlerin iktidar üzerinde kurduğu tasallutla tanımlı krize direniyor. Savaş bir hata değil, harici güçlerin çıkarları için inşa edilen, kârlı bir yönetim rejimidir. “Kalkınma” ve doğrudan şiddet içermeyen sömürü başarısız olduğunda, imparatorluk militarizasyona ve savaşa yönelir.

Kızıldeniz koridoru, limanlar ve lojistik ağlar Sudan’ı Batı ve Körfez’in stratejileri için vazgeçilmez kılıyor. Sudan’a kim hâkim olursa, Afrika’yı Asya ve Avrupa’ya bağlayan ekonomik arterleri de o kontrol edecek demektir. Port Sudan ve Suakin gibi önemli şehirlerin yanında Darfur’daki madenleri kimin ele geçireceği konusunda süren yoğun rekabet, esasen dünya sistemindeki emperyalist iktidarla alakalıdır.

Ancak Sudan, aynı zamanda bir kopuş olasılığını da içeriyor. Direniş Komiteleri, doğrudan demokrasinin, ekonomik adaletin ve karşılıklı yardımlaşmanın yaşamı sürdürebileceğinin, hiyerarşiye meydan okuyabileceğinin ve yeni kalkınma yolları sunabileceğinin delili. Bu anlamda Direniş Komiteleri, kıta ve dünya çapında yankı uyandırabilecek bir örnek.

Alt-Emperyalizm

Teorisyenler, alt-emperyalizmi, Batı egemenliğinin merkezinden uzak olan, ancak kendi ordularının ve yatırım kanallarının ulaştığı menzil dâhilinde hammadde teminine yönelik faaliyetler içine girebilen, askeri işlemler gerçekleştirebilen bölgesel güçleri tanımlamak için kullanıyor. BAE, bu konuda yaygın olarak başvurulan bir örnek: tam egemen bir devlet olmasa da hâlen daha ABD’nin finansal ve askeri mimarisine tabi olsa da demokratik hareketleri bastırmak, kendisine karşı çıkan elitleri disiplin altına almak ve bağımlı devletleri krizde tutmak için muazzam bir nüfuza sahip. Elindeki güç, Sudan’daki Direniş Komiteleri gibi hem yerel oligarşiden hem de küresel imparatorluktan kurtulmaya çalışanları hedef alan bölgesel sınıf mücadelesi düzeyinde kendisini belirgin biçimde ortaya koyuyor.

BAE’nin Afrika’yı kuşatan koridoru, finansı, lojistiği ve şiddet pratiklerini birleştiriyor. Dayandığı mantıksa dışlayıcı ve sömürücü: “Kıtayı kuşat, onu devrime karşı güvence altına al, altın, emek ve jeostratejik fayda için kanını akıt.” Sudan, bu stratejinin temel taşı ve deneme alanı: Karşı-devrim, Sudan’da ortadan kaldırılacak, bu da o bitmek bilmeyen, kriz, kemer sıkma ve dış güçlerin tahakküm kurma amaçlı gayretleriyle tanımlı politikada bir kırılmaya işaret edecek.

Sudanlı devrimcilerin öğrendiği gibi, bu, küresel bir mücadeledir. Hartum, Omdurman ve Faşir’de alt-emperyalizmi yenenler, tüm Afrika’ya ve dünyaya, halk egemenliğini inkâr etmek için kurulmuş bir sisteme meydan okumanın ne demek olduğunu gösteriyorlar.

BAE’nin Afrika’da uyguladığı alt-emperyalizm, küresel kapitalist merkeze bağımlı bölgesel bir gücün kendi sınırları içerisinde emperyalist uygulamaları nasıl yeniden üretebileceğinin ders kitaplarına girecek türden bir örneğidir. Sudan ve ötesinde BAE, stratejik yatırımları, vekalet savaşlarını ve vekil devletlere has kalkınmayı birleştirmek suretiyle, kaynaklar, ticaret koridorları ve rejimler üzerinde kontrol sağlıyor, imparatorluk için pazarları istikrara kavuştururken, kendi çıkarlarını da koruyor.

Alt-Emperyalizmin Paradoksu: Küçük Ortak, Bölgesel Hegemon

BAE, askeri ve mali çıkarlarını birleştirerek, Batı emperyalizmi kampında sağlam bir şekilde yer alırken, özerkliğini Afrika genelinde tahakküm kurmak için kullanıyor. Forumlarda barış ve kalkınma dilini konuşuyor; sahada ise gizli savaş, ekonomik fetih ve siyasi manipülasyon yöntemlerini kullanıyor. Bu ikili statü, alt-emperyalizmin özünü teşkil ediyor: BAE, bir imparatorluk ajanı, ancak aynı zamanda tahakkümün yereldeki mimarı; doğrudan hesap vermekten kaçınırken tüm bölgeleri istikrarsızlaştırabiliyor.

İnsan Maliyeti ve Politik Dersler

Milyonlarca Sudanlı yerinden edildi, yüz binlercesi kitlesel katliamlarda öldürüldü; tüm bunlar, kaostan kâr elde etmek ve piyasa disiplinini korumak için tasarlanmış bir alt-emperyalist sistemin sonucu. Gerçek hesap verebilirlik sadece BAE değil, bu tür müdahalelere imkân sağlayan, genel emperyalist yapıyla da yüzleştiğimiz vakit mümkün olabilir.

Çözüm

Sudan devrimi, modern kapitalizmin sınırlarının hem krizini hem de potansiyelini yansıtan, dünyaya ayna tutan bir olaydır. Sömürgecilerin kaynak ve maden temini için başvurdukları plandan, nekro-politik yönetime dayanan onlarca yıllık askeri ve neoliberal birikime, oradan da sistemin sebep olduğu ölüme karşı yaşamı örgütleyen Direniş Komiteleri’nin kendiliğinden ortaya çıkışına kadar uzanan bir sürecin tanığı olarak Sudan, çevre ülkelerdeki sınıf mücadelesinin gerçek boyutlarını gözler önüne sermiştir.

2018’de başlayan devrimci kopuş, yaşamın değerini, kaynakların dağılımını ve toplumun şeklini belirleme yetkisinin kimde olduğu konusunda verilmiş bir mücadeleydi ve halen daha öyle. Küresel ve bölgesel sermayenin desteğini alan ordu ve RSF, rejimlerini sürdürmek için nekropolitik bir güce başvuruyor; ancak Direniş Komiteleri, küllerin ve dayanışmanın harrı içinde doğmuş yapılar olarak, piyasa mantığına ve asker kaynaklı şiddete meydan okuyan, halkçı bir alternatifin, karşılıklı yardımlaşmanın ve demokratik örgütlenmenin temellerini inşa etti.

Hem yerel aktörlerin hem de BAE’nin yarı-emperyal emellerinin tetiklediği karşı-devrim, Sudan’ı imparatorluk için bir savaş alanına dönüştürdü. Vekalet savaşı, liman hâkimiyeti ve altın kaçakçılığı, askeri yöntemlerle sürdürülen hammadde teminine yönelik faaliyetlerin, bağımlı devletlerin ve insani krizin küresel sermayenin yeniden üretiminin araçları olarak hizmet ettiği yirmi birinci yüzyılda emperyalizmin anatomisini ifşa ediyor. Ancak savaş altyapıyı yok edip milyonlarca insanı yerinden etse de, devrimci potansiyeli veya sıradan insanların hayatta kalma ve özgürlük için dirençli yapılar inşa etme becerisini ortadan kaldıramadı.

Direniş Komiteleri’nin dirençli, uyum sağlamayı bilen, ama katillerle uzlaşmayı reddeden tutumu, dönüşümün belirleyici gücü olmayı sürdürüyor. Yerel konseyler, doğrudan demokrasi ve sosyal adaleti temel alan ikili iktidar modelleri, tüm Küresel Güney için yeni bir olasılığa işaret ediyorlar. Başarı, sömürge ve sömürge sonrası düzenin çöküşü anlamına gelirken; yenilgi, krizin kural haline gelmesinin sıradanlaşmasına işaret ediyor. Devrimci strateji tartışmaları gibi hareket içerisinde bir şekilde yaşanan ayrışmalar ve aksaklıklar bile başarısızlık değil, işçi sınıfının liderliğinin ve anti-kapitalist dönüşüm mücadelesinin netleşip derinleştiği momentlerdir.

Sudan, emperyalizmin nekro-politikasına ve onu ayakta tutan sömürüye karşı küresel mücadelenin öncüsüdür. Egemenlik döngüsü, ancak işçiler, yoksul çiftçiler, kadınlar ve gençlerin iktidarı ve üretimi örgütlemeleri ile kırılabilir. Kapitalizm, salt gösteriler veya müzakerelerle yıkılmaz; o, ezilenlerin örgütlü ve militan eylemiyle, her mahallede ve işyerinde aşağıdan demokrasi inşa ederek kökünden sökülüp atılmalıdır.

Devrimin zaferi, her yerde imparatorluğa indirilmiş bir darbedir. Yenilgisi zaten bizim yenilgimizdir. Sudan’da karşı-devrim kazanırsa, Körfez sermayesi ve yerel diktatörler tarafından yönetilen askeri kapitalizm, Afrika’da egemenlik modeli haline gelecektir. Devrim devam ederse, kitle konseyleri, işçi kooperatifleri ve halk egemenliği için yeni imkânlar yaratacaktır. Sudan’la dayanışma, evet dayanışma pratiğinin bir veçhesidir ama aynı zamanda bir stratejidir. Sudan’daki savaşı körükleyen sistem, hastaneleri özelleştiriyor ve başka yerlerdeki nüfusu yoksullaştırıyor. Sudan’ı savunmak, kurtuluş davasının geleceğini savunmaktır.

Ebu Hüreyre
28 Ekim 2025
Kaynak

Kemalizmin Cumhuriyetçilik Diye Bir İlkesi Var mı?


Cumhuriyetçilik, Atatürk ilkeleri diye de tarif edilen ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin simgesi altı okta ifade bulan ilkelerden biri, hatta birincisidir. Daha sonra da, adının “Türkiye Cumhuriyeti” olması yeterli ve inandırıcı olmadığı için olsa gerek, T.C. Anayasası’nın temel ilkeleri arasına da, diğer beş kardeşi ile birlikte, bir daha yazılmıştır.

Adı Cumhuriyet Halk Partisi olan bir partinin ilkelerinin başında cumhuriyetçilik ilkesinin gelmesi, adı Türkiye Cumhuriyeti olan devletin anayasasına bu altı okla birlikte cumhuriyetçilik ilkesinin alınması, gayet tabii görünebilir. Hatta Atatürk hakkında sonradan yaratılan efsaneleri sahi sanırsanız, küçük Mustafa’nın taa dayısının tarlasında kargaları kovaladığı zamandan beri, cumhuriyet kurmayı düşündüğüne inanıp, bu ilkenin Atatürk ilkelerinin en temel ilkesi olduğu kanaatine varabilirsiniz.

Halbuki eğer Mustafa Kemal’in adıyla anılan hareketi CHP ile özdeşleştirebiliyor isek ve Sivas Kongresi’nin bu partinin kuruluş kongresi olduğu doğru ise, altı oktan cumhuriyetçilik ile ilgili olanı bu hareketin temel özelliği olarak anılmayı en az hak edenlerden biridir.

Sivas Kongresi, Adında “Cumhuriyet” Geçen Bir Partinin İlk Kongresi Olabilir mi?

Sivas Kongresi, resmen ve türlü gayrı resmi yorumlarda Cumhuriyet Halk Partisi’nin ilk kongresi olarak kabul edilir. Aynı zamanda da cumhuriyetin temellerinin atıldığı dönüm noktası olarak anılır. Bu bakımdan CHP’nin altı okundan biri olan cumhuriyetçilik ilkesinin ne kadar ilke olduğunun anlaşılması için de Sivas Kongresi iyi bir gözlem imkânı sunar.

Sivas Kongresi’ne katılan temsilciler şu yemini etmişlerdir:

“Yüce halifelik ve saltanat makamlarına, islamiyete, devlete, millete ve memlekete manen ve maddeten hizmetten başka bir gaye ve emelimiz olmadığından ötürü, kongre görüşmeleri devam ettiği sürece, kişisel ve siyasi ihtirastan ve particilik amaçlarından uzak bir azim ve iman ile çalışacağıma ve İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin ihyasına çalışmayacağıma namusum ve bütün kutsal saydığım şeyler adına yemin ederim.”

Bu sözlere bakıldığında bu yeminle yola çıkanların, baştan itibaren hilafet ve saltanatı kaldırıp bir cumhuriyet kurmak üzere hareket ettikleri herhalde en son akla gelmesi gereken şey olsa gerektir. Aksine hilafet ve saltanat makamları yüceltilmekte ve bu makamlara bağlılık yemini edilmektedir; bu yeminde olduğu gibi kongrenin tümüne de aynı yaklaşım damgasını vurur. Tabii siyasette marifetin yalan ve çarpıtma ile kandırmaca olduğuna inananlar az değildir. Böyle düşünenler, sonradan geri dönüp baktıklarında, bu aykırılığı asıl amaca ulaşmak için, bu amacı gizleyerek uygulanan ustaca bir taktik olarak yorumlayabilir. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi tarihini yazanlar böyle yapmışlardır. Hâkim ideoloji de bu resmi tarih üzerinde yükseldiği için, bu yorum öteden beri hâkim ve yaygın olan inanışı ifade etmektedir.

Oysa gerçek bu değildir. Geçmişe resmi tarihin gözlüğünden bakılınca doğan bu yanılsama, olaylar gelişim seyri içinde ele alındığı zaman daha iyi görülür.

Sivas Kongresi’nin toplanmasına giden süreç 1919 haziranından itibaren, Amasya Tamimi ile başlamıştır ve Erzurum Kongresi de bu kongrenin bir nevi ön hazırlığı olarak görülmelidir. Erzurum Kongresi’nde kabul edilen karar metni de, Sivas Kongresi’nde edilen yemin ile aynı amaca işaret etmektedir zaten:

“Osmanlı Vatanı’nın bütünlüğü, ulusal bağımsızlığın sağlanması, saltanat ve hilafet makamlarının korunması için, Kuvayı Milliye’yi etkin ve ulusal iradeyi hâkim kılmak esastır.”

Aydınlatıcı Bir Belge

Ayrıca Erzurum Kongresi’nden sonra ve Sivas Kongresi’nin toplanmasından hemen önce, Mustafa Kemal’in Sivas’tan padişaha 29 ağustos 1919’da gönderdiği mektup da aynı doğrultudadır. Bu mektubun “Kuvayı Milliye Başkumandanı M. Kemal” imzasıyla gönderilmesi de rastgele bir şey değildir; Mustafa Kemal’i bağladığı gibi, Kuvayı Milliye hareketini temsil ettiğini de anlatır.

Fransız istihbarat görevlisi denizci teğmen Rollin’in Paris’e 20 eylül 1919 tarihli raporunda aktardığı söz konusu mektupta Mustafa Kemal, Rauf Bey’in ismini de kendisi ile birlikte anmaktadır. Rauf Bey’in adının bilhassa vurgulanması boşuna değildir. Bu mektupta Kuvayı Milliye hareketinin başında yer alan diğer Şark Cephesi komutanlarının değil, Rauf Bey’in adının geçmesi tesadüf değildir; hatta hareketin karakterini temsil bakımından önemli bir ayrıntıdır. Orbay soyadını alacak olan Hüseyin Rauf Bey, aynı zamanda Padişah adına Mondros Mütarekesi’ni imzalayan zamanın Bahriye Nazırı ve ünlü bir komutandır. Saltanata ve bilhassa hilafete bağlılığı da bilinen bir kişidir. Nitekim Rauf Bey, sonraları Lozan görüşmeleri sırasında Mondros’u hatırlatmasıyla ve özellikle de hilafetin kaldırılmasına muhalefetiyle bu kimliğine uygun davranacaktır.

Bu bakımdan Mustafa Kemal’in mektubunda onun adını zikretmesi, aynı zamanda kendisi ve Rauf Bey’in adıyla anılan hareketin Mondros’ta imzalanan ateşkese ve Padişah’a bağlılığın bir işareti olarak görülmelidir. Öte yandan, Mustafa Kemal’in kendisi de Mondros’ta belirlenen egemenlik alanı üzerindeki karışıklıkları önlemek devletin bu alandaki egemenliğini yeniden tesis etmek gibi özel bir görevle 9. Ordu müfettişi olarak özenle seçilip Samsun’a gönderilmiştir. Ama Mustafa Kemal’in sembolik olarak ve kısa bir süreliğine de olsa üstlendiği önceki görevi de herhangi bir görev değildir. Mustafa Kemal, yine Mondros Mütarekesi’nin şartları gereği Yıldırım Orduları Grubu denen özel ordu birliğinin komutasını Liman von Sanders’ten devralarak bir anlamda bu birliğin tasfiye memurluğu gibi bir görevin komutanı idi.

Adını Yıldırım lakabı ile bilinen Sultan Beyazıd’dan alan ve Alman genelkurmayının komutası altındaki bu birliğin görevi, Suriye, Filistin, Irak Cephesi’nde özel bir harekâtı yürütmek idi. Ama Mondros Mütarekesi ile birlikte bu ordunun hareket alanı esas olarak İngiltere ve Fransa’ya bırakılacaktı. Bir bakıma 9. Ordu müfettişi olmadan önce Mustafa Kemal “ordusuz ama bir paşa” idi ama aynı zamanda sembolik biçimde de olsa hiyerarşik bakımdan doğu cephesinin diğer komutanlarının üzerinde görülebilecek bir pozisyonda idi.

İşte Padişah’a yazılan bu mektupta adı zikredilenlerin bu kimlikleri hatırlandığı zaman, mektubun ne anlama geldiği değilse bile, ne anlama gelmediği açıkça anlaşılabilir.

Bu, aynı zamanda bu mektubun peşinden toplanacak olan Sivas Kongresi’nin ve bu kongreden doğacak siyasi hareketin mahiyetinin anlaşılmasında da önemli bir hatırlamadır.

Söz konusu mektup, önce gayrımüslim Osmanlı tebaasının vergi ödemekten kaçınmasından, padişaha ve devlete bağlılıklarının kalmadığından söz etmektedir. Sonra İzmir ve Aydın’ı işgal eden Yunanlıların yaptıklarına değinmektedir. Bunların ardından da iktidarsız kalmakla suçlanan Damat Ferit hükümetinden şikâyet edilmektedir. İşgal kuvvetlerinin kuklası gibi hareket ettiği söylenen, özellikle de İzmir ve Aydın’da Yunanlıların yaptıklarından sorumlu tutulan Ferit Paşa “devlete ve dine ihanet içinde” olmakla suçlanarak, görevden alınıp Yüce Divan’da yargılanması talep edilmektedir. Bu temalar, Sivas Kongresi’nde ve Birinci Meclis’in açılışında da hemen hemen aynen tekrar edilecektir. Bu mektupta ayrıca Mustafa Kemal’in, bağlılığını tekrarladığı sultana daha üstün bir hizmet sunmaya daha müsait ve amade olduğunu anlatma gayreti göze çarpmaktadır. Kuşkusuz Ferit Paşa hakkındaki tespitler, gerçekle bağdaşmaz şeyler değildir; lakin bu mektubun bir cumhuriyet ilanı için hazırlanmakta olan bir hareketin önderleri tarafından kaleme alındığını söylemek için bin şahit bulunsa bile yetmez.

Mektupta daha çok padişaha bağlılık vurgusu, Ferit Paşa hükümetinin eleştirisi ve özellikle yenilginin sorumlusu olarak görülen İttihat ve Terakki Partisi’nden kendilerini özenle ayırt etme gayreti göze çarpmaktadır.

Şu çarpıcı bölüm buna tanıklık eder:

“[...] Bu iktidarsız hükümet, açıkça imparatorluğun tüm güçlerine, yani milletin tamamına açıkça savaş ilan etmiş bulunmaktadır. Halbuki bu takdirde kendisinin de hiçbir varlık sebebi kalmayacağını görmemektedir! Zatı şahanenizin, bu gerçeği görmeyen daha doğrusu görmek istemeyen hükümeti, ömrünü biraz daha uzatma gayreti içindedir. Bu amaçla kimi kişisel sorunlar icat etmektedir. Anadolu’da bugün muazzam bir şafak gibi yükselen milli ve kutsal hareketin, bu hareketin başında olan bendeniz ile Rauf Bey’in tertiplerinin bir sonucu olduğunu ve bu hareketin İttihat ve Terakki zihniyetinin bir tezahürü olduğunu öne sürmektedir.

Sultanım! Bu manevra, bu iktidarsız hükümetin ömrünü ancak kısa bir müddet için uzatabilecek olan bir iftiradır.

Zira 600 yıldır dersaadete bağlı uysal bir toplumu on gün içinde birleşmiş ve kararlı bir kütle haline getirmek iki üç kişinin marifeti olamaz. Böyle bir şey, ancak mazlum bir milletin zekâsının ürünü olabilir.

Bu milletin bağrındaki kaynaşmanın nedenlerini zatı şahanenize anlatmayı bir dini ve milli görev addetmekteyim.”

Bu nedenler, kaba hatlarıyla İttihat Terakki ve onu izleyen hükümetlerin kötü yönetimlerinin yarattığı hoşnutsuzluk ve tepkiler ile Osmanlı tebaasına mensup olan gayrımüslim unsurların bu hükümetlerin zaaflarından ve işgal koşullarından yararlanarak başlattıkları merkezkaç hareketlerin yarattığı endişeler olarak özetlenebilir. Ama sonuçta somut bir hedefe varmaktadır:

“Ama nihayet Ferit Paşa denen kâbus sayesinde bu millet, kendi güçlerinden başka bir kurtuluş umudu olmadığını idrak etmiştir. [...]

Sultanım!

Bundan böyle milleti saran bu kaynaşmanın önünü hiçbir güç alamaz.Bugün iman ve kararlılıkla hareket halinde olan bu milletin bir tek arzusu vardır ki o da, zatı şahanenizi bizzat başında görmektir. Bir milletin topyekün birleşmesinden doğan bu kuvvet, zatı şahanenizin emirlerini beklemektedir; ki zatı şahanenizin vatanın selametinden başka bir amacı olmadığına da kanidir. Bu kuvvet bilmektedir ki, İslam ümmetinin halifesi, Müslümanların kıyıma uğramasına neden olan yöneticileri hükümetten kovup adalete teslim edecek ve böylelikle milli duyguların en büyük ve en sadık tercümanı olarak milletin bölünmesini önleyecektir. Anadolu’daki durumun tek çaresi burada yatmaktadır.” (Evin Çiçek Arşivi’nden)

Cumhuriyet Partisi mi Üçüncü Meşrutiyet Partisi mi?

Doğrusu, bu mektuptaki yaklaşım Sivas Kongresi’ne de yansımıştır; hatta bu daha kongreye katılanların ettiği yeminde görülmektedir. Ama söz konusu yemin metni, bu malum içeriğinin ötesinde, bir başka bakımdan dikkat çekicidir. Bu yemin metni kongrenin ilk üç günü boyunca tartışılmış ve ancak bu tartışmaların ardından son şeklini almıştır. Bu metinde dikkat çeken bir husus, kongrenin kendini özenle İttihat ve Terakki’den ayırmak istemesidir. Bir diğer ilginç husus ise, kongrenin “kişisel ve siyasi ihtirastan ve particilik amaçlarından uzak bir azim ve iman ile” çalışacağının belirtilmesidir. Esasen Erzurum Kongresi kararlarında da benzer bir kayıt vardır:

“İşbu Cemiyet (Erzurum Kongresi’nde ayrı ayrı cemiyetlerin birleştirilmesiyle ortaya çıkan Doğu Anadolu Müdafayı Hukuk Cemiyeti) her türlü fırkacılık akımlarından tamamen uzaktır. Müslüman Vatandaşların tümü, Cemiyetin doğal üyeleri sayılır”.

Ama Sivas’ta edilen yemin metninde, anlamsız görünen tartışmalar sonucunda, particilik güdülmeyeceği hakkındaki sözlerin önüne eklenen “kongre görüşmeleri devam ettiği sürece” vurgusu bir farklılığa işaret eder. Bu sözcükler, yemin metni hakkındaki tartışmalar sırasında Mustafa Kemal’in ısrarı üzerine eklenmiştir.

Bu ek vurgudan anlaşılmaktadır ki, “kongre boyunca” particilik yapılmayacağı, ama kongrenin peşinden particilik yapmanın önünde bir engel olmaması istenmektedir. Âdeta particilik amacı için çalışma konusundaki kısıtlamanın sadece kongre müzakereleriyle sınırlı kalması istenmiş gibidir. Gidişata bakıldığında da bu yorum makul gözükmektedir. Özellikle İttihat Terakki’den kendini ayırma kaygısı da anlamlıdır. Nitekim bu kongre, Halk Fırkası’nın kurulması yolundaki önemli temel taşlarından biri olmuştur. Bu bakımdan, sonradan bu kongrenin Halk Fırkası’nın kuruluş kongresi olarak benimsenmesi yersiz değildir. Besbelli ki bu kongreden sadece İttihat ve Terakki’ye alternatif bir yeni parti çıkması değil, eski dönemin siyasi ekiplerinin hepsine alternatif yeni bir partinin çıkması planlanmıştır. Zira İttihat Terakki, zaten savaşın sona ermesi ile birlikte fiilen dağılmış ve şefleri ülkeyi terk etmiş durumdadır. Kuvayı Milliyecilerin bilhassa hedef aldıkları sadrazam Ferit Paşa ise, İttihatçıların rakibi Hürriyet ve İtilaf Partisi’ndendir.

Bu itibarla, Kuvayı Milliye hareketinin kendilerini İkinci Meşrutiyet hareketini temsil eden bu iki partinin yerine yeni bir parti olarak kabul ettirme arayışında olduğunu düşünmek zorlama değildir. Ama hedeflenen partinin cumhuriyetçi bir parti olmayacağı besbellidir; hatta daha açık söylemek gerekir ki bu kongre “üçüncü bir meşrutiyetin” peşinde bir kongre görünümündedir.

Erzurum ve Sivas kongrelerinde olduğu gibi, bunların peşinden kurulacak olan Büyük Millet Meclisi’ne katılanların genel eğilimi de “vatanın (mülkün) sahibi” kabul edilen padişaha ve “milletin” dini lideri kabul edilen halifeye bağlılık temelinde bir “vatanseverlik”tir. Bu meclise damgasını vuran siyasi eğilim de cumhuriyetten ziyade meşruti bir monarşi arayışıdır. Sonradan resmi tarihin üreteceği safsatalar bir yana, bu konuda istifham yaratacak en ufak bir belirti dahi yoktur.

Bununla birlikte, bu meşrutiyetçilikten cumhuriyetçiliğe geçişin nasıl ve hangi etkenler sonucunda olduğunu anlayabilmek için evvela bu hareketin “milli” karakterinin ne anlama geldiğini hatırlamak gerekir. Bu sayede Kuvayı Milliye hareketi ile İttihat ve Terakki arasındaki asıl farklılıkları kavramak kolaylaşır. Özellikle de emperyalist devletlerin bu “milli” harekete ilişkin tutumları ve bilhassa ne zaman ve neden ipleri ellerinde olan bir cumhuriyete razı olmaya karar verdikleri ancak bu ışık altında görünür hale gelir.

Kuvayı Milliye’nin Milliliği Neyi İfade Eder?

Sivas Kongresi’ne ve onun ürünü olan harekete yansıyan duygu ve düşüncelerin, işgal altındaki Osmanlı topraklarının elden gitmesine karşı milli bir tepkiyi yansıttığını söylemek yanlış olmaz. Bu itibarla, bu hareketin kendini “Kuvayı Milliye” diye tanımlaması da gayet tabiidir. Üstelik kongredeki en hararetli tartışmalardan birinin Amerikan Mandası tartışması olması ve bu manda seçeneğinin reddedilip Mondros Mütarekesi sınırlarına sadık bir “tam bağımsızlık” fikrinin benimsenmesi de bunu doğrular. Bu anlamda kongrenin temsil ettiği hareketin bağımsızlıkçı ve millici bir hareket olduğunu tartışmaya gerek yoktur. Ama nasıl bir bağımsızlık ve nasıl bir millilik olduğu üzerinde düşünmeye gerek vardır.

Söz konusu hareketi oluşturanların başında emperyalistler arasındaki ilk büyük ve dünya çapındaki kapışmada Osmanlı İmparatorluğu’nun bekası ve bilhassa büyüyüp güçlenmesi gibi bir “milli dava uğruna” savaşmış ve (resmi tarih “biz yenilmedik, yanlış müttefiklerimizin yenilgisinin ceremesini çektik” dese de) yenik düşmüş bir ordunun komutanları yer almaktadır. Yenik düşmüş ve yenilgiyi hazmedemeyen, hatta savaşın sonucunda galip devletlerin onlara reva gördüğü muameleyi haksız bularak tepki gösteren “vatanseverlerdir” bunlar.

O zamanın telakkisine göre de vatan, Halife-Padişaha emanet olan Osmanlı mülküdür, vatanseverlik de devlete, yani Padişaha bağlılıkla ölçülen bir özelliktir.

Bu idrak içinde, maruz kaldıkları muameleyi bir türlü kabul edememekte ve bu durumu, bir yolunu bulup da değiştirmek için fırsat kollamaktadırlar. Bunun için de sahip oldukları gücü, yani komuta ettikleri silahlı kuvvetleri (Mondros Mütarekesi’nin amir hükümleri çerçevesinde kalmaya dikkat ederek) ellerinden bırakmamakta direnen subaylar bu hareketi başlatanların başını çekmektedirler. Bu anlamıyla anlaşıldığında bu hareketin kendini Kuvayı Milliye diye adlandırmasında bir gariplik yoktur. Garip ve daha doğrusu yanlış olan, sonradan resmi tarihe çarpıtılarak yazıldığı ve bu tarihe yarım yamalak malumatlarla yaklaşıp, akıntısına kapılanların sandığı gibi, bu hareketin emperyalizme karşı bir ulusal kurtuluş hareketi gibi görülmesidir.

Bu ayrıntı gibi görünen husus anlaşılmadığı takdirde ne Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişin mahiyeti kavranabilir, ne de bu cumhuriyeti kuran siyasi hareketin ilkeleri olarak kabul edilen ve kurulan cumhuriyetin temellerini tarif eden altı okun ne anlama geldiği anlaşılabilir.

Bu bakımdan, Kuvayı Milliye hareketi hem milli bir harekettir hem de doğup geliştiği tarihsel dönemeçte ortaya çıkan ulusal kurtuluş hareketlerinden farklı bir milliliği temsil eden bir harekettir. Bir nevi “devlet milliyetçiliği”dir, daha doğrusu, Leninist terimlerle ifade etmek gerekir ise, bir ezen ulus milliyetçiliğidir. Aynı terminolojiye göre, kendi vatanlarında siyasi/şekli olarak bile egemen olması engellenen ulusların kendi devletlerini kurmak için yöneldikleri hareketlere ise, “ulusal kurtuluş hareketleri” denir ve bunların milliyetçiliği ezen ulusların devlete dayalı milliyetçiliğinden ayırt edilir; edilmesi gerekir.

Cumhuriyetin Osmanlı devleti ile nasıl bir süreklilik içinde ortaya çıktığını anlamak için, “milli” kavramının Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde ve Osmanlı devletini kurtarma kaygısında olanlar bakımından neyi ifade ettiğini hatırlamak ve ezen/ezilen ulus ayrımını akılda tutmak gerekir.

Bir de Osmanlı’nın son dönemlerinde uluslaşma akımının başını çeken ve genellikle yüzeysel bir yaklaşımla birbirine karıştırılan iki akımı ayırt etmeye ihtiyaç var. Yani “genç Osmanlılar” denen akım ile “jön Türkler” denilen ve genel olarak “İttihatçı hareket” başlığı altında birbirine karıştırılan akımları ayırt etmek lazım. Zira bu ayrım, aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu’nun emperyalist savaşta niçin ve hangi eğilimin ağır basmasıyla ittifak devletlerinin yanında yer aldığının anlaşılmasına da ışık tutar.

Osmanlıcılık Nasıl Bir Milliyetçiliği Temsil Ediyordu?

“Millilik”, daha doğrusu “Milliyetçilik” kavramı, esas olarak on dokuzuncu yüzyılda yayılmaya başlamıştır ve ulusal kurtuluş hareketleri emperyalist sömürge imparatorluklarını tehdit etmeden önce (bu tehdit 1917 devriminden sonra önem kazanıp gelişecektir) bağrında farklı ulusları hapis tutan büyük imparatorlukları tehdit eden bir gelişmeyi ifade eder. Alman ve Avusturya/Macaristan imparatorlukları emperyalist savaşın sonunda bu temelde parçalanacaktır. Onların müttefiki olarak savaşa katılan Osmanlı İmparatorluğu da topraklarını kemiren milliyetçilik hareketleriyle parçalanmakta olduğu için ve parçalanmanın önüne geçmek üzere savaşa bu kampta katıldı. Kuvayı Milliye hareketi ise, Osmanlı’dan arta kalan topraklar üzerinde bu eğilimin sürekliliğini temsil eder; karşıt ya da aykırı bir eğilim değildir.

On dokuzuncu yüzyılın başından itibaren milliyetçilik akımları, Osmanlı İmparatorluğu’nun bünyesindeki farklı ulusal toplulukları başkaldırmaya ve imparatorluğu özellikle batı cephesinden kemirerek küçültmeye başlamıştı. Bu gelişmeler karşısında Osmanlı İmparatorluğu’nun bekasını ve bütünlüğünü sağlama kaygısıyla baş gösteren akımlardan biri de “Genç/yeni Osmanlılar” diye anılan harekettir. Esas olarak Fransız kültürü ile beslenmiş ve fiilen de Fransa ve İngiltere tarafından desteklenen bu hareket, aynı zamanda Tanzimat hareketinde kendini gösteren akımdır. Temel özelliği bir Osmanlıcılık ideolojisini oluşturma kaygısıdır. Bu hareketin başını çekenler arasında öne çıkanlar kimi bürokratlar ve bilhassa Avrupa kültürüyle yetişmiş aydınlardır.

Bunlar, imparatorluktan arta kalan topraklar üzerinde bilinen ulus-devletlere benzemeyen ve fakat devlete, yani Osmanlı hanedanına bağlılık temeli üzerinde bir Osmanlı milleti yaratmayı amaçlamaktaydılar. Bu da başka yerlerde de az çok benzer şekillerde kendini gösteren bir reflekstir. Örneğin Alman İmparatorluğu’nda ve bilhassa Avusturya Macaristan topraklarında.

Ezilen ulusların kültürel özerkliğe kavuşturulmasıyla imparatorlukların parçalanmasını önlemek isteyen, yahut ulusçuluğu geri ve kötü bir eğilim olarak kabul eden fikir akımlarının buralarda yayılması tesadüf değildir. Bu fikirlerin sosyal demokratların sol diye kabul edilen kanatları arasında kendini göstermesi ise, (bunların sonradan sosyal-emperyalist olarak anıldıklarını unutmazsak) hazindir, fakat şaşırtıcı değildir. Genç Osmanlıların arayışları da Osmanlı gerçekliği üzerinde paralel gelişmeleri ifade eder.

Genç Osmanlıların esas olarak “devleti kurtarmak” noktasında odaklanan arayışları bir “Osmanlıcılık” ideolojisinde ifade bulmuştur. Bu “Osmanlı” kavramı, Osmanlı tebasındaki çeşitli din ve milliyetlere mensup toplulukları eşit siyasî haklara sahip olarak ve ortak bir vatan kavramı etrafında ve elbette meşrutî bir monarşi idaresi altında yaşamaya razı etmeyi hedefliyordu. Millet de buna razı olanların hepsinden oluşacaktı.

Buna göre bütün Osmanlılar, imparatorluğun eşit haklara sahip vatandaşları olarak kabul edilecek ve bu sayede devlete bağlanmaya razı edileceklerdi. Bu devlete bağlılık üzerine kurulu ve devlete hizmet etmekle terfi eden milliyetçilik anlayışıyla böyle davrananları milletten sayıp davranmayanları milletin dışında sayma davranışın cumhuriyet tarafından da tevarüs edildiği ve hâlâ kendisini göstermekte olduğu da şaşırtıcı olmamalıdır. Zaten genel olarak da Milletler Cemiyeti veya Birleşmiş Milletler dendiğinde de kastedilen devletler değil midir?

Tanzimat ile ilk adımlarını atan “batılılaşma”nın ürünü ve devamı sayılması gereken bu akım, aynı zamanda da İngiliz ve Fransız emperyalistleri tarafından desteklenen ve hatta dayatılan bir “modernizasyonu” temsil etmekte idi. Bu hareketin asıl sonucu da Birinci Meşrutiyet’te görüldü. 1876 Kanunu Esasisi bir bakıma bu hareketin manifestosu gibidir. Ama Birinci Meşrutiyet’in kısa ömrü nedeniyle belki son sözleri gibidir.

Bu ilk Osmanlı Anayasası’nın birinci bölümü, devletin bölünmez bütünlüğü, saltanat ve hilafet kurumları vb.nin tarifine ayrılmıştır. İkinci bölümü ise yurttaş haklarını tarif eder ve yurttaş tanımı da burada yapılmaktadır; birkaç çarpıcı maddeyi hatırlamakta yarar var:

“MADDE 8: Osmanlı Devleti’nin tabiyetinde bulunan bireylerin hepsine hangi din ve mezhepten olur ise olsun istisnasız ‘Osmanlı’ denir ve Osmanlı sıfatı kanunen belirlenmiş olan durumlara göre oluşur ve korunur.

MADDE 11: Osmanlı Devleti’nin dini İslâm’dır. Bu esasa bağlı kalınarak asayişi ve genel adabı ihlâl etmemek şartı ile Osmanlı ülkesinde bilinen bütün dinlerin serbest biçimde icrası ve çeşitli cemaatlere verilmiş bulunan mezhep ayrıcalıklarının önceden olduğu gibi sürdürülmesi devletin koruması altındadır.

MADDE 16: Bütün okullar devletin gözetimi altındadır. Osmanlı tebasının eğitiminin birlik ve düzen doğrultusunda olması için zorunlu olan her türlü gerek yerine getirilecek ve çeşitli milletlerin inançlarının gereği olan eğitim usullerine halel getirilmeyecektir.

MADDE 17: Din ve mezheplerinden bağımsız olarak, Osmanlıların tamamı kanunlar karşısında ve haklarını kullanmak ve ödevlerini yerine getirmek bakımından eşittir.

MADDE 18: Osmanlı tebasından olanların Devlet hizmetinde istihdam edilebilmeleri için devletin resmi dili olan Türkçeyi bilmeleri şarttır.”

Bu maddelere bakıldığı zaman Birinci Meşrutiyetçiler ile Kuvayı Milliyecilerin ve onların eliyle kurulan cumhuriyetin akrabalıklarını fark etmemek elde değildir. Ama İkinci Meşrutiyet’in arkasındaki İttihat Terakki hareketinin bu Birinci Meşrutiyetçilerle aynı özlüde yakın olmadıklarının da altını çizmek gerekir.

İki meşrutiyetin kurulmasına öncülük eden akımları genel olarak jön Türkler diye anmak âdettendir. Ama özellikle milliyetçiliğe yaklaşımları bakımından genç Osmanlılar ile İttihatçıları ayırt etmek gerekir.

Basitleştirmek için şöyle demek de yanlış değildir:

Birinci Meşrutiyet’in ve genç Osmanlılar hareketinin milliyetçiliği Namık Kemal’de ifadesini bulan anlayış iken, ikinci Meşrutiyet ve İttihat Terakki’nin milliyetçiliği Ziya Gökalp’in Turancı-Türkçü çizgisinde ifade bulur.

Bu bakımdan, Kuvayı Milliye hareketi ise ikinciden çok birinciye yakındır. Kendisini İttihat ve Terakki’den ayrı tutmak istemesi de bundandır.[1]

Bununla birlikte, sorunun bu ideolojik farklılıktan daha önemli bir yanı vardır. İki ayrı milliyetçilik vurgusu, dünya çapında bir paylaşım kavgasına hazırlanmakta olan emperyalist kamplardan birine veya ötekine yakın durma eğilimi ile de örtüşür.

İttihat Terakkici Jön Türkler’in Farkı

Tanzimat ve Birinci Meşrutiyet’in Osmanlı devletinin dağılmasına engel olma gayretinin bir ifadesi olduğu doğru olsa bile, bunun işe yaramadığı da açıktır. Kırım savaşından beri Rusya’ya karşı Osmanlı devletinin arkasında duran Fransa ve İngiltere’nin desteklerine rağmen, Rusya Osmanlı topraklarındaki gayrımüslim toplulukları etkileyip kendi tarafına çekme gayretlerinden vazgeçmiş değildir. Ne Tanzimat ne de Meşrutiyet, bu müdahalelerin önünü alabilmiştir. Aksine, bu süreç, sonuçta 1877’de “93 Harbi” diye bilinen savaşın patlamasına varacaktır.

Savaşta Osmanlı Ordusu, hem doğuda hem de batıda hezimete uğradı. Doğu’da “Elviyeyi Selase” denen Kars, Ardahan ve Batum 40 yıl Rusya sınırlarında kalmak üzere Rusya’nın eline geçti. Batı’da Rus orduları İstanbul eteklerine kadar, yani Ayastefanos’a (Yeşilköy) kadar geldi.

Bu hezimetin iki önemli sonucu var: birincisi, bu durum karşısında İngiltere ve Fransa’nın Rusya’ya karşı Osmanlı’yı desteklemekten vazgeçip Osmanlı’yı Rusya ile beraber parçalama yoluna girmeye yöneleceklerdir.

Bu, bir bakıma Antant’ın temellerinin de atılması demektir. Aynı zamanda da Osmanlıcılığın arkasındaki desteğin sona ermesi demektir bu. Nitekim, bu savaşla birlikte genç Osmanlılar hareketinin ürünü olan anayasa rafa kalkacak, meclis kapatılacaktır. Aynı zamanda Kayzer Wilhelm’in 1889’da İstanbul’u ziyaret etmesiyle başlayıp Osmanlı ordusunun Alman tüfekleri ile donatılması Berlin-Bağdat demiryolu anlaşmasının imzalanması ile gelişip meşhur Alman çeşmesi ile mühürlenen yakınlaşmanın yolu da bu süreçte açılacaktır. Bu, aynı zamanda Osmanlıcılıktan Turancılığa doğru yönelimin önünün açılmasıdır.

Bu iki çizgi arasındaki ayrımı daha net görebilmek ve sürecin hangi saiklerle ilerlediğini kavramak için iki meşrutiyet arasındaki 40 yıllık “istibdat devri” de denen Abdülhamit dönemini hatırlamak gerekiyor.

İki Meşrutiyet Arasında Abdülhamit’in İslamcı Osmanlıcılığı

Osmanlıcılıktan Turancılığa geçiş bir çırpıda olmuş değildir. Gayrımüslim Osmanlı tebaasını “Osmanlı milleti” çatısı altında tutmanın mümkün olmadığının ortaya çıkması ile birlikte, Abdülhamit, savaştaki hezimetin sorumluluğunu Osmanlıcı meşrutiyetin üzerine atarak meclisi kapatır, anayasayı rafa kaldırır. Birinci Meşrutiyet ile sonrasındaki dönemi istibdat ve meşrutiyet eksenine göre karşılaştırmak, yaygın bir reflekstir. Oysa bu tutum, özgürlük ve demokrasinin ölçülerini padişahlık çerçevesinde kavramaya sürükler. Dahası, bu mantıkla ikinci meşrutiyetle birlikte gelen İttihat Terakki rejiminin istibdad döneminden daha “demokratik” bir rejim olduğu fikrinin önü açılır. Bu mantık, cumhuriyet adı altında kurulan gerici diktatörlüğün hepsinden ileri bir demokratikleşmeyi temsil ettiği Resmi Tarih tezinin kapısına kadar götürür. Bu bakımdan, sayısız yorumda bu yönüyle ele alınıp işlenen iki meşrutiyet arası dönemi Osmanlı milleti oluşturma bakımından nasıl bir süreklilik ve farklılık gösterdiği açısından hatırlamak daha anlamlı olacaktır.

Meclisin kapanması ve anayasanın rafa kaldırılmasının ardından “Osmanlı milleti” yaratma girişimleri de rafa kalkmış değildir. Hatta bilâkis, bu uzun döneme bu arayış damgasını vurmaya devam eder. Şu farkla ki bizzat halifenin eliyle yaratılmaya çalışılan Osmanlı milleti kavramının yanında ve hatta onun yerine “İslâm milleti” ya da “İslâm ümmeti” söylemi öne çıkacaktır. Bu tutum, açıktır ki Tanzimat ve Meşrutiyet’in nafile çabalarından hareket ederek, hiç değilse Osmanlı topraklarında yaşayan Müslümanları devlete bağlı tutma arayışını ifade etmektedir.

Hamidiye Alayları’nın kurulması ve Rusya’nın desteklediği Ortodoks-Gregoryen Ermenilere karşı Hamidiye Qlayları eliyle başlatılan ve Süryanilerle Alevi Kürtleri de dışarıda bırakmayan katliamların başlaması da bu döneme denk düşer. “Dış güçlerin kışkırttığı gayrımüslimlere karşı vatanın ve hilafetin bütünlüğünün savunması söylemi” esas olarak bu dönemde şekillenmiştir.

İkinci Meşrutiyet döneminde Osmanlı İslam formülünün yanına Türkçülük eklenecektir. Padişahtan ve hilafetten ziyade devlete bağlılık öne çıkacaktır. Nitekim, kendisi de Kürt olan Ziya Gökalp’in ünlü “Vatan” şiiri, İttihat ve Terakki’nin Türklük tasavvurunun nasıl bir anlam ifade ettiğini ortaya koyar:

“Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur,
Köylü anlar mânasını namazdaki duanın…
Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kuran okunur
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Huda’nın…
Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın!”

Burada söylenenler, CHP tarafından ancak otuzlarda tekrar gündeme getirilecektir. Ama Kuvayı Milliye hareketine damga vuran çizginin bu söylemle bağdaşmaz olduğu açıktır. Nitekim, Birinci Meclisin oluşumu da bu aykırılığa açıkça tanıklık etmektedir.

Birinci Meclis Her şey Olabilir,
Laik bir Cumhuriyetin Temellerinin Atıldığı Yer Olamaz

“Cumhuriyetin temellerinin atılması” diye anlatılan Büyük Millet Meclisi’nin açılış seremonisini tarif eden bildiri şunları söyler:

“1. Allah’ın cömert ihsanı ile Nisan’ın yirmiüçüncü cuma günü, cuma namazından sonra Ankara’da Büyük Millet Meclisi açılacaktır.

2. Vatanın istiklâli, hilâfet ve saltanatın kurtarılması gibi en mühim ve hayatî görevleri ifâ edecek olan Büyük Millet Meclisi’nin açılış gününü Cuma’ya tesadüf ettirmekle o günün mübarek olmasından istifade için açılıştan önce bütün milletvekilleri ile Hacı Bayram Velî Câmi-i Şerîfi’nde Cuma namazı kılınarak Kur’an’ın nurlarından ve salâttan feyzalınacaktır. Namazdan sonra sakal-ı şerif ve sancak-ı şerif taşınarak daireye gidilecektir. İçeriye girilmeden önce bir dua okunacak ve kurbanlar kesilecektir. Tören sırasında camiden Meclis’e kadar Kolordu Kumandanlığı tarafından askerî birliklere özel tertibat aldırılacaktır.

3. O günün kudsiyetini sonsuza kadar ulaştırmak maksadıyla bugünden itibaren vilâyet merkezinde Vali Beyefendi Hazretleri’nin düzenlemesi ile hatim indirtilip Buhârî-i Şerîf okutulacak, hatmin geri kalan kısmı Cuma namazından sonra Meclis’in önünde tamamlanacaktır.”

Bu protokolün laik bir zihniyeti yansıtmadığı açıktır. Ama bir Türkiye Cumhuriyeti kurma davetiyesi olmadığı da o kadar açıktır.

Zaten Meclis tutanakları da baştan aşağı buna tanıktır:

“Anadolu’nun her köşesinden gelen vekillerinizin teşkil ettiği Büyük Millet Meclisi olanı biteni dinleyip anladıktan sonra millete hakikati söylemeye lüzum gördü. İngilizler tarafından satın alınan ve milleti birbirine düşürmek maksadını güden bazı hainler sizi aldatmak için türlü türlü yalanlar söylüyorlar. İzmir vilayetinin, Antalya’nın, Adana’nın, Anteb’in, Maraş ve Urfa havalisinin düşmanlar tarafından işgali üzerine silahına sarılan milletdaş ve dindaşlarımızı yine size mahvettirmek için Padişah ve Halifeye isyan sözünü ortaya atıyorlar. Millet Meclisi, Halife ve Padişahımızı düşman tazyikinden kurtarmak, Anadolu’nun şunun, bunun elinde parça parça kalmasına mani olmak, payitahtımızı yine anavatana bağlamak için çalışıyor. Biz vekilleriniz, Cenabı Hak ve Resulüekremi namına yemin ederiz ki, Padişaha veHalifeye isyan sözü bir yalandan ibarettir ve bundan maksat vatanı müdafaa eden kuvvetleri aldatılan Müslümanların elleri ile mahvetmek ve memleketi sahipsiz ve müdafaasız bırakarak elde etmektir. Hind’in, Mısır’ın başına gelen halden mübarek vatanımızı kurtarmak için İngiliz casuslarının sizi aldatmak üzere uydurdukları yalana inanmayın, İzmir’ini, Adana’sını, Urfa ve Maraş’ını velhasıl vatanın düşman istilasına uğramış kısımlarını müdafaa edenleri din ve milletlerinin şerefleri için kan döken kardeşlerimizi arkadan size vurdurmak isteyen alçakları dinlemeyin ve onları Millet Meclisi’nin kararı üzerine cezalandıracak olanlara yardım edin. Ta ki, din son yurdunu kaybetmesin. Ta ki, milletimiz köle olmasın. Biz birlik oldukça düşman üzerimize gelmeyeceğini resmen ilan etti. O’nun candan özlediği aramızda nifak ve şikaktır. Allah’ın laneti düşmana yardım eden hainlerin üzerine olsun ve tevfiki Halife ve Padişahımızı, millet ve vatanı kurtarmak için çalışanların üzerinden eksik olmasın.”

Bu meclisin bir cumhuriyetin temellerinin atıldığı yer olup olmadığını tartışmak bile abestir. Bu meclis hakkında söylenebilecek şey, açılışından birkaç gün önce fiilen dağıtılan Osmanlı Meclisi Mebusan’ının adres değiştirerek yeniden toplanmış olduğudur. Eğer meclisin feshedilmesi İkinci Meşrutiyet’in sona ermesi ise bu meclisin de Üçüncü Meşrutiyet Meclisi olarak anılması gerçeğe çok daha yakındır. Sivas Kongresi’nin çerçevesini çizdiği ve Osmanlı meclisinin son gizli oturumunda da oylanarak ilan edilen Misakı Milli’nin Birinci Meclis’in de temeli olduğu düşünülür ise, Osmanlı meclisi ile büyük millet meclisi arasındaki süreklilik barizdir.

Bu Misakı Milli ise güya emperyalizme ve padişah ve hükümetinin teslimiyetçi tutumuna karşı bir başkaldırı belgesi olduğu, efsanelerin en büyüklerinden biridir. Oysa Misakı Milli, bir bakıma Mondros Mütarekesi’nin şartlarını tekrarlayan ve buna riayet edilmesinin bekçiliğini yapmak üzere edilen bir yemindir. Bu yeminin de cumhuriyet ile bir alakası yoktur. 6 maddelik kısa bir metin olan bu Misakı Milli metninin Mondros Mütarekesi metninde yer almayan tek maddesi şudur:

“4. İslam Halifeliği’nin, Osmanlı Saltanatı’nın ve hükümetin merkezi İstanbul şehriyle, Marmara Denizi’nin (Boğazlarla birlikte) güvenliği korunmalıdır. Bu şartlara uyularak, Akdeniz-Çanakkale ve Karadeniz-İstanbul Boğazları’nın dünya ticaretiyle ulaşımına açık tutulması için bizim de ilgili devletlerle birlikte vereceğimiz karar geçerli sayılacaktır. ”

Bu bakımdan, Kuvayı Milliye hareketinin hiçbir aşamasında “cumhuriyetçilik” ilkesinin izine rastlanmamaktadır. Hilafet ve saltanatın lağvedilmesine varan süreç, sahici tarihsel seyri tarih akışı takip edilerek kavrandığında bir cumhuriyet yönünde gelişen bir hareketin akla gelmesi bile mümkün değildir. Böyle bir tarih, ancak cumhuriyet kurulduktan sonra, retrospektif biçimde yazılabilirdi; öyle de olmuştur.

Zaten Cumhuriyetçilik ilkesi, adı Halk Fırkası olan partinin 1927’deki ikinci kurultayında, bu partinin ilkelerinden biri olarak kabul edilmiştir. Üstelik o zaman henüz altı ok kavramı bile yoktur. Bu kongrede “Cumhuriyetçilik”, “Halkçılık”, “Milliyetçilik”, “Laiklik” partinin dört temel ilkesi olarak benimsenmiştir.

“Devletçilik” ve “Devrimcilik” ilkeleri ise ancak 1931’de benimsenecektir. Altı okun tarif edilmesi de bu kurultayda olmuştur. İlginç olan ve altı çizilmesi gereken ise şudur: Cumhuriyetçilik ilkesinin benimsendiği bu kongre, aynı zamanda Resmi Tarih’in referans belgesi sayılabilecek olan Nutuk’un okunduğu kongredir.

Cumhuriyetin baştan beri “bir milli sır” gibi saklı tutulan asıl hedef olduğu hakkındaki efsane, ancak bu kongreden geriye bakıldığında yazılabilirdi; ve ancak tarihe bu resmi tarihin gözlüğü ile bakıldığı takdirde Kuvayı Milliye hareketinin cumhuriyetçi ve laik bir devlet kurma hareketi olarak görülmesi mümkündür. Bununla birlikte, bu gerçeklere rağmen sahiden bir cumhuriyeti hedefleyenlerin mecburen bu harekete umut bağlamasının anlaşılmaz bir şey olmadığını düşünenler hâlâ az değildir. Bu noktadan bakıldığında, o zaman için de sahici cumhuriyetçilerin benzeri bir umut ile Kuvayı Milliye hareketinin cumhuriyete yönelmesi için sabırlı bir gayret gösterdiğine inanmaya ramak kalır.

Halbuki o yıllarda böyle bir umutsuzluk ile mucizelere bel bağlamaya gerek yoktu. Resmi Tarih ve ona boyun eğenler, en çok bu gerçeğin üstünü örtmek istemektedir.

Kuvayı Milliyecilerin aklında cumhuriyet fikri daha yokken, aynı topraklar üzerinde gerçekten cumhuriyetçi olan hareketlerin var olduğu, üzerinde durulması gereken bir başka gerçektir. En az bilinip hatırlatılandan başlarsak, Kuvayı Milliye hareketinin mahiyetini anlamak daha kolay olur.

19 Mayıstan Önce Anadolu’da Bir Cumhuriyet Girişimi Vardı

Daha Kuvayı Milliye teşkil etmeden önce, 1917 devrimine katılan Rus birliklerinin bulunduğu Erzincan’da bir Ermeni-Kürt Şurası kurulmuştu. Bu şura, o sıra Rusya’nın çeşitli bölgelerinde kurulanlar gibi bir Sovyet cumhuriyeti kurma yönünde bir girişimi temsil etmektedir. Büyük ölçüde o zaman devrime destek veren Taşnak partisinin etkisi altındaki Ermenilerin yanı sıra kimi Dersim aşiretlerinin de bizzat katıldıkları bu şura, bölgede yaşayan Ermeni ve Kürt olmayanların da ilgisine ve desteğine mazhar olmuştur.

Hacettepe Üniversitesi’nde okutulan Atatürk İlkeleri Ve İnkılap Tarihi Dersi’nin Dr. M. Derviş Kılınçkaya tarafından hazırlanmış olan notlarında da bu tabloya işaret ediliyor:

“İngilizler, bölgedeki etnik çatışmaların durdurulmasını, Erzurum, Erzincan, Bayburt ve Sivas bölgelerinde bir dizi şuralar kurulduğunu ve bunların hemen önlenmesini istemiş, aksi halde kendilerinin bölgeye müdahale edeceklerini bildirmişlerdi. Bunun üzerine hükümet Samsun yöresinde durumu yerinde inceleyip gereken önlemleri almak ihtiyacını duymuş ve bölgeye güvenilir birisinin gönderilmesi için harekete geçmiştir.

Damat Ferit Paşa kabinesi, o bölgeye değerli fakat kendi isteklerine göre davranacak bir komutanın gönderilmesini düşünüyordu. [...] Padişah ve hükümet, dürüst, güvenilir ve iyi bir asker olduğu bilinen ve İttihatçılarla arası açık olan Mustafa Kemal Paşa’yı 30 Nisan 1919’da 9. Ordu Müfettişliği’ne tayin etmeyi uygun buldu. Mustafa Kemal Paşa’ya görevi sırasında bütün askeri ve sivil makamlara emretme yetkisi de verildi.”

Erzurum, Erzincan, Bayburt ve Sivas, Erzincan şurasının kurulduğu alanı ifade eder; şura da sovyetin o zamanki Türkçe karşılığından başka bir şey değildir. Sovyet cumhuriyeti ise “en demokratik burjuva cumhuriyetinden milyon kez demokratik bir cumhuriyet” (Lenin) olarak tarif edilir. Demek ki buradan bakıldığında, Resmi Tarihte 19 Mayıs’ta cumhuriyeti kurmak üzere Samsun’a çıktığı yazılan 9. Ordu Müfettişi’nin resmi görevinin İngilizlerin isteği üzerine bir başka cumhuriyet girişimini önlemek olduğu görülüyor.

O sırada Osmanlı ordusunun Şark Cephesi komutanlarının davranışlarının da emperyalizme karşı bir kurtuluş hareketi başlatma kaygısından çok bu ve buna paralel gelişmelerin doğurduğu endişelerle ilgisi olduğunu tasavvur etmek zor değildir. Sanki kasten Erzincan şurasının yanıbaşında toplanan Erzurum ve Sivas kongrelerinin Ermenilik ve Rumluk tehlikesinden bahsetmelerinin, Kızıl Ordu’nun koruması altındaki Ermenilerle Alevi Kürtlerin birlikte oluşturdukları bu hükümete karşı Sünni Kürtleri yanlarına çekme gayretini ifade ettiğini düşünmek de zorlama değildir. Hatta Kuvayı Milliyecilerin saltanat ve hilafeti kurtarma söyleminin Ekim Devrimi’nin Anadoluya yayılmasına karşı gerici bir tepkiyi ifade ettiği de bu olguya bakıldığında berraklaşmaktadır.

Bir adım daha ilerleyelim; Erzurum ve Sivas kongrelerinde bahsedilen vatanın bölünmesi tehlikesi, İngilizlerin kaygılandığı gelişmeden başka ne olabilir?

O zaman henüz Sevr Anlaşması imzalanmış değildir. Hem Erzurum ve Sivas kongrelerinin hem de Birinci Meclis’in Mondros Mütarekesi’ne karşı bir hareket olmadığı da bellidir. Zira bu hareketin amentüsü olan Misakı Milli, ana hatlarıyla Mondros’taki karar ve sınırların korunmasını dile getirmektedir.

Kuvayı Milliye hareketinin başlangıcında dile getirilen bölünme tehlikesi, besbelli Ermeni ve Kürtler arasında yayılan ve Erzincan Şurası ile somut bir olgu haline gelen özgürlük arayışını kastetmektedir. Zaten Erzurum ve Sivas kongrelerinde açık seçik tartışıldığı gibi, galip devletlere karşı bir mücadeleden söz etmemeye özen gösterilmektedir.

Kuvayı Milliye’nin bu karakteri, Rus birliklerinin 1919 baharında Brest Litovsk anlaşmasına uygun olarak bölgeyi terk etmesinden sonra daha da açıklık kazanmıştır. Sivas Kongresi’nin ardından da bölgede Ermenilere ve Kürtlere karşı saldırılar başlamıştır. Kuvayı Milliye’nin başlıca askeri harekatları zaten tümüyle bu alandadır. Batı cephesinde Yunanlılarla yapılan çarpışmaların dışında, özellikle doğu cephesinde Kuvayı Milliyecilerin herhangi bir yabancı kuvvete karşı savaştığı vaki değildir.

Bunun anlamı gayet açıktır: güya anti-emperyalist bir hareket olarak tasvir edilen Kuvayı Milliye hareketi, esasen bir iç savaş hareketidir; nitekim Yunan ordularına yönelmeden önce Çerkes Ethem’in ordularına saldırması da bunu bir başka yönden doğrulamaktadır.

Erzincan Şurası, Koçgiri’deki direnmenin kırılmasının ardında Batı Dersim’deki Yeşilyazı’da 1921 yılında kendini feshetmiştir. Bu, aynı zamanda Ankara’daki meclisin hilafet ve saltanata bağlılık söylemini yavaş yavaş terk edeceği ve bu nedenle hem Kuvayı Milliye’nin ilk kadroları arasında ayrılıkların baş göstereceği dönemecin yaklaştığını anlatır; hem de bu harekete destek veren Sünni Kürt aşiretlerine karşı saldırı hazırlıkları bu noktadan sonra başlayacaktır (Diyab Ağa ve Cemile Çeto gibi Alevi-Kürt hainlerinden başlamak kaydıyla!) Kemalistlerin Erzincan şurasından başlayıp Koçgiri’den geçerek bu hareketin izini sürmesi ise 1938’de Dersim’deki direnişin kırılmasına kadar kesintisiz sürmüştür.

Resmi Tarih ve onun dümen suyunda giden sözümona gayrı resmi tarihçilerin birçoğu, yıllardır hilafet ve saltanatı kurtarmak için yola çıkan Kuvayı Milliye hareketinin aslında bir cumhuriyet hatta demokratik ve laik bir cumhuriyet kurmak üzere oluşturulmuş bir devrimci hareket olduğu hakkında türlü cambazlıklar yaparak ciltler dolusu kitaplar yazmışlardır. Ama aynı döneme rastlayan Erzincan Şurası’nın cumhuriyet girişimi hakkında bölük pörçük anılar ve kimi makalelerin dışında bir kaynağa rastlamak olanaksızdır.

Oysa Kuvayı Milliyecilerin cumhuriyetçi olduğuna dair efsanelerin perdesini aralayabilmek için bu olguyu göz önünde bulundurmak şarttır.

TKP Önderleri Hilafeti ve Saltanatı Kurtarmak İçin mi Anadolu’ya Gelmişti?
Cumhuriyete karşı Oldukları İçin mi Katledildiler?

Kuvayı Milliye’nin bu karakterini görebilmek için bir başka olguya daha işaret etmekte yarar var. Halk Fırkası’nın Sivas Kongresi’nde kurulduğu hakkındaki resmi tarih maddesini bir an için göz ardı edersek, bırakalım Cumhuriyet Halk Fırkası’nı, daha ortada Halk Fırkası diye bir parti bile yokken, 1920 Eylül’ünde Bakü’de Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası adıyla TKP kurulmuş ve programına şu sözleri yazmıştı:

“1. Totaliter rejimlerde işçi halk zorba hükümdar ve memurların zulmü altında ezildiği gibi, demokratik denilen meşruti hükümetlerde de idare parlamentarizm ve halkçılık adı altında imtiyazlı tabakalar, yine vali ve hanların temsil ettikleri zenginler elinde tekel haline giriyor. [...]

İşçi ve köylü şuralar cumhuriyeti ise, emek sarf etmeksizin yaşayan asalak sınıflar hariç olmak üzere halkın çokluğunu etrafında toplayarak işçilerin işleticiler tarafından soyulmasına son verecek her türlü çareleri temin eder. [...]

Parti, halkçılığın en yüksek bir şekli olan işçi ve köylü şuralar cumhuriyetinin tesisi yolunda, yorulmaksızın çalışmak ve bunun için öncelikle propaganda ve yayınları ile ezilen sınıfların egemen olmasını temsil eden bu hükümet şeklini kendilerine sevdirmeyi görev bilir.”

Bu sade satırlar, hilafet ve saltanata övgü düzmeye gerek olmadan laik ve demokratik bir cumhuriyetin hangi yoldan ve nasıl bir biçim altında kurulabileceğini tasvir etmektedir.

Oysa hem T.C.’nin Resmi Tarihi, hem de Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilmesinin ardından hararetle Kemalistlerin kuyrukçuluğunu yapmaya koyulan Şefik Hüsnü’nün önderliğindeki TKP’nin resmi tarihi, tam aksi yöndeki bir söylemde ağız birliği etmektedir. Meğer Mustafa Suphi ve arkadaşları, bu programı hayata geçirmek ve bir işçi köylü şuraları cumhuriyetinin kuruluşuna önderlik etmek için değil, Kuvayı Milliye’yi desteklemek üzere Anadolu’ya geçmeye karar vermiştir.

Bu efsaneye göre, Kuvayı Milliye hareketi emperyalizme karşı savaşmakta idi; hilafeti ve saltanatı yıkıp laik bir cumhuriyet kurmaya hazırlanmaktaydı. Bu durumda TKP’nin bu hareketi desteklemek istemesinin gayet tabii olduğu gösterilmeye çalışılmaktadır. Oysa bu takdirde dahi izah edilmesi mümkün olmayan bariz çelişkiler ve üstü örtülemeyen olgular vardır.

“İşci ve Köylü Şuraları Cumhuriyeti” kurmayı dolaysız siyasi hedefi olarak ilan eden ve o sırada Rusya’da kurulmakta olan sovyet cumhuriyetleri birliği gibi “özgür ulusların özgürce birleşmesine dayalı federasyon usulünü” savunan TKP’nin önderleri, niçin Rus devrimine paralel olarak gelişmiş bulunan Erzincan Şurası’nı değil de, bu şurayı yok etmeye yönelip, Ermenileri ve Kürtleri kırmakla meşgul olan Kuvayı Milliye’yi desteklemek için Anadolu’ya gelir?

Diyelim ki bu maksatla gelmiş olsunlar; o sıra güya hem “7 düvele” karşı savaş açmış bulunan, hem de kurtarmak için yemin ettikleri Padişah ve onun hükümeti ile uğraşan Kuvayı Milliyeciler, kendilerini desteklemeye geldiği söylenen TKP’nin önderlerini hangi nedenle alelacele katletme mecburiyeti görmüştürler? Bu soruların cevabını vermek bir yana, sormak bile pek âdetten değildir. Bunun yerine, ilkokuldan itibaren şırıngalanan resmi tarihin kurgusunu tekrarlama tutumu egemendir.

Oysa resmi tarih çizgisinde yazılan efsanelere göre bile, Mustafa Kemal aslında bir cumhuriyet kurma hedefini 1922 yılının sonuna doğru, hilafet ve saltanat birbirinden ayrılıp, birer birer lağvedilir iken bu niyetini açıklamıştı. O tarihe kadar da bu amacını “milli bir sır gibi” saklayarak, hilafet ve saltanatı kurtarma yeminine bağlı kalmaya özen göstermişti.

O halde TKP’nin önderleri, hilafeti ve saltanatı kurtarması için mi Kuvayı Milliye’yi desteklemeye geliyordu? Yoksa Kuvayı Milliyecilerin aslında bir cumhuriyet kurmayı tasarladıklarını herkesten önce bildikleri için ve cumhuriyetin saltanattan ileri bir adım olduğuna inandıkları için mi Kuvayı Milliye’yi desteklemeye geliyordu?

Görülebileceği gibi bu soruları sorup yanıtlarını bulmak ile uğraşmak akla ziyandır. Kuvayı Milliye hareketinin baştan itibaren ve planlı biçimde saltanat ve hilafeti ortadan kaldırıp bir cumhuriyet kurmak üzere kurulmuş bir siyasi hareket olduğunu benimseyip, bütün gelişmeleri bu saptamaya uydurarak yorumlamak daha zahmetsizdir.

Zaten farklı düşünceleri yasaklayan ve başka türlü düşünmeyi imkânsız sayan bütün totaliter ideolojiler, düşünmeyi yasaklamakla kalmayıp insanları düşünme zahmetinden kurtaracak hazır kalıplar üzerine oturur. Bütün resmi ideolojiler, kolaylıkla akılda tutulabilecek pürüzsüz ve sade formüller üzerine kurulur. Ve bu niteliklerini koruyabilmeleri için de “kafa karıştırıcı” (resmi ideolojilere göre düşünmek bu kodla tanımlanır) bütün girişimleri şiddetle önleme gereği vardır. TC’nin resmi ve hâkim ideolojisinin de böyle kurgulanmış olmasında ve güya istibdada karşı kurulmuş bu cumhuriyetin tarihi boyunca en tehlikeli düşmanların düşünce suçu denen suçu işleyenler olmasında da şaşılacak bir şey olmasa gerektir.

Mamafih, saltanat ve hilafetin yıkılıp yerine bir cumhuriyet kurulması hedefinin Kuvayı Milliye’nin gündemine neden ve tam olarak ne zaman geldiği konusunu kavramak için son olarak emperyalistlerin ne zaman böyle bir değişime ihtiyaç duyduğu üzerinde de biraz kafa yormak gerekiyor.

Emperyalistlerin Sevr’den Vazgeçip
Lozan’a Razı Olmalarının Asıl Nedeni Rus Devrimi’nin Gelişmesidir

Emperyalist savaşın galibi Antant devletlerinin ne zamana kadar kendi denetimleri altında bir halife ve padişah olmasını bir avantaj olarak gördükleri ve ne zaman bir halifenin olmamasını tercih ettiğini görebilmek için Rus devriminin evrimini göz önünde bulundurmak gerekir. Zira bu etken, saltanatın ve hilafetin kaldırılmasını Kuvayı Milliyecilerin cumhuriyet ilkesine bağlılından daha fazla belirlemiştir.

1916’da İngiltere ve Fransa arasında bağlanan ve Rusya’nın da onayladığı gizli plana göre, Sykes Picot Anlaşması’na uygun bir harita çizildiği takdirde, Sevr’de çizilen haritaya uygun bir tablo çıkmaktadır. Tek fark, bu anlaşmaya göre Rusya’nın payına düşmesi gereken ve ateşkes imzalandığı zaman büyük ölçüde Rus birliklerinin kontrolu altında olan topraklar üzerinde bir değişiklik vardır. Sovyet hükümeti, Osmanlı topraklarında bir hak iddia etmediğini açıklamış, Brest-Litovsk anlaşmasıyla Çarlık ordularının işgal ettiği topraklardan çekilmişti. Bu durumda galip devletler, savaşa son anda ortak olan ABD’ye çarın hissesinin verilmesinde mutabakata vardılar. Bu şartlarda ABD’nin himayesinde bir Ermenistan ve Kürdistan tarif edildi ve Mondros haritası değişti.

Ama 1922’ye gelindiğinde tablo değişmişti. Kızıl Ordu’nun zaferi kesinleşmiş, beyaz ordular tamamen dağılmış, Kronstadt Ayaklanması emperyalistlerin istismarına fırsat vermeden bastırılmıştı. Bolşeviklere karşı uzun müddet direneceği sanılan Orta Asya ve Kafkasların Müslüman nüfusa sahip ulusları birer birer sovyet cumhuriyetlerine katılmaya karar vermekteydiler. Kafkasya ve özellikle Doğu Ermenistan da öyle. Bu şartlarda Wilson Prensipleri denen çizgide güya ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının savunusunu dış politikasının önemli bir unsuru haline getirmiş olan Amerikan mandası altında bir batı Ermenistan’ın Erivan’la birleşmek istemesi olasılığı kuvvetlenmekte idi.

Öte yandan, Kürtlerin Koçgiri’deki direnişi kırılmış olsa bile, Dersim’e çekilenler hâlâ teslim olmamış ve yenik düşmemişlerdi. Doğu’da Simko hareketi, Güney’deki Şeyh Mahmut Berzenci hareketi tamamen tasfiye edilebilmiş değildi. Bu şartlarda kuzeyde ABD mandası altında bir özerk Kürt devletinin varlığı bütün bölgenin dengesini bozmaya aday bir dinamik oluşturuyordu. Emperyalistler açısından Sevr haritasında ısrar etmek demek, Rus devriminin bu harita boyunca ilerlemesine yol vermek anlamına gelecekti. 1922 dönemecine gelindiğinde Kuvayı Milliye’nin ne yapıp yapmadığından bağımsız olarak Antant devletlerinin Sevr’de çizilen tabloyu yeniden ele almalarına ihtiyaç vardı.

Öte yandan, Rusya’daki iç savaş sürdüğü müddetçe emperyalistlerin tutsağı durumundaki bir halife, emperyalistler açısından önemli bir silah oluşturabilecek iken, bu savaşın sona ermiş olmasıyla hilafetin anlamı da değişik bir önem kazanmaktaydı. Savaşın galipleri olan İngiltere, Fransa ve İtalya’nın her birine paylaştıkları Osmanlı pastasından düşen toprakların hepsi Müslüman nüfusa sahip topraklardı. Bu durumda bu devletlerin egemenliği altında tutacakları toplumların dinen kendilerini bağlı saydıkları bir merci olmasından çok, olmamasında yarar vardı.

Sırf bu nedenle bile hilafet makamının ortadan kalkması, herkesten önce Antant devletlerinin (ABD hariç) işine geliyordu. En azından saltanat ve hilafetin kaldırılmasına en son itiraz edecek olanların başında emperyalist devletler geliyordu. Bu nedenle hilafeti ve saltanatı korumaya yemin etmiş olan Kuvayı Milliyeciler direnseler dahi, emperyalistlerin bir yolunu bulup halifelik makamını ortadan kaldırmaya, en azından işlevsiz hale getirmeye ihtiyaçları vardı. Demek ki Osmanlı’nın mirası olarak Misakı Milli sınırları içinde sayılan kimi topraklardan vazgeçerken “Osmanlı’nın borçları borcumuzdur” demeyi kabul eden bir cumhuriyetin kurulmasına en son itiraz edecek olanlar, her halde emperyalist devletler olacaktı.

İşte 1922 yılı sona ererken, hilafet ve saltanatın lağvedilip, yerine bir cumhuriyet kurulmasının emperyalistlerin istek ve çıkarlarına aykırı olmadığı açıktı; olmamıştır da zaten. Bu cumhuriyetin kuruluşunun anti-emperyalist, yani emperyalistlerin iradesine karşı bir gelişmeyi ifade ettiğinin herhangi bir dayanağı yoktur. Aksine hilafet ve saltanata bağlılık yeminleri eden bir hareketin bu yemini bozmaları için gayret göstermeleri daha makuldu.

İşte saltanatın ve hilafetin lağvedilmesi kabaca böyle özetlenebilecek dünya koşullarında gündeme gelmiştir. Padişahlığın sona ermesi ile birlikte kurulan cumhuriyet de bu tuhaf dünya koşullarını fazlasıyla yansıtır.

Saltanat ve hilafet kalkmıştır ama yerine geçen rejim, Marx’ın başka örnekler için tasvir ettiği gibi, fethederek devraldığı devlet aygıtını parçalamak yerine, onu yetkinleştiren bir karakteri fazlasıyla yansıtıyordu. Bir padişah yoktu, ama temel ilkeleri ile devletin ilkelerini özdeşleştirmiş tek partinin ölünceye kadar başkanı olacağı ilan edilmiş bir cumhurbaşkanı tarifi vardı. Bu cumhurbaşkanı ölünce, yerine otomatik olarak yeni parti başkanı geçecekti; onun da ölene kadar başkan olması peşinen güvence altına alınmıştı. Sadrazamlık yoktu ama başbakan daima değişmez genel başkan yani cumhurbaşkanı tarafından tayin yoluyla belirleniyordu. Ayan meclisi yoktu ama hepsi tek partinin üyesi olan vekillerden oluşan bir meclis vardı vs.

Atatürk, “Türk milletinin karakter ve âdetlerine en uygun olan idare, cumhuriyet idaresidir” sözlerini ilk defa 1924 yılında, yani bu cumhuriyet kurulduktan bir yıl sonra söylemiştir. Bununla birlikte, resmi tarih efsanelerine göre, oldum olası cumhuriyet ilkesini savunmaktadır.

Atatürk, Hakikaten çocuk yaşlarından itibaren cumhuriyet ülküsüne bağlı mı idi? Cumhuriyetçilik ilkesi, Halk Fırkası daha Cumhuriyet Halk Partisi ismini almamışken bile bu partinin temel bir ilkesi mi idi? Bu soruların kanıtlı belgeli bir yanıtını bulmak zordur.

Zaten o nedenle sonradan yazılan bir tarihin böyle bir iddiayı vurgulaması da abestir.

Ama bu tutum bir başka şeyi hatırlatmaktadır:

Napoleon Bonapart imparatorluk tacını yitirdiği zamanlarda “keşke kendi kendimin torunu olsaydım” demişti.

“Cumhuriyetçilik ilkesi ne zamandan beri Kemalizmin bir temel ilkesi idi?” tartışması bir yana, 1923 yılında ilan edilen cumhuriyetin işte bu sözlerin sahibinin adıyla anılan türden bir cumhuriyet olduğu tartışmasızdır. Bu cumhuriyet, bir cumhuriyet kurmak üzere yola çıkmış bir hareketin ürünü değil, bir hükümet darbesi için yola çıkmış, sonuçta emperyalistlerin rızası ile bonapartist bir cumhuriyete varmıştır.

Orhan Dilber
2007
Kaynak

Dipnot:
[1] Gerçi Kemalist hareket, cumhuriyetin kuruluşundan itibaren Türkçülük çizgisine yönelecektir, Kuvayı Milliye hareketinin söylemi ve bileşimi göz önüne getirildiği takdirde, bu hareketin Türkçü ve cumhuriyetçi olamayacağını anlamak zor değildir. Zaten Kemalizmin önce hilafet ve saltanata karşı sonra da Türkçülük istikametinde evrilmesi ile Kuvayı Milliye kadrolarının nasıl ayrıştığı ve karşı karşıya geldiği de bunu göstermektedir.

(Cumhuriyetin kurulmasından itibaren Kemalist hareketin böyle bir evrim geçirdiği bir olgu olsa da, konumuz itibariyle cumhuriyet öncesi Kuvayı Milliye üzerinde durmak gerekiyor).