20 Eylül 2025

CIA, Mossad, Epstein: Maxwell Ailesi’nin İstihbaratla Bağları

Trump’ın kendisini affedebileceğine dair yorumların dile getirildiği günlerde MintPress, küçük kızları zenginlere pazarlamakla suçlanan Ghislaine Maxwell’in ailesini ifşa ediyor. Ghislaine’nin medya baronu babası, İsrail için casusluk yapmış bir isim. Kız kardeşi, Silikon Vadisi’nde Tel Aviv’in çıkarlarını savunuyor. Erkek kardeşleri, oldukça etkili olan İslam karşıtı düşünce kuruluşunun kurucuları. Yeğenleri, Beyaz Saray ve Dışişleri Bakanlığı’nda önemli görevlere sahip. Bu Maxwell çetesi, ABD ve İsrail’de devlet katında güçlü bağlar kurmuş bir yapı. Aşağıda bu çetenin hikâyesine yer veriliyor.

Ghislaine Hapisten Çıkar, Epstein Dosyaları Toprağa Gömülür

Genel yoruma göre Ghislaine Maxwell yakında hapisten çıkacak. Seçim kampanyası boyunca Epstein dosyalarını yayınlama sözü veren Trump yönetiminin bugünlerde genç kızları zenginlere peşkeş çeken suçluyu affedeceği konuşuluyor.

İlk döneminde Ghislaine Maxwell’i affetmeyi düşünen Trump, geçen ay af kararı çıkartma fikrine itiraz etti. Sonrasında ise Trump, “affetme yetkim var” dedi. Birkaç gün sonra Maxwell, Teksas’ın Bryan kentinde bulunan asgari güvenlikli hapishaneye aktarıldı ki bu, genelde tanık olmadığımız bir uygulamaydı. Zira fuhuşla suçlanan ve on yıldan fazla ceza almış kadınlar, bu tür hapishanelere aktarılmıyorlar. Bu değişiklik, kimi yorumlara ve öfkeli tepkilere yol açtı.

Maxwell, başka bir hapishaneye Trump’ı Epstein’la ilişkilendiren delilleri ekibinden birinin sızdırması üzerine nakledildi. Bu deliller arasında, üzerinde “Doğum günün kutlu olsun, her bir gün aramızdaki bir başka muhteşem sırrımız olsun” cümlesinin ve çıplak kadın çiziminin bulunduğu bir doğum günü kartı da vardı. Kart, Trump tarafından Epstein’a gönderilmişti.

Maxwell, Jeffrey Epstein’a genç kadınlara ve kızlara tecavüz edildiği, fuhşa sürüklendiği süreçte yıllarca yardım etmiş bir isim. Epstein’ın ilişkili olduğu isimler arasında milyarderler, şöhretli isimler, Trump gibi siyasetçiler bulunuyordu. Epstein, Trump’ı “en yakın arkadaşım” olarak tarif ediyordu.

2021’de Epstein, Manhattan hapishanesinde öldü. Ölümünün sırrı çözülemedi. İki yıl sonra da Maxwell, fuhuş suçlamaları ardından hapse atıldı, 20 yıl hapis cezası aldı.

Trump’ın onu çıkartacağına dair haberler, kitle tabanını şoke etti. Bunun üzerine medyada Trump’ın rüşvet aldığına dair suçlamalar dillendirildi. Hill’de çıkan bir makalede “Ghislaine Maxwell’e sessiz kalması karşılığında para verilmiş, ardından da af çıkartılması gündeme gelmiş olmalı” denilmekteydi. Demokratik Ulusal Komite danışmanı Tim Hogan, bu yazıyı yazanın iddiasının hükümet eliyle örtbas edildiğini söyleyerek, bu işlemi gerçekleştirenleri ağır bir dille eleştirdi. Ardından Hogan, Trump’a bağlı bir kurum olan ve başında kendisine sadık bir isim olarak Kash Patel’ın bulunduğu FBI’ın, Trump’ın ismini “henüz yayınlanmamış olan Epstein dosyalarından sildiğini” söyledi.

Robert Maxwell: Medya Patronu ve İsrail Ajanı

Ghislaine Maxwell’in işlediği suçların önemli bir kısmı bilinse de ailesinin ABD ve İsrail’deki ulusal güvenlik kurumlarıyla ilişkisi pek bilinen bir konu değil. Bu bağı en çok da babası Robert Maxwell kurdu. Medya baronu ve ilk teknoloji girişimcisi olarak Robert Maxwell, güvenlik kurumlarıyla güçlü bir bağa sahipti.

Memleketi Çekoslovakya’nın Hitler eliyle işgal edilmesi ardından Amerika’ya göç eden Yahudi mülteci olarak Maxwell, İngilizlerle birlikte Almanya’ya karşı mücadele etti. İkinci Dünya Savaşı sonrası kendi ülkesinde kurduğu bağları kullanarak yeni kurulan İsrail devletine silah taşınmasına katkıda bulundu. Bu silahlar, 1948 savaşında ve yaklaşık sekiz yüz bin Filistin’in etnik temizliğe maruz kaldığı Nekbe’de kullanıldı.

Maxwell’in hayat hikâyesini kaleme alan Gordon Thomas ve Martin Dillon’ın aktardığına göre, Robert Maxwell İsrail istihbaratına ilkin altmışlarda bağlandı. İsrail’deki teknoloji şirketlerini satın almaya başladı. İsrail, bu şirketleri ve yazılımları dünya genelinde yürüttüğü gizli operasyonlarda ve casusluk faaliyetlerinde kullandı.

Maxwell, zamanla 16.000 insanın çalıştığı 350 şirketin sahibi haline geldi. New York Daily News, İngiltere’de çıkan Daily Mirror ve İsrail’de çıkan Maariv gazetelerinin sahibi olan Maxwell, bunun yanında bazı dünyaca ünlü yayınevlerinin ve bilimsel yayın merkezlerinin de sahibiydi.

İş dünyasında edindiği güç sayesinde politik güce sahip olan Maxwell, 1964’te İngiltere parlamentosuna girdi. ABD dışişleri bakanı Henry Kissinger ile Sovyet devlet başkanı Mihail Gorbaçev en yakın arkadaşları idi.

Maxwell, bu nüfuzu İsrail’in çıkarları için kullandı. İsrail’in istihbarat toplamak amacıyla ürettiği yazılımları Rusya’ya, ABD’ye, İngiltere’ye ve başka ülkelere sattı. Bu yazılımlar arasında Mossad’ın dünya genelinde istihbarat kurumlarına ve hükümet binalarına sızıp gizli bilgi toplamasını sağlayan yazılım da bulunuyordu.

Ariel Sharon (sağdaki) Robert Maxwell’le birlikte. 20 Şubat 1990, Kudüs.

Casusluk imkânlarını bu dönemde geliştiren İsrail, aynı zamanda gizlice nükleer silah programını yürürlüğe koydu. Bu proje, 1986’da delilleri İngiliz basınına sızdıran İsrailli barış eylemcisi Mordehay Vanunu tarafından açığa çıkartıldı. İngiltere’nin en güçlü medya patronlarından olan Maxwell, Vanunu’ya yönelik casusluk faaliyeti yürüttü, fotoğraflarını ve onunla ilgili bilgileri İsrail Büyükelçiliği’ne teslim etti. Bunun üzerine İsrail istihbaratı Vanunu’yu kaçırıp hapse attı.

Maxwell’in ölümü de tıpkı Epstein’ın ölümü gibi tartışmalara neden oldu. 1991’de cansız bedeni okyanusta bulundu. Yetkililer, lüks yatından düştüğünü, tuhaf bir kaza neticesinde öldüğünü söyledi. Bugün hâlâ çocukları babalarının öldürülüp öldürülmediği konusunda anlaşamıyorlar.

Yıllarca Maxwell’in İsrail’in “süper casus”u olarak çalıştığına dair dedikoduları, Kudüs’te devletin düzenlediği abartılı cenaze töreniyle teyit edildi. Naaşı, İsa’nın göğe yükseldiği söylenen noktanın bulunduğu, Yahudilik için de kutsal olan Zeytinler Dağı’na defnedildi.

Hükümet ve muhalefetten birçok isim cenazeye katıldı. Bunlar arasında İsrail istihbarat teşkilatlarının altı başkanı da vardı. Cenaze konuşmasını cumhurbaşkanı Hayim Herzog yaptı. Konuşma yapan diğer bir isim de başbakan İzak Şamir’di. Şamir konuşmasında “Robert Maxwell’in İsrail için bugün herkesten çok daha fazla şey yaptığını” söyledi.

Lâkin Maxwell, İngiltere’de pek sevgiyle anılan bir isim değil. Korkulan bir kişilik olarak Maxwell, tıpkı (İsrail’le güçlü bağları bulunan) Rupert Murdoch gibi, medya kuruluşlarını demir yumrukla yönetti. Ölümü sonrası kendisinin batmakta olan diğer şirketlerini kurtarmak için çalışanlarının emeklilik fonundan 500 milyon dolardan fazla parayı çaldığı görüldü. Bu hırsızlık neticesinde birçok çalışmanının emeklilik planı suya düştü. On yıl sonra, 2001’de Scotsman gazetesi şunları söyledi:

“Maxwell, yaşarken hakir görülen, ölümü sonrası herkesin nefretini dile döktüğü bir isimdi. Çünkü o, Mirror Grubu’na bağlı gazetelerin emeklilik fonundan 440 milyon sterlin çalmıştı. Maxwell, İngiltere’nin suçlar tarihinde en büyük hırsız olarak kayda geçti.”

Isabel Maxwell: İsrail’in Silikon Vadisi’ndeki Kadını

Robert’ın kızı, Ghislaine’in ablası Isabel Maxwell, babasının hayat hikâyesini yazan Thomas ve Dillon’ın kitabının tüm nüshalarını toplattı. Times of London’ın haberine göre, hemen ardından İsrail’e kaçan Isabel, kitabı Mossad’ın başkan yardımcısı, aile dostu David Kimche’ye verdi. Bu tür ilişkiler, babasının İsrail’in üst düzey casusu olduğunu ispatlıyordu.

Isabel, teknoloji endüstrisi alanında uzun ve başarılı bir kariyere sahip oldu. 1992’de ikiz kız kardeşi Christine ile birlikte internetteki ilk arama motorlarından birini geliştiren şirketi kurdu.

Ancak yukarıda bahsi edilen emeklilik fonu rezaleti sonrası Isabel ve çocukları, babalarının çöken imparatorluğunu diriltme işine odaklandılar. Kız kardeşler, bu süreçte arama motorunu satarak muazzam kârlar elde ettiler.

İsrailli yayın organı Haaretz’in de belirttiği gibi, Isabel 2001 yılında hayatını Yahudi Devleti’nin çıkarları için çalışmaya adamaya karar verdi ve “İsrail’e inandığı için”, “sadece İsrail’i ilgilendiren konularda çalışmaya” yemin etti. Eski MintPress gazetecisi ve araştırmacı muhabir Whitney Webb’in “İsrail’in Silikon Vadisi’ne açılan arka kapısı” olarak tarif ettiği Isabel, kendisini teknoloji dünyasında ülkenin önemli bir elçisi haline getirdi.

İş dünyasından haberlere yer veren Globes gazetesi o dönemde şunları söylüyordu:

“Maxwell, ilk geliştirme aşamasındaki İsrailli şirketler ile ABD’deki özel melek yatırımcılar (şirkete ilk aşamasında yatırım yapıp onun büyümesini sağlayan girişimciler) arasında bir irtibat görevlisi olarak teknoloji sahasında kendisine benzersiz bir yer edindi. Aynı zamanda, İsrail’de geliştirme merkezleri açmak isteyen ABD’li şirketlere de yardımcı oluyor. Tel Aviv ile San Fransisko arasında sayısız uçuş gerçekleştiren Maxwell, yoğun bir hayat yaşıyor.”

İsrail’in dünyanın dört bir yanındaki baskıcı hükümetler tarafından siyasi muhalifleri gözetlemek, taciz etmek ve hatta öldürmek için kullanılan, dünyanın en tartışmalı casus yazılım ve bilgisayar korsanlığı araçlarının çoğunun kaynağı olduğu biliniyor. Bunlardan biri de, Suudi Arabistan hükümetinin Washington Post muhabiri Cemal Kaşıkçı’yı Türkiye’de öldürmeden önce takip etmek için kullandığı o ünlü Pegasus isimli yazılım.

Isabel, kariyerini ve hayatını babasının siyasi bağlantıları üzerine inşa etti. “Hayatımda babam çok etkiliydi. Çok başarılı bir adamdı ve hayatı boyunca birçok hedefine ulaştı. Ondan çok şey öğrendim, açtığı yollardan yürüdüm” diyordu. Bu yollardan biri, Ehud Olmert ve Jeffrey Epstein’ın en yakın arkadaşlarından biri olan Ehud Barak da dâhil olmak üzere, sayısız İsrailli liderle kurulan güçlü bağlar sayesinde açılmıştı.

Isabel, 2000’li yıllarda Batı’nın en üst düzey siyasi, güvenlik ve istihbarat yetkililerinin kapalı kapılar ardında bir araya geldiği Herzliya Konferansı’na düzenli olarak katıldı, ayrıca Dünya Ekonomi Forumu’nda “teknoloji öncüsü” olarak yer aldı.

Ayrıca, İsrail hükümetinin finanse ettiği Şimon Peres Barış ve İnovasyon Merkezi ile İsrail Çalışmaları için Amerikalı İzak Rabin Dostları Merkezi’nin yönetim kurullarına da atandı; bu iki kuruluş, söz konusu eski İsrail başbakanlarıyla yakın ilişki içindedir.

2001 yılında iCognito’nun CEO’su oldu ve kendi ifadesiyle, bu görevi “şirketin İsrail’de olması ve teknolojisi sayesinde” üstlenebildi. Söz konusu teknoloji, çocukların internette güvende olmasını sağlamayı amaçlıyordu; kız kardeşinin o dönemde aktif olarak küçükleri kaçırıp istismar ettiği düşünüldüğünde, bu durum oldukça ironikti.

Isabel, Ghislaine'den çok daha ciddi ve başarılı bir isimdi. Haaretz’in de belirttiği gibi:

“Küçük kız kardeşi Ghislaine, Bill Clinton’la kahvaltı yaptıktan sonra veya bir diğer yakın arkadaşı olan İngiltere Prensi Andrew ile olan bağları nedeniyle dedikodu köşelerine yazılar yazarken, Isabel, Mısır’ın baş müftüsüyle, bir çadırda bir Bedeviyle veya Gazze’deki bir mülteci kampına yaptığı ziyaretlerde çekilmiş fotoğraflarını göstermek isteyen bir isim.”

Isabel, 1997 yılında İsrailli güvenlik teknolojisi firması Commtouch’ın başkanlığına atandı. Bağlantıları sayesinde Commtouch, Maxwell ailesinin yakın arkadaşı Bill Gates ve Jeffrey Epstein gibi Silikon Vadisi’nin en önemli oyuncularından yatırım almayı başardı.

Christine Maxwell’i İsrail mi Fonluyor?

Isabel’in ikiz kız kardeşi Christine de en az diğerleri kadar başarılı. Yayıncılık ve teknoloji sektörlerinde deneyimli olan Christine, veri analizi şirketi Chiliad’ın kurucu ortağıydı. CEO olarak, şirketin Terörle Mücadele’nin zirve yaptığı dönemde FBI’a sattığı devasa bir “terörle mücadele” veritabanının üretimini denetledi. Yazılım, Bush yönetiminin Müslüman Amerikalılara baskı yapmasına, 11 Eylül ve Vatanseverlik (Terörizmi Önlemek ve Engellemek İçin Gerekli Uygun Araçları Sağlayarak Amerika’yı Birleştirme ve Güçlendirme) Yasası’nın ardından iç hukuktaki medeni hakları ihlal etmesine yardımcı oldu. Bugün bir başka büyük veri şirketi olan Techtonic Insight’ın lideri ve kurucu ortağıdır.

Christine, kız kardeşi ve babası gibi İsrail devleti ile yakın bir ilişkiye sahiptir. Şu anda Küresel Antisemitizm ve Politika Çalışmaları Enstitüsü’nde (ISGAP) araştırma görevlisi olarak çalışmaktadır. Biyografisinde şunlar söylenmektedir:

“Günümüzde antisemitizmin yol açtığı büyük tehlikelerle mücadele etmek ve proaktif anlayışı güçlendirmek için etkin teknolojilerden yararlanan yenilikçi akademik araştırmaları teşvik etmek, Holokost’un yirmi birinci yüzyıl ve sonrası için süregelen önemini artırmak için çalışmaktadır.”

ISGAP yönetim kurulu, İsrail ulusal güvenlik kurumlarının tepesindeki yetkililerden oluşan seçkin bir kadrodur. Bu kadroya, eski İçişleri Bakanı ve İsrail Başbakan Yardımcısı Natan Şaranski ve eski IDF Baş Denetçisi ve Stratejik İşler ve Diplomasi Bakanlığı Genel Müdürü Tuğgeneral Sima Vaknin-Gil de dâhildir. Yönetim kurulunda ayrıca Jeffrey Epstein’ın avukatı Alan Derşovitz de yer almaktadır.

Düşünce kuruluşu, ABD hükümetinin 2024’te ülke genelindeki üniversite kampüslerinde gerçekleşen Gazze protestolarını bastırma kararında kilit rol oynadı. Grup, öğrenci liderlerini yabancı terör örgütleriyle ilişkilendiren raporlar hazırladı ve Amerikan üniversitelerini sardığı iddia edilen antisemitizm dalgası ile ilgili olarak dile getirilen şüpheli iddialara destek çıktı. Hem Demokrat hem de Cumhuriyetçi liderlerle sık sık bir araya gelerek, onları gösterilerin liderlerini “soruşturmaya” (yani ezmeye) çağırdı.

ISGAP, Amerikan üniversitelerindeki yabancı etkiler konusunda sürekli uyarılarda bulunuyor, Katar’ın ABD yüksek öğrenim sistemi üzerinde hâkim olduğunu iddia eden kuruluş, bu iddiasına ilişkin ayrıntıları içeren raporlar hazırlıyor, seminerler düzenliyor, bu hâkimiyeti Amerikan gençliği arasında artan İsrail karşıtlığı ile ilişkilendiriyor.

Ancak ISGAP, diğer yabancı hükümet etki operasyonlarını araştırmak isteseydi, çok uzağa bakmasına gerek kalmazdı, çünkü kendi fonları büyük ölçüde tek bir kaynaktan, yani İsrail devletinden geliyordu. 2018’de yürütülen bir soruşturma, (o zamanlar başında Tuğgeneral Vaknin-Gil’in bulunduğu) İsrail Stratejik İşler Bakanlığı’nın ISGAP’a 445.000 dolar aktardığını ortaya çıkardı; bu miktar, o yılki toplam gelirinin neredeyse %80’ine denk düşüyordu. ISGAP, bu bilgiyi ne kamuoyuna ne de federal hükümete açıkladı.

Amerikan siyasetine yabancı müdahale endişelerinin zirve yaptığı dönemde, bu haber neredeyse hiç duyulmadı. O zamandan beri İsrail hükümeti, gruba milyonlarca dolarlık mali destek sağlamaya devam etti. Örneğin, 2019’da ISGAP’a 1,3 milyon doların üzerinde bir hibeye onay verildi. Dolayısıyla, kuruluştaki bir araştırmacı olarak Christine Maxwell, İsrail hükümetinin nakit parasından doğrudan yararlanan bir isimdir.

Maxwell Ailesinin Üçüncü Kuşağı ABD Hükümetinde Çalışıyor

Robert Maxwell’in kızları devlet iktidarına yakınken, ailenin üçüncü kuşağına mensup kimi isimleri, ABD hükümetinde görevler üstlendi. Isabel Maxwell’in tek oğlu Alex Djerassi, üniversiteden mezun olduktan kısa bir süre sonra Hillary Clinton’ın 2007-2008 başkanlık kampanyasında çalıştı. Djerassi, Clinton ekibi için muhtıralar, brifingler ve politika belgeleri hazırladı, Clinton’ın yirmiden fazla münazaraya hazırlanmasına yardımcı oldu.

Clinton ve Maxwell aileleri arasında sıkı ve güçlü bir ilişki mevcut. Ghislaine, Hillary’nin kızı Chelsea ile tatile giden, düğününde önemli rol üstlenmiş bir isim. Hem o hem de Jeffrey Epstein, Clinton’ın emrine verilmiş olan Beyaz Saray’a defalarca davet edildi. Epstein hapse girdikten çok sonra, Başkan Bill Clinton, Ghislaine’i Los Angeles’taki seçkin bir restoranda kendisiyle samimi bir akşam yemeğine davet etti.

Beyaz Saray adaylığı başarısız olsa da Başkan Obama, Hillary Clinton’ı dışişleri bakanı olarak atadı ve ilk icraatlarından biri de Djerassi’yi ekibine almak oldu. Djerassi, hızla yükselerek Dışişleri Bakan Yardımcısı Ofisi, Yakın Doğu İşleri Bürosu’nda Özel Kalem Müdürü oldu. Bu görevinde, ABD’nin İsrail ve İran politikasını geliştirme konusunda uzmanlaştı; ayrıca ABD’nin Irak işgali konusunda da çalıştı ve Clinton’a İsrail ve Arap dünyasına yaptığı ziyaretlerde eşlik etti.

Dışişleri Bakanlığı’ndayken, Libya Dostları ve Suriye Halkının Dostları Konferansları’nda ABD hükümet temsilcisi olarak görev yaptı. Bu iki kuruluş, söz konusu iki hükümeti devirmek ve yerlerine ABD yanlısı rejimler getirmek için çalışan, sert ve şahin gruplardan oluşuyordu. Vaşington, istediğini aldı. 2011’de Libya lideri Albay Kaddafi devrildi, öldürüldü ve yerine İslamcı savaş ağaları geçti. Geçtiğimiz Aralık ayında ise, uzun süredir Suriye Devlet Başkanı olan Beşşar Esad Rusya’ya kaçtı, yerine Suriye El Kaidesi’nin kurucusu Ebu Muhammed Cevlani getirildi.

Djerassi, daha sonra ABD hükümeti tarafından finanse edilen düşünce kuruluşu Carnegie Barış Vakfı’na ortak olarak atandı. Burada da Ortadoğu politikaları üzerine uzmanlaştı. Biyografisinde, “Arap dünyasında demokratikleşme ve sivil toplum, Arap ayaklanmaları ve İsrail-Filistin barışı ile ilgili konularda çalıştığı”nı söylüyor. Djerassi, şu anda Silikon Vadisi’nde çalışıyor.

Djerassi’nin kaderi, Demokrat Parti’nin Clinton kanadına bağlıyken, kuzeni (Christine Maxwell’in en büyük oğlu) Xavier Malina doğru ata oynadı, bunun neticesinde Obama-Biden’ın 2008 başkanlık yarışında çalıştı.

Başarılı çalışmalarının karşılığını Beyaz Saray’da elde ettiği pozisyonla aldı, burada Başkanlık İcra Ofisi’nde asistan olarak göreve başladı. Kuzeni gibi Malina da, görevi bittikten sonra Carnegie Barış Vakfı’nda bir pozisyon elde etti, ardından da teknoloji dünyasında kariyer yaparak, Körfez Bölgesi’ndeki Google’da uzun yıllar çalıştı. Şu anda Disney’de çalışıyor.

Ebeveynleri yanında büyükanne ve büyükbabalarının yapıp ettikleri, sonraki kuşakların kariyerlerini belirlememeli ancak yabancı bir gücün pişmanlık duymayan casusları ve ajanlarından oluşan çok kuşaklı bir aileden gelen iki bireyin ABD devletinin merkezinde pozisyonlar elde etmiş olması, en azından kayda değer bir durum.

Maxwell Kardeşler: İflastan Terörle Mücadeleye

Maxwell çetesinin büyük bir kısmı Amerikan ve İsrail siyasetinde etkili. Ian ve Kevin kardeşler de memleketleri İngiltere’deki ilişkiler üzerinde önemli bir etkiye sahipler. Babaları Robert’ın çalışanlarının emeklilik fonundan 160 milyon doların üzerinde para çalmasına yardım ettikleri yönündeki yaygın iddialar üzerinden aklanmış olsalar da kardeşler, uzun yıllar boyunca gözlerden ırak yaşadılar. Özellikle Kevin, yarım milyar doları aşan borçlarıyla İngiltere tarihinin en büyük iflasına imza atmış bir isim olarak biliniyor.

Kardeşler, 2018’de radikal İslam sorununa çok daha müdahaleci ve sert bir hükümet yaklaşımı için baskı yapan tartışmalı bir düşünce kuruluşu olan Cihatçı Terörizm ve Aşırılıkla Mücadele'yi (CoJiT) kurdular.

Ian, örgütünün yayımladığı Cihatçı Terör: Yeni Tehditler, Yeni Tepkiler adlı kitapta, CoJiT’in “ulusal tartışmada katalizör rolü oynamak” ve bu konudan kaynaklanan “zor soruları” cevaplamak için kurulduğunu yazıyor. Kitabın geri kalanının içeriğine bakılırsa, burada esasen Müslüman toplulukların daha kapsamlı bir biçimde gözetlenmesi için çaba harcanacağından söz ediliyor.

CoJiT, İngiltere’de oldukça etkili bir kuruluştu. Yayın kurulu ve katkıda bulunanlar, üst düzey devlet yetkililerinden oluşan seçkin bir kadrodan oluşuyordu. 2018’de Londra’da düzenlenen ilk konferansına katılanlar arasında, hükümetin Aşırılıkla Mücadele Baş Komiseri Sara Khan ve İngiltere’nin iç istihbarat teşkilatı MI5’ın eski Genel Direktörü Jonathan Evans da vardı.

Birçok Maxwell projesi gibi, CoJiT de işlerini tamamlamış gibi görünüyor. Kuruluş, 2022’den beri web sitesini güncellemedi veya sosyal medya kanallarında herhangi bir paylaşım yapmadı.

Doğrusunu söylemek gerekirse, son birkaç yıldır kardeşler başka önceliklere sahiplerdi. Kız kardeşleri Ghislaine’in hapisten çıkması için kampanya yürüten kardeşler, onun tamamen masum olduğunu iddia ediyorlar. Ancak görünüşe göre, tıpkı babası Robert Maxwell gibi Kevin da savunma avukatlarına para vermemiş. 2022’de avukatları, yaklaşık 900.000 dolarlık ödenmemiş masraflar için kendisine dava açtı.


Tüm O Kötü Şöhretiyle Bay Epstein

Ghislaine Maxwell ve Jeffrey Epstein, yıllar boyunca yüzlerce kızı ve genç kadını sömüren bir fuhuş şebekesini yönetti. Ayrıca, milyarder işletme sahipleri, kraliyet ailesi, yıldız akademisyenler ve yabancı liderler gibi küresel elitlerin geniş ağlarıyla da bağlantılıydılar, bu durum, işledikleri çok sayıda suça ne ölçüde dâhil oldukları konusunda yoğun spekülasyonlara yol açtı.

Epstein’ın Maxwell’lerle ilk ne zaman tanıştığı hâlâ belirsiz; bazıları, Robert Maxwell tarafından İsrail istihbaratına dâhil edildiği iddiasında. Bazıları da ilişkinin Robert’ın ölümünden sonra, ailenin mali sıkıntılar nedeniyle yaşadığı yoksulluktan kurtulmasıyla başladığını söylüyor.

Epstein, 2019’daki tutuklanmasından yalnızca bir ay sonra New York’taki hapishane hücresinde ölü bulundu. Ölümü resmi kayıtlara intihar olarak geçti, ancak ailesi bu yoruma karşı çıktı.

Epstein’ın sırdaşları arasındaki en güçlü iki isim, belki de Başkan Bill Clinton ve Donald Trump’tı. Hakkındaki sayısız cinsel taciz suçlamasıyla zaten kötü bir şöhrete sahip olan Clinton’ın, Epstein’ın “Lolita Ekspresi” lakaplı özel jetiyle en az 17 kez uçtuğu ve Epstein’ın kurbanı Virginia Giuffre tarafından, multimilyonerin en kötü suçlarının çoğunun işlendiği Karayipler’deki özel ikametgahı olan Little St. James Adası’nı ziyaret etmekle suçlandığı biliniyor.

Trump’ın, itibarsız finansöre çok daha yakın olduğu tartışmasız bir gerçek. 2002’de, “Jeff’i on beş yıldır tanıyorum. Harika bir adam. Onunla vakit geçirmek çok eğlenceli. Hatta benim kadar güzel kadınlardan hoşlandığı bile söyleniyor, üstelik çoğu genç. Buna hiç şüphe yok” demişti. Clinton gibi Trump da Lolita Express ile uçtu. Epstein, 1993’te Marla Maples’ın düğününe katıldı ve onu üçüncü eşi Melania ile tanıştırdığını iddia etti.

Ne yazık ki, Epstein’ın bağlantıları tüm siyasi yelpazeden insanları suçlu göstermesine rağmen, genelde taraflı haberler yapıldı. MintPress’in MSNBC ve Fox News’da bir yılı aşkın bir süre boyunca Epstein ile ilgili yapılan haberleri incelediği çalışmasında, her iki kanalın Epstein’ın kendi tercih ettikleri başkanla olan bağlantılarının üzerini örterken, diğer büyük partinin lideriyle olan bağlantılarını vurgulayıp ön plana çıkardığını ortaya koydu. Neticede bugün ABD’deki birçok kişi, olayı bir bütün olarak siyasi sisteme değil, siyasi rakiplerine yönelik bir suçlama olarak görüyor.

Bir de Epstein’ın istihbarat bağlantıları meselesi var. Bu, onlarca yıldır, hatta Epstein hakkında herhangi bir iddianın kamuoyuna açıklanmasından yıllar önce bile açıkça dile getirilen bir meseleydi. Epstein’ın biyografi yazarı Julie K. Brown’ın belirttiği gibi, Epstein, doksanlar boyunca hem CIA hem de Mossad için çalıştığıyla açıkça övünen bir isimdi, ancak bu iddia, halen daha kimilerince şüpheli görülüyor. İngiltere’de çıkan Sunday Times gazetesi, 2000 yılında “O, Bay Gizemli. Kimse onun bir konser piyanisti, emlak geliştiricisi, CIA ajanı, matematik öğretmeni veya Mossad üyesi olup olmadığını bilmiyor” diyordu. Tüm bu kimliklerde en azından bir parça doğruluk payı olması mümkün.

Epstein, 2014 yılında ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı William Burns ile üç kez görüştü. Burns, daha sonra CIA direktörü olarak atanacaktı. Ancak Burns’ün Epstein’a yakınlığı, eski İsrail Başbakanı, Dışişleri Bakanı ve Savunma Bakanı Ehud Barak’ın yakınlığıyla karşılaştırıldığında sönük kalıyor. Barak’ın yalnızca 2013-2017 yılları arasında New York’a seyahat ettiği ve hüküm giymiş suçluyla en az otuz kez görüştüğü, bazen Manhattan’daki malikanesine kimliğini gizleyerek veya kimliğini gizlemek için maske takarak geldiği biliniyor.

Epstein’ın İsrail istihbaratıyla bağlantıları hakkında çok sayıda kaynak yorum yaptı. Kimliğini gizlemek için mahkeme belgelerinde “Jane Doe 200” olarak anılan eski kız arkadaşı ve kurbanı, Epstein’ın bir Mossad ajanı olmakla övündüğünü ve kendisine tecavüz ettikten sonra onun casus olması sebebiyle can güvenliğinden endişe duyduğunu, bu yüzden polise gidemediğini ifade etti.

Mahkeme dosyasında, “Doe, Mossad ajanı olduğuna inandığı, dünyadaki en sıra dışı bağlantılara sahip insanlardan birinin gerçekleştirdiği tecavüzün herhangi bir şekilde raporlanmasının kendi bedenine ciddi zararlar verilmesine veya ölümüne sebep olacağına gerçekten inanıyordu” ifadeleri yer alıyor.

İsrail Askeri İstihbarat Müdürlüğü’nde eski üst düzey yetkili Ari Ben-Menaşe, Epstein’ın bir casus olduğunu ve Ghislaine Maxwell ile birlikte İsrail adına bir aşk tuzağı operasyonu yürüttüğünü iddia etti. Rolling Stone dergisine konuşan dört (isimsiz) kaynak, Epstein’ın doğrudan İsrail hükümetiyle çalıştığını söyledi.

Ancak Maxwell ailesinin büyük bir kısmının aksine, İsrail ve istihbarat bağlantıları büyük ölçüde tanıklıklara ve doğrulanmamış ifadelere dayanıyor. Ülkeye bilinen tek seyahati, cezasının açıklanmasından hemen önce, Nisan 2008’de gerçekleşmiş ve bu hareket, oraya sığınacağı yönündeki korkuları tetiklemişti.

Bununla birlikte, kamuoyunda Epstein’ın Tel Aviv için çalışıyor olabileceği yönünde yoğun spekülasyonlar mevcut. 2025 tarihli ABD’nin Dönüm Noktaları Öğrenci Eylem Zirvesi’nde eski Fox News sunucusu Tucker Carlson, Epstein’ın dış bağlantıları hakkında soru sormanın yanlış, nefret dolu veya Yahudi karşıtı bir yanı olmadığını dile getirdi. “Kimsenin yabancı hükümetin İsrail olduğunu söylemesine izin verilmiyor, çünkü bir şekilde bunun uygunsuz olduğunu düşünmeye zorlanıyoruz” diyen Carlson, medyanın bu konudaki sessizliğinden duyduğu rahatsızlığı aktardı.

“Ne bu şimdi? Evinizde eski İsrail başbakanı kalıyor, yabancı bir hükümetle temaslar kurmuşsunuz, Mossad adına mı çalışıyordunuz? Yabancı bir hükümet adına şantaj mı yapıyordunuz?”

Carlson’ın yorumları, eski İsrail Başbakanı Naftali Bennett’ın sert eleştirileriyle yüzleşti: “Jeffrey Epstein’ın bir şekilde İsrail için çalıştığı veya Mossad’ın bir şantaj şebekesi yönettiği iddiası, kesinlikle ve tümüyle asılsızdır. Epstein’ın hem suç teşkil eden hem de aşağılık davranışlarının Mossad veya İsrail devleti ile hiçbir ilgisi yoktur.”

“Bu suçlama, Tucker Carlson gibi internet âleminde tanınmış şahsiyetlerin bilmedikleri şeyleri bildiklerini iddia ederek yaydıkları bir yalandı” diyen Trump, İsrail’in “kötü niyetli bir iftira ve yalan dalgası”yla karşı karşıya olduğunu söyledi.

Epstein hakkındaki gerçek ne olursa olsun, güçlü Maxwell ailesinin ABD, İngiltere ve İsrail devletindeki güçlerle geniş kapsamlı bağlantıları olduğu tartışma götürmez bir gerçeklik. Ayrıca hiç şüphe yok ki, faaliyetlerinin tüm detayları kamuoyuna açıklanırsa, dünyanın en güçlü kişi ve kuruluşlarının önemli bir kısmı suçlu durumuna düşecek. Belki de Trump’ın Epstein Dosyaları’nı yayınlama sözünden kısa sürede suç ortağını serbest bırakma seçeneğine geçiş yapmasının sebebi bu.

Alan Macledd
22 Ağustos 2025
Kaynak

19 Eylül 2025

,

Kalın Duvar


Lenin, “Biz, tüm faaliyetlerimizde Rusya’nın eğitimli dünyasına mensup kibar beylerle aramıza kalın bir duvar örmenin keyfini çıkartıyoruz” dediği Kont Heyden Anısına[1] başlıklı yazısında, sosyalistlerin liberal bir toprak ağasının ölümü sonrası yaktığı ağıda tepki gösteriyor. O mesafe koyduğu aydınlanmış, iyi eğitimli beylerin halkı kandırdığını, liberalizme kuyrukçuluk yaptığını, “eğitimlerinin, kültürlerinin, aydınlanmışlıklarının fahişelik örneği” olduğunu, bu liberallerin “faşist” Kara Yüzler çetesinden daha tehlikeli bir güç olarak görülmesi gerektiğini söylüyor. Lenin, yaklaşık 120 yıl önceden bugünün sosyalist hareketine sesleniyor. Ama bu hareket, ona kulak vermemeyi komünist siyaset diye yutturmanın derdinde.

Bugün sosyalist hareketi liberalizmi komünizm rengine boyayıp satanlar yönetiyor. “Gerici-faşist diktatörlük”ten başka bir şey söylemeyen, aslında CHP ağzıyla konuşunca çanağının dolacağını düşünen sosyalist hareket, solculuğu meslek, mesleğini solculuk sananların sultası altında. O meslek, her daim CHP’ye örgütlü.

O nedenle devlet, o meslek sahiplerinin, o “kibar beyler”in CHP’sine belirli dönemlerde ayar çekiyor. Zannediliyor ki CHP, saldırı altında. Aslında o meslek ve sahipleri, belirli yöne güdülüyor. Görülmek istenmeyen gerçek bu. Her şeyi kendisinden bilenler, her şeyi kendisinin yaptığını zannedenler, güdüldüklerini, CHP’nin devlet ve sermaye için önemli olduğunu görmüyorlar.


Bu koşullarda devlet cumhuriyetçiliğin; sermaye demokrasiciliğin ardına gizleniyor. Cumhuriyet savunusu devleti; demokrasi savunusu sermayeyi korumak için yapılıyor. Cumhuriyet Kürt ve Müslüman düşmanlığı; demokrasi, işçi-emekçi düşmanlığı olarak cisimleşiyor. Bu anlamda, cumhuriyet ve demokrasi öncesi pratikler, ezilen dinlerin ve milletlerin, sömürülen sınıfların mücadeleleri çöpe atılıyor. Her şey, buranın küçük burjuvasından ve onun iradesinden başlatılıyor. O küçük burjuva, devlet ve sermaye için uygun kıvama getiriliyor.

TKP, bakir, masum ve saf zannettiği otuzların CHP’sine TKP yaftası yapıştırmak için uğraşıyor. Dönemin ideolojisinin Kürt ve Müslüman düşmanı olduğunu çok iyi biliyor. Bugünde efendilerin huzurunda saf, masum ve bakir çıkmak isteyen küçük burjuvalardaki Kürt ve Müslüman düşmanlığını örgütlüyor. Ona örgütleniyor. Bu anlamda, Siyonist Ümit Özdağ’ın yanına yerleşiyor.

Herkes, TKP’de üye sayısının 7.500’ten 5.000’e düşmesini eleştiriyor. Ama aslında bunun böyle olmasını, partinin merkezinde duran, postu elinde bulunduran saf ve yüce kişilik Kemal Okuyan istiyor. O saflık, her daim liberalizme ve burjuvalığa işaret ediyor.

Devlet ve sermayenin emriyle Dev-Yol CHP’yi parti, kendisini cephe; TKP CHP’yi cephe, kendisini parti olarak görmek zorunda kalıyor. Tüm teori, ideoloji ve politika, bu anlayış üzerine inşa ediliyor. CHP ölçü ve ölçeğinde yaşanan değişim ve dönüşümlere göre sosyalist hareket, belirli bir kıvam alıyor. CHP’ye karşı teorik, ideolojik, politik mücadele yürütme iradesi siliniyor. Lenin’in inşa ettiği kalın duvar, yıkılıyor. Liberal ve sosyal demokrat gevezelik, sosyalist hareketi ele geçiriyor.

Sosyalist hareket, devrimi burjuvaziye yaptırmak (Dev-Yol), sosyalizmi devlete kurdurmak (TKP) istiyor. Her şey bu isteme ve iradeye göre şekilleniyor. Bu istem ve irade, ancak kalın duvarın yıkıntıları üzerinde anlam buluyor. Kalın duvarın olmadığı koşullarda herkes, kolaylıkla CHP üzerinden hayaller kurabiliyor. Devlete kul, sermayeye köle olmuş küçük burjuvazi, sosyalist hareketin anlam ve değer kazanmasına mani oluyor. TKP’nin CHP’si ve Dev-Yol’un CHP’si, aralarında “kavga” etseler de belirli konularda uzlaşıyorlar. İki örgütün genetiğinde 12 Eylül’e teslimiyet yazılı.

Olgu ve olaylara dair algı ve bilgiyi parti olarak CHP ya da cephe olarak CHP tayin ediyor. Olgu ve olaylar, CHP ile kurulan teorik, ideolojik ve politik ilişkilere göre okunuyor. Birgün gazetesi, bir CHP yayın organı olarak, nesnel bakması gereken süreçte Gürsel Tekin’i CHP’li ağzıyla “kayyum” olarak anıyor. Her olay ve olguda sosyalist hareket şahsında CHP konuşuyor. AKP üzerinden sermaye ve devlet, sosyalist hareketi CHP’ye örgütlüyor. Zihin, akıl ve bilinç, bu örgütlülüğe iyice alışıyor. Aradaki duvar, yıkılıyor.

Bugünkü olay ve olgular, muhayyel ve müstakbel komünist partiye göre okunmalı. Ama bir yandan da bugünde olay ve olguları anlamamızı sağlayacak bir partimiz olmalı. Bu parti, Suphilerin doğulu halkların mücadele birikiminde dövülerek imal edilmiş partisidir. Bu partinin tarihsel uğrakları vardır, oralarla kurulacak ilişki de önemlidir. Devrimci genç önderlerin yapıp ettikleri, bu partinin tarihi içinde görülmeli, o şekilde okunmalıdır.

Neticede Dev-Yol ve TKP, CHP’ye göre şekillenmiş kurgulardır. Parti ve devrim için bu ülke, bu iki yapıdan kurtulmak zorundadır. Suphiler sonrası tüm TKP yönetimi, Suphilerin partisine yönelik ihanetle tanımlıdır. Bu hikâyede belirleyici olan, devletle Sovyetler’in kurduğu ilişkidir. TKP, Sovyet yönetiminin “halkçı idare” dediği 12 Eylül cuntasına destek vermeye mecburdur. Bu desteğin hesabını vermemenin neticesinde sosyalist hareket, belirli ilişkilere teslim edilmiştir.

Halka “dalkavukluk ve uşaklık zehrini” aşılayan örgütlerin olgulara ve olaylara dair değerlendirmeleri, CHP’lidir. Bugün sosyalist hareket, Lenin’in ifadesine atıfla, “içinde burjuvazinin ve devletin kendisine acıyacağına dair ümit ve korkudan başka bir şey bulunmayan riyakâr bir bağırsak”tan ibarettir. Burjuvaziden devrim, devletten sosyalizm bekleyen, kendi bireylikleri merkezinde uşak ve dalkavuk örgütler inşa etmiş özel “kibar beylerin ve hanımların” solculuğu, reddedilmelidir.

Eren Balkır
15 Eylül 2025

Dipnot:
[1] V. I. Lenin, “Kont Heyden Anısına”, Haziran 1907, İştiraki.

18 Eylül 2025

,

Hortlak: Uygarlaştırma Misyonu

Üstün ırkların bir hakkı vardır çünkü bir görevi vardır: Daha aşağı ırkları uygarlaştırmak.

[Jules Ferry, Fransız Sömürgeci -19. Yüzyıl]

Doğulular irrasyoneldir… kendi kendilerini yönetme kapasitesine sahip değildirler.

[Lord Cromer, İngiliz Sömürgeci -19. Yüzyıl]

 

Sömürgeciliğin yöntemleri değişse de sömürgeci zihniyet ve retorik devamlılık göstermiştir. Farklı ülkeler farklı coğrafyaları sömürürken birçok çıkar çatışması yaşasa da bu çatışma, sömürülen coğrafyalara bakış açısında asla görülmemiştir.

Siyasetçisinden akademisyenine sömürgeci oryantalizm, batıda en özgürlükçü görünen isimlerin dahi söylemlerinde kendisini göstermiş ve sömürgeciliği meşrulaştırmıştır. Günümüzde 19. ve 20. yüzyılda örnekleri görülen üstün ırk-aşağı ırk ikilemi ve üstün ırkın yüce hedefi olarak görülen “uygarlaştırma misyonu” anlatısı, geçtiğimiz günlerde ABD’nin Türkiye Büyükelçisi Tom Barrack’ın Lübnan’da gazetecilere yapmış olduğu spontane konuşmada tüm yönleriyle kendisini göstermiştir:

“Bu toplantı, hayvansı bir kaosa dönüşmeye başlarsa, çekip gideriz. Eğer olup biteni öğrenmek istiyorsanız, uygar davranın, nazik olun, hoşgörülü olun, çünkü bölgede yaşanan sorunun özü de bu.”

Bölgede yaşanan sorunun özü “uygar olmamak” ve kendileri de bu sorunu çözmek için buradalar!

Bu anlatıyı kabul etmeyen toplum ve halkları ne bekliyor? Sömürgecilik tarihini ve soykırım suçunu ayrı ele almak pek mümkün gözükmüyor. Bugün BM’nin 5 daimi üyesi, bizatihi 20. yüzyılda soykırım suçunu işlemiş devletlerdir. Hepsi de “yüce misyonlarla” en büyük insanlık suçunu işlemişlerdir. Bu suçları bu sürece itiraz eden halklara ve/veya halkların bağrından çıkan yapılara karşı bugün de işlemektedirler.

Tom Barrack, bu cümleleri ABD siyasetinin bölgedeki arzusuna sıcak bakanların toplantısında kurdu. Bu durum, bizlere sömürülen halklara sömürgecilerin nasıl baktığını anlatırken, aynı şekilde işbirliği kurduğu kesimlerin de bu bakış açısından azade olmadığını göstermektedir.

Sömürgecilik, ön kabulleri, üretmiş olduğu kavramsal çerçeve ve tüm araçlarıyla asırlardır bölgede tahakkümünü devam ettirmektedir. Bu tahakküm sürecini devam ettirmelerine teknik imkânları olduğu kadar sömürülen halkların içerisinde bulunduğu şartlar ve zihniyet durumu da alan açmaktadır.

Temel sömürgeci kavramlardan birisi olan “uygarlaştırma”, özünde batı merkezli tarihsel tecrübeyi biricik kılıp, ilerlemeci tarih anlatısıyla bölge insanının inanç ve toplumsal yapısını ilkel olarak tanımlamaktadır. Kendi kimliğine ve toplumuna yabancılaşmış siyasetçi, sanatçı, aydın kimlikli kişiler, bu kavramsal çerçeveyle hareket etmeye başladıkları anda bölgede sömürgecilerin gönüllü hizmetçisi pozisyonuna düşmektedirler. Bu kavramsal çerçeve, kabul gördüğü zihne, toplumunun tarihsel olarak ilerlemesi için Batı müdahalesinin meşru olduğunu kabul ettirmektedir. Uzun süren tahakküm sürecinin en önemli boyutlarından birisi, tartıştığımız sömürgeci zihniyetin üretmiş olduğu kavramsal çerçevelerdir.

Sömürgecilik, üretmiş olduğu kültürle aynı şekilde kendisine karşı mücadele edecek toplumsal gerçeklikleri pasifize etmektedir. Türkiye’de öne çıkan sanatçı/siyasetçi/ aydın profilleri, iki yıldır devam eden soykırıma karşı ne kadar etkin bir söylem üretti? İstisnalar dışında, genel bir sessizlik hâkim. Bahsini geçirdiğimiz sanatçı/siyasetçi/aydın kimlikleri, duyarlılık göstergesi olarak farklı sosyal projelerde kendisini göstermektedir. Bu sosyal projelerin ortak özelliği, herhangi bir anti-emperyalist politik bilince katkı sunmamasıdır.

70 bine yakın insanın katledildiği, açık bir soykırımın yaşandığı şu süreçte topluma rol model olarak gösterilen müzisyeninden oyuncusuna, fenomeninden yazarına güçlü bir itiraz görülmedi. Bu profiller ve bulunmuş oldukları kurumsal yapılar, bölgenin temel gerçekliği olan sömürgeleşmeye karşı farkındalığı inşa etmek bir yana, sömürenlerin kültürel yapısına hayranlıkla bakmakta ve toplumunu buna davet etmektedir.

Uygarlaştırma anlatısı, ön kabulleri, kullanmış olduğu araçlar, işbirliği kurmuş olduğu siyasetçi/sanatçı/aydın profilleriyle asırlardır bölgemizde akan kanda ve sömürgeleştirmede temel bir rol oynamaktadır. Mücadeleyi, referans aldığımız kavramsal çerçeveyi sömürge etkisinden bağımsızlaştırarak kurmak ve siyasetçi/sanatçı/aydın rol modellerini anti-emperyalist profillerden seçmek, temel bir zaruret olarak önümüzde durmaktadır.

Tom Barrack, bölgenin temel probleminin uygar olmamak olduğunu dile getiriyor. Biz de sömürgecilere defolup gideceklerini ve ne olacağımıza kendimizin karar vereceğini yeniden hatırlatıyoruz. Bölgenin temel problemi, sömürgecilik ve üretmiş olduğu toplumsal gerçekliklerdir.

Harun Özkarakaş
12 Eylül 2025
Kaynak

17 Eylül 2025

,

Leninciliğe Karşı Leninizm


CHP’den bağımsız, hatta onu da karşıya atan bir ML çizginin oluşumuna izin verilmiyor. Marksist-Leninist hattın oluşumuna bizzat içteki CHP ajanları eliyle mani olunuyor. CHP, Aydınlanmacı ve Modernizmci solculuk için ana zemin olarak görülüyor, gösteriliyor. Bu iki hatta ekmeğinin peşinde olan şefler, sosyalist hareketi düzene teslim ediyorlar. Solculuğu meslek bilenlerle, mesleğini solculuk bilenler, hep birlikte sosyalist hareketi ağalara-paşalara bekçi ve kâhya kılıyorlar.

1920’lerin sonlarında CHP ile ilişkilerin, daha doğrusu, Türk devletiyle Sovyetler’in ilişkilerinin gerildiği momentte, TKP yayın organı, polise çalışan ajanların isimlerini yayınlıyor. Bu isimlerin hemen hemen hepsinin CHP’li oldukları görülüyor. Bu içteki CHP ajanları, sosyalist hareketi yönlendiriyor, yönetiyor, gerektiğinde tasfiye ediyor. Yüz yıllık hikâyenin özeti bu.

Bu açıdan, CHP’den destek bulmak için, CHP’den arındırılmış, “faşizm”e örnek olarak takdim edilen 12 Eylül hikâyelerinin boş olduğu görülmeli. CHP ve tarihinden arındırılan darbe, CHP’yi ve solu vareden 27 Mayıs çizgisinin uzantısı. Evren, o darbenin yetiştirdiği bir kadro. “27 Mayıs’ı ben yaptım” diyen Yalçın Küçük’ün 12 Eylül’ü alkışladığı görülmek, nedeni idrak edilmek zorunda.

Meseleyi “Amerika’nın çocukları”, “NATO”, “faşizm” diye dışsallaştırmanın anlamı yok. Kontrgerilla örgütü olarak CHP, darbenin özünde, mayasında bir şekilde var. Dev-Yol’un darbeyi Kemalist bulup ses çıkartmamasının, TKP’nin Sovyetler üzerinden 12 Eylül cuntasını “halkçı ve ilerici” görüp alkışlamasının sebepleri, bugünkü halle de ilişkili. CHP’nin içişleri bakanı, Aydınlık’a devrimci örgütlerin üyelerinin ismini veriyor, bu gazete de muhbirlik yapıp, o üyelerin tutuklanmasına, hatta öldürülmesine ön ayak oluyor. CHP, hep budur.

12 Eylül darbesi, Aydınlanma ve Modernizm yolunda, sol örgütlere ayar verdi, onları belirli bir kıvama getirdi. Ankara’daki Kızılırmak sineması gibi yapılar, bölgedeki birçok bina Dev-Yol’undu. Örgüt, direnmeme, dövüşmeme, mahkemelerde “biz gazeteciyiz” demenin karşılığında bu binaları ve şirketleri geri aldı. Sosyalist hareketin şefleri bu suya yatırılıp çözüldü.

Aydınlanma bağlamında devlete, modernizm bağlamında sermayeye halel gelmesin diye sosyalist hareket, belirli bir kıvama getirildi. Darbe sonrası dönemi organize eden cuntacılar, solu Aydınlanmacılık ve Modernizmcilik üzerinden avladı, dönüştürdü. Aydınlanma ve Modernizm denilen yuvalarda kendisine ekmek bulan şefler, sosyalist hareketi burjuvaziye ve devlete uygun bir yere mahkûm etti. Bu iki alanda nefes alanlar, dipteki her türden dalgayı boğdular.

Bugün kendi örgütünü tasfiye edip darbecilere teslim olan isimlerden Merdan Yanardağ, “devletin sağının ve solunun olduğunu”, kendisinin “devletin soluna çalıştığını” söylüyor. Mustafa Kemal’in sağa mı sola mı ait olduğu tartışmasında Marksizm ve komünist hareket heba ediliyor. Küçük burjuva, devlete bekçilik, sermayeye kâhyalık yapmak için teorik kılıflar örüyor, yalandan bahaneler üretiyor. “Devletin solu”na örgütlenmiş olanlar, komünist harekete düşman. Bu bilinmeli. CHP’yi “yoksul burjuvaların devrimci partisi” sananların doksanlarda özel eğitimlerden geçirildiği görülmeli.

Küçük burjuvanın hâkimiyeti, yaşanan teslimiyette önemli bir rol oynuyor. Bu kesim, CHP’nin havucuna razı geliyor. Kişisel kurtuluş imkânları, CHP’de görülüyor. Kişiler, CHP’yle yaşayacaklarına, en azından, hayatta kalacaklarına ikna edildiler. Bunun için o kişilerin kitleden, işçi sınıfından, halktan ve ezilenlerden kopması, hatta onlara düşman olması gerekiyordu.

12 Eylül’deki Cehepeli maya üzerinde durulmadı. CHP, 12 Eylül’den kurtuluş yolu olarak görüldü. Bugün CHP’nin devletten ve düzenden dışlandığı iddiasına sarılanlar, haindir. Bunlar, kendi yaladıkları çanaklara halkı kul etmenin derdindedirler.

Devletin solu olmayı içine sindiren küçük burjuvaya Aydınlanma veya Modernizm kanalında varolma, buradan CHP’ye bağlanma imkânı sunuldu. Küçük burjuva, sosyalist hareketi bu iki kanala hapsetti. Kendisinin varolacağı, kendisine iş verilecek, kendisini var edeceği bu iki kanalla tanımlı sosyalizm, Marksist-Leninist hattı tasfiye etmek zorundaydı. Tarih, sınıf mücadeleleriyle değil, ilerinin geriye karşı mücadelesiyle tarif edilmeliydi.[1] Oysa bu tarif, Marksizm-Leninizmi reddetmekti.

Aydınlanmacı ve Modernist yoldan ekmek bulacağını düşünen küçük burjuva, altmışlardan seksenlere uzanan süreçte ML için oluşan tüm maddi imkânları ortadan kaldırdı. Burjuvazinin ilerleyişinden pay almak isteyen küçük burjuvazi, komünist hareketi tasfiye etti. Bugünkü gücünü bu hizmetine borçlu.

Altmış-seksen arası dönemde CHP’den bağımsız ve ondan ayrı yollara ve patikalara tevessül eden sosyalistler, devrimciler, bir süre sonra anayola geri döndüler. Aydınlanma ve Modernizm kanalları içinde varolabilmek için Marksizmi, sosyalizmi bu iki burjuva kurguyla tanımladılar. Tekrar CHP yuvasına dönüldü. Bugün “mağdur” ve “zavallı” CHP’ye “Devlet”in operasyon çektiğini söyleyenlerin CHP’li oldukları görülmeli.

Burjuva devriminin mevzi elde ettiği, geliştiği, derinleştiği, kitleselleştiği, tarihsel kökler bulduğu süreçte sosyalistler, kendilerince pay istediler. O paylar, önlerindeki çanaklara Aydınlanmacı ve Modernist kaşıklarla servis edildi. Öncelikle sosyalizmin, devrimin ve mücadelenin proleter yanları budanmalı, proletaryayla ilişkiler kopartılmalı, bunlar, proletaryanın elinden alınmalıydı. Küçük burjuvazinin burjuvaziye karşı kavgasına proletaryaya karşı kavgası eşlik ediyordu. İki kavga da CHP düzlemine muhtaçtı.

Aydınlanmayla tamamlanacak burjuva devrimiyle, Modernizmle tamamlanacak burjuva devrimi arasındaki tartışmanın bir anlamı yoktu. Aydınlanmacı solcularla Modernizmci solcular, CHP düzlemine koştular. 12 Eylül sonrası süreç, bu solcularla birlikte örgütlendi. Misal müzik, yayıncılık ve basın alanı, Dev-Yolculara ve TKP’lilere terk edildi. Zihinleri onlar kurguladılar. Porno dergilerini, toplumu aydınlatmak için, bizzat solcular çıkarttılar.

Ortaçağ’a karşı Aydınlanma; Ortadoğu’ya karşı Modernizm çıkartıldı. Bunların ekmeğini yiyenler, kendilerine ihtiyaç duyulacağı günler için duaya çıktılar. Efendilerine her fırsatta yalvardılar. O çanaklar önünde diz çöktüler. Küçük burjuvanın efendisine yalvarma yöntemleri solculuk zannedildi.

Geçmişte CHP’den koparak, onunla dövüşerek, ondan ayrışarak yol alan komünist, sosyalist veya devrimci hareket, farklı kanallardan yuvaya geri döndü. TKP Aydınlanmacı; TvP Modernist bir kanaldan, CHP’ye bağlandı. Burjuvazinin ilerleyişinde kendisine pay verilsin diye yalvaran küçük burjuvazi, bu kanallarda Marksizmi tasfiye, sosyalizmi revize etti.

Aslında Leninist değil, Leninci olan Yaşar Ayaşlı, örgütünde ne zaman tasfiyecilik zuhur ediyor, açıp Lenin’in bu konuyla ilgili yazılarına bakıyor. Kamulaştırma eylemleri, yayın faaliyeti, 1908 devrimi, silahlı mücadele vs. hangi konuda sorun yaşıyorsa, dönüp Lenin’e bakıyor. Gerçeklere hep “Lenin bu konuda ne demiş?” sorusu üzerinden yaklaşıyor. Bunu “Lenin’in öğrencisi” olarak yapmıyor, kendisini Lenin zannettiği, tabanı bu yalana ikna etmek için yapıyor. Onun gibi bir küçük burjuva, ancak gerçekten kopartılmış, mitleştirilmiş bir “Lenin” olabilir, basit bir parti işçisi asla olamaz. Bu, onun için zûldür. Bu tür solcular için Lenin, Aydınlanmacı veya Modernist bir çizgiye teslim olmanın imgesinden ibarettir.

Lenincilik, Lenin’in kabuğunu alıyor, devrimci özünü çöpe atıyor. Lenincilikle başka örgütlere poz kesiliyor, kadrolar diri tutuluyor, örgütün birliği-bütünlüğü güvence altına alınıyor. Leninist has öz mutlak çekirdek, ne büyüyor ne de büyütüyor. Erkeği ölçü alan feminizm kadını tasfiye ediyorsa, burjuva siyasetini ölçü alan Lenincilik de Lenin’i tasfiye ediyor.

Küçük burjuva, Aydınlanma ve Modernizm kanallarında yemlenmeyi seviyor. Tüm tarihi ve politikayı o yemin konduğu çanak ölçüsünde anlıyor. Bu anlamda, Ayaşlı’nın “ne liberalizm ne Kemalizm” diyen yaklaşımı[2], aslında Aydınlanma’nın ve Modernizmin ekmeğini birlikte yemek istemesinden kaynaklanıyor. “Dar devrimcilik” deyip devrimciliği burjuva siyasetine açmaya çalışan TvP’nin kanatları altına koşması, onun da benzer bir yolun yolcusu olduğunu ortaya koyuyor. “Tek ata oynamayalım, daha fazla akarımız olsun” diyenler, Aydınlanma ve Modernizm bağlamında, ortada duruyorlar. Her iki taraftan da nemalanmak istiyorlar. Bu yaklaşım, Dev-Yol zihniyetiyle rahatlıkla anlaşıyor.

Aydınlanma ve Modernizmin burjuva zeminini, mayasını ve içeriğini sorgulamıyorlar. Onları mutlak veri, başlangıç noktası, en yüce değer kabul ediyorlar. Burjuvazinin gölgesinde ilerlemeyi seviyorlar.

Eski Bolşevik Struve, Lenin’in “uslanmaz, amansız bir burjuvazi düşmanı” olduğunu söylüyor. Lenincilik, Lenin’i kovup onun imajını liberal veya sosyal demokrat siyaset için kullanmayı ifade ediyor. Lenincilikteki Lenin, burjuvaziyle nefes alan, onunla düşünüp onunla hareket eden, yüceltilmiş, gerçekten kopartılmış birey.

Aydınlanmacılar devlete; Modernistler sermayeye bakıyorlar. İlki cumhuriyetçi; ikincisi demokrasici. Esasında açıktan “devlete çalışıyorum” diyemeyenler, utangaç bir yerden, cumhuriyet mücadelesi verdiklerini söylüyorlar. Açıktan “sermayeye çalışıyorum” diyemeyenler, gene utangaç bir yerden, demokrasi mücadelesi verdiklerini söylüyorlar. Marksist-Leninist çizginin tasfiye edildiği yer, bu iki vehim.

Ayaşlı’nın kitapları, kuru Leninciliğin küçük burjuva niteliğini öğretmesi açısından kıymetli. Bize, köye Lenin’in ölüm yıldönümünde onun büstünü dikilmesi gerektiğini söyleyen Lenincilik değil, o köyü harap eden sıtmaya karşı bataklığı kurutmak gerektiğini söyleyen Leninizm lazım.

İfratçı Lenincilikle tefritçi Lenincilik, Lenin karikatürleri, çözüm değil. Bizim Lenin’in kolektif mücadelesine ait olmamız, o mücadelenin gereğince hareket etmemiz gerekiyor. Prudoncu Marx’lar, Dühringci Engels’ler, Kautskici veya Struvcu Lenin’ler, çözüm değil. Kavgada olmak, kavgada kalmak şart.

Eren Balkır
15 Eylül 2025

Dipnotlar:
[1] Nevzat Evrim Önal, “27 Mayıs 1960”, 27 Mayıs 2025, Sol.

[2] Yaşar Ayaşlı, Türkiye’de Burjuva Devrimleri ve Liberal-Kemalist Tarih İdeolojisi, Epos, 2014.

16 Eylül 2025

,

Hakikat ve Küfür


Yaşar Ayaşlı’nın çizgisinin bir komünist değil, bir gazeteci bilinciyle hareket etmiş, hep sansasyon peşinde koşmuş olduğu görülüyor. Sergilenen, direnmek ve yurtdışına kaçmamak gibi duruş ve tavırlar anlamlı, kıymetli, ama bu anlam ve kıymet, ancak başka bir bağlamda oluşuyor. Bu türden duruş ve tavırlar karşımıza, verili halleriyle örgütsel rekabette öne geçmenin, yıldız parlatmanın, sansasyon peşinde koşmanın somut tezahürleri olarak çıkıyorlar. Salt içe hitap eden, kolektifleşmeyen irade, içi çürütüyor.

Tepe kadro da yıldız parlatma konusunda yarışa giriyor. Hapiste olanlar, dışarıda olan Ayaşlı’ya haber vermeden, örgüt adına kararlar alıp adımlar atıyorlar. Ortada bırakalım ihtilalciliği, komünist bir örgüt olmadığı açık. İleri kadroların korunması ilkesi, örgüt olmadığı için çiğneniyor.

O örgüt, yıllar sonra gidilmemesi gereken Avrupa’ya gidiyor, orada tabii ki feminist oluyor! Avrupa’dan para almak için bu zorunlu. Ayaşlı, para için Avrupa bağlantılarının şart olduğunu söylüyor. Dolayısıyla, “Avrupa’ya gitmeyin!” emri hükmünü yitiriyor. Örgüt, yaşamak için feminist oluyor, liberalizm sularına dalıyor.[1] Teori, ideoloji ve politika dirhem dirhem liberalizme teslim oluyor.

Grupken örgüt olan yapının parti oluşu redde tabi tuttuğu, tasfiye ettiği görülüyor. Hiçbir momentte parti olma bilincine rastlanmıyor. Bol Lenincilik var ama Lenin’in partisinden eser yok. Partiden, kavgadan ve proleter davadan soyutlanmış Lenin, özel bireylerin süslü gömleğine dönüşüyor. O gömlekle görüleceklerini, öne çıkacaklarını sanıyorlar.

71 kopuşuna önderlik edenler, gençlik kategorisine kapatılıyorlar. Orada ML’nin güç olma iradesi, görülmek istenmiyor. Selim Açan gibiler, bu güç olma iradesini “kendi gücünü abartma” olarak takdim etmeye, o iradeyi küçültmeye mecburlar. O irade küçülecek ki bugüne sağ salim gelmiş bir birey olarak kendisi yücelsin, büyüsün. Kalanlar, gidenlere küfretmek zorunda. Bu tür değerlendirmeleri geçmişe yönelik küfür olarak okumak gerekiyor. “Küfür”, Arapçada “hakikati örtbas etmek, gizlemek” demek. Hakikate küfreden, kendi bireysel bencil varlığını yüceltmenin derdindedir. Eski şefler, her daim küfür üzredir.

Sadece kendi süsüne, bireysel oluşuna kilitlenen Ayaşlı, halkın darbeye karşı tutumunun, örgütlerin tasfiye ve teslimiyet sürecinin, kendi örgütündeki açmazların sebeplerini, küçük burjuva varlığı sebebiyle, idrak edemiyor. Halen daha kendisini görmeyi ve göstermeyi maharet sayıyor. Nesnele ve kolektife küfrediyor. Şefler, seçtikleri bireylere ancak küfretmeyi öğretebiliyorlar.

12 Eylül’ü takip eden günlerde Arnavutçuların (güya) hâkim olduğu mahallede, kafasını dışarı çıkartamayan devrimciler, oturmuş Tiran Radyosu’ndan gelecek emirleri bekliyorlar. O sırada radyonun pili bitiyor. Yukarı mahalleye hâkim olan Sovyetçi örgütün kapısı çalınıyor, içeridekilerden pil isteniyor. Onlar da o sırada Bizim Radyo’dan gelecek emirleri bekliyorlar. Hiç kimse, sokakta ne oluyor, ekmek dağıtan askerler ne yapmaya çalışıyor, darbeye karşı direniş nasıl örgütlenmeli, mücadele nasıl kolektif kılınmalı gibi soruları sormuyor. Zaten o radyolardan da teslim olmaktan başka bir emir gelmiyor.

Ama sonra sinen halka küfretmek öğreniliyor. O küfrün arkasına saklanılıyor. Aydınlanmacı ve modernizmci taklalar atılıyor. Bu taklalar, 12 Eylül’ün ekmeğine yağ sürüyor. Faşizmin yol açtığı liberalizm, tek tek şefleri örgütlüyor.

Altmış-seksen arası dönemde Marksizm-Leninizmle ilişkilenmenin emekleme aşamasından geçtiğini görmek gerek. Tersten, CHP’ye mesafelenen gençlerin ML’yi bu düzlemde tanımladıklarını görüyoruz. En CHP eleştirmeni kesilenler, 12 Eylül sonrası Ecevit’le ittifak peşinde koşuyorlar. TDKP geleneği, o gün burjuva devrimine sahip çıkmaktan ve Ecevit’i önder bellemekten söz ediyor. Bugün de bürolarını CHP bürosuna dönüştürüyor. O bürolar, İzmir gibi şehirlerde işçi sınıfına küfrediyor, ona saldırıyor. EMEP gibi o belediye için çalışmış örgütlerin sesi çıkmıyor. Çünkü CHP belediyeleri kendisine afiş asacak yer tahsis ediyor.

ML ile ilişkiyi ifratla tefrit arasında gerçekleşen salınım belirliyor. Altmışlarda CHP’yi verili mutlak veya mutlak veri olarak alan reformist çizgiye karşı bağımsız bir hat örülmesini ve parti inşasını savunanlar, devrimci kopuşu gerçekleştiriyorlar. Ama zamanla o kopuşa küfreden sosyalist hareket, kendisini mutlak butlan ilan ediyor.

Eylemleri ve kitlesel hareketliliği CHP denilen parti merkezinden değil de oluşacak devrimci parti veya ML parti üzerinden okuyanlar, o eylemlerden ve kitleden parti inşa etmenin yollarını arıyorlar. Kadrolar, buna göre yetişiyor. İlişkiler, buna göre kuruluyor. Dönem, bu hedef uyarınca anlamlandırılıyor. “Zaten parti var, iktidar hesapları yapalım” diyenlerle, “iktidar mücadelesi için parti inşası lazım” diyenler, ayrışıyorlar. Süreç içerisinde ikinciler, birincilere teslim oluyor. Kimse, CHP’den gayrı bir partiye izin vermiyor. Bugün Açan ve Ayaşlı gibi isimlerin dönem değerlendirmeleri, Sendika’daki strateji tartışmaları, CHP içi ve CHP için yapılıyor. “Tüm sosyalist hareketi CHP’ye örgütlemeye ant içiyorum” diyen Sarp Kuray, her örgütün iliğine işliyor. Herkes, Kuray’ın asıl mesleğini, geldiği yeri unutuyor. Çünkü o mesleği ve yeri kutsal biliyor.

Gecekondulara imar izni veren Ecevit’in 1974 affı kararı, sosyalist hareketin ve o partinin zeminini devlet ve sermaye adına kontrol altına almakla ilgili. Ecevit, af kararını komünizmle mücadele dâhilinde aldıklarını, Demirel’in sopa yöntemine karşı havuç yöntemini uygulamak gerektiğini söylüyor. Bu af sonrası kurulan tüm örgütler, bir kontrgerilla yapılanması olarak CHP’ye bağlılar. Gerektiğinde tasfiye ediliyorlar.

12 Eylül, “içinde biraz da olsa CHP ve Kemalizm vardır” diye karşılanıyor, selamlanıp alkışlanıyor. Gard, tam da burada düşüyor. Evren, laik solcu diye sıcak karşılanıyor. O yüzden darbeye ses edilmiyor ya da o alkışlanıyor. Bugün de CHP’nin devlet katından kovulduğundan, darbe yapıldığından söz ediyorlar. Aslında “yeni bir 27 Mayıs” talep ediyorlar. Bunu devrimcilik sanıyorlar. Gelgelelim, derin CHP olarak Hikmet Çetin, “MHP-CHP ittifakına hazırız” buyuruyor. En Kaypakkayacısından en liberaline herkes, bu ittifakı arzuluyor. Devlet katından kovulmamış CHP istiyor. CHP’nin devletin aparatı, devletin sermaye partisi olduğunu kimse görmüyor.


12 Eylül darbesinin yapılacağını neredeyse bir yıl öncesinden bilen örgüt şefleri, hiçbir şey yapmıyorlar, hiçbir hazırlık yürütmüyorlar. O şefler, devrim olmasın diye varlar. Varlıklarına dair bilinçle hareket ediyorlar.

O şefler, Gezi’de şehit düşen devrimcilerin arkasından “Bir bildikleri var bu çocukların” diyorlar. Onları çocuk olarak görüp küçümsüyorlar, onlardan öğrenme ihtimalini ortadan kaldırıyorlar. Evet, o devrimcilerin bildiği bir şey vardı, ama o solcu şeflerin bildiği hiçbir şey yok! O şeflerin darbe gibi Gezi ayaklanmasına da hazırlanmadıkları görüldü.

Yaşar Ayaşlı’nın Belge’den aktardığına göre, darbe sabahı Murat Belge, Dev-Yol lideri Oğuzhan Müftüoğlu’nun yanına gidiyor. Müftüoğlu, ne yapılması gerektiğini nedense liberal Belge’ye soruyor. Alacağı cevabı zaten biliyor. Belge, “Direnmek hata olur” diyor.[2] Bu cevabı “Ben ömrüm boyunca diyalektik materyalizme inanmadım” diyen biri veriyor. İmanı olmayanlar, sadece kafirleri peygamber biliyorlar.

Müftüoğlu, o soruyu madendeki işçiye, tarladaki köylüye, kampüsteki devrimci öğrenciye sormuyor. Bir liberale danışıyor. Böylece, kendiliğinden darbe sonrası dağlara çıkan, kendince silahlanan, direnişe hazırlanan örgüt üyeleri, lider kadro tarafından hançerleniyor. Bergama’nın bir köyünde, camiden “Devrimci Yol, faşizme karşı mücadele edecektir” diyen bildirinin sahipleri, nisyana ve toprağa gömülüyorlar. Nisyan ve ölü toprak, sosyalist hareketi ele geçiriyor.

Ayaşlı’nın da dediği gibi, muhtemelen 12 Eylül paşaları, darbeyle birlikte örgütlerin çok daha fazla direnç göstereceklerini hesaplamışlar ama bu direnç ve direniş, bir türlü açığa çıkmıyor. Cunta, hesabını milyonda bir gerçekleşecek ihtimale göre yapmayı biliyor. O ihtimalse Dev-Yol ve TKP’nin direnmesine dair. Oysa herkes, daha darbe olmadan, teslim bayrağını çekmiş.

O gün Aydınlanma ve Modernizmden ekmek yiyen küçük burjuvalar, bu darbeyi kendi çıkarının süzgecinden geçirmişler. “Buradan bize ekmek çıkar” diye düşünmüşler. 12 Eylül’ü alkışlayan CHP’li aydınların koltuğunun altına girmişler. Halkı aydınlatma görevine sarılanlarla, Özal liberalizmiyle modernize edilen Türkiye’ye kul olan sosyalistler, bir bir teslim alınmışlar.

Sonrasında, kadrolarını bırakıp Avrupa’ya kaçanlara, başka örgütlerin üyelerini devlete ifşa edenler eşlik ediyor. Hapishane konusunda da derin bir örgütsüzlük hâkim oluyor. Direnişin odağının kaydığı momentte hapishane sahasında da hiçbir şey yapılmıyor. O gün her sabah tutsaklara zorla selam durdurulan bayrağa, zorla söylettirilen İstiklâl Marşı’na bugün sosyalistler, gönüllü olarak, kendi rızalarıyla, kuzu kuzu, sahip çıkıyorlar.

12 Eylül zindanları, toplumsallaşıyor. Her yana hâkim oluyor. 12 Eylül paşalarının ve onların CIA beslemesi psikologlarının eğittiği kadrolar, sosyalist harekete istenilen kıvamı veriyor. O kadrolar içerisinde yer alan kadınlar, feminist oluyorlar. Bugün “12 Eylül bizi kadınlık organımızdan teslim aldı, aile üzerinden bize diz çöktürdü, demek ki kadınlıktan da aileden de kurtulmak gerek” diyorlar. 12 Eylül, işlediği, nüfuz ettiği akıl ve ruhla bugünde yaşıyor.

Anı kitapları, bu gerçeklerden hiç bahsetmiyor. Hepsi de Aydınlanmacı ve Modernizmci bir yerden, burjuvazinin ilerlemesine süs olma yarışında. Burjuvazinin gerici bir güç olduğuna dair bilinç olarak Leninizm, bu iki hatta ölüyor. O diriltilecekse, iki hattın eleştirisine ihtiyaç vardır demektir.

Eren Balkır
15 Eylül 2025

Dipnotlar:

[1] H. Selim Açan, “Yapısallaşmış Zaaflarımızı Aşma Zorunluluğu”, 31 Ağustos 2025, Sendika.

[2] Yaşar Ayaşlı, Yeraltında Beş Yıl: 12 Eylül Anıları, Yordam Yayınları, Ağustos 2011, s. 119.