17 Ocak 2025

, ,

Aksa Tufanı Dersleri


7 Ekim 2023 sabahından bu yana bu X hesabında Aksa Tufanı savaşı hakkında haber-görüş-analiz vs. paylaşımlarda bulunduk. Bugün 16 ay boyunca gördüklerimi ve bu savaşın öğrettikleri hakkında birkaç maddeyi sizinle paylaşmak istiyorum:

1 Aksa Tufanı operasyonu gözümüzün önünde gerçekleşen bir mucizeydi. Tünellerin altında yaşayan bir grup inanmış insan çıktı ve İsrail denilen savaş makinesini birkaç gün boyunca felç etti. Bunlar bir ordu değildi: Tankları, uçakları ve hava savunma sistemleri vs. yoktu. İstihbarat ajansları yoktu. Güçlü bir medyaları yoktu. Ama bunu yaptılar.

Kişisel kanaatim bu mucizeyi hakkıyla görmedik, göremedik. Hatta bazıları bunu inkâr etti. İlk ayları hatırlayın: Direnişin yaptığının doğru olduğunu anlatmaya çalışarak geçirdik uzun bir süreyi. Bu kişiler HAMAS’ı kınadılar ve sorguladılar. Siyonist cephenin yaydığı manipülatif yaygaradan etkilendiler. Gördük ki, sadece askeri savaşa değil, psikolojik savaşa karşı da hazırlıklı değiliz. Özetle, mucizeleri inkârın, görmemenin bir bedeli olur. Bunun bize bir bedeli olacak mı bilmiyorum. Allah’tan af dilemekten başka bir çaremiz yok.

2. Bu, bir savaştı hem de çok yakıcı bir savaş. Daha ilk günlerde Benny Gantz ne demişti: “Barışın da bir zamanı var, savaşın da. Şimdi savaş zamanı.” Evet, şimdi savaş zamanıydı.

7 Ekim sabahından itibaren yüreğinde az buçuk Filistin sevgisi olan herkesin bir karar alması gerekiyordu. Bütün ayrılıkları-gayrılıkları bir kenara bırakıp; bütün çıkar hesaplarını bir kenara bırakıp direniş cephesinin yanında yer almalıydık.

Şunu anlayabilirim: Gücün yoktur, imkânın yoktur, yapamazsın. Hatta korkuların ve arzuların da bunu yapmaya engel olabilir. Bunu da anlarım. Ama en azından tefrikadan uzak durmalıydık. En azından meydanda savaşanların moralini bozmaktan uzak durmalıydık. En azından İsrail’in ekmeğine yağ sürmekten kaçınmalıydık. Ama gördüm ki, bizde iflah olmaz bir tefrika virüsü var. Sadece şu grup ya da bu grup için söylemiyorum. Çoğumuzda, belki de hepimizde var bu.

Şuna inanıyorum: Belki yapamadıklarımızdan dolayı mazur görülebiliriz. Ama soykırım devam ederken bile Gazze için canlarını ortaya koyanlar hakkında iftiralar atıldı, yalanlar söylendi, manipülasyonlar yapıldı, şaibe ve şüpheler üretildi. Bunlardan mazur görülebilir miyiz?

Ben, Filistin’in bizi birleştirebileceğine inandım hep. Kudüs’ün, Mescid-i Aksa’nın bizi insanlık ölçeğinde birleştirebileceğine inandım. Hâlâ da inanıyorum. Ama gördüm ki henüz vakti değil.

Biz, Filistin davasını omuzlayabilecek olgunlukta değiliz henüz. Tefrikacılık, ayrımcılık kirinden temizlenmedikçe bu olgunluğa erişemeyeceğiz. Tek niyazım, daha büyük belalar/katliamlar/soykırımlar yaşamadan bu kirden arınmaktır.

3. Filistin davasının özü tek kelimedir: Silah. Direniş gruplarının elindeki silah. Bunun dışındaki hiçbir şey Filistin sorunu çözmez, çözemez.

Filistin’deki katliamlara üzülmek, ağlamak, ağıt yakmak bir Filistin davamız olduğunu göstermez. Yıkılan binaları yeniden dikmek Filistin davamız olduğunu göstermez. Yanlış anlaşılmasın, bunları yapanlara şükranlarımı sunarım. Hepsi çok değerli. Ama söylemek zorundayım: Gazze’nin yıkılan binalarını yeniden yaparak Filistin’i özgürleştiremeyiz. İsrail’in onları yeniden yıkması an meselesidir.

Filistin davası demek, İsrail’in olmadığı bir Ortadoğu demektir. Peki buna yönelik bir projesi olan var mı?

“Nehirden denize özgür Filistin” diyoruz, doğru ve güzel. Peki nasıl yapacağız? Bu konuda ayakları yere basan tek bir proje vardı: “Direniş ekseni” ve onun ortaya koyduğu “meydanların/sahaların birliği” projesi. Onu da siz beğenmiyorsunuz, içinde Şiiler var diye.

Söyler misiniz kimle ve nasıl özgürleştireceğiz Filistin’i? Lütfen bize içi boş vaatler vermeyi bırakın. Bize içeriği ve geleceği belirsiz umutlar vermeyi bırakın.

16 ay sonunda gördük ki, Gazze’yi silahıyla destekleyen Lübnan, Yemen ve Irak’tan ve onların merkezindeki İran’dan başka bir yer olmadı. Beğenmeyenlere de şunu söylüyorum: Siz vurun İsrail’i. Siz vurmak istediniz de füzelerinizi İran mı düşürdü? Yemen mi düşürdü? Hizbullah mı düşürdü?

4. Filistin davası sert bir mesele. Direniş zor iş. Direnişin karşısında sadece İsrail yok. Bütün bir uluslararası sistem var. Siz, bir de bunun üstüne normalleşme cephesini ekleyin. İsrail’i tanırsanız problem olmuyor. Ama yok, tanımıyorum derseniz, işte o zaman her türlü felakete hazır olmanız gerekiyor. Önce yaptırımlar devreye giriyor: Kendi ürettiğiniz malın hırsızı yapıyor adamlar sizi. Sattırmıyor. İhtiyaçlarınızı karşılamaya izin vermiyorlar. Yoksullaştırıyorlar. Yoksulluk yolsuzluğa, rüşvete, illegaliteye vb. bin bir türlü rezalete zemin hazırlıyor. Tercih yapmak zorunda kalıyorsunuz: Tok ve zillet içinde mi yaşayacaksınız yoksa izzetinizi koruyacak mısınız? “İzzet” derseniz bu sefer başka silahlar devreye giriyor. Yoksulluktan şikayetçi grupları size karşı örgütlüyorlar. Önce yoksullaştırıyorlar sonra da bunun sebebini “Bakın işte ‘direniş’ diye tutturduğunuz şey sizi ne hale getirdi?” diye faturayı bir de size kesiyorlar. Sonra orada burada bombalar patlamaya, kaos ve kargaşa çıkmaya başlıyor. İç güvenlik birincil sorununuz oluyor.

Geçenlerde bir yazarımız, “Halkın rızasını üretemezseniz Suriye gibi olursunuz” diyor. Bu düşüncede olanlara sormak istiyorum: Katar çok mu rıza üretiyor? Suud, Bahreyn, BAE çok mu rıza üretiyor? Oralarda kargaşa olmamasının sebebi demokratik olmaları mı? Hangisi kuşatmaya maruz kalıyor, hangisi ABD’nin, AB’nin ambargosu altında? Tam tersine hepsi uluslararası sistem tarafından meşrulaştırılıyor. Festivaller, büyük ve geniş yollar, dünya kupası organizasyonları, mamur bir ülke görünümü… Neyin karşılığında?

Suud’un Kaşıkçı’ya yaptıklarını gördünüz. Sorun mu? Hayır. Ortadoğu’da tek bir suç var: İsrail’in varlığını kabul etmemek. Bu suçu işlemedikten sonra, her suç bir şekilde tolere ediliyor.

Özetle: direniş demek kor ateşlerde yanmak demek. Kimsenin umurunda olmuyorsunuz. Hatta yanmakla kalsanız iyi. Bir de çevrenizde halay çekiyorlar. İşte Filistin direnişi bu: Kor ateşlerde yanan bir grup inanmış insan. Her zaman öyleydi. Şimdi onların da kolu ve kanadı kırık.

Yine geçenlerde bir TV kanalında izlediğim tanınmış bir isim diyor ki: “Filistin davasını desteklemek kolay, çünkü meşru. Bütün dünyada destekçileri var.” Meşru olduğu doğru ama kolay olduğu yanlış, hem de çok yanlış. Ha, edebiyatını yaparsanız kolay. Ama HAMAS’a silah vermeyi deneyin, İsrail’e bir füze atmayı deneyin! Kolay mı zor mu anlayın. Direnişin büyüklüğü burada. Yandılar ama o kor ateşlerden sağ çıkmayı başardılar. Bunun adı zaferdir. Büyük bir zafer. Bu onların zaferidir. Sadece biz bu zaferin ne koşullarda elde edildiğini henüz anlamış değiliz.

5. Filistin meselesi dünyanın en net meselesidir. Felsefi bir mesele değildir. Karmaşık değildir. İsrail işgalcidir ve bu soykırım rejiminin silinmesi gerekir. Fakat bunu söylemenin de yapmaya çalışmanın da ağır bedelleri vardır. Aksa Tufanı savaşında Batı’nın bize verdiği mesaj şudur: “Bilin ki İsrail konusunda hiçbir kırmızı çizgimiz yok! Ne hukuk tanırız ne de insanlık! Bu konuda kendi halklarımızı bile karşımıza almaya hazırız!” Bu konuda ciddiler mi? Sonuna kadar. Belki de Batı hiçbir konuda bu kadar ciddi değildir.

Peki biz, Filistin’in özgürlüğü konusunda ciddi miyiz? Aksa Tufanı savaşının gelecek nesillere bıraktığı soru budur.

6. Son olarak şunu söylemek istiyorum: Direnişi tek kelimeyle “sabır” olarak tanımlayabiliriz. Hem düşmanın zulümlerine karşı sabır, hem de gönlü direnişten yana olanlara karşı sabır. Bu, uzun ve çileli bir yol çünkü.

Şunu sormak istiyorum: Direnişi destekleyenler yanlış yapamaz mı? Onlar korkamaz ya da nefsani davranamaz mı? Yanlış düşünemez mi? Böyle olduğu zaman hemen dilimizi sivriltmemiz mi gerekiyor?

Eleştiri olmasın demiyorum, eleştiri olmazsa çürüme olur. Ama bunun adabı, dili, üslubu yok mu? Hatta bazen sabredip, bazı şeyleri sineye çekmemiz, görmezden gelmemiz gerekmiyor mu? Bazen biz haklı olsak da susmamız gerekmiyor mu? Affetmek kimin için, hoş görmek kimin için?

Filistin direnişi bize ve dünyaya çok şey öğretti. Öğrenmeye de devam ediyoruz. Bu yolda yürüyeceğiz. Bütün zaaflarımızla, yanlışlarımızla birlikte yürüyeceğiz. Yürürken öğreneceğiz ve öğrendikçe kendimizi geliştireceğiz. Düşeceğiz ama yeniden kalkacağız. Kalkamayanlara el uzatacağız. Bize uzatılan eli tutacağız. Morali bozulanlara ümit vereceğiz. Ümit verenlere minnettar kalacağız. Mezhep, meşrep, kavmiyet farkı gözetmeksizin bütün ezilenlerin Kudüs’te ellerinin buluştuğu o günün hayaliyle yürümeye devam edeceğiz.

Mücahit Gültekin
16 Ocak 2025
Kaynak

15 Ocak 2025

Suç Ortakları

 

Terörizmin tarihi, devlet tarafından yazılmıştır.

[Guy Debord]

 

İki yüz yıldan fazla bir süredir adına “Demokrasi” denilen sistemle bütün gücü elinde tutmaya çalışan egemenler, tüm bu süre boyunca en büyük çabayı, bütün bir insanlığa özgür vatandaşlar olduklarına, yaşamalarını etkileyecek seçimler yaparak yönetildiklerine inandırmaya çalıştı. Böylesine yüce ve idealist demokrasi ülküsünün varlığını devam ettirebilmesi için fizik yasaları gereği bir karşıta ihtiyacı vardı: “Terörizm”.

“Terör” ve “Terörizm” kelimeleri, etimojik açıdan Latince korku ve dehşet anlamındaki “terrere” kelimesinden türemiştir. Terimin gerçek manada ilk kullanımı 17. yy sonlarıdır. Fransız İhtilali lideri Maximilien Robespierre’in karşı devrimcileri bastırmak ve kamu düzenini tesis etmek için giriştiği faaliyetler “terör” olarak tanımlanmış, ancak bu tanım yönetici sınıf için olumlu anlamda kullanılmıştır.

“Komplo kuran tüm kişileri dehşete düşürmenin zamanı geldi. Kanun adamları terörü başlatın.”

Bu sözler, Fransız Devrimi ile birlikte kamu güvenliğinden sorumlu komitenin başındaki Maksimilien Robespierre’e ait. Devrimin ilk yıllarında gücü eline alan burjuvazi, yürütme yetkisine sahip ulusal konvansiyon ile birlikte, içeride ve dışarıda devrime zarar verebilecek tüm durumları halka korku vererek bastırmıştı. Her ne kadar adına son iki yüzyıldır “terör, terörizm" denilse de, insanlık tarihinden bugüne, gücü elinde bulunduran egemenlerin-ezilen sınıflar üzerinde korkuyu yaymak ve dehşetle baskılamak, onların en doğal silahıydı. Namlu her zamanki gibi itaat etmeyen, haksızlığa ve eşitsizliğe itiraz eden halka uzatılacaktı.

Modern dünya ile birlikte çağımıza yaklaştığımızda, egemen güçlerin menfaatleri her ülkede farklılaştığından “Senin teröristin, benim özgürlük savaşçım” ikilemini ortaya çıkardı. Bu sebeple, kendi aralarında ortak bir “Terör-Terörizm-Terörist” tanımı gerçek anlamda yapılabilmiş değil.

Bu konuda derin araştırmaları olan Waves Of Global Terrorism kitabının yazarı David C. Rapoport’un ünlü 4 dalga teorisi oldukça ilginçtir. Rapoport, bu dalgaları dönemlere ayırmış ve her dönemi ideolojiye göre sıralamıştır. Tespitlerine göre 1880-1920 arası yaklaşık 40 yıl “Anarşist Terör”, 1920-1960 arası yine 40 yıl Sömürge Karşıtı Terör, 1960-1990 yılları arası 30 yıl “Yeni Sol Terörü” ve 1979’dan günümüze kadar uzanan son dalgayı “Dinci Terör” olarak tanımlayarak ayırmıştır. Çalışmasında dikkat çeken en önemli husus; her terör dalgasının yaklaşık olarak bir insanın aktif yaşam devri kadar sürmesi ve dalga devri bitmeden çoğu terör örgütünün yok olduğunu belirtmesidir.

Fransız İhtilali sonrası sıkça karşılaştığımız “Terör” kavramı, 1880’lerde anarşistler, 20. yüzyıl başlarında işçi örgütleri, 1940 ve 50’li yıllarda ise ulusal milliyetçi gruplar için kullanıldı. Günümüze geldiğimizde ise özellikle El Kaide’nin saldırıları sonrası dinci gruplar için kullanılıyor.

Ezcümle; küreselleşen dünya ile birlikte başta sömürge devi ABD olmak üzere batılı sömürge devletler, gücünü ve varlığını daha da yaymak adına, önce kendi topraklarında, ardından üçüncü dünya ülkelerinde ve bütün bir Ortadoğu’da “Demokratik değerler!” kılıfıyla terörizmi doğurmaya muhtaçtı. Tabiatıyla bütün senaryoyu yazdı, aktörleri seçti ve replikleri dağıttı.

İdil Mevsim
14 Ocak 2025

14 Ocak 2025

,

İki Şafak Arasında Umut Çizgisi

Kanun kâğıtlarda kaldı... Böyle yaz!

[Yaşar Kemal, İnce Memed]

 

2000 Sonrası Türkiye sinemasının üzerine çullanan stand-upçı skeç-film terörüne, dekadans taşra mıymıntılığına, uyarlama/taklit/simülasyon pop-art görgüsüzlüğüne karşı çölde vaha efekti: Selman Nacar filmleri...

Nacar’ın ilk uzun metrajı İki Şafak Arasında (2021) bir ilk film olmanın bütün doğal handikaplarını taşısa da Torino’da oldukça prestijli “Büyük Ödül”e layık görüldü. Üç yıllık bir aranın ardından ikinci çalışmasıyla takipçilerini sevindirdi yönetmen ve Tereddüt Çizgisi ile 43. İstanbul Film Festivali’nde en iyi yönetmen ve en iyi kadın oyuncu (Tülin Özen) ödülleriyle onore edildi.

Önce Şafak...Arafta Adalet!

Bir iş kazasının neden olduğu ahlaki/etik biraz da kafkaesk bir dilemmaya şahitlik ediyoruz İki Şafak Arasında’da.

Ana karakterin (Kadir) bir gününü anlatan film, tanıklık ettiğimiz 24 saatlik temposuyla Victoria’yı (Sebastian Schipper, 2015), bir vakıa üzerinden farklı/rizom temalara yönelmesi açısından da A Separation’ı (Asghar Farhadi, 2011) hatırlatıyor. Elbette filmde senaryo ve içerik açısından İran sinemasının izleri; teknik açıdansa Rumen Yeni Dalgası’nın emareleri aşikâr.

Kadir, yaşanan bir iş kazasının(!) ayrıntılarını araştırırken aslında seyirci olarak biz de bir yolculuğa çıkıyoruz: Önce kazayı geçiren işçi Murat’ı kollarında hastaneye yetiştiriyor, sonra da bu “iki şafak arasında” hem Murat’ın eşi ve ailesiyle hem de işin/fabrikanın sahibi olan kendi ailesi ve “ciddi düşündüğü” kız arkadaşının ailesiyle tanışıyoruz. Bazen ailenin “küçük oğlu” olarak, bazen toplumun dayattığı “damat” imgesiyle, bazen de “patronun oğlu” sıfatıyla çeşitli zorunluluklar karşısında buluyor kendini. Tüm bu rollerin çatışmasının odağında da temel insanlık halleri: gerginlik,hayal kırıklığı, masumiyet, kibir, cesaret ve soğukkanlılık...

Kadir, ayrıcalıklı bir konumda olmasına rağmen onu -iş cinayetini kitabına uydurmaya çalışan- abisi, avukatları ve babasından vicdanı ayrıştırıyor. Babasının vicdan, hukuk ve ahlak konusundaki konuşmaları tam da “efendi” tavrı, egemen dilinin yansıması.

Tüm bu gelişmeler olurken bir yanda da acımasız gerçek: “Hayat devam ediyor!” Ailenin –“cinayet mahalli”- fabrikası ve fabrikada teslim edilmesi gereken ürünler var. Makineler çalışmaya devam ediyor. Toplum ve koşullar karşısında birey olarak çaresiz ve güçsüz hissediyoruz kendimizi. Pandemi döneminde de makineler çalışmaya, çarklar dönmeye devam etmişti. “Fakir gene fakir, zengin daha varlıklı” oldu.

Bu bağlamda filmin anıştırdığı üzere; gerçek hayatta kendi varoluşumuzun bir parçası olmayan pek çok çatışma mevcut. Doğduğumuz coğrafyadan kaynaklı sosyolojik-siyasal çatışmalar, Batı-Doğu ekseninde ekonomik çelişkiler, zengin-fakir ikiliğinden doğan sınıfsal gerilim hattı, kültürel durumumuz açısından bizi diplomalı-eğitimsiz olarak ayıran birçok tarihsel antagonizma var. Fikrimizin alınmadığı, içine doğduğumuz konjonktür. Bu noktada aslında çıkış yolu basit bir farkındalık; her şeyin ama her şeyin politik olduğuna dair bir bilinç.

Karmaşık olaylarda, gerçeği tam olarak öğrenemediğimiz ve algılarla yönlendirilen, kullanılmaktan fazlasıyla aşınmış “post-truth” çağında farkına varmamız gereken bilinç tam da bu. Şüphesiz bu bilinci de onu oluşturan çağ, doğa ve koşullardan bağımsız düşünmek mümkün değil. Kötü bir düzen içinde iyi olmak ve temiz kalmak çok mümkün değil, ama bu sendrom bizi kötü olmaya itmemeli. Zira erdemli olmak, gerekirse tutarsız olmayı göze alacak şekilde, vicdanının sesini dinlemek, doğru olanı yapmak anlamına geliyor.

Kafka’nın Koridorları: Uşak Adliyesi’nde Dava Hazırlıkları

Büyük kısmını mahkeme salonunda geçen sekansların oluşturduğu Tereddüt Çizgisi (2024), Hollywood’da oldukça popüler olan “mahkeme filmi” (trial film veya courtroom drama) türünün bir örneği, hatta belki de yerli sinemamızdaki ilk örneği sayılabilir.

Filmimiz, patronunu öldürmekle suçlanan bir işçiyi savunan kadın avukatın, karar duruşmasının görüleceği gün yaşadıklarına odaklanıyor. Beyin ölümü gerçekleşen annesiyle ilgili hayati bir karar (organ bağışı) verme aşamasındaki avukat Canan’ın, masum olduğuna inandığı müvekkili Musa’yı temize çıkarmak için harcadığı olağanüstü çabaya tanık oluyoruz filmde. Yönetmenin önceki yapımı gibi Uşak’ta geçen Tereddüt Çizgisi’nin anlatısı, Canan’ın hem özel hem de meslek yaşamında karşılaştığı açmazların en sonunda bir kesişim noktasına varması üzerine kurulu. İki Şafak Arasında isimli filminde olduğu gibi başkarakterin bir gün boyunca yaşadıklarından yola çıkarak karakteri kuşatan toplumsal yapıya eleştirel bir bakış yönelten Tereddüt Çizgisi, hukuk sisteminin işlevsizliğine dair göz alıcı bir projeksiyon tutuyor.

Tereddüt Çizgisi’nin Canan’ı, beyaz perdede bu türün öne çıkan örneklerinde gördüğümüz; gücü elinde bulunduran imtiyaz sahiplerine karşı güçsüzü savunan “kahraman avukat” tiplemesine büyük oranda uyuyor. Maktulün, cinayetin ardından yurtdışına kaçan oğlunun savcılık tarafından ifadeye çağrılmaması, güvenlik kamerası görüntülerinin silinerek delillerin karartılması gibi şüphe çekici birçok husus, suçun Musa’nın üzerine yıkılıp davanın bir an önce kapatılmak istenmesinin ardında yatan kirli menfaat ve güç ilişkilerini imliyor. Canan’ın kazanması neredeyse imkânsız olan bir dava için böylesine adanmışlıkla mücadele etmesi, bir nevi hiper-kahramanlık olarak sunuluyor. Hatta filmin bir sahnesinde işçi Musa’yı mahkûm ettirmek için uğraşan maktulün ailesinin avukatının, Canan’a, bir süper kahraman gibi davranmayı bırakmasını, beyhude kahramanlıklar peşinde koşmamasını salık verdiğini görüyoruz.

Filmde, mekân gerçekçiliği ultra-naturalist ya da zamane tabiriyle gözümüzü kanatacak cinsten: Avukat Canan’ın film boyunca girip çıktığı adliye, hastane ve postane gibi kurumların köhneliği ve boğuculuğu; filmde kullanılan soluk renk paletiyle daha da perçinleniyor. Duruşma sırasında mahkeme salonunun tavanının çökerek aniden suların akmaya başlaması da hukuk sisteminin çürümüşlüğünün “kitsch” ama vurucu bir metaforu: Gücü elinde bulunduranların hukuka dilediği gibi müdahale ettiği kahredici bir “absurd” organizasyon.

Filmin Yumuşak Karnı: Mütereddit!

Kuşkusuz “tereddüt", filmin “leitmotiv”i ve temel izlek olarak çıkıyor karşımıza.

İşçi Musa’nın öldürmekle suçlandığı patronuyla arasındaki husumetin temelinde, Musa’nın patronuyla annesi arasındaki ilişkinin yattığının ortaya çıkması, filmin ideolojik açıdan altını oyuyor. İşin içine namus meselesinin girmesiyle Musa’yla patronu arasındaki çatışmanın özünün esas itibarıyla sınıfsal olduğu gerçeği geri plana düşüyor ve efendi-köle diyalektiği sorunsalı ister istemez kontrpiyede kalıyor. Filmin; patronunu öldüren işçi figürü üzerinden, önce sınıf çatışmasının hayaletini çağırıp sonra da kovması, sınıf meselesine yaklaşımındaki tereddüdü gösteriyor.

Son Yerine: Coming Soon!

Tereddüt Çizgisi’nde, Canan’ın hep bir muğlak-arafta olma hali bariz: ahlaki-vicdani bir muhakeme mi yoksa hırs mı olduğunu asla ölçemediğimiz flu bir konumlanışı var. Aynı fluluk İki Şafak Arasında’da, Kadir’i takip ederken de sürekli duyumsadığımız bir ritimdi. Paradoksal bir şekilde çatışma aksı/hikâyenin seyri ise yönetmenin hemen her söyleşisinde dile getirdiği üzere: “seyircinin olay örgüsüne tanıklık ettiği” çok net iki film.

Genç yaşta, henüz iki filmle umut vadeden bir filmografiyi muştulayan Nacar’ın başarısı, bu çelişkiyi iyi kurabilmesinde sanki. İnsanları ve sonuçları keskin sınırlara sokmamak Nacar’a ait bir imza/sinema dili olabilir mi?

Merakla bekleyip göreceğiz!

Yusuf K.
14 Ocak 2025

12 Ocak 2025

,

Bozuk Satıh

Radikal demokrasi hareketi de KESK de işbirlikçi ve sınıf uzlaşmacıdır. Ne zaman egemenlerle görüşseler, soluğu burjuvazinin kapısında alırlar. Onlara göre, emek ve sınıf hareketleri sadece birer kimlikten ibarettir ve basit bir STK meselesidir.

6-8 Ekim ve 29 Aralık grevlerine katıldığı için işinden aşından mahrum bırakılan, ihraç edilen işçi emekçiler, bugünkü diyalogların gündemi ve geri işe alınma koşulu dahi değildir. Aynı şekilde, barış akademisyenlerinin imzaladığı bildiriden dolayı işsiz kalmaları gündeme bile getirilmez.

Beş bin civarı Kürt siyaseti tutuklusuna af gündemdedir. Onlar adına af talep edilir ama emeği hiçe sayılıp bir gecede işsiz kalanların konusu bugün için talep konusuna dönüşmez. Tüm ihraçların işe alınmaları için açlık grevi yapanlar, hiçbir şekilde radikal demokrasi hareketinin, İHD’nin ve KESK’in gündemi olamaz çünkü KESK, onlarla arasına kırmızı çizgi çektiğini ve ihraçların birer “yol kazası” olduğunu deklare etmişti. Ardından dönemin içişleri bakanı, meclis tutanaklarına geçtiği ifadesinde “KESK’e çökeceklerdi, KESK’i ben kurtardım” demişti. Buna karşı sendika hiçbir açıklama yapmadı. Demek ki ihraçlar, egemenler adına bir tür yol açmaydı ki KESK de buna hempa oldu.

KESK sınıf işbirlikçidir, evet uzlaşmacıdır. Enflasyon oranları her ayın üçüncü iş gününe denk geldiğinde TÜİK tarafından açıklanır. Bu kurum önünde göstermelik basın açıklamaları yapmak dışında KESK, hiçbir sendikal eylem öremedi. Son 2-3 ay bile enflasyonun düşük çıkacağı bilindiği hâlde her ay belirli saatlik ve günlük iş bırakmalar ayın üçü öncesinde geliştirilseydi, sendikacılık da emekçiler nezdinde rüştünü ispatlardı.

Bakanlık 11,54 zammı imzalayıp bordroları mühürledikten sonra KESK yanına aldığı sendikalarla 13 Ocak’ta grev ilan ederek sendikacılığın nasıl yapılmayacağını egemenlere ve burjuvaziye gösterip onlardan bir kez daha icazet alacak. Oysaki asgari ücretin açıklandığı günlerde sosyal medyada ve emekçilerin gündeminde genel grev vardı.

KESK, bilinçli bir şekilde sınıf kinini yatıştırıyor. Ona biçilen görev bu. Salgın döneminden itibaren barınma, gıda, eğitim, ulaşım, sağlık harcamaları emekçilerin sırtına yük olurken KESK, hiçbir biçimde buna hazırlanmadı. CHP’li İBB’nin rekor toplu taşıma ulaşım zamlarına karşı sesini çıkarmadı. KESK, bu gerçekleri bildiği hâlde sendikacılık yapmadı, olası bir çözüm sürecinin yedek bileşeni olarak üyesini hazırlayıp sivil toplumculuk yaptı.

Şu an Eğitim Sen ile KESK arasında dönem dönem çaprazlama şekilde yönetici transferi gerçekleşiyor. İki yönetimdeki toplam sayı 14. Bunlardan biri, Adana şube başkanıyken öğretmenlerin performans olarak puanlandığı dönemde sendikanın ilkesel olarak 100 puan da verilse itiraz dilekçesi yazılması yönünde dilekçe verilmesini kararlaştırdığı eylemine katıldığı için avukatla görüşmek isteyen üyeye “Seksen puan aldın, neye itiraz ediyorsun, 40-50 puan alan arkadaşlarımız var” diyen biridir. Bir diğeri, sol bir partiye yakın olduğu hâlde İstanbul’da bar ve meyhane ortaklığı yapandır. Bir diğeri, genel oyu savunduğunu söyleyip yok denecek delegeye sahip olduğu hâlde yönetime girendir. Aralarında HDP vekil adayı olup sendika yönetimine tırmanan, özel dersler veren, kendi üyesine iftira atmaktan geri kalmayan kişiler vardır. KESK’e bağlı sendikalardan birinin genel merkez yöneticisi TOGG araba alıp dört katı paraya internette satışa çıkarandır. Hiçbiri de öznel iddialar olmayıp her biri internet taramasında yer alan bilgilerdir. Hiçbiri de kişilerin değil, geldikleri anlayışların/hareketlerin yozlaşmış siyasetlerinin yansımasıdır. Althusser’in işaret ettiği gibi ideolojilerinin birer ürünleridir. Şubeye kayyum atayan, 1 Mayıs alanında sınıfı terk edip kaçan, lüks otellerde ve termallerde sendikal eğitim ve kokteyl verenler sendikacılığı bu ülkede dibe vuranlardır.

KESK, emperyalizmin işbirlikçi sendikasıdır. 6-7 Ekim grevlerini ilan eden sendika, bugün Filistin için sokağa bile inmemiştir, konsolosluk önü açıklamasına bileşen olarak adını yazdırıp beş üye gittiği hâlde onların ardında yürüyecekleri sendika pankartını bile yazdırmamıştır. AB fonlarıyla mültecilik konulu paneller düzenleyip hiçbir şekilde işyerlerinde çalışan üyelerine kürsü hakkı tanımayandır.

KESK’e bağlı sendikaların yönetim kadrosunun ittifak anlayışı dedikodu yapmak üzerinedir. Sendika parası yemekten, sendikanın aracını şahsi işlerine kullanmaya kadar tüm iddialar birer dedikodu olarak dolaşımdadır. Birbiri hakkında basına “Onlar faşizmle anlaştı, kongreyi terk etti!" derler, bir dönem sonra faşizmle anlaştığı iddia edilenlerle anlaşıp yönetici yaparlar. KESK’in gerçeği budur, fazlası olamaz.

KESK, sınıfı yok saydığını, içinden bir grubun yayınladığı broşürle ilan etmiştir. O broşür, fiili olarak KESK’in tüzüğüdür. KESK’te demokrasi yoktur, hiçbir üyenin genel oy hakkı bulunmaz.

KESK, burjuva hasetliğinin sendikal tezahürüdür. Takvimi vardır, o günlerde kokteyl düzenler, deprem anmasını mum yakarak yapar, mitinge gittiği uzun yol otobüsünde alkol almayı modernlik zanneder. Kadın bedeni üzerinden geliştirilen siyaseti feminizm diye üretir. “Patronsuz pezevenksiz bir dünya” pankartıyla açıklama yapanlara şubelerinde yer verir, vegan korteje alan açar.

Ama açlık grevinde yerlerde sürüklenenlere kapısını kapatır. KESK’in geldiği yer, anarşizmdir. En geri sendikada bile kalmak isteyen varsa KESK budur, yoksulluğumuzun suç ortağıdır. KESK’in peşinden gittiği İHD ise kehribar tespihin diğer boncuğudur. O boncuk ki dün “asla” dediğini bugün “barış ortağı” yapar.

KESK’in de İHD’nin Arkadaş Z. Özger’in ölümüne giden süreci hazırlayanlarla herhangi bir tarihsel sorunu olamaz ama sürecin onurlu bir barış olması istenir. İHD başkanının sosyal medya paylaşımı altı ay öncesine aittir. Bugün değişen nedir? Hiçbir itirazı yoktur yaşananlara. O paylaşım yapılırken “kendi adıma” denir, bugün insan olmanın ve vicdanın onuruyla tepki geliştirmez.

Kürdün ve işçi emekçinin onuru da yoksulluğu da bozkurt işareti yapan ele tespih yapılmıştır. O bozkurdu yapan el yumruğa dönüştüğünde, Karadeniz’deki fındık işçilerine şiddet olarak döner. İşçi emekçiye uzanan o eli kırmak da ant olsun ki görevimizdir.

O tarihsel görevin bilinciyle o yumruğu sallayan kolla, o ırkçı yazılarını duvara nakşedenlerle, anaları yerlerde sürükleyip kadınlara saldırılması için tespih tutan elle barışmayacağız. Sonuç olarak, tarihte kalan bedeller üzerinden bugün bu çevrelere biçilen paye, emekçinin yüzüne inen tokadın icazet makamıdır. Bizim tarafımız, bugün yaşlarımız fark etmeksizin “fosil” diye yaftalansak da Kerbela’da Hüseyin'in, Paris Komünü’ndeki işçinin, Çin’de Uzun Yürüyüşü yapanların, Ekim’in, Bedrettin’in makamıdır.

S. Adalı
12 Ocak 2025

11 Ocak 2025

, ,

Tarafları Eşitlemek



Yanis Varufakis Suriye ile ilgili yorumunda[1], bir yandan “asgari ahlaki standartlar”ı savunuyor, bir yandan da Esad hükümeti gibi hükümetleri ve emperyalizmi birlikte karşıya atıyor, buradan da antiemperyalizmi kendince eleştiriyor. İyi niyetli cümleler kuran Varufakis’in analizi idealist, zira kendisi, emperyalizmin ve egemenlik mücadelelerinin maddi gerçeklerini idrak edemiyor.

Varufakis, Esad ve Saddam gibi isimlere “müstebit” diyor ve bunların başlarında oldukları hükümetlerin doğaları gereği ahlaki kusurlara sahip olduğunu söylüyor. Böylesi bir yaklaşımın ilgili hükümetlerin sömürgecilik tarihi, ekonomik baskılar ve emperyalist müdahale ile tanımlı belirli maddi koşulların ürünü olduğu gerçeğini göz ardı ediyor.

“İstibdat” gibi ahlaki etiketlere odaklanmak suretiyle Varufakis, bu hükümetleri tarihsel ve jeopolitik bağlamlarından soyutluyor. Oysa Suriye gibi yerlerdeki hükümetler boşlukta varolmuyorlar, bunları egemenlik mücadeleleri ve emperyalizmin istikrarsız kılma çabaları biçimlendiriyor.

Varufakis, bu tür hükümetlerin halklarına yabancılaşması sebebiyle, kaçınılmaz olarak çökeceğini iddia ediyor. Bu yaklaşım, emperyalist güçlerin ülke içinde hüküm süren çelişkileri yaptırımlar, vekalet savaşları, askeri müdahale üzerinden istismar ettiği, zamanla çöküş için gerekli koşulları yarattığı gerçeğini görmezden geliyor.

Materyalist yaklaşım, emperyalizmi dünya üzerinde hüküm süren zulme yön veren ana çelişki olarak tanımlar. Ülkelerdeki hükümetlerin yüzleştikleri iç meseleler, emperyalizmin hâkimiyet kurma girişimleri ve sömürü pratiğine karşı verilen kapsamlı mücadelede talidirler.

Varufakis, antiemperyalistlerin emperyalizme ve “müstebit” hükümetlere aynı ölçüde karşı çıkması gerektiğini söylüyor. Bu tespitin küresel dinamikleri yanlış okuduğunu görmek gerekiyor. Kusurlu bile olsalar, emperyalizme karşı koyan hükümetler, genel ve kapsamlı egemenlik mücadelesinin parçasıdırlar.

Burada mesele, ilgili hükümetleri idealize etmek değil, ait oldukları bağlamı tanımak. Örneğin Esad hükümeti her şeyden soyutlandığında, onun “iyi” ya da “kötü” olduğuna dair bir hükümde bulunulamaz. Bu hükümet, emperyalizmin saldırılarının ve bölgedeki güç mücadelelerinin biçimlendirdiği maddi güçlerin bir ürünüdür.

Varufakis, bir yandan da antiemperyalizmin ahlaki tutarlılık üzerinden “zihinleri ve kalpleri kazanmak” suretiyle başarıya ulaşacağını iddia ediyor. Oysa halkı harekete geçiren şey, onun gündelik mücadelelerinden kopuk ve soyut ahlaki çağrılar değil, toprak, emek ve kaynaklar gibi maddi çıkarlardır.

Antiemperyalistlerin her iki tarafı aynı ölçüde kınaması gerektiğini söyleyen yaklaşım, emperyalizmin istikrarsızlık ortamı yaratma konusunda oynadığı rolün üzerini örtüyor. Varufakis’in eleştirdiği cihadistler, o ülkenin bağrından çıkmış, doğal unsurlar değiller. Hepsini de Suriye’yi istikrarsız kılmak isteyen emperyalist güçler silahlandırıp fonladı.

Hükümetleri “müstebit” olarak yaftalamak suretiyle Varufakis, emperyalizmin müdahaleleri meşrulaştıran dilini benimsiyor. Bu yaklaşım sayesinde emperyalizm, “zulme karşı koyma” kılıfı altında milletleri harap ederken kurtuluşçu maskesi takma imkânına kavuşuyor.

Etkili bir antiemperyalizm, emperyalizmin maddi yapılarına dair bir anlayışın geliştirilmesine ve onun hâkimiyet kurma çabası karşısında birleşme iradesine ihtiyaç duyuyor. Burada mesele, saldırılan hükümetlerin her bir eylemini savunmak değil, onların genel ve kapsamlı direnişin parçası olarak egemenlik için verdiği mücadeleyi tanımak.

Varufakis’in ahlaki standartlara uyulması çağrısı önemli olsa da bu çağrı, maddi analizden kopartıldığı takdirde idealizme teslim olacaktır. Antiemperyalizm, soyut ilkelere işaret ederek değil, ekonomik bağımsızlık, sınıf mücadelesi ve egemenlik gibi gerçek ihtiyaçları ele alarak başarıya ulaşabilir.

Özetle; emperyalizme karşı olmak, küresel hâkimiyet ve sömürü sistemi denilen asli çelişkiyi başa yazmak demektir. Hükümetleri bağlamlarından kopartıp onları “müstebit” olarak yaftalayanlar, emperyalizmin sözüne güç katarlar ve egemenlik mücadelesinin altını oyarlar.

Varufakis’in hümanist duruşu, ahlaki duruluğun üzerinde duruyor ama büyük resmi gözden kaçırıyor. Antiemperyalizm, maddi gerçekleri dikkate almalı, emperyalizmi dünyanın çektiği çilenin önemli bir kısmının ardındaki ana itici güç olarak görmelidir. Ancak o vakit direniş tesirli olabilir.

Son olarak bir hususu netleştirelim:

Başta kendisini “iyi niyetli” olarak nitelemiş, onun şahsiyetinden çok fikirlerine odaklanmak gerektiğini söylemiştim. Oysa insanın söyledikleri de önemlidir. Varufakis’in Batılı aydın olarak edindiği birikimi, tarafsızlık kılıfı altında emperyalizmin sözüne güç katan söylemini biçimlendiriyor.

Emperyalizme karşı olduğunu söyleyen Varufakis, emperyalizmin hedeflerini görmezden geliyor. Bu yaklaşım, Batı’nın üstün olduğunu söyleyen görüşten yana duruyor, emperyalizmin müdahalelerini meşrulaştırıyor, bir yandan da krizlere yol açan emperyalist sisteme yönelik eleştirileri susturuyor.

Varufakis şahsında ortaya konulan zihinsel süreç, tutarsızlıkla malul olan bir şey değil. Burada kendisi kasıtlı hareket ediyor. Söylemi emperyalist hâkimiyeti pekiştiriyor, emperyalizme karşı direnişin güçlenmesine katkıda bulunmak yerine onun daha da güçleşmesine neden oluyor.

Antiemperyalizm, “her iki taraf”ı redde tabi tutmaktan daha fazlasına ihtiyaç duyuyor. Antiemperyalist duruş, emperyalizmin dünyanın çektiği çilenin asli sebebi olduğu gerçeğini açığa çıkartmayı, bu noktada zalimlerle mazlumları eşitlemeyi redde tabi tutmayı gerekli kılıyor. Bunun dışında alınacak her tutum emperyalizmin ajandasının yürürlüğe konulmasını mümkün kılıyor.

Yusuf
10 Aralık 2024
Kaynak

Dipnot:
[1] Yanis Varoufakis, “Lessons from Syria”, 10 Aralık 2024, X.

10 Ocak 2025

,

Bedelli İttifak

İşgal, tarihte hiyerarşik bir yönetimin geliştirilmesini takip eden aşamada, doğal kaynaklardan yararlanma amacıyla gündeme gelmiş bir olgudur. İşgalin temelinde doğal kaynaklar üzerinde hâkimiyet kurma mücadelesi vardır.

Ezen-ezilen arasındaki mücadele, kendisini sınıflı toplumların her aşamasında ortaya koyar. Fetih adıyla dini yayılmasında da dini saikler işgalin yüzeyindeki nedeni oluştursa da derindeki asıl sebep değişmez. İşgal ve savaş, bugünün nihilist ve varoluşçu söyleminin aksine, basit bir güç ve üstünlük inşasının arzusuyla açıklanamaz.

Kapitalist sistemle sömüren-sömürülen karşıtlığı, ezen-ezilen ilişkisini farklı bir aşamaya taşır. Milliyet, din, ideoloji yaymaya dayalı savaşlarda ortaya çıkan ezen-ezilen ilişkisi, yine hâkimiyet kurmanın nedeninin sömürü ve mülkiyet olduğu gerçeğiyle bağlantılıdır. İşgalcinin, emperyalistin ve sömürenin kendi kültürünü yaymasındaki amaç, sömürdüğü topluluğu, sınıfı, ulusu tek tipleştirerek rızayı inşa etmektir.

Bu bağlamda günümüz emperyalizmi, Batı kültürünün, yaşam biçiminin, Batılı zihnin, düşünme sistematiğinin ve İngilizcenin yayılması ile neticelenir, fakat sömürü ve işgalin temel nedeni yine aynıdır.

Bugün İran’ın sahip olduğu limanlar, doğal gaz ve petrol kaynakları, madenler, İran’ın hedefe konulmasının arkasındaki ekonomik nedenlerdir, çünkü İran, rezerv açısından doğal gazda ikinci, petrolde dördüncü sıradadır. Politik bağlamda İsrail Siyonizmine en çok füze yollayıp Direniş Ekseni’ni destekleyen ülkedir.

Türkiye’de kimi kesimler, İran’ın hedefe konulmasının ardındaki nedenlere değinirken daha çok ülkenin Şii oluşu, bunun yanında, kadın hakları ile ilgili uygulamaları ve yönetim biçimi üzerinde durmaktadırlar. Bu sorunların hiçbiri, İran’ın işgal edilmesi için gerekli “haklı savaş”ın ve işgalin gerekçesi olamaz, çünkü halklar, kendi ülkelerindeki eşitlik, adalet ve özgürlük mücadelelerini bedelleri göze alarak, kendi özgücüyle geliştirirler.

Kimse bir bebeğin yürümesini onun yerine ve müdahaleyle sağlayamaz, bebek, görüp deneyimleyerek ihtiyacı olan yürümeyi kendi iradesi ve kapasitesiyle gerçekleştirir. Söz konusu dini saiklerse İran, İslam coğrafyasının ülkesidir ki bu noktada geliştirilen İran karşıtlığının hayatta bir karşılığı bulunmamaktadır.

Emperyalist ülkelerin dinleriyle Şiiliğin sözde karşıtlığında ise halkların birbiriyle böyle bir düşmanlığı olmadığından sorun, halkları sömüren yönetimlerin halklar arası çatışmayı ve savaşı manipülatif politikalarla geliştirmeye çalışmasıdır. Öyle olmasa dünya halkları Filistin için alanları doldurmazdı.

Kadın hakları konusuna gelince; Batı emperyalizmi aileye, kadına, erkeğe, çocuğa, yaşlıya, engelliye savaş açan saldırgan bir güçtür. Onun sunduğu özgürlük yozlaşmadır, özgürlüğün olması için sömürünün olmaması gerekir.

Özgürlük çarpıtması, Balkanlar, Kuzey Afrika, Irak, Filistin ve Suriye özelinde yaşanan emperyalist işgallerde gerçek yüzünü gösterdi. Egemen güçlerin ve emperyalistlerin İran’a yönelik hedefi ortadayken, Kürt siyasetinin İran’a yaklaşımı nedir, nasıldır?

Hiçbir ezilen halk, başka bir ezilen halktan nefret etmez, edemez. Ezilen ve sömürülen, birbiriyle dayanışabilecek tek güç, tek öznedir. Ezenler ve sömürenler, halklarla dayanışma geliştirmez. Aynı şekilde, bu noktada İran konusunda Kürtlerin yaklaşımıyla Kürt siyasetini birbirinden ayırmak gerekir, çünkü birinde halk gerçeği, diğerinde diplomatik pragmatizm vardır.

Kürt siyaseti, İran’ı kadın hakları, totalitarizm, İran Kürtlerinin hakları üzerinden değerlendiriyor. Diplomatik bağlamda ise geçmişte bölgedeki Hizbullah’ın İran’dan destek almış olması Kürt siyasetinin bugünkü İran karşıtlığının nedenleri olarak ele alınabilir.

Savaş; yıkım, tecavüz, katliam, ailelerin parçalanması, sömürülme, yurtsuz kalma ve halk sağlığı sorunudur. Çocukların geleceğinin yıkılması, kadınların savunmasız bırakılması savaşla daha da kötü bir aşamaya geçer.

Tüm bu gerçeklere rağmen Yeni Yaşam’da “Baharat Yolu’ndan Kürt Barışına”[1] başlığıyla çıkan yazıda, önce Çin’in bölgeyle ilişkisi ele alınıp, ardından emperyalizme çağrı yapılıyor. Makalenin yazarı, İran’ın destek verdiği Direniş Ekseni’nin zaten “yokluk” noktasına geldiğini, İsrail’in etki alanının arttığını, emperyalizmin İran’a yönelik saldırı hazırlığında bulunduğunu söyledikten sonra, İran’a savaş açılacaksa önce içte barışın sağlanıp sonra ülkemizin ve bölgede yaşayan Kürtlerin müttefik olmasının emperyalizm için neredeyse “tek seçenek” olduğu “hatırlatılıyor”. Bunun adı, savaş çığırtkanlığı ve emperyalizme işbirlikçilik yapmaktır.

Demek ki Bahçeli’ye hediye edilen kehribar tespih, emperyalizme asker olarak teslim edilen halklarımıza dair bir işaretten, bir mecazdan ibaretmiş.

Milliyetçilik demek bile artık yetersiz kalıyor. Emperyalist işgalciye “Sana üs, asker, destek veririz" demek, savaş bütçesine karşı çıkma söylemini boşa düşürür.

Yeni Yaşam’da yayınlanan bu yazı, son yazılarımızda dile getirdiğimiz, “bu siyasetin sömürünün nedenini savaş ve güvenlik harcamaları üzerinden açıklama çabası, ekonomi politik açıdan sonuçsuzdur” tespitimizi kanıtlamaktadır. Neticede gazete, yazının yazarından bağımsız bir görüşe sahip değil.

Hem savaş bütçesine “Hayır” diyeceksiniz hem de “Türk-Kürt Malazgirt İttifakı’nı kuralım da bizi de yanınıza alın İran’ı devirelim” diyerek emperyalizme çağrı yapacaksınız! Bir yandan HTŞ, İsrail, emperyalizm güzellemesi yapacaksınız, bir yandan “ezilen halkımızın hak mücadelesi” diyeceksiniz!

Kürtleri Filistin mücadelesinden koparınca sıra, geçmişte Kürt Hizbullah’ından farksız olan HTŞ ile okullara girmek için protokol imzalayan Ülkücülerle ittifak kurmaya geldi. Nihai aşamada hedef İran ve bu, açıktan dillendiriliyor.

Emperyalizmin kara ordusu olmayı halklara dayatmak aleni suçtur.

Yeni Yaşam’da Müslüm Yücel imzasıyla yayınlanan Nâzım konulu yazıda Kore Savaşı’yla ilgili yazılan şiirdeki diyetin ne olduğu demek ki bu ilişkiler sebebiyle çarpıtılmıştır.[2]

Son yazılarımızda vurguladığımız, İran rejiminin işgalle değiştirilmesi planının İran Kürtleri üzerinden işletilme ihtimali, Yeni Yaşam’daki yazıda “ideal seçenek” olarak takdim edilmekte, böylelikle bizim iddiamız bir biçimde tasdiklenmektedir. O hâlde İdris-i Bitlisi İran Kürtleri, HDP-MHP görüşmelerinden çıkacak “barış” da Malazgirt İttifakı oluyor.

Tarih başka şekilde de güncellenebilir: Kürt siyasetinin varacağı yer de 1999 Kosova’sının UÇK’sıdır, emperyalist işgalin ülkeye davet edilmesidir. Zaten 2003 Irak İşgali sonrasında Kürt siyasetinin önemli isimleri emperyalistlerden aynı desteği talep etmişti. Yakın bir zamanda neler olacağı daha net görülecek ki “barış” sürecine düşman olmak istemeyen KESK de bordroya 11,54 olarak, onaylı şekilde girmiş zammı, 13 Ocak’ta grevle kabul edecek. Grev neden zam oranı kabul edilip imzalanmadan önce yapılmadığı sorusunun cevabını İran’a karşı kurulan ittifakın bileşeni olma arzusunda aramak gerekmektedir.

S. Adalı
10 Ocak 2025

Dipnotlar:
[1] Zafer Yörük, “Baharat Yolu’ndan Kürt Barışına”, 30 Aralık 2024, YY.

[2] Müslüm Yücel, “Türk Entelektüelleri”, 24 Ağustos 2024, YY. Konuyla ilgili bir değerlendirme için bkz.: S. Adalı, “Yamalı Bohça”, 26 Ağustos 2024, İştiraki.

08 Ocak 2025

,

Ganimet


Aslında herkes her şeyin farkında. 2007’den beri AKP düşmanlığı köpürtülüyor ve bu düşmanlık laiklikle tanımlı. Dikkatler başka yöne çekiliyor. Merkezde duran asıl iktidar mekanizması, kitleleri başka araçlarla oyalıyor. Onun da laiklik gibi bir derdi yok.

Devlet memuru olarak Yalçın Küçük, devletin kendisine söylemesini emrettiği şeyleri söylüyor. Doksanların başında “Emperyalist Türkiye”den söz eden, bu arayışı güya eleştiren Küçük, 2000’lerde “Türkiye büyümezse küçülür” diyor. 2008’de gerçekleşen bir terör saldırısını sola meyilli İslamcı bir örgütün yaptığını söylüyor. Böylece ilgili meyli kendince terörize ediyor. Kendisine emredileni yapıyor. Küçük, büyük Türkiye masalına kadro yetiştiriyor.

Mevcut iktidar mekanizmasında belirli bir azınlığın mevkisini korumak esas. Bu azınlığın rol modeli bugün Ali Koç. Onu ÖDP’li Nejat İşler seslendirmek zorunda. Bu dublaj tesadüfi değil. Sol sosyalist hareket, Koç ailesini seslendirmekten başka bir şey yapamaz.

Merkezde, kavşakta bir rol model, bir tür put olarak Koç ailesi duruyor. Devlet, ölçü ve ölçeğini oradan belirliyor. Ekonomi ve toplum şahsında üretilen her politika, bu ölçü ve ölçek uyarınca yürürlüğe konuluyor.

Kürt ve Müslüman düşmanlığı, bu devletin iliğine, mayasına, kanına işlemiş bir olgu. Devlet, bugün “Sayın Öcalan” ve “Sayın Cevlani” diyorsa, vardır bir bildiği! Demek ki merkezdeki Koç ailesi, Kürt ve Müslüman’ın toprağına giriyor. İki “sayın” da birbirine bağlı, düğüm noktası, Koç ailesinde simgelenen sermaye. Gazali “Özü ihmal edip kabukla uğraşan, aldanmıştır” diyor. Aldanmamak ve aldatmamak gerekiyor. Erdoğan, o sermaye adına her şey olabildiği için orada. Ona hizmet ediyor. Sermayenin özgürlüğünü insanın özgürlüğü diye yutturmaya çalışanlar da Erdoğan’a çalışıyor.

O sermaye ve devletin kurgusunda Ali Koç, merkezde tüm arınık ve nezih hâliyle duruyor. Kürt ve Müslüman ise kirli ve yabanî düşman. Bugün onlara karşı verilen mücadele, başka bir aşamada. Burada kuzu postuna girmiş kurt politikası işliyor. Osmanlı’dan beri yürürlükte olan politika uyarınca, isyan etmiş lidere bahşiş veriliyor, o bu sayede kontrol altına alınıyor. Devlet, Öcalan’a da Cevlani’ye de mecbur. Burada “devlet, Kürt’e ve Müslüman’a doğru esniyor, kirleniyor” diye diz dövmenin anlamı yok.[1]

TKP CEO’su Kemal Okuyan, tam da bunu yapıyor. Kürt ve Müslüman’a doğru büyümenin devleti gevşeteceği uyarısında bulunuyor. Koç ailesinin devletini koruma görevini ifa ediyor. Merkezde duran put adına konuşmayı komünist siyaset zannediyor. Kürt ve Müslüman’dan arınık olanı örgütlemek için uğraşıyor. Sınıflar mücadelesinden azade gördüğü puta sarılıyor. İçi boş “cumhuriyetçi birikim”e sesleniyor. O put adına, işine geldiği yerde, düşmanını savuşturmak veya ezmek için kendince emek-sermaye analizleri yapıyor, ama nedense o analiz, merkezdeki arınık özü, putu hiç kesmiyor. Marksizm, o kavşağa hiç uğramıyor. Kemal Okuyan, otuzlu yıllara ait kurguyu sınıf mücadelesinden ve Marksist devrimcilikten kaçırıyor. Onu koruma altına alıyor. O da verilen işi yapıyor.

Ukrayna ve Suriye birbirine bağlı. Okuyan, Ukrayna’da “emperyalist paylaşım” görüyor, çünkü Koç ve devletinin gözüyle bakıyor.[2] Suriye’yi de aynı zaviyeden değerlendiriyor. O, sermayenin kirletmediği saf burjuva devletini savunuyor. Hayal âleminde yaşıyor, hayal satıyor.

TKP, ancak Türk devleti nüfuz sahasına Lübnan’ı dâhil ettiği, birilerinin Lübnan’da Türkiye’ye katılmayı tartıştığı dönemde Lübnan Komünist Partisi ile temas kurabilirdi. O ancak devlet ve sermayenin ambulansının arkasından giden taksici olabilir! Türk devletinin uzantısı, aparatı, aracı olarak parti, Lübnan’la ancak işgal pratiği bağlamında ilişki kurabilir. Daha önce kuramazdı, çünkü öncesinde LKP kirliydi. Bugünse LKP’ye, burjuvazi adına mahalleleri soylulaştırma girişiminin parçası olan semtevleri ziyaret ettirilir. Burada LKP’ye ıslah politikası dersleri verilir. TKP, başka bir işe yaramaz.

“Büyümesi gereken Türkiye”, büyüyorsa emperyalizm adına büyüyordur. Onunla ilişkili olan Koç ailesi kadar büyüyebilir. Kürt ve Müslüman’la ancak o izin verdiği ölçüde ilişki kurabilir. Koç ailesinin yanından ayrılmayan İmamoğlu’na kul edilmiş Kürt emekçi halk kitlesi, ancak bu teslimiyet sayesinde susturulabilir.

Toplamda TİP gibi yapılar dâhil tüm sol örgütlerin ana lideri, Mustafa Sarıgül’dür. Bu dönemin modası ve asli imajı olarak eşcinsellik, önemli bir finansal göstergedir. Sarıgül’ün eşcinsel olduğunu gösteren video, onun solun liderliği vasfını perçinlemiştir. Artık sol, Ortadoğu’da, bu toprakların kan ve barut kokan sokaklarında özgürce dans edebilir. İstediği bu değil miydi?

Ama sermaye yetinmez, daha fazla kâra muhtaçtır. Yürümek, fethetmeye yazgılıdır. Sol da fazlasını ister. Zafer Yörük ve Yeni Yaşam’ın ağzından döküldüğü biçimiyle, “Savaşacağız, birlikte İran’a yürüyeceğiz” der.[3] Kürdü emperyalizmin akıncı birliği yapanlar, halk düşmanıdır.

Bu halk düşmanlığı, bugün “İran’la savaş ve rejim değişikliği planları içinde iki bölgesel olgu önem kazanıyor. Kürtler ve Türkiye devleti. Irak, Suriye ve Türkiye sınırları içinde yaşayan Kürtlerin İran rejimini devirme konusunda hemfikir olmaları önemli çünkü Rojhılat Kürtleri, İran rejiminin devrilmesinde dayanılacak temel siyasi güçlerden biri olmak durumundadır. Kürtler İran rejimi karşıtı uluslararası siyasi ittifak içinde yer alırken Türkiye devletinin de ittifak içinde tutularak herhangi bir oyun bozucu hareketi engellenmelidir. İdeal olansa, İncirlik başta olmak üzere ABD üslerinin böyle bir operasyonda kullanılmasıdır. Bazı kaynaklar, ABD’den satın alınamayan F35 jetlerine uygun hale getirilmiş olan Malatya Erhaç Hava Üssü’nün bu cephe için hazırlandığını iddia ediyorlar” demeye mecburdur. Bu savaş çığırtkanlığı, emperyalizm uşaklarının asli işidir. Bunların derdi, yoksul Kürt halkı değil, Koç ailesiyle iş yapacak ağalar ve paşalardır.

“Siyasal Alevicilik” tabiri de bu bağlamda gündeme gelmektedir. HDP ekmek vermese hiçbir vasfı olmayacak Kenanoğlu gibi isimler[4], Suriyeli Alevileri tıpkı “Siyasal Alevicilik” diyenler gibi eleştirmektedir. Suriye’de sadece Dürzilerin ve Kürtlerin politik olduğunu vurgulayan Alevcilik tüccarı, politik olanı ABD ve İsrail’e göre tanımlamaktadır. ABD ve İsrail’e uşaklık etmemeyi apolitizm olarak görmektedir. Bunlar, “İsrail savunulduğu sürece çocukların öldürülmesinin, hastanelerin bombalanmasının bir önemi yok” diyen solcu Alman dışişleri bakanının memurudurlar. O bakan da doğrudan NATO ve CIA’ye bağlıdır.

Kürkçü gibi devletin ajanlaştırdığı kişiler, dün Öcalan’a küfrederken bugün onu peygamber ilân ediyorlar. Dün Boynerci olan Kürkçü, bugün Koç ailesi adına Öcalan’a methiyeler düzüyor. “Özgürlük ve demokrasi” mücadelesini kurulan MİT masasına bağlıyor.[5] Sokakta, fabrikada, alanda hiçbir şey yapmamayı telkin ediyor. O da örtük olarak “ver Öcalan’ı al Rojava’yı” diyor. AB’nin Öcalan telkinlerinin emperyalizme değil de özgürlük ve demokrasiye hizmet ettiği yalanına kitleleri örgütlemek için uğraşıyor. Her fırsatta yalan söylüyor. Emperyalizmin politikalarına ideolojik kılıflar örülüyor. Süsler iliştiriliyor.

Bugün Kemalist çevre de MİT’ten aldığı brifing gereği, Alevilere yönelik baskı ve zulme ses çıkartamaz. Kenanoğlu şahsında “Siyasal Alevicilik” diyen, Alevilerin Baas iktidarının yanında olmanın ceremesini çektiğini söyleyen HDP, Suriye Alevileri için kılını kıpırdatamaz. Çünkü herkes, daha büyük bir ganimet peşindedir. O ganimetten akan kanda boğulacakları gerçeği de bu toprakların emridir.

Eren Balkır
6 Ocak 2025

Dipnotlar:
[1] Kemal Okuyan, “Genişlerken Gevşemek”, 2 Ocak 2025, X.

[2] Kemal Okuyan, “Dün Bir Video Düştü Önüme”, 3 Ocak 2025, X.

[3] Zafer Yörük, “Baharat Yolu’ndan Kürt Barışına”, 30 Aralık 2024, YY.

[4] Ali Kenanoğlu, “Kürtler ve Dürziler”, 3 Ocak 2025, X.

[5] Ertuğrul Kürkçü, “Öcalan’ın Dediği”, 30 Aralık 2024, Sendika.

06 Ocak 2025

, ,

Zincirin Halkaları


2003 Irak işgaliyle başlayan süreç, Ortadoğu’yu şekillendirmeye devam ediyor. Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla başlayan süreç, emperyalizmin bölgeyi parçalama stratejisiyle sürüyor. Kuzey Afrika, Irak, Suriye istikrarsızlaştı, mezhep ve milliyet eksenli medeniyetler çatışması, emperyalizm desteğiyle sürdürülen iç savaşlarla vekalet düzleminde yeni bir aşamaya geçti. Ukrayna-Gürcistan ekseninde sürdürülen emperyalist blokun saldırıları devam ederken, şu an sırada/hedefte İran duruyor. İran, mevcut hâliyle adı geçen bölgelerden farklı bir konumda yer alıyor.

İdris-i Bitlisi’den Malazgirt’e çekilen ittifak eşiği, İran’ın durumundan bağımsız düşünülemez. Suriye’nin aldığı ağır yenilginin ardından kuzeydeki yönetimle HTŞ yönetiminin emperyalizm yanlısı politikaları İran’a karşı yeni bir mevzi açılacağının işareti. “Jin, Jiyan, Azadi” sloganıyla İran’da boy gösteren toplumsal eylemler, mevcut çözüm sürecinin, Suriye’nin geleceğinin ve Irak’ın durumuyla İran’ın yeni bir aşamaya evrileceği yönünde gelişecek bir süreci doğuracaktır.

Bölgede güçlenen ve hareket alanını genişleten Siyonist rejimin öncülüğünde İran köşeye sıkıştırılırken, kendi iç dinamiklerinden kaynaklanacak hareketlenmenin İran Kürtleri üzerinden gelişmemesi mümkün değil.

“Siyasal Alevicilik” söylemi bu bağlamda gündeme getirildi, ardından birçok sol sosyal medya hesapları kapatıldı. İçteki “çözüm” bölgedeki aksini kısa sürede üretecek.

Yüzyıllar önce İran’a sefer düzenlenirken Aleviler Şah’a gidiyordu, bu aşamada İdris-i Bitlisi’nin görevinin bugün tespih hediye edenlere mi verileceği sorusunun yanıtlanması önem arz ediyor fakat bilinmeyen bir gerçek var ki Şah’a gidilen dönemle bugün aynı değil. Aleviler yurtsuz da değil şahsız da. Alevi halkının anti-emperyalist damarı bu politikayı iflas ettirecektir.

Tunceli’de Suriye Nusayrilerine destek için yapılan basın açıklamasına Kürt siyasetine yakın sosyal medya hesaplarından gelen tepki göz önüne alındığında Malazgirt ittifakının ne yöne baskı yapacağı da gün yüzüne çıkıyor. Yeni bir dönem başlıyor, bu yeni dönemde sol da Kürt siyaseti de farklı ayrışmalara ve arayışlara sahne olacak. Çözüm süreci, Kürt siyaseti tarafından solun, peşlerine takılan kimlik hareketlerinin, sendikaların, partilerin, LGBT hareketinin tasfiyesiyle sonuçlanacak. Tarih gösteriyor ki o ittifaklar ne zaman güncellense Şah kimse ona harekât düzenlenir ama şah içeride olursa o tasfiye edilir.

“Ulaşılabilecek bir çözümden sonra emek özgürlük ittifakı adı altında reformistler meclise tekrar vekil yollayabilecek mi?” Bu soru, şimdilik tarihe not olarak düşülebilir.

TÜSİAD’da çekilen halayların, belediye başkanlarına ve “şok edici şekilde güler yüzlü” diye tanıtılan MHP liderine verilen kehribar tespihlerin ne anlama geldiğini tarih gösterecek.

Hrant Dink’in ifade ettiği gibi Fransızlar Türklerin mahmuzlarını gördüğünde, Ermenileri güney bölgesinde terk edip gitti. Kehribar tespihe karşılık verilecek hediyeden sonra reformistler de dâhil Kürt siyasetine yedeklenen solun durumu acaba ne olacak? Hep birlikte göreceğiz.

Emperyalizm çağında hiçbir iç sorun, bu bölge açısından emperyalistlerden bağımsız düşünülemez, o yüzden, bahsi geçen solun da durumu ve geleceği bu gerçekten ayrı bir şekilde ele alınamaz.

S. Adalı
6 Ocak 2025

05 Ocak 2025

Paralel Ekonomi


CHP’li belediyeler kent lokantaları açıyor, kreş açıyor, aile destek paketi sunuyor... CHP’li belediyeler “halkçı” belediyeciliği yeniden inşa ediyor! Gerçek öyle değil.

CHP’li İstanbul Büyükşehir Belediyesi İspark ücretlerine yüzde 115 zam yapıyor, 6 Ocak’ta toplu taşıma zammı için yapılacak toplantı öncesi, ulaşıma yüzde 55 zam teklifinde bulunuyor. Bir motokurye aracını ispark otoparkına abone olarak bıraktığında ortalama aylık 1.500 lira ücret ödüyor. 20 TL olan toplu taşımaya biniş ücreti 31 liraya çıkacak. Metrobüse biniş ücreti çok daha yüksek olacak. Asgari ücrete yaklaşık yüzde 30, kamu emekçilerine ve emeklilere yüzde 11,54 zam yapıldığı koşullarda İBB’nin yüzde 55 ve yüzde 115 zammı işçi emekçilerin önüne çıkarması halkçı belediyecilik değil, paralel ekonomi ve enflasyon uygulamasıdır. Merkez ile yerel arasındaki matematiksel uçurum AB belediyecilik anlayışının sonucudur ki güçlendirilmek istenen yerel yönetimin durumu budur.

“İyi de benzine zam geldi!” diye itiraz eden CHP’li yoksul halktan oluşan taban değil, yaşam biçimci orta sınıf kesimlerin itirazıdır. Benzin geçen yıl ocakta 34 lirayken şu an 44 lira. Geçtiğimiz temmuzda ulaşıma yüzde 13 zam yapıldığında benzin 44 liraydı, ulaşıma bugün yüzde 55 zam yapılacağı gündemde fakat benzinin litre başı ücreti yine 44 lira. Sermayeye belediyecilik yapıp AB emperyalizmine uygun yerel yönetim anlayışına hayata geçirmek, CHP siyasetinin değişmez anti-komünist ve anti-halkçı özünün gereğidir. O gerekle halkın gereği örtüşmez.

Aktarmalı şekilde işe giden işçi emekçi sınıfların maaşlarını İBB’nin Gülşen konserlerine, sözde kültürel etkinliklerine verecek olmasının sınıfsallık dışında hiçbir açıklaması olamaz. Roma’ya götürülen bir uçak dolusu gazeteci, ne İstanbul ne de ülkemiz emekçi sınıflarını temsil edecek öze sahiptir.

Koç sermayesinin gönlündeki belediyecilik halk gerçeğiyle taban tabana karşıttır. Yerelde uygulanan paralel ekonominin uygulayıcıları, kendilerini merkeze taşıdıklarında ortaya koyacakları ekonomi-politik bundan ibarettir.

İstanbul ne yana düşer ülke ne yana? Bunun yanıtını CHP iyi bildiği için İstanbul’da nasıl bir belediyecilik yapıyorsa merkezde de uygulayacağı stratejinin aynı olduğu gerçeğinden kaynaklı, emekçi sınıflar yeni bir seküler sömürüye hazırlanıyor. Tarikatların parasını kesen belediye, bugün işçi emekçilerin maaşından kendi “payını” paralel zamlarla istiyor. Sermayenin dili ve dini olmadığı gerçeğinin üzeri sekülarizm-muhafazakarlık çatışmasıyla örtülmeye çalışılıyor.

Bu aklı medeniyetler çatışması teziyle Huntington veriyor. O örtü yırtıldıkça sermayenin ve ona çalışanların gerçek yüzü ortaya çıkacak. O örtüyü yırtmak, emekçiler olarak asli ideolojik-politik görevimizdir. İsmail Ağacılara karşı “İsmail Hocam” (SEP) diye seküler kanaat önderleri belirleyen sola rağmen.

S. Adalı
5 Ocak 2025