Cumhuriyetçilik,
Atatürk ilkeleri diye de tarif edilen ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin simgesi
altı okta ifade bulan ilkelerden biri, hatta birincisidir. Daha sonra da,
adının “Türkiye Cumhuriyeti” olması yeterli ve inandırıcı olmadığı için olsa
gerek, T.C. Anayasası’nın temel ilkeleri arasına da, diğer beş kardeşi ile
birlikte, bir daha yazılmıştır.
Adı
Cumhuriyet Halk Partisi olan bir partinin ilkelerinin başında cumhuriyetçilik
ilkesinin gelmesi, adı Türkiye Cumhuriyeti olan devletin anayasasına bu altı
okla birlikte cumhuriyetçilik ilkesinin alınması, gayet tabii görünebilir.
Hatta Atatürk hakkında sonradan yaratılan efsaneleri sahi sanırsanız, küçük
Mustafa’nın taa dayısının tarlasında kargaları kovaladığı zamandan beri,
cumhuriyet kurmayı düşündüğüne inanıp, bu ilkenin Atatürk ilkelerinin en temel ilkesi
olduğu kanaatine varabilirsiniz.
Halbuki
eğer Mustafa Kemal’in adıyla anılan hareketi CHP ile özdeşleştirebiliyor isek
ve Sivas Kongresi’nin bu partinin kuruluş kongresi olduğu doğru ise, altı oktan
cumhuriyetçilik ile ilgili olanı bu hareketin temel özelliği olarak anılmayı en
az hak edenlerden biridir.
Sivas
Kongresi, Adında “Cumhuriyet” Geçen Bir Partinin İlk Kongresi Olabilir mi?
Sivas
Kongresi, resmen ve türlü gayrı resmi yorumlarda Cumhuriyet Halk Partisi’nin
ilk kongresi olarak kabul edilir. Aynı zamanda da cumhuriyetin temellerinin
atıldığı dönüm noktası olarak anılır. Bu bakımdan CHP’nin altı okundan biri
olan cumhuriyetçilik ilkesinin ne kadar ilke olduğunun anlaşılması için de
Sivas Kongresi iyi bir gözlem imkânı sunar.
Sivas
Kongresi’ne katılan temsilciler şu yemini etmişlerdir:
“Yüce halifelik ve
saltanat makamlarına, islamiyete, devlete, millete ve memlekete manen ve
maddeten hizmetten başka bir gaye ve emelimiz olmadığından ötürü, kongre
görüşmeleri devam ettiği sürece, kişisel ve siyasi ihtirastan ve particilik
amaçlarından uzak bir azim ve iman ile çalışacağıma ve İttihad ve Terakki
Cemiyeti’nin ihyasına çalışmayacağıma namusum ve bütün kutsal saydığım şeyler
adına yemin ederim.”
Bu
sözlere bakıldığında bu yeminle yola çıkanların, baştan itibaren hilafet ve
saltanatı kaldırıp bir cumhuriyet kurmak üzere hareket ettikleri herhalde en
son akla gelmesi gereken şey olsa gerektir. Aksine hilafet ve saltanat
makamları yüceltilmekte ve bu makamlara bağlılık yemini edilmektedir; bu
yeminde olduğu gibi kongrenin tümüne de aynı yaklaşım damgasını vurur. Tabii
siyasette marifetin yalan ve çarpıtma ile kandırmaca olduğuna inananlar az
değildir. Böyle düşünenler, sonradan geri dönüp baktıklarında, bu aykırılığı
asıl amaca ulaşmak için, bu amacı gizleyerek uygulanan ustaca bir taktik olarak
yorumlayabilir. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi tarihini yazanlar böyle
yapmışlardır. Hâkim ideoloji de bu resmi tarih üzerinde yükseldiği için, bu
yorum öteden beri hâkim ve yaygın olan inanışı ifade etmektedir.
Oysa
gerçek bu değildir. Geçmişe resmi tarihin gözlüğünden bakılınca doğan bu
yanılsama, olaylar gelişim seyri içinde ele alındığı zaman daha iyi görülür.
Sivas
Kongresi’nin toplanmasına giden süreç 1919 haziranından itibaren, Amasya Tamimi
ile başlamıştır ve Erzurum Kongresi de bu kongrenin bir nevi ön hazırlığı
olarak görülmelidir. Erzurum Kongresi’nde kabul edilen karar metni de, Sivas
Kongresi’nde edilen yemin ile aynı amaca işaret etmektedir zaten:
“Osmanlı Vatanı’nın
bütünlüğü, ulusal bağımsızlığın sağlanması, saltanat ve hilafet makamlarının
korunması için, Kuvayı Milliye’yi etkin ve ulusal iradeyi hâkim kılmak
esastır.”
Aydınlatıcı
Bir Belge
Ayrıca
Erzurum Kongresi’nden sonra ve Sivas Kongresi’nin toplanmasından hemen önce,
Mustafa Kemal’in Sivas’tan padişaha 29 ağustos 1919’da gönderdiği mektup da
aynı doğrultudadır. Bu mektubun “Kuvayı Milliye Başkumandanı M. Kemal”
imzasıyla gönderilmesi de rastgele bir şey değildir; Mustafa Kemal’i bağladığı
gibi, Kuvayı Milliye hareketini temsil ettiğini de anlatır.
Fransız
istihbarat görevlisi denizci teğmen Rollin’in Paris’e 20 eylül 1919 tarihli
raporunda aktardığı söz konusu mektupta Mustafa Kemal, Rauf Bey’in ismini de
kendisi ile birlikte anmaktadır. Rauf Bey’in adının bilhassa vurgulanması
boşuna değildir. Bu mektupta Kuvayı Milliye hareketinin başında yer alan diğer
Şark Cephesi komutanlarının değil, Rauf Bey’in adının geçmesi tesadüf değildir;
hatta hareketin karakterini temsil bakımından önemli bir ayrıntıdır. Orbay
soyadını alacak olan Hüseyin Rauf Bey, aynı zamanda Padişah adına Mondros
Mütarekesi’ni imzalayan zamanın Bahriye Nazırı ve ünlü bir komutandır.
Saltanata ve bilhassa hilafete bağlılığı da bilinen bir kişidir. Nitekim Rauf
Bey, sonraları Lozan görüşmeleri sırasında Mondros’u hatırlatmasıyla ve
özellikle de hilafetin kaldırılmasına muhalefetiyle bu kimliğine uygun
davranacaktır.
Bu
bakımdan Mustafa Kemal’in mektubunda onun adını zikretmesi, aynı zamanda
kendisi ve Rauf Bey’in adıyla anılan hareketin Mondros’ta imzalanan ateşkese ve
Padişah’a bağlılığın bir işareti olarak görülmelidir. Öte yandan, Mustafa
Kemal’in kendisi de Mondros’ta belirlenen egemenlik alanı üzerindeki
karışıklıkları önlemek devletin bu alandaki egemenliğini yeniden tesis etmek
gibi özel bir görevle 9. Ordu müfettişi olarak özenle seçilip Samsun’a
gönderilmiştir. Ama Mustafa Kemal’in sembolik olarak ve kısa bir süreliğine de
olsa üstlendiği önceki görevi de herhangi bir görev değildir. Mustafa Kemal,
yine Mondros Mütarekesi’nin şartları gereği Yıldırım Orduları Grubu denen özel
ordu birliğinin komutasını Liman von Sanders’ten devralarak bir anlamda bu
birliğin tasfiye memurluğu gibi bir görevin komutanı idi.
Adını
Yıldırım lakabı ile bilinen Sultan Beyazıd’dan alan ve Alman genelkurmayının
komutası altındaki bu birliğin görevi, Suriye, Filistin, Irak Cephesi’nde özel
bir harekâtı yürütmek idi. Ama Mondros Mütarekesi ile birlikte bu ordunun
hareket alanı esas olarak İngiltere ve Fransa’ya bırakılacaktı. Bir bakıma 9. Ordu
müfettişi olmadan önce Mustafa Kemal “ordusuz ama bir paşa” idi ama aynı
zamanda sembolik biçimde de olsa hiyerarşik bakımdan doğu cephesinin diğer
komutanlarının üzerinde görülebilecek bir pozisyonda idi.
İşte
Padişah’a yazılan bu mektupta adı zikredilenlerin bu kimlikleri hatırlandığı
zaman, mektubun ne anlama geldiği değilse bile, ne anlama gelmediği açıkça
anlaşılabilir.
Bu,
aynı zamanda bu mektubun peşinden toplanacak olan Sivas Kongresi’nin ve bu
kongreden doğacak siyasi hareketin mahiyetinin anlaşılmasında da önemli bir
hatırlamadır.
Söz
konusu mektup, önce gayrımüslim Osmanlı tebaasının vergi ödemekten
kaçınmasından, padişaha ve devlete bağlılıklarının kalmadığından söz
etmektedir. Sonra İzmir ve Aydın’ı işgal eden Yunanlıların yaptıklarına
değinmektedir. Bunların ardından da iktidarsız kalmakla suçlanan Damat Ferit
hükümetinden şikâyet edilmektedir. İşgal kuvvetlerinin kuklası gibi hareket
ettiği söylenen, özellikle de İzmir ve Aydın’da Yunanlıların yaptıklarından
sorumlu tutulan Ferit Paşa “devlete ve dine ihanet içinde” olmakla suçlanarak,
görevden alınıp Yüce Divan’da yargılanması talep edilmektedir. Bu temalar,
Sivas Kongresi’nde ve Birinci Meclis’in açılışında da hemen hemen aynen tekrar
edilecektir. Bu mektupta ayrıca Mustafa Kemal’in, bağlılığını tekrarladığı
sultana daha üstün bir hizmet sunmaya daha müsait ve amade olduğunu anlatma
gayreti göze çarpmaktadır. Kuşkusuz Ferit Paşa hakkındaki tespitler, gerçekle
bağdaşmaz şeyler değildir; lakin bu mektubun bir cumhuriyet ilanı için
hazırlanmakta olan bir hareketin önderleri tarafından kaleme alındığını
söylemek için bin şahit bulunsa bile yetmez.
Mektupta
daha çok padişaha bağlılık vurgusu, Ferit Paşa hükümetinin eleştirisi ve
özellikle yenilginin sorumlusu olarak görülen İttihat ve Terakki Partisi’nden
kendilerini özenle ayırt etme gayreti göze çarpmaktadır.
Şu
çarpıcı bölüm buna tanıklık eder:
“[...] Bu iktidarsız
hükümet, açıkça imparatorluğun tüm güçlerine, yani milletin tamamına açıkça
savaş ilan etmiş bulunmaktadır. Halbuki bu takdirde kendisinin de hiçbir varlık
sebebi kalmayacağını görmemektedir! Zatı şahanenizin, bu gerçeği görmeyen daha
doğrusu görmek istemeyen hükümeti, ömrünü biraz daha uzatma gayreti içindedir.
Bu amaçla kimi kişisel sorunlar icat etmektedir. Anadolu’da bugün muazzam bir
şafak gibi yükselen milli ve kutsal hareketin, bu hareketin başında olan
bendeniz ile Rauf Bey’in tertiplerinin bir sonucu olduğunu ve bu hareketin
İttihat ve Terakki zihniyetinin bir tezahürü olduğunu öne sürmektedir.
Sultanım! Bu manevra, bu
iktidarsız hükümetin ömrünü ancak kısa bir müddet için uzatabilecek olan bir
iftiradır.
Zira 600 yıldır dersaadete
bağlı uysal bir toplumu on gün içinde birleşmiş ve kararlı bir kütle haline
getirmek iki üç kişinin marifeti olamaz. Böyle bir şey, ancak mazlum bir
milletin zekâsının ürünü olabilir.
Bu milletin bağrındaki
kaynaşmanın nedenlerini zatı şahanenize anlatmayı bir dini ve milli görev addetmekteyim.”
Bu
nedenler, kaba hatlarıyla İttihat Terakki ve onu izleyen hükümetlerin kötü
yönetimlerinin yarattığı hoşnutsuzluk ve tepkiler ile Osmanlı tebaasına mensup
olan gayrımüslim unsurların bu hükümetlerin zaaflarından ve işgal koşullarından
yararlanarak başlattıkları merkezkaç hareketlerin yarattığı endişeler olarak
özetlenebilir. Ama sonuçta somut bir hedefe varmaktadır:
“Ama nihayet Ferit Paşa
denen kâbus sayesinde bu millet, kendi güçlerinden başka bir kurtuluş umudu
olmadığını idrak etmiştir. [...]
Sultanım!
Bundan böyle milleti saran
bu kaynaşmanın önünü hiçbir güç alamaz.Bugün iman ve kararlılıkla hareket halinde
olan bu milletin bir tek arzusu vardır ki o da, zatı şahanenizi bizzat başında
görmektir. Bir milletin topyekün birleşmesinden doğan bu kuvvet, zatı şahanenizin
emirlerini beklemektedir; ki zatı şahanenizin vatanın selametinden başka bir
amacı olmadığına da kanidir. Bu kuvvet bilmektedir ki, İslam ümmetinin halifesi,
Müslümanların kıyıma uğramasına neden olan yöneticileri hükümetten kovup
adalete teslim edecek ve böylelikle milli duyguların en büyük ve en sadık
tercümanı olarak milletin bölünmesini önleyecektir. Anadolu’daki durumun tek
çaresi burada yatmaktadır.” (Evin Çiçek Arşivi’nden)
Cumhuriyet
Partisi mi Üçüncü Meşrutiyet Partisi mi?
Doğrusu,
bu mektuptaki yaklaşım Sivas Kongresi’ne de yansımıştır; hatta bu daha kongreye
katılanların ettiği yeminde görülmektedir. Ama söz konusu yemin metni, bu malum
içeriğinin ötesinde, bir başka bakımdan dikkat çekicidir. Bu yemin metni
kongrenin ilk üç günü boyunca tartışılmış ve ancak bu tartışmaların ardından
son şeklini almıştır. Bu metinde dikkat çeken bir husus, kongrenin kendini
özenle İttihat ve Terakki’den ayırmak istemesidir. Bir diğer ilginç husus ise,
kongrenin “kişisel ve siyasi ihtirastan ve particilik amaçlarından uzak bir
azim ve iman ile” çalışacağının belirtilmesidir. Esasen Erzurum Kongresi
kararlarında da benzer bir kayıt vardır:
“İşbu Cemiyet (Erzurum
Kongresi’nde ayrı ayrı cemiyetlerin birleştirilmesiyle ortaya çıkan Doğu
Anadolu Müdafayı Hukuk Cemiyeti) her türlü fırkacılık akımlarından tamamen
uzaktır. Müslüman Vatandaşların tümü, Cemiyetin doğal üyeleri sayılır”.
Ama
Sivas’ta edilen yemin metninde, anlamsız görünen tartışmalar sonucunda,
particilik güdülmeyeceği hakkındaki sözlerin önüne eklenen “kongre görüşmeleri
devam ettiği sürece” vurgusu bir farklılığa işaret eder. Bu sözcükler, yemin
metni hakkındaki tartışmalar sırasında Mustafa Kemal’in ısrarı üzerine
eklenmiştir.
Bu
ek vurgudan anlaşılmaktadır ki, “kongre boyunca” particilik yapılmayacağı, ama
kongrenin peşinden particilik yapmanın önünde bir engel olmaması istenmektedir.
Âdeta particilik amacı için çalışma konusundaki kısıtlamanın sadece kongre
müzakereleriyle sınırlı kalması istenmiş gibidir. Gidişata bakıldığında da bu
yorum makul gözükmektedir. Özellikle İttihat Terakki’den kendini ayırma kaygısı
da anlamlıdır. Nitekim bu kongre, Halk Fırkası’nın kurulması yolundaki önemli
temel taşlarından biri olmuştur. Bu bakımdan, sonradan bu kongrenin Halk
Fırkası’nın kuruluş kongresi olarak benimsenmesi yersiz değildir. Besbelli ki
bu kongreden sadece İttihat ve Terakki’ye alternatif bir yeni parti çıkması
değil, eski dönemin siyasi ekiplerinin hepsine alternatif yeni bir partinin
çıkması planlanmıştır. Zira İttihat Terakki, zaten savaşın sona ermesi ile
birlikte fiilen dağılmış ve şefleri ülkeyi terk etmiş durumdadır. Kuvayı
Milliyecilerin bilhassa hedef aldıkları sadrazam Ferit Paşa ise, İttihatçıların
rakibi Hürriyet ve İtilaf Partisi’ndendir.
Bu
itibarla, Kuvayı Milliye hareketinin kendilerini İkinci Meşrutiyet hareketini
temsil eden bu iki partinin yerine yeni bir parti olarak kabul ettirme
arayışında olduğunu düşünmek zorlama değildir. Ama hedeflenen partinin
cumhuriyetçi bir parti olmayacağı besbellidir; hatta daha açık söylemek gerekir
ki bu kongre “üçüncü bir meşrutiyetin” peşinde bir kongre görünümündedir.
Erzurum
ve Sivas kongrelerinde olduğu gibi, bunların peşinden kurulacak olan Büyük
Millet Meclisi’ne katılanların genel eğilimi de “vatanın (mülkün) sahibi” kabul
edilen padişaha ve “milletin” dini lideri kabul edilen halifeye bağlılık
temelinde bir “vatanseverlik”tir. Bu meclise damgasını vuran siyasi eğilim de
cumhuriyetten ziyade meşruti bir monarşi arayışıdır. Sonradan resmi tarihin
üreteceği safsatalar bir yana, bu konuda istifham yaratacak en ufak bir belirti
dahi yoktur.
Bununla
birlikte, bu meşrutiyetçilikten cumhuriyetçiliğe geçişin nasıl ve hangi
etkenler sonucunda olduğunu anlayabilmek için evvela bu hareketin “milli”
karakterinin ne anlama geldiğini hatırlamak gerekir. Bu sayede Kuvayı Milliye
hareketi ile İttihat ve Terakki arasındaki asıl farklılıkları kavramak
kolaylaşır. Özellikle de emperyalist devletlerin bu “milli” harekete ilişkin
tutumları ve bilhassa ne zaman ve neden ipleri ellerinde olan bir cumhuriyete
razı olmaya karar verdikleri ancak bu ışık altında görünür hale gelir.
Kuvayı
Milliye’nin Milliliği Neyi İfade Eder?
Sivas
Kongresi’ne ve onun ürünü olan harekete yansıyan duygu ve düşüncelerin, işgal
altındaki Osmanlı topraklarının elden gitmesine karşı milli bir tepkiyi
yansıttığını söylemek yanlış olmaz. Bu itibarla, bu hareketin kendini “Kuvayı
Milliye” diye tanımlaması da gayet tabiidir. Üstelik kongredeki en hararetli
tartışmalardan birinin Amerikan Mandası tartışması olması ve bu manda
seçeneğinin reddedilip Mondros Mütarekesi sınırlarına sadık bir “tam
bağımsızlık” fikrinin benimsenmesi de bunu doğrular. Bu anlamda kongrenin
temsil ettiği hareketin bağımsızlıkçı ve millici bir hareket olduğunu
tartışmaya gerek yoktur. Ama nasıl bir bağımsızlık ve nasıl bir millilik olduğu
üzerinde düşünmeye gerek vardır.
Söz
konusu hareketi oluşturanların başında emperyalistler arasındaki ilk büyük ve
dünya çapındaki kapışmada Osmanlı İmparatorluğu’nun bekası ve bilhassa büyüyüp
güçlenmesi gibi bir “milli dava uğruna” savaşmış ve (resmi tarih “biz
yenilmedik, yanlış müttefiklerimizin yenilgisinin ceremesini çektik” dese de)
yenik düşmüş bir ordunun komutanları yer almaktadır. Yenik düşmüş ve yenilgiyi
hazmedemeyen, hatta savaşın sonucunda galip devletlerin onlara reva gördüğü
muameleyi haksız bularak tepki gösteren “vatanseverlerdir” bunlar.
O
zamanın telakkisine göre de vatan, Halife-Padişaha emanet olan Osmanlı
mülküdür, vatanseverlik de devlete, yani Padişaha bağlılıkla ölçülen bir
özelliktir.
Bu
idrak içinde, maruz kaldıkları muameleyi bir türlü kabul edememekte ve bu
durumu, bir yolunu bulup da değiştirmek için fırsat kollamaktadırlar. Bunun
için de sahip oldukları gücü, yani komuta ettikleri silahlı kuvvetleri (Mondros
Mütarekesi’nin amir hükümleri çerçevesinde kalmaya dikkat ederek) ellerinden
bırakmamakta direnen subaylar bu hareketi başlatanların başını çekmektedirler.
Bu anlamıyla anlaşıldığında bu hareketin kendini Kuvayı Milliye diye
adlandırmasında bir gariplik yoktur. Garip ve daha doğrusu yanlış olan,
sonradan resmi tarihe çarpıtılarak yazıldığı ve bu tarihe yarım yamalak
malumatlarla yaklaşıp, akıntısına kapılanların sandığı gibi, bu hareketin
emperyalizme karşı bir ulusal kurtuluş hareketi gibi görülmesidir.
Bu
ayrıntı gibi görünen husus anlaşılmadığı takdirde ne Osmanlı İmparatorluğu’ndan
Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişin mahiyeti kavranabilir, ne de bu cumhuriyeti
kuran siyasi hareketin ilkeleri olarak kabul edilen ve kurulan cumhuriyetin
temellerini tarif eden altı okun ne anlama geldiği anlaşılabilir.
Bu
bakımdan, Kuvayı Milliye hareketi hem milli bir harekettir hem de doğup
geliştiği tarihsel dönemeçte ortaya çıkan ulusal kurtuluş hareketlerinden
farklı bir milliliği temsil eden bir harekettir. Bir nevi “devlet
milliyetçiliği”dir, daha doğrusu, Leninist terimlerle ifade etmek gerekir ise,
bir ezen ulus milliyetçiliğidir. Aynı terminolojiye göre, kendi vatanlarında
siyasi/şekli olarak bile egemen olması engellenen ulusların kendi devletlerini
kurmak için yöneldikleri hareketlere ise, “ulusal kurtuluş hareketleri” denir
ve bunların milliyetçiliği ezen ulusların devlete dayalı milliyetçiliğinden
ayırt edilir; edilmesi gerekir.
Cumhuriyetin
Osmanlı devleti ile nasıl bir süreklilik içinde ortaya çıktığını anlamak için, “milli”
kavramının Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde ve Osmanlı devletini
kurtarma kaygısında olanlar bakımından neyi ifade ettiğini hatırlamak ve
ezen/ezilen ulus ayrımını akılda tutmak gerekir.
Bir
de Osmanlı’nın son dönemlerinde uluslaşma akımının başını çeken ve genellikle
yüzeysel bir yaklaşımla birbirine karıştırılan iki akımı ayırt etmeye ihtiyaç
var. Yani “genç Osmanlılar” denen akım ile “jön Türkler” denilen ve genel
olarak “İttihatçı hareket” başlığı altında birbirine karıştırılan akımları
ayırt etmek lazım. Zira bu ayrım, aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu’nun
emperyalist savaşta niçin ve hangi eğilimin ağır basmasıyla ittifak
devletlerinin yanında yer aldığının anlaşılmasına da ışık tutar.
Osmanlıcılık
Nasıl Bir Milliyetçiliği Temsil Ediyordu?
“Millilik”,
daha doğrusu “Milliyetçilik” kavramı, esas olarak on dokuzuncu yüzyılda
yayılmaya başlamıştır ve ulusal kurtuluş hareketleri emperyalist sömürge
imparatorluklarını tehdit etmeden önce (bu tehdit 1917 devriminden sonra önem
kazanıp gelişecektir) bağrında farklı ulusları hapis tutan büyük
imparatorlukları tehdit eden bir gelişmeyi ifade eder. Alman ve
Avusturya/Macaristan imparatorlukları emperyalist savaşın sonunda bu temelde
parçalanacaktır. Onların müttefiki olarak savaşa katılan Osmanlı İmparatorluğu
da topraklarını kemiren milliyetçilik hareketleriyle parçalanmakta olduğu için
ve parçalanmanın önüne geçmek üzere savaşa bu kampta katıldı. Kuvayı Milliye
hareketi ise, Osmanlı’dan arta kalan topraklar üzerinde bu eğilimin
sürekliliğini temsil eder; karşıt ya da aykırı bir eğilim değildir.
On
dokuzuncu yüzyılın başından itibaren milliyetçilik akımları, Osmanlı
İmparatorluğu’nun bünyesindeki farklı ulusal toplulukları başkaldırmaya ve imparatorluğu
özellikle batı cephesinden kemirerek küçültmeye başlamıştı. Bu gelişmeler
karşısında Osmanlı İmparatorluğu’nun bekasını ve bütünlüğünü sağlama kaygısıyla
baş gösteren akımlardan biri de “Genç/yeni Osmanlılar” diye anılan harekettir.
Esas olarak Fransız kültürü ile beslenmiş ve fiilen de Fransa ve İngiltere
tarafından desteklenen bu hareket, aynı zamanda Tanzimat hareketinde kendini
gösteren akımdır. Temel özelliği bir Osmanlıcılık ideolojisini oluşturma kaygısıdır.
Bu hareketin başını çekenler arasında öne çıkanlar kimi bürokratlar ve bilhassa
Avrupa kültürüyle yetişmiş aydınlardır.
Bunlar,
imparatorluktan arta kalan topraklar üzerinde bilinen ulus-devletlere
benzemeyen ve fakat devlete, yani Osmanlı hanedanına bağlılık temeli üzerinde
bir Osmanlı milleti yaratmayı amaçlamaktaydılar. Bu da başka yerlerde de az çok
benzer şekillerde kendini gösteren bir reflekstir. Örneğin Alman İmparatorluğu’nda
ve bilhassa Avusturya Macaristan topraklarında.
Ezilen
ulusların kültürel özerkliğe kavuşturulmasıyla imparatorlukların parçalanmasını
önlemek isteyen, yahut ulusçuluğu geri ve kötü bir eğilim olarak kabul eden
fikir akımlarının buralarda yayılması tesadüf değildir. Bu fikirlerin sosyal
demokratların sol diye kabul edilen kanatları arasında kendini göstermesi ise,
(bunların sonradan sosyal-emperyalist olarak anıldıklarını unutmazsak) hazindir,
fakat şaşırtıcı değildir. Genç Osmanlıların arayışları da Osmanlı gerçekliği
üzerinde paralel gelişmeleri ifade eder.
Genç
Osmanlıların esas olarak “devleti kurtarmak” noktasında odaklanan arayışları
bir “Osmanlıcılık” ideolojisinde ifade bulmuştur. Bu “Osmanlı” kavramı, Osmanlı
tebasındaki çeşitli din ve milliyetlere mensup toplulukları eşit siyasî haklara
sahip olarak ve ortak bir vatan kavramı etrafında ve elbette meşrutî bir
monarşi idaresi altında yaşamaya razı etmeyi hedefliyordu. Millet de buna razı
olanların hepsinden oluşacaktı.
Buna
göre bütün Osmanlılar, imparatorluğun eşit haklara sahip vatandaşları olarak
kabul edilecek ve bu sayede devlete bağlanmaya razı edileceklerdi. Bu devlete
bağlılık üzerine kurulu ve devlete hizmet etmekle terfi eden milliyetçilik
anlayışıyla böyle davrananları milletten sayıp davranmayanları milletin dışında
sayma davranışın cumhuriyet tarafından da tevarüs edildiği ve hâlâ kendisini
göstermekte olduğu da şaşırtıcı olmamalıdır. Zaten genel olarak da Milletler
Cemiyeti veya Birleşmiş Milletler dendiğinde de kastedilen devletler değil
midir?
Tanzimat
ile ilk adımlarını atan “batılılaşma”nın ürünü ve devamı sayılması gereken bu
akım, aynı zamanda da İngiliz ve Fransız emperyalistleri tarafından desteklenen
ve hatta dayatılan bir “modernizasyonu” temsil etmekte idi. Bu hareketin asıl
sonucu da Birinci Meşrutiyet’te görüldü. 1876 Kanunu Esasisi bir bakıma bu
hareketin manifestosu gibidir. Ama Birinci Meşrutiyet’in kısa ömrü nedeniyle
belki son sözleri gibidir.
Bu
ilk Osmanlı Anayasası’nın birinci bölümü, devletin bölünmez bütünlüğü, saltanat
ve hilafet kurumları vb.nin tarifine ayrılmıştır. İkinci bölümü ise yurttaş
haklarını tarif eder ve yurttaş tanımı da burada yapılmaktadır; birkaç çarpıcı
maddeyi hatırlamakta yarar var:
“MADDE 8: Osmanlı Devleti’nin
tabiyetinde bulunan bireylerin hepsine hangi din ve mezhepten olur ise olsun
istisnasız ‘Osmanlı’ denir ve Osmanlı sıfatı kanunen belirlenmiş olan durumlara
göre oluşur ve korunur.
MADDE 11: Osmanlı Devleti’nin
dini İslâm’dır. Bu esasa bağlı kalınarak asayişi ve genel adabı ihlâl etmemek
şartı ile Osmanlı ülkesinde bilinen bütün dinlerin serbest biçimde icrası ve
çeşitli cemaatlere verilmiş bulunan mezhep ayrıcalıklarının önceden olduğu gibi
sürdürülmesi devletin koruması altındadır.
MADDE 16: Bütün okullar devletin
gözetimi altındadır. Osmanlı tebasının eğitiminin birlik ve düzen doğrultusunda
olması için zorunlu olan her türlü gerek yerine getirilecek ve çeşitli
milletlerin inançlarının gereği olan eğitim usullerine halel getirilmeyecektir.
MADDE 17: Din ve
mezheplerinden bağımsız olarak, Osmanlıların tamamı kanunlar karşısında ve
haklarını kullanmak ve ödevlerini yerine getirmek bakımından eşittir.
MADDE 18: Osmanlı
tebasından olanların Devlet hizmetinde istihdam edilebilmeleri için devletin
resmi dili olan Türkçeyi bilmeleri şarttır.”
Bu
maddelere bakıldığı zaman Birinci Meşrutiyetçiler ile Kuvayı Milliyecilerin ve
onların eliyle kurulan cumhuriyetin akrabalıklarını fark etmemek elde değildir.
Ama İkinci Meşrutiyet’in arkasındaki İttihat Terakki hareketinin bu Birinci
Meşrutiyetçilerle aynı özlüde yakın olmadıklarının da altını çizmek gerekir.
İki
meşrutiyetin kurulmasına öncülük eden akımları genel olarak jön Türkler diye
anmak âdettendir. Ama özellikle milliyetçiliğe yaklaşımları bakımından genç
Osmanlılar ile İttihatçıları ayırt etmek gerekir.
Basitleştirmek
için şöyle demek de yanlış değildir:
Birinci
Meşrutiyet’in ve genç Osmanlılar hareketinin milliyetçiliği Namık Kemal’de
ifadesini bulan anlayış iken, ikinci Meşrutiyet ve İttihat Terakki’nin
milliyetçiliği Ziya Gökalp’in Turancı-Türkçü çizgisinde ifade bulur.
Bu
bakımdan, Kuvayı Milliye hareketi ise ikinciden çok birinciye yakındır. Kendisini
İttihat ve Terakki’den ayrı tutmak istemesi de bundandır.[1]
Bununla
birlikte, sorunun bu ideolojik farklılıktan daha önemli bir yanı vardır. İki
ayrı milliyetçilik vurgusu, dünya çapında bir paylaşım kavgasına hazırlanmakta
olan emperyalist kamplardan birine veya ötekine yakın durma eğilimi ile de
örtüşür.
İttihat
Terakkici Jön Türkler’in Farkı
Tanzimat
ve Birinci Meşrutiyet’in Osmanlı devletinin dağılmasına engel olma gayretinin
bir ifadesi olduğu doğru olsa bile, bunun işe yaramadığı da açıktır. Kırım
savaşından beri Rusya’ya karşı Osmanlı devletinin arkasında duran Fransa ve
İngiltere’nin desteklerine rağmen, Rusya Osmanlı topraklarındaki gayrımüslim
toplulukları etkileyip kendi tarafına çekme gayretlerinden vazgeçmiş değildir.
Ne Tanzimat ne de Meşrutiyet, bu müdahalelerin önünü alabilmiştir. Aksine, bu
süreç, sonuçta 1877’de “93 Harbi” diye bilinen savaşın patlamasına varacaktır.
Savaşta
Osmanlı Ordusu, hem doğuda hem de batıda hezimete uğradı. Doğu’da “Elviyeyi
Selase” denen Kars, Ardahan ve Batum 40 yıl Rusya sınırlarında kalmak üzere
Rusya’nın eline geçti. Batı’da Rus orduları İstanbul eteklerine kadar, yani
Ayastefanos’a (Yeşilköy) kadar geldi.
Bu
hezimetin iki önemli sonucu var: birincisi, bu durum karşısında İngiltere ve
Fransa’nın Rusya’ya karşı Osmanlı’yı desteklemekten vazgeçip Osmanlı’yı Rusya
ile beraber parçalama yoluna girmeye yöneleceklerdir.
Bu,
bir bakıma Antant’ın temellerinin de atılması demektir. Aynı zamanda da
Osmanlıcılığın arkasındaki desteğin sona ermesi demektir bu. Nitekim, bu
savaşla birlikte genç Osmanlılar hareketinin ürünü olan anayasa rafa kalkacak,
meclis kapatılacaktır. Aynı zamanda Kayzer Wilhelm’in 1889’da İstanbul’u
ziyaret etmesiyle başlayıp Osmanlı ordusunun Alman tüfekleri ile donatılması
Berlin-Bağdat demiryolu anlaşmasının imzalanması ile gelişip meşhur Alman
çeşmesi ile mühürlenen yakınlaşmanın yolu da bu süreçte açılacaktır. Bu, aynı
zamanda Osmanlıcılıktan Turancılığa doğru yönelimin önünün açılmasıdır.
Bu
iki çizgi arasındaki ayrımı daha net görebilmek ve sürecin hangi saiklerle
ilerlediğini kavramak için iki meşrutiyet arasındaki 40 yıllık “istibdat devri”
de denen Abdülhamit dönemini hatırlamak gerekiyor.
İki
Meşrutiyet Arasında Abdülhamit’in İslamcı Osmanlıcılığı
Osmanlıcılıktan
Turancılığa geçiş bir çırpıda olmuş değildir. Gayrımüslim Osmanlı tebaasını “Osmanlı
milleti” çatısı altında tutmanın mümkün olmadığının ortaya çıkması ile
birlikte, Abdülhamit, savaştaki hezimetin sorumluluğunu Osmanlıcı meşrutiyetin
üzerine atarak meclisi kapatır, anayasayı rafa kaldırır. Birinci Meşrutiyet ile
sonrasındaki dönemi istibdat ve meşrutiyet eksenine göre karşılaştırmak, yaygın
bir reflekstir. Oysa bu tutum, özgürlük ve demokrasinin ölçülerini padişahlık
çerçevesinde kavramaya sürükler. Dahası, bu mantıkla ikinci meşrutiyetle
birlikte gelen İttihat Terakki rejiminin istibdad döneminden daha “demokratik”
bir rejim olduğu fikrinin önü açılır. Bu mantık, cumhuriyet adı altında kurulan
gerici diktatörlüğün hepsinden ileri bir demokratikleşmeyi temsil ettiği Resmi
Tarih tezinin kapısına kadar götürür. Bu bakımdan, sayısız yorumda bu yönüyle
ele alınıp işlenen iki meşrutiyet arası dönemi Osmanlı milleti oluşturma
bakımından nasıl bir süreklilik ve farklılık gösterdiği açısından hatırlamak
daha anlamlı olacaktır.
Meclisin
kapanması ve anayasanın rafa kaldırılmasının ardından “Osmanlı milleti” yaratma
girişimleri de rafa kalkmış değildir. Hatta bilâkis, bu uzun döneme bu arayış
damgasını vurmaya devam eder. Şu farkla ki bizzat halifenin eliyle yaratılmaya
çalışılan Osmanlı milleti kavramının yanında ve hatta onun yerine “İslâm
milleti” ya da “İslâm ümmeti” söylemi öne çıkacaktır. Bu tutum, açıktır ki
Tanzimat ve Meşrutiyet’in nafile çabalarından hareket ederek, hiç değilse
Osmanlı topraklarında yaşayan Müslümanları devlete bağlı tutma arayışını ifade
etmektedir.
Hamidiye
Alayları’nın kurulması ve Rusya’nın desteklediği Ortodoks-Gregoryen Ermenilere
karşı Hamidiye Qlayları eliyle başlatılan ve Süryanilerle Alevi Kürtleri de
dışarıda bırakmayan katliamların başlaması da bu döneme denk düşer. “Dış
güçlerin kışkırttığı gayrımüslimlere karşı vatanın ve hilafetin bütünlüğünün
savunması söylemi” esas olarak bu dönemde şekillenmiştir.
İkinci
Meşrutiyet döneminde Osmanlı İslam formülünün yanına Türkçülük eklenecektir.
Padişahtan ve hilafetten ziyade devlete bağlılık öne çıkacaktır. Nitekim,
kendisi de Kürt olan Ziya Gökalp’in ünlü “Vatan” şiiri, İttihat ve Terakki’nin
Türklük tasavvurunun nasıl bir anlam ifade ettiğini ortaya koyar:
“Bir ülke
ki camiinde Türkçe ezan okunur,
Köylü anlar mânasını namazdaki duanın…
Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kuran okunur
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Huda’nın…
Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın!”
Burada
söylenenler, CHP tarafından ancak otuzlarda tekrar gündeme getirilecektir. Ama
Kuvayı Milliye hareketine damga vuran çizginin bu söylemle bağdaşmaz olduğu
açıktır. Nitekim, Birinci Meclisin oluşumu da bu aykırılığa açıkça tanıklık
etmektedir.
Birinci
Meclis Her şey Olabilir,
Laik bir Cumhuriyetin Temellerinin Atıldığı Yer Olamaz
“Cumhuriyetin
temellerinin atılması” diye anlatılan Büyük Millet Meclisi’nin açılış
seremonisini tarif eden bildiri şunları söyler:
“1. Allah’ın cömert ihsanı
ile Nisan’ın yirmiüçüncü cuma günü, cuma namazından sonra Ankara’da Büyük
Millet Meclisi açılacaktır.
2. Vatanın istiklâli,
hilâfet ve saltanatın kurtarılması gibi en mühim ve hayatî görevleri ifâ edecek
olan Büyük Millet Meclisi’nin açılış gününü Cuma’ya tesadüf ettirmekle o günün
mübarek olmasından istifade için açılıştan önce bütün milletvekilleri ile Hacı
Bayram Velî Câmi-i Şerîfi’nde Cuma namazı kılınarak Kur’an’ın nurlarından ve
salâttan feyzalınacaktır. Namazdan sonra sakal-ı şerif ve sancak-ı şerif
taşınarak daireye gidilecektir. İçeriye girilmeden önce bir dua okunacak ve
kurbanlar kesilecektir. Tören sırasında camiden Meclis’e kadar Kolordu
Kumandanlığı tarafından askerî birliklere özel tertibat aldırılacaktır.
3. O günün kudsiyetini
sonsuza kadar ulaştırmak maksadıyla bugünden itibaren vilâyet merkezinde Vali
Beyefendi Hazretleri’nin düzenlemesi ile hatim indirtilip Buhârî-i Şerîf
okutulacak, hatmin geri kalan kısmı Cuma namazından sonra Meclis’in önünde
tamamlanacaktır.”
Bu
protokolün laik bir zihniyeti yansıtmadığı açıktır. Ama bir Türkiye Cumhuriyeti
kurma davetiyesi olmadığı da o kadar açıktır.
Zaten
Meclis tutanakları da baştan aşağı buna tanıktır:
“Anadolu’nun her
köşesinden gelen vekillerinizin teşkil ettiği Büyük Millet Meclisi olanı biteni
dinleyip anladıktan sonra millete hakikati söylemeye lüzum gördü. İngilizler
tarafından satın alınan ve milleti birbirine düşürmek maksadını güden bazı
hainler sizi aldatmak için türlü türlü yalanlar söylüyorlar. İzmir vilayetinin,
Antalya’nın, Adana’nın, Anteb’in, Maraş ve Urfa havalisinin düşmanlar
tarafından işgali üzerine silahına sarılan milletdaş ve dindaşlarımızı yine
size mahvettirmek için Padişah ve Halifeye isyan sözünü ortaya atıyorlar.
Millet Meclisi, Halife ve Padişahımızı düşman tazyikinden kurtarmak,
Anadolu’nun şunun, bunun elinde parça parça kalmasına mani olmak, payitahtımızı
yine anavatana bağlamak için çalışıyor. Biz vekilleriniz, Cenabı Hak ve
Resulüekremi namına yemin ederiz ki, Padişaha veHalifeye isyan sözü bir
yalandan ibarettir ve bundan maksat vatanı müdafaa eden kuvvetleri aldatılan
Müslümanların elleri ile mahvetmek ve memleketi sahipsiz ve müdafaasız
bırakarak elde etmektir. Hind’in, Mısır’ın başına gelen halden mübarek
vatanımızı kurtarmak için İngiliz casuslarının sizi aldatmak üzere uydurdukları
yalana inanmayın, İzmir’ini, Adana’sını, Urfa ve Maraş’ını velhasıl vatanın
düşman istilasına uğramış kısımlarını müdafaa edenleri din ve milletlerinin
şerefleri için kan döken kardeşlerimizi arkadan size vurdurmak isteyen
alçakları dinlemeyin ve onları Millet Meclisi’nin kararı üzerine cezalandıracak
olanlara yardım edin. Ta ki, din son yurdunu kaybetmesin. Ta ki, milletimiz
köle olmasın. Biz birlik oldukça düşman üzerimize gelmeyeceğini resmen ilan
etti. O’nun candan özlediği aramızda nifak ve şikaktır. Allah’ın laneti düşmana
yardım eden hainlerin üzerine olsun ve tevfiki Halife ve Padişahımızı, millet
ve vatanı kurtarmak için çalışanların üzerinden eksik olmasın.”
Bu
meclisin bir cumhuriyetin temellerinin atıldığı yer olup olmadığını tartışmak
bile abestir. Bu meclis hakkında söylenebilecek şey, açılışından birkaç gün
önce fiilen dağıtılan Osmanlı Meclisi Mebusan’ının adres değiştirerek yeniden
toplanmış olduğudur. Eğer meclisin feshedilmesi İkinci Meşrutiyet’in sona
ermesi ise bu meclisin de Üçüncü Meşrutiyet Meclisi olarak anılması gerçeğe çok
daha yakındır. Sivas Kongresi’nin çerçevesini çizdiği ve Osmanlı meclisinin son
gizli oturumunda da oylanarak ilan edilen Misakı Milli’nin Birinci Meclis’in de
temeli olduğu düşünülür ise, Osmanlı meclisi ile büyük millet meclisi
arasındaki süreklilik barizdir.
Bu
Misakı Milli ise güya emperyalizme ve padişah ve hükümetinin teslimiyetçi
tutumuna karşı bir başkaldırı belgesi olduğu, efsanelerin en büyüklerinden
biridir. Oysa Misakı Milli, bir bakıma Mondros Mütarekesi’nin şartlarını
tekrarlayan ve buna riayet edilmesinin bekçiliğini yapmak üzere edilen bir
yemindir. Bu yeminin de cumhuriyet ile bir alakası yoktur. 6 maddelik kısa bir
metin olan bu Misakı Milli metninin Mondros Mütarekesi metninde yer almayan tek
maddesi şudur:
“4. İslam Halifeliği’nin,
Osmanlı Saltanatı’nın ve hükümetin merkezi İstanbul şehriyle, Marmara
Denizi’nin (Boğazlarla birlikte) güvenliği korunmalıdır. Bu şartlara uyularak,
Akdeniz-Çanakkale ve Karadeniz-İstanbul Boğazları’nın dünya ticaretiyle
ulaşımına açık tutulması için bizim de ilgili devletlerle birlikte vereceğimiz
karar geçerli sayılacaktır. ”
Bu
bakımdan, Kuvayı Milliye hareketinin hiçbir aşamasında “cumhuriyetçilik”
ilkesinin izine rastlanmamaktadır. Hilafet ve saltanatın lağvedilmesine varan
süreç, sahici tarihsel seyri tarih akışı takip edilerek kavrandığında bir
cumhuriyet yönünde gelişen bir hareketin akla gelmesi bile mümkün değildir.
Böyle bir tarih, ancak cumhuriyet kurulduktan sonra, retrospektif biçimde
yazılabilirdi; öyle de olmuştur.
Zaten
Cumhuriyetçilik ilkesi, adı Halk Fırkası olan partinin 1927’deki ikinci
kurultayında, bu partinin ilkelerinden biri olarak kabul edilmiştir. Üstelik o
zaman henüz altı ok kavramı bile yoktur. Bu kongrede “Cumhuriyetçilik”,
“Halkçılık”, “Milliyetçilik”, “Laiklik” partinin dört temel ilkesi olarak
benimsenmiştir.
“Devletçilik”
ve “Devrimcilik” ilkeleri ise ancak 1931’de benimsenecektir. Altı okun tarif
edilmesi de bu kurultayda olmuştur. İlginç olan ve altı çizilmesi gereken ise
şudur: Cumhuriyetçilik ilkesinin benimsendiği bu kongre, aynı zamanda Resmi
Tarih’in referans belgesi sayılabilecek olan Nutuk’un okunduğu kongredir.
Cumhuriyetin
baştan beri “bir milli sır” gibi saklı tutulan asıl hedef olduğu hakkındaki
efsane, ancak bu kongreden geriye bakıldığında yazılabilirdi; ve ancak tarihe
bu resmi tarihin gözlüğü ile bakıldığı takdirde Kuvayı Milliye hareketinin
cumhuriyetçi ve laik bir devlet kurma hareketi olarak görülmesi mümkündür. Bununla
birlikte, bu gerçeklere rağmen sahiden bir cumhuriyeti hedefleyenlerin mecburen
bu harekete umut bağlamasının anlaşılmaz bir şey olmadığını düşünenler hâlâ az
değildir. Bu noktadan bakıldığında, o zaman için de sahici cumhuriyetçilerin
benzeri bir umut ile Kuvayı Milliye hareketinin cumhuriyete yönelmesi için
sabırlı bir gayret gösterdiğine inanmaya ramak kalır.
Halbuki
o yıllarda böyle bir umutsuzluk ile mucizelere bel bağlamaya gerek yoktu. Resmi
Tarih ve ona boyun eğenler, en çok bu gerçeğin üstünü örtmek istemektedir.
Kuvayı
Milliyecilerin aklında cumhuriyet fikri daha yokken, aynı topraklar üzerinde
gerçekten cumhuriyetçi olan hareketlerin var olduğu, üzerinde durulması gereken
bir başka gerçektir. En az bilinip hatırlatılandan başlarsak, Kuvayı Milliye
hareketinin mahiyetini anlamak daha kolay olur.
19
Mayıstan Önce Anadolu’da Bir Cumhuriyet Girişimi Vardı
Daha
Kuvayı Milliye teşkil etmeden önce, 1917 devrimine katılan Rus birliklerinin
bulunduğu Erzincan’da bir Ermeni-Kürt Şurası kurulmuştu. Bu şura, o sıra
Rusya’nın çeşitli bölgelerinde kurulanlar gibi bir Sovyet cumhuriyeti kurma
yönünde bir girişimi temsil etmektedir. Büyük ölçüde o zaman devrime destek
veren Taşnak partisinin etkisi altındaki Ermenilerin yanı sıra kimi Dersim
aşiretlerinin de bizzat katıldıkları bu şura, bölgede yaşayan Ermeni ve Kürt
olmayanların da ilgisine ve desteğine mazhar olmuştur.
Hacettepe
Üniversitesi’nde okutulan Atatürk İlkeleri Ve İnkılap Tarihi Dersi’nin Dr. M.
Derviş Kılınçkaya tarafından hazırlanmış olan notlarında da bu tabloya işaret
ediliyor:
“İngilizler, bölgedeki
etnik çatışmaların durdurulmasını, Erzurum, Erzincan, Bayburt ve Sivas
bölgelerinde bir dizi şuralar kurulduğunu ve bunların hemen önlenmesini
istemiş, aksi halde kendilerinin bölgeye müdahale edeceklerini bildirmişlerdi.
Bunun üzerine hükümet Samsun yöresinde durumu yerinde inceleyip gereken
önlemleri almak ihtiyacını duymuş ve bölgeye güvenilir birisinin gönderilmesi
için harekete geçmiştir.
Damat Ferit Paşa kabinesi,
o bölgeye değerli fakat kendi isteklerine göre davranacak bir komutanın
gönderilmesini düşünüyordu. [...] Padişah ve hükümet, dürüst, güvenilir ve iyi
bir asker olduğu bilinen ve İttihatçılarla arası açık olan Mustafa Kemal
Paşa’yı 30 Nisan 1919’da 9. Ordu Müfettişliği’ne tayin etmeyi uygun buldu.
Mustafa Kemal Paşa’ya görevi sırasında bütün askeri ve sivil makamlara emretme
yetkisi de verildi.”
Erzurum,
Erzincan, Bayburt ve Sivas, Erzincan şurasının kurulduğu alanı ifade eder; şura
da sovyetin o zamanki Türkçe karşılığından başka bir şey değildir. Sovyet
cumhuriyeti ise “en demokratik burjuva cumhuriyetinden milyon kez demokratik
bir cumhuriyet” (Lenin) olarak tarif edilir. Demek ki buradan bakıldığında,
Resmi Tarihte 19 Mayıs’ta cumhuriyeti kurmak üzere Samsun’a çıktığı yazılan 9.
Ordu Müfettişi’nin resmi görevinin İngilizlerin isteği üzerine bir başka
cumhuriyet girişimini önlemek olduğu görülüyor.
O
sırada Osmanlı ordusunun Şark Cephesi komutanlarının davranışlarının da
emperyalizme karşı bir kurtuluş hareketi başlatma kaygısından çok bu ve buna
paralel gelişmelerin doğurduğu endişelerle ilgisi olduğunu tasavvur etmek zor
değildir. Sanki kasten Erzincan şurasının yanıbaşında toplanan Erzurum ve Sivas
kongrelerinin Ermenilik ve Rumluk tehlikesinden bahsetmelerinin, Kızıl Ordu’nun
koruması altındaki Ermenilerle Alevi Kürtlerin birlikte oluşturdukları bu
hükümete karşı Sünni Kürtleri yanlarına çekme gayretini ifade ettiğini düşünmek
de zorlama değildir. Hatta Kuvayı Milliyecilerin saltanat ve hilafeti kurtarma
söyleminin Ekim Devrimi’nin Anadoluya yayılmasına karşı gerici bir tepkiyi
ifade ettiği de bu olguya bakıldığında berraklaşmaktadır.
Bir
adım daha ilerleyelim; Erzurum ve Sivas kongrelerinde bahsedilen vatanın
bölünmesi tehlikesi, İngilizlerin kaygılandığı gelişmeden başka ne olabilir?
O
zaman henüz Sevr Anlaşması imzalanmış değildir. Hem Erzurum ve Sivas
kongrelerinin hem de Birinci Meclis’in Mondros Mütarekesi’ne karşı bir hareket
olmadığı da bellidir. Zira bu hareketin amentüsü olan Misakı Milli, ana
hatlarıyla Mondros’taki karar ve sınırların korunmasını dile getirmektedir.
Kuvayı
Milliye hareketinin başlangıcında dile getirilen bölünme tehlikesi, besbelli
Ermeni ve Kürtler arasında yayılan ve Erzincan Şurası ile somut bir olgu haline
gelen özgürlük arayışını kastetmektedir. Zaten Erzurum ve Sivas kongrelerinde
açık seçik tartışıldığı gibi, galip devletlere karşı bir mücadeleden söz
etmemeye özen gösterilmektedir.
Kuvayı
Milliye’nin bu karakteri, Rus birliklerinin 1919 baharında Brest Litovsk
anlaşmasına uygun olarak bölgeyi terk etmesinden sonra daha da açıklık
kazanmıştır. Sivas Kongresi’nin ardından da bölgede Ermenilere ve Kürtlere
karşı saldırılar başlamıştır. Kuvayı Milliye’nin başlıca askeri harekatları
zaten tümüyle bu alandadır. Batı cephesinde Yunanlılarla yapılan çarpışmaların
dışında, özellikle doğu cephesinde Kuvayı Milliyecilerin herhangi bir yabancı
kuvvete karşı savaştığı vaki değildir.
Bunun
anlamı gayet açıktır: güya anti-emperyalist bir hareket olarak tasvir edilen
Kuvayı Milliye hareketi, esasen bir iç savaş hareketidir; nitekim Yunan
ordularına yönelmeden önce Çerkes Ethem’in ordularına saldırması da bunu bir
başka yönden doğrulamaktadır.
Erzincan
Şurası, Koçgiri’deki direnmenin kırılmasının ardında Batı Dersim’deki
Yeşilyazı’da 1921 yılında kendini feshetmiştir. Bu, aynı zamanda Ankara’daki
meclisin hilafet ve saltanata bağlılık söylemini yavaş yavaş terk edeceği ve bu
nedenle hem Kuvayı Milliye’nin ilk kadroları arasında ayrılıkların baş
göstereceği dönemecin yaklaştığını anlatır; hem de bu harekete destek veren
Sünni Kürt aşiretlerine karşı saldırı hazırlıkları bu noktadan sonra
başlayacaktır (Diyab Ağa ve Cemile Çeto gibi Alevi-Kürt hainlerinden başlamak
kaydıyla!) Kemalistlerin Erzincan şurasından başlayıp Koçgiri’den geçerek bu
hareketin izini sürmesi ise 1938’de Dersim’deki direnişin kırılmasına kadar
kesintisiz sürmüştür.
Resmi
Tarih ve onun dümen suyunda giden sözümona gayrı resmi tarihçilerin birçoğu,
yıllardır hilafet ve saltanatı kurtarmak için yola çıkan Kuvayı Milliye
hareketinin aslında bir cumhuriyet hatta demokratik ve laik bir cumhuriyet
kurmak üzere oluşturulmuş bir devrimci hareket olduğu hakkında türlü
cambazlıklar yaparak ciltler dolusu kitaplar yazmışlardır. Ama aynı döneme
rastlayan Erzincan Şurası’nın cumhuriyet girişimi hakkında bölük pörçük anılar
ve kimi makalelerin dışında bir kaynağa rastlamak olanaksızdır.
Oysa
Kuvayı Milliyecilerin cumhuriyetçi olduğuna dair efsanelerin perdesini
aralayabilmek için bu olguyu göz önünde bulundurmak şarttır.
TKP
Önderleri Hilafeti ve Saltanatı Kurtarmak İçin mi Anadolu’ya Gelmişti?
Cumhuriyete karşı Oldukları İçin mi Katledildiler?
Kuvayı
Milliye’nin bu karakterini görebilmek için bir başka olguya daha işaret etmekte
yarar var. Halk Fırkası’nın Sivas Kongresi’nde kurulduğu hakkındaki resmi tarih
maddesini bir an için göz ardı edersek, bırakalım Cumhuriyet Halk Fırkası’nı,
daha ortada Halk Fırkası diye bir parti bile yokken, 1920 Eylül’ünde Bakü’de
Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası adıyla TKP kurulmuş ve programına şu sözleri
yazmıştı:
“1. Totaliter rejimlerde
işçi halk zorba hükümdar ve memurların zulmü altında ezildiği gibi, demokratik
denilen meşruti hükümetlerde de idare parlamentarizm ve halkçılık adı altında
imtiyazlı tabakalar, yine vali ve hanların temsil ettikleri zenginler elinde
tekel haline giriyor. [...]
İşçi ve köylü şuralar
cumhuriyeti ise, emek sarf etmeksizin yaşayan asalak sınıflar hariç olmak üzere
halkın çokluğunu etrafında toplayarak işçilerin işleticiler tarafından
soyulmasına son verecek her türlü çareleri temin eder. [...]
Parti, halkçılığın en
yüksek bir şekli olan işçi ve köylü şuralar cumhuriyetinin tesisi yolunda, yorulmaksızın
çalışmak ve bunun için öncelikle propaganda ve yayınları ile ezilen sınıfların
egemen olmasını temsil eden bu hükümet şeklini kendilerine sevdirmeyi görev
bilir.”
Bu
sade satırlar, hilafet ve saltanata övgü düzmeye gerek olmadan laik ve
demokratik bir cumhuriyetin hangi yoldan ve nasıl bir biçim altında
kurulabileceğini tasvir etmektedir.
Oysa
hem T.C.’nin Resmi Tarihi, hem de Mustafa Suphi ve yoldaşlarının
katledilmesinin ardından hararetle Kemalistlerin kuyrukçuluğunu yapmaya koyulan
Şefik Hüsnü’nün önderliğindeki TKP’nin resmi tarihi, tam aksi yöndeki bir
söylemde ağız birliği etmektedir. Meğer Mustafa Suphi ve arkadaşları, bu
programı hayata geçirmek ve bir işçi köylü şuraları cumhuriyetinin kuruluşuna
önderlik etmek için değil, Kuvayı Milliye’yi desteklemek üzere Anadolu’ya
geçmeye karar vermiştir.
Bu
efsaneye göre, Kuvayı Milliye hareketi emperyalizme karşı savaşmakta idi;
hilafeti ve saltanatı yıkıp laik bir cumhuriyet kurmaya hazırlanmaktaydı. Bu
durumda TKP’nin bu hareketi desteklemek istemesinin gayet tabii olduğu
gösterilmeye çalışılmaktadır. Oysa bu takdirde dahi izah edilmesi mümkün
olmayan bariz çelişkiler ve üstü örtülemeyen olgular vardır.
“İşci
ve Köylü Şuraları Cumhuriyeti” kurmayı dolaysız siyasi hedefi olarak ilan eden
ve o sırada Rusya’da kurulmakta olan sovyet cumhuriyetleri birliği gibi “özgür
ulusların özgürce birleşmesine dayalı federasyon usulünü” savunan TKP’nin
önderleri, niçin Rus devrimine paralel olarak gelişmiş bulunan Erzincan Şurası’nı
değil de, bu şurayı yok etmeye yönelip, Ermenileri ve Kürtleri kırmakla meşgul
olan Kuvayı Milliye’yi desteklemek için Anadolu’ya gelir?
Diyelim
ki bu maksatla gelmiş olsunlar; o sıra güya hem “7 düvele” karşı savaş açmış
bulunan, hem de kurtarmak için yemin ettikleri Padişah ve onun hükümeti ile
uğraşan Kuvayı Milliyeciler, kendilerini desteklemeye geldiği söylenen TKP’nin
önderlerini hangi nedenle alelacele katletme mecburiyeti görmüştürler? Bu
soruların cevabını vermek bir yana, sormak bile pek âdetten değildir. Bunun
yerine, ilkokuldan itibaren şırıngalanan resmi tarihin kurgusunu tekrarlama
tutumu egemendir.
Oysa
resmi tarih çizgisinde yazılan efsanelere göre bile, Mustafa Kemal aslında bir
cumhuriyet kurma hedefini 1922 yılının sonuna doğru, hilafet ve saltanat
birbirinden ayrılıp, birer birer lağvedilir iken bu niyetini açıklamıştı. O
tarihe kadar da bu amacını “milli bir sır gibi” saklayarak, hilafet ve
saltanatı kurtarma yeminine bağlı kalmaya özen göstermişti.
O
halde TKP’nin önderleri, hilafeti ve saltanatı kurtarması için mi Kuvayı
Milliye’yi desteklemeye geliyordu? Yoksa Kuvayı Milliyecilerin aslında bir
cumhuriyet kurmayı tasarladıklarını herkesten önce bildikleri için ve
cumhuriyetin saltanattan ileri bir adım olduğuna inandıkları için mi Kuvayı
Milliye’yi desteklemeye geliyordu?
Görülebileceği
gibi bu soruları sorup yanıtlarını bulmak ile uğraşmak akla ziyandır. Kuvayı
Milliye hareketinin baştan itibaren ve planlı biçimde saltanat ve hilafeti
ortadan kaldırıp bir cumhuriyet kurmak üzere kurulmuş bir siyasi hareket
olduğunu benimseyip, bütün gelişmeleri bu saptamaya uydurarak yorumlamak daha
zahmetsizdir.
Zaten
farklı düşünceleri yasaklayan ve başka türlü düşünmeyi imkânsız sayan bütün
totaliter ideolojiler, düşünmeyi yasaklamakla kalmayıp insanları düşünme
zahmetinden kurtaracak hazır kalıplar üzerine oturur. Bütün resmi ideolojiler,
kolaylıkla akılda tutulabilecek pürüzsüz ve sade formüller üzerine kurulur. Ve
bu niteliklerini koruyabilmeleri için de “kafa karıştırıcı” (resmi ideolojilere
göre düşünmek bu kodla tanımlanır) bütün girişimleri şiddetle önleme gereği
vardır. TC’nin resmi ve hâkim ideolojisinin de böyle kurgulanmış olmasında ve
güya istibdada karşı kurulmuş bu cumhuriyetin tarihi boyunca en tehlikeli
düşmanların düşünce suçu denen suçu işleyenler olmasında da şaşılacak bir şey
olmasa gerektir.
Mamafih,
saltanat ve hilafetin yıkılıp yerine bir cumhuriyet kurulması hedefinin Kuvayı
Milliye’nin gündemine neden ve tam olarak ne zaman geldiği konusunu kavramak
için son olarak emperyalistlerin ne zaman böyle bir değişime ihtiyaç duyduğu
üzerinde de biraz kafa yormak gerekiyor.
Emperyalistlerin
Sevr’den Vazgeçip
Lozan’a Razı Olmalarının Asıl Nedeni Rus Devrimi’nin Gelişmesidir
Emperyalist
savaşın galibi Antant devletlerinin ne zamana kadar kendi denetimleri altında
bir halife ve padişah olmasını bir avantaj olarak gördükleri ve ne zaman bir
halifenin olmamasını tercih ettiğini görebilmek için Rus devriminin evrimini
göz önünde bulundurmak gerekir. Zira bu etken, saltanatın ve hilafetin
kaldırılmasını Kuvayı Milliyecilerin cumhuriyet ilkesine bağlılından daha fazla
belirlemiştir.
1916’da
İngiltere ve Fransa arasında bağlanan ve Rusya’nın da onayladığı gizli plana
göre, Sykes Picot Anlaşması’na uygun bir harita çizildiği takdirde, Sevr’de
çizilen haritaya uygun bir tablo çıkmaktadır. Tek fark, bu anlaşmaya göre
Rusya’nın payına düşmesi gereken ve ateşkes imzalandığı zaman büyük ölçüde Rus
birliklerinin kontrolu altında olan topraklar üzerinde bir değişiklik vardır.
Sovyet hükümeti, Osmanlı topraklarında bir hak iddia etmediğini açıklamış,
Brest-Litovsk anlaşmasıyla Çarlık ordularının işgal ettiği topraklardan
çekilmişti. Bu durumda galip devletler, savaşa son anda ortak olan ABD’ye çarın
hissesinin verilmesinde mutabakata vardılar. Bu şartlarda ABD’nin himayesinde
bir Ermenistan ve Kürdistan tarif edildi ve Mondros haritası değişti.
Ama
1922’ye gelindiğinde tablo değişmişti. Kızıl Ordu’nun zaferi kesinleşmiş, beyaz
ordular tamamen dağılmış, Kronstadt Ayaklanması emperyalistlerin istismarına
fırsat vermeden bastırılmıştı. Bolşeviklere karşı uzun müddet direneceği
sanılan Orta Asya ve Kafkasların Müslüman nüfusa sahip ulusları birer birer sovyet
cumhuriyetlerine katılmaya karar vermekteydiler. Kafkasya ve özellikle Doğu
Ermenistan da öyle. Bu şartlarda Wilson Prensipleri denen çizgide güya
ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının savunusunu dış politikasının önemli
bir unsuru haline getirmiş olan Amerikan mandası altında bir batı Ermenistan’ın
Erivan’la birleşmek istemesi olasılığı kuvvetlenmekte idi.
Öte
yandan, Kürtlerin Koçgiri’deki direnişi kırılmış olsa bile, Dersim’e çekilenler
hâlâ teslim olmamış ve yenik düşmemişlerdi. Doğu’da Simko hareketi, Güney’deki Şeyh
Mahmut Berzenci hareketi tamamen tasfiye edilebilmiş değildi. Bu şartlarda
kuzeyde ABD mandası altında bir özerk Kürt devletinin varlığı bütün bölgenin
dengesini bozmaya aday bir dinamik oluşturuyordu. Emperyalistler açısından Sevr
haritasında ısrar etmek demek, Rus devriminin bu harita boyunca ilerlemesine
yol vermek anlamına gelecekti. 1922 dönemecine gelindiğinde Kuvayı Milliye’nin
ne yapıp yapmadığından bağımsız olarak Antant devletlerinin Sevr’de çizilen
tabloyu yeniden ele almalarına ihtiyaç vardı.
Öte
yandan, Rusya’daki iç savaş sürdüğü müddetçe emperyalistlerin tutsağı
durumundaki bir halife, emperyalistler açısından önemli bir silah
oluşturabilecek iken, bu savaşın sona ermiş olmasıyla hilafetin anlamı da
değişik bir önem kazanmaktaydı. Savaşın galipleri olan İngiltere, Fransa ve
İtalya’nın her birine paylaştıkları Osmanlı pastasından düşen toprakların hepsi
Müslüman nüfusa sahip topraklardı. Bu durumda bu devletlerin egemenliği altında
tutacakları toplumların dinen kendilerini bağlı saydıkları bir merci olmasından
çok, olmamasında yarar vardı.
Sırf
bu nedenle bile hilafet makamının ortadan kalkması, herkesten önce Antant
devletlerinin (ABD hariç) işine geliyordu. En azından saltanat ve hilafetin
kaldırılmasına en son itiraz edecek olanların başında emperyalist devletler
geliyordu. Bu nedenle hilafeti ve saltanatı korumaya yemin etmiş olan Kuvayı Milliyeciler
direnseler dahi, emperyalistlerin bir yolunu bulup halifelik makamını ortadan
kaldırmaya, en azından işlevsiz hale getirmeye ihtiyaçları vardı. Demek ki
Osmanlı’nın mirası olarak Misakı Milli sınırları içinde sayılan kimi
topraklardan vazgeçerken “Osmanlı’nın borçları borcumuzdur” demeyi kabul eden
bir cumhuriyetin kurulmasına en son itiraz edecek olanlar, her halde
emperyalist devletler olacaktı.
İşte
1922 yılı sona ererken, hilafet ve saltanatın lağvedilip, yerine bir cumhuriyet
kurulmasının emperyalistlerin istek ve çıkarlarına aykırı olmadığı açıktı;
olmamıştır da zaten. Bu cumhuriyetin kuruluşunun anti-emperyalist, yani
emperyalistlerin iradesine karşı bir gelişmeyi ifade ettiğinin herhangi bir
dayanağı yoktur. Aksine hilafet ve saltanata bağlılık yeminleri eden bir
hareketin bu yemini bozmaları için gayret göstermeleri daha makuldu.
İşte
saltanatın ve hilafetin lağvedilmesi kabaca böyle özetlenebilecek dünya
koşullarında gündeme gelmiştir. Padişahlığın sona ermesi ile birlikte kurulan
cumhuriyet de bu tuhaf dünya koşullarını fazlasıyla yansıtır.
Saltanat
ve hilafet kalkmıştır ama yerine geçen rejim, Marx’ın başka örnekler için
tasvir ettiği gibi, fethederek devraldığı devlet aygıtını parçalamak yerine,
onu yetkinleştiren bir karakteri fazlasıyla yansıtıyordu. Bir padişah yoktu,
ama temel ilkeleri ile devletin ilkelerini özdeşleştirmiş tek partinin ölünceye
kadar başkanı olacağı ilan edilmiş bir cumhurbaşkanı tarifi vardı. Bu
cumhurbaşkanı ölünce, yerine otomatik olarak yeni parti başkanı geçecekti; onun
da ölene kadar başkan olması peşinen güvence altına alınmıştı. Sadrazamlık
yoktu ama başbakan daima değişmez genel başkan yani cumhurbaşkanı tarafından
tayin yoluyla belirleniyordu. Ayan meclisi yoktu ama hepsi tek partinin üyesi
olan vekillerden oluşan bir meclis vardı vs.
Atatürk,
“Türk milletinin karakter ve âdetlerine en uygun olan idare, cumhuriyet
idaresidir” sözlerini ilk defa 1924 yılında, yani bu cumhuriyet kurulduktan bir
yıl sonra söylemiştir. Bununla birlikte, resmi tarih efsanelerine göre, oldum
olası cumhuriyet ilkesini savunmaktadır.
Atatürk,
Hakikaten çocuk yaşlarından itibaren cumhuriyet ülküsüne bağlı mı idi?
Cumhuriyetçilik ilkesi, Halk Fırkası daha Cumhuriyet Halk Partisi ismini
almamışken bile bu partinin temel bir ilkesi mi idi? Bu soruların kanıtlı
belgeli bir yanıtını bulmak zordur.
Zaten
o nedenle sonradan yazılan bir tarihin böyle bir iddiayı vurgulaması da
abestir.
Ama
bu tutum bir başka şeyi hatırlatmaktadır:
Napoleon
Bonapart imparatorluk tacını yitirdiği zamanlarda “keşke kendi kendimin torunu
olsaydım” demişti.
“Cumhuriyetçilik
ilkesi ne zamandan beri Kemalizmin bir temel ilkesi idi?” tartışması bir yana,
1923 yılında ilan edilen cumhuriyetin işte bu sözlerin sahibinin adıyla anılan
türden bir cumhuriyet olduğu tartışmasızdır. Bu cumhuriyet, bir cumhuriyet
kurmak üzere yola çıkmış bir hareketin ürünü değil, bir hükümet darbesi için
yola çıkmış, sonuçta emperyalistlerin rızası ile bonapartist bir cumhuriyete
varmıştır.
Orhan Dilber
2007
Kaynak
Dipnot:
[1] Gerçi Kemalist hareket, cumhuriyetin kuruluşundan itibaren Türkçülük
çizgisine yönelecektir, Kuvayı Milliye hareketinin söylemi ve bileşimi göz
önüne getirildiği takdirde, bu hareketin Türkçü ve cumhuriyetçi olamayacağını
anlamak zor değildir. Zaten Kemalizmin önce hilafet ve saltanata karşı sonra da
Türkçülük istikametinde evrilmesi ile Kuvayı Milliye kadrolarının nasıl
ayrıştığı ve karşı karşıya geldiği de bunu göstermektedir.
(Cumhuriyetin
kurulmasından itibaren Kemalist hareketin böyle bir evrim geçirdiği bir olgu
olsa da, konumuz itibariyle cumhuriyet öncesi Kuvayı Milliye üzerinde durmak
gerekiyor).