19 Mayıs 2016

,

Bangladeş Hükümeti’nin Vendetta’sı: Mutiur Rahman Nizami


Bangladeş’teki Cemaat-i İslamî isimli politik partinin lideri, soykırım, tecavüz ve işkence suçlamaları üzerinden, 11 Mayıs 2016 tarihinde idam edildi. Ama uluslararası kamuoyundan saklanan önemli ve pek takdim edilmeyen bir bakış açısı söz konusu: bu idamın arkasında yolsuzluk, yargının bağımsız olmaması ve kimi politik motivasyonlar var.

Kulağınıza çalındı mı bilmiyorum ama Bangladeş’te bir iktidar sorunu var. Uluslararası yorumcuların çoğu, Bangladeş hükümetinin ülkedeki birçok muhalefet liderinin peş peşe suçlanmasından endişe duyuyor. Birleşmiş Milletler yetkilileri ve İnsan Hakları Gözlem Evi, ülkenin sahte bir demokratik aşamaya girdiğini söylüyor. İyi de ne oluyor bu ülkede ve tüm bunlar neden oluyor?

Olayların kronolojisini özetlemekte ve ülkedeki durumun arka planını sunmada fayda var. Bu, bizim nereden geldiğimizi anlamamıza katkı sunacaktır. 1971’de Bangladeş, “Kurtuluş Savaşı” ardından, Pakistan’dan bağımsızlığını kazandı. Cemaat-i İslamî partisi, bağımsızlık hamlesine karşı çıktı. Hatta partinin destekçileri, Pakistan ordusu ile birlikte Bangladeşlilerle savaştı. O günden beri darbeler, ayaklanmalar ve sorunlarla yüklü seçimler, ülkedeki istikrarı sürekli bozup durdu.

2008’den beri başında Şeyh Hasina Vazid’in bulunduğu Bangladeş Avamî Birliği iktidara geldi. 2010’da “Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi”, 1971’deki Kurtuluş Savaşı’nda suç işleyen kişilerin yargılanması amacıyla devlet eliyle kuruldu. Uluslararası toplum, mahkemenin kuruluşunu memnuniyetle karşıladı. İnsan Hakları Gözlem Evi Asya şubesinin yöneticisi Brad Adams, “gözlem evinin 1971 savaşı ile bağlantılı savaş suçlarından sorumlu kişilerin adaletin karşısına çıkartılmasına dönük taahhüdünden ötürü” devleti kutladı.

Bundan sonra yokuş aşağı iniş başladı. Bugün uluslararası toplum, bu mahkemenin geçerliliği, dürüstlüğü ve politikleşmesi ile ilgili kimi endişelere sahip. İktidardaki Avamî Birliği’nin politik muhaliflerinden birinin Cemaat-i İslamî olması ve bu partinin birçok üst düzey lideri ve üyesinin mahkeme kararlarınca asılması, mahkemenin politikleştiğine dair endişelere yol açtı. Nizami, asılan beşinci muhalefet lideri ve savaş suçları isnat edilen on birinci isim. Bu süreçte iktidar partisinden tek bir isim bile suçlanmadı.

Nizami’nin ölümü, bir dizi gösteriyi tetikledi. Zaman içerisinde mahkemenin gerçek, bağımsız ve şeffaf bir mahkeme değil, politik bir araç olduğu daha da net görüldü.

Tek mesele, mahkemenin politikleşmesi değil. Yargının bağımsız olmadığı, insan haklarına saygı gösterilmediğine dair çokça kanıt mevcut.

Hukukun egemenliği ile ilgili olarak Bangladeş, en kötü onuncu ülke. Ülkede hesap verene hiç rastlanmıyor. Her gün yolsuzluklara tanık olunuyor. Asıl endişe verici olansa mahkemenin yaptıkları. Mahkeme, ideolojik açıdan taraflı. Hâkimler usulleri ihlal ediyor, onların bağımsız olmadığına dair çokça emare var.

Bu endişelerin yanında, mahkemenin kurulurken insan hakları konusunda kimi endişeler açığa çıkmıştı. Hükümet, suçlanan insanların haklarını savunmakla alakalı anayasal normları ihlal etmekle suçlandı. Hükümet, sırf söz konusu mahkemeyi kurmak için bu yasaları tadil etti. Uluslararası Adalet Kaynakları Merkezi’ne göre, sadece muhalefet liderlerinin yargılandığı bir mahkemeye dönüştü:

Mahkeme aynı zamanda somut kanıtlardan da yoksun. Bir mahkemede bir kişiyi suçlamak için gereken kanıtlar, ulusal hukukî normlar özelinde ihtiyaç duyulan kanıtlardan daha az. Bu da bir kişi suçun işlendiği sırada ülkede olmadığı koşulda bile o kişinin suçlanmasını mümkün kılıyor.

Mahkemenin durumu iyileşmek şöyle dursun, daha da kötüleşti. Onun yozlaştığı, paranın esiri olduğu çok açık. Mutiur Rahman Nizami’nin katli, sadece savaş suçları isnat edilen, eskiden militan iken şimdilerde politikacı hâline gelmiş bir isme indirgenebilecek bir olay değil. Bu ölüm cezası, bütünsel bir ifadeyle, uluslararası toplumun gösterdiği direnişe, elde hiç delil olmamasına karşın, sorunlu hâkimlerce bir politik muhalefet liderine verilmiş bir ceza. Bu, başını Şeyh Hasina’nın çektiği, apaçık bir Vendetta vak’ası.

Jaan Islam
16 Mayıs 2016
Kaynak

18 Mayıs 2016

,

Engin Deniz

Kavga, iştirakçiliğe dair. İştirakçilikse sömürü ve zulme karşı kavganın bu topraklara dair adı. Ne bizim icadımız, ne özel odaların gevezeliği. Müslüman ya da sosyalist, sömürüye ve zulme karşı olanın ortak dertte, davada buluşması; o derdin, o davanın ortaklaşması, asli mesele.

“Önümüzde çetin ama şanlı mücadele günleri var. Sınıf mücadelesinin denizine bütün varlığımızla atılalım! Bu mücadelede kahraman işçi sınıfımıza, fedakâr ve çilekeş köylülerimize, yiğit gençliğimize sonsuz bir güven duyalım!” [İbrahim Kaypakkaya]

Bugün teorik, ideolojik, politik düzeylerde o denize atılmaktan imtina ediliyor. Tüm o güçlere asla ve kat’a güven duyulmuyor. Bu nedenle, kapalı kapılar ardında, özel kişiler özel sohbetlerinde özel hesaplar yaparak yol alabileceklerini düşünüyorlar.

Bu nedenle Kaypakkaya, bugünden geçmişe doğru bakışta, unutmanın bir tezahürü olarak yeniden örgütleniyor. Sadece “Ser verip sır vermeyen, özel bir birey”e doğru kapatılıyor. Ondan küçük bir burjuva ikonası türetiliyor. Hepimizden kurbanımızı orada kesmemiz, mumlarımızı orada yakmamız isteniyor. Sadece küçük burjuva çağrılsın, sadece o yüceltilsin, sadece o önemli görülsün diye Kaypakkaya gibi isimler istismar ediliyor. Kaypakkaya’daki proleterlik hükümsüzleşiyor.

* * *

Nisyan, isyanı katletmek için.

Özel bireyler, kendi dünyalarını aşan hiçbir şeye itimat etmiyorlar, imanı, sadakati, bağlılığı ve kolektifleşmeyi zararlı görüyorlar, tüm bunları bu nedenle alaya alıp küçümsüyorlar.

Sınıf mücadelesinin engin denizine atılmak, bu yüzden mümkün değil. Hiyerarşi, disiplin ve işbölümü, özel odaların özel bir mamulü artık. Bunları kitlelerin mücadelesinin, halkın diyalektiğinin ve maddesinin örsünde dövene asla rastlanmıyor. Toz zerreleri toplaşırmış gibi yapıyor, en ufak esintide dağılıyor. Örgütler, toprağa sağlam kazıklar çakamıyorlar. Devlet, kendisine yılları aşan kadrolar yetiştirirken, bilgisini-birikimini kuşaklara aktarırken, örgütler, her beş-on yılda bir bildiklerini unutuyor, bilenleri siliyor, dövüşenleri gömüyor, yarına örgütlenmediği gibi yarını da örgütlemiyor.

Hiyerarşi, disiplin ve işbölümü, düşmanın kurduğu kitlenin hem içinde hem dışında olma imkânı için var. Bunlar sayesinde hem içeride hem dışarıda olmak mümkün hâle gelebiliyor. Düşmanın içindeki halk ve halkın içindeki düşman, ayrıma tabi tutulmuyor. Örgüt, anlamını ve önemini yitiriyor. Partiymiş gibi yapan, parti pozu kesen, parti etiketi alarak örgütler rekabetinde öne geçtiğini düşünenler, örgütçü çiftliklerine dönüşüyorlar, örgütlü kavgayı tasfiye ediyorlar.

Bugün özel bireyler çubuğu mülk ediniyorlar ve onu sürekli kendilerine doğru büküyorlar. Sınıflar mücadelesinin engin denizi, topyekûn düşmana terk ediliyor. Düşmanın istediği tam da bu.

Geçmişe dair ne hatırlanıyorsa, bugünün ideolojik âleminde yağını çıkartıp ekmeğe sürmek için hatırlanıyor. Başka da bir anlamı bulunmuyor. Kaypakkaya, sadece özel kişilerin özel yoldaşı olmaya doğru kapatılıyor, başkalarının yoldaşı olmasına mani olunuyor. Tarih, ancak o denize girildiği vakit devrimci bir pratik hâline gelebiliyor. “O benim mülküm. İbrahim ile ilgili sempozyum düzenleyecekseniz, beni çağırmak zorundasınız” demek, o denizden kaçışı ifade ediyor.

* * *

Mustafa Kemal, Anadolu’da şu veya bu biçimde ağırlık kazanan komünist faaliyete ipotek koyuyor, TKP’yi kuruyor ve onun dışında her türlü komünist faaliyete yasak getiriyor. Bu yöntemi herkes bir biçimde öğrenmiş görünüyor. Bu, tarihimizdeki her isim, her dinamik, her örgütsel faaliyet için geçerli. Küçük burjuvanın bu mülkiyetçiliğine karşı aidiyeti çıkarmak gerekiyor. Kaypakkaya, tüm proleter devrimciliğe ait kılınmalı. Herkes onun öğrencisi olabilmeli.

“İşçilere, köylülere, gençlere sonsuz güven”den dem vuruyor İbrahim. Bugünkü genel eğilimse şu: bu dinamiklere kendi örgütleri dışında faaliyet yasağı getirmek. Bir biçimde atılımdan, sıçramadan, yenilenmeden bahsediliyor ama bunlar, hep özel bireylerin sınırları dâhilinde tanımlanıyor. AKP ile birlikte Müslüman halk içre atılımların, geri düşüşlerin, sınıf mücadelesinin kestiği noktaların değerlendirmeye tabi tutulması, “gericilik” kategorisi altında, yasaklanıyor.

* * *

Fransız Devrimi öncesi ve sonrasında halk kitleleri, çeşitli Hıristiyan dinamikleri üzerinden bir mücadele içine giriyorlar. Burjuvazi, kendi devleti ve iktidarı adına, bu mücadelelerin kazanımlarını ipotek altına alıyor, mülk ediniyor ve buna “laiklik” diyor. Laiklik, o halk dinamiklerine siyaset yasağı anlamına geliyor. Yeni iktidara karşı dinî mücadele verilmesini burjuvazi, bu sayede engellemiş oluyor.

Bugün laiklik, aydınlanma veya modernizm başlıklarında, biraz da Kürd hareketinin zorlamasıyla, Kemalizm eleştirisi bağlamında, kimi eleştirilere rastlanıyor ama bu eleştiriler, sonuçta şunu söylüyor: “Müslüman halk vardır ama biz, onun içine girmeyiz. Gene tertemiz ve saf kalacağız. Bu, bizim alamet-i farikamız, etiketimiz, biz, bu özelliğimizden vazgeçemeyiz.”

En genel hâliyle Kürd’ün Kemalizm eleştirisini İslam’ın Kemalizm eleştirisinden ayıran ayrımın adı sol. Bu, doğalında bir tür siyaset yasağını beraberinde getiriyor. AKP ve IŞİD’e işaret edip Müslüman dirence siyaset yasağı getirmek, bu topraklarda bir çıkış yolu sunmuyor. Kaypakkaya’nın bu tür alanlarda konuşturulması gerekiyor. Ezilen-sömürülen, onun yoldaşlığını kanında, kemiğinde hissetmeli.

* * *

İştirakçilik, o yola dair bir işaret. O işareti iyi ya da kötü manada İslam başlığına hapsetmek yanlış. Bu, solu kesen tüm tespitlerini çöpe atmak için geliştirilmiş bir yöntem. Böylece o tespitlerin şiddetinin kırılacağı düşünülüyor. Oysa onda, misal, İbrahim’in kavgasının bu coğrafyanın ezilenlerine, emekçilerine açılması derdi var. “O engin denize atılalım” diyen İbrahim’i kendi sahiline demirleyenlere yönelik bir eleştiri bu. Kemalizm eleştirisini damarlarımızda, her yerde ve zamanda, akıtma derdi.

Bize yönelik karalama faaliyeti dâhilinde “bunlar Müslüman komünistler” deniliyor. En azından “şeriatçı bunlar” lafından daha ileri bir düzey bu. Biz, müslüman halklar komiserliği kuran, Müslüman âleme yoldaşlık elini uzatan, ezilen Doğu halklarının kavgasına örgütlenen Bolşevikler kadar “Müslüman komünist”iz!

* * *

Yalçın Küçük, muhtemelen Fatih Sultan Mehmet ile ilgili çalışmalarını Kaypakkaya’ya nazire olsun diye kaleme alıyor. Çünkü İbrahim, “Fatih ne kadar halkımızın tarihinin bir parçasıysa, M. Kemal de o ölçüde halkımızın tarihinin bir parçasıdır” diyor. Ama bugün onun eleştirisi damarlarda akmadığından, unutmak kural hâlini aldığından, herkes Fatih’i şu veya bu biçimde teorisinin ve pratiğinin parçası hâline getiriyor. Yüksek siyaset, devletin ve burjuvazinin masasına oturma hedefi Fatih’i görüyor, İbrahim’in “onun mücadelesinin parçasıyız” dediği Karayılan’sa bir kenara atılıyor. İbrahim, Yalçın Küçük’e ve devletine yeniliyor!

Yalçın Küçük, seksen sonrası “devrimciler devlet yönetiminden korkuyor, korkmasın; onu bilmiyor, bilsin; o yönetimden kaçıyor, kaçmasın” dediği için Fatih’i inceliyor. Devletin ve burjuvazinin gücünden güçlü olmayı öğrenenler, Karayılan’ların “tükenmez enerjilerini, mucize yaratan dehalarını, sonsuz devrimci güçlerini” görmüyor, unutuyor. İştirakçi manada biz de diyoruz ki unutmasın, al kanında, geleceğe taşısın. Gelecek, nisyana karşı zafere illaki tanık olacaktır. O zafer ki Sovyetler’le kurulmuş ticari ilişkilerin, kalkınma planlarıyla inşa edilmiş fikirlerin ürettiği solculukla asla mümkün değildir. Dövüşülen, aynı zamanda Sovyetler’le ilişki kurmuş olan devlettir. Kaypakkaya, bu gerçeğe dair andaçtır.

Eren Balkır
18 Mayıs 2016

10 Mayıs 2016

,

Kendine

Marksist yazında “kendinde sınıf-kendisi için sınıf” ayrımı var. Kendinde sınıfı, “kendine Müslüman”a atıfla, “kendine sınıf” olarak tercüme ve tefsir etmek mümkün mü?

Bugünlerde 10 Ekim’de katledilen bir isimle ilgili yazı dolanıyor sosyal âlemde. “Kendi komünizmini yaşıyordu” diyor yazı.[1] “Kendi komünizmi”?

Eskiden “sınıf”, “işçi” kelimelerinin geçtiği yerlere, kadın, Kürd, LGBT, doğa kelimelerini ikame etmek, bir geri çekilme biçimi aslında. 

Kendine Müslüman’ların muktedir olduğu koşullar, kendine uygun muhalifini de üretiyor demek ki.

Misal, Haziran Hareketi’nin muhayyel vaizi Abdûlgaffar el Hayatî buyurmuş ki “Devlet, devrimle yıkılabilecek bir kurum değil, insanlar arasındaki bir ilişki tarzıdır. Yaşanacak bir hayat vardır.”[2]

Yani özünde “başınıza iş açmayın, hayatınızı yaşayın, devletin tesis edildiği yerlerden uzak durun, başınız rahat, gönlünüz ferah olsun” deniliyor.

Politik iddialarından vazgeçmiş Müslümanlığa, politik iddialarından vazgeçmiş kolektif kimlikler ve sınıflar denk düşüyor. Geriye ayak oyunları, kurda kurtluk, puşta puştluk kalıyor.

“Kendine Müslüman” lafı, bu toplumda bir eleştiriyi içeriyordu. İslam’ın paylaşımı, kardeşliği, ortaklaşmayı vazettiği gerçeğine yönelik bir atıftı. Ne yapılıyorsa başkasını düşünerek yapılmasını, hangi adım atılıyorsa başkasıyla atmayı emrediyordu. Bugün sol da sağ da bu yaşananın “gerçek İslam”, “İslam’ın tek gerçeği” olduğunu söylüyor. Kendiliğindenlik hâlleri, bu şekilde temellük ediliyor. Solda “ben her türlü küçük burjuvalığı, burjuva özentiliğini yapayım, şefimin emriyle bir eyleme gider arınırım, sosyalistmiş gibi görünür, huzuru bulurum” anlayışı var. Kendine Müslüman da aynı şekilde, “her türlü küfre ortak olayım, müşrik, münafık gibi yaşayayım, imamdır, şeyhtir, partili bir abimdir, biri üfler, dua eder, arınırım” diye düşünüyor.

Politik iddiaların terk edilmesi, politik olanın, kolektif kavganın örsünde dövülmüş olanın çözülmesi ile mümkün. Bugün “1 Kasım Seçimi’nde Tel Aviv’i mi yoksa Gazze’yi mi sevindirmek istiyorsunuz?” diye tvit döşenenler ne yapıyor acaba? Çözülmenin iplik uçları onlar değil mi?

Belki de kendine Kürd ile kendine Müslüman’ın dizildiği kervana bir de kendine sosyalist eklenmeliydi. Artık bu sosyalistler, “AKP-Erdoğan, düşmanın en zayıf noktası, tahkimat oraya yapılmalı” diyorlar. Herkesi birliğe, dükkânlarını terk etmeye çağırıyorlar, ama yazılarını kendi isimlerini anarak bitiriyorlar. Güvensizlik yüklü cümleler kuruyorlar. Bu taraf dağılmasın diye karşı taraf daha da zayıf gösteriliyor, “İlerle!” diye haykırılıyor.

Sartre ise “Geliştirmekten hiç vazgeçmediğim düşünce, bir insanın neticede onu o insan yapan şeylerden daima sorumlu olduğudur.” diyor.[3] Devamında da Varlık ve Hiçlik’in küçük burjuva entelektüelinin izlerini sürdüğünü söylüyor. O hâlde Sartre’ın insan dediği şey, o küçük burjuva entelektüelden başkası değil.

Bu İnsan üzerine inşa edilmiş bir “gençlik” ve “devrimci” tasarımı var, bunlar “kendine bir şey…” olabiliyorlar sadece. Geri çekilme, bu hâl üzre tamama eriyor. Birey namlu gibi sivriliyor, doğrultuluyor, özne oluyor. Sadece kendisini düşünmeye mahkûm. Sorumluluk, yalnızca kendi sınırlarıyla tanımlı. Ötesi gerçek dışı, karanlık. Aydınlığın neferi o.

Az olmak zorunda. Zaten az. Azlığına güzelleme yapmaya mecbur. Kendine yönelmesinin, kapanmasının sebebi burada. Düşman, az olmayı bir kibir, methiye sebebi kıldıkça başarılı. Yanımıza tabure atıp sohbete katacağımız insanımız, o sohbete mekân olacak masalarımız yok. Halay da marş da gerilik. Eski zamanların andacı.

Ortada bir yük var ve onun kaldırılması lazım. Maddesini anlamak-anlatmak gerek. Düşmanın en zayıf yerine saldırmak, askerî strateji metinleriyle haşır neşir olanlar için bir zorunluluk. Politik olanın askerî olana tabi kılınıp kılınmayacağı, uzun yılların tartışması. Kitle hareketleri içerisinde bir yok olma, intihar eğilimi mündemiç. Tartışmanın buradan ele alınması gerek.

“İktidarı alma!” diyen için işler kolay. “İktidarı alalım da bunu kendimize göre alalım” diyen için de. O kişi, kendi kaldıracağı kadarlık bir yükü tarif edecek, gösterecektir. Kaldıraç kendisidir çünkü. Başkalarıyla ortaklaşa bir yükün altına girme gereği duymayacaktır. Tanımladığı yük, kendisi kadardır. Kendi kaldırabileceği ölçüdedir. O ölçü dışındaki her şey karanlıktadır. Karanlığın perdesi kendi’liğimizdir. Onu temellük etme biçimimizdir.

Eren Balkır
10 Mayıs 2016

Dipnotlar:
[1] Hakkı Özdal, “Kendi Komünizmini Yaşardı”, 9 Mayıs 2016, T24.

[2] Murat Bjeduğ, “Deleuze Üzerine”, 9 Mayıs 2016, T24.

[3] Sartre’la Söyleşi, “Sartre ile Sartre Hakkında”, Perry Anderson, 1969, Cafrande.

09 Mayıs 2016

,

İşkil

İletişim, gazetecilik bölümlerinde bunun adı nedir, bilmiyorum ama “28 Şubat sürecinde rol almış üst düzey bir bürokrat, SoL’un sorularını yanıtladı” spotuyla verilen haber, düzmece ve kurgudur. Bu, muhtemelen ihtisası bu alanda olan ve belki de hep bürokrat olmak isteyen Kemal Okuyan’ın masa başında yazdığı bir yazıdır.[1] Kemal Okuyan kendisiyle konuşmaktadır. O bürokrat kendisidir.

Asıl sorulması gerekense şudur: Bu yazı bugün neden yazıldı?

28 Şubat sürecini alenen sahiplendiğini gösteren bu sol ekip, o günlerde de güya Fethullahçıların örgütlenme şemasını içeren bir defter bulduklarını iddia ediyorlardı. Evrensel’in Nasrallah röportajı ve onun “Deniz Gezmiş’i tanırım” dediğinin iddia edilmesi türünden haberler, maalesef solun artık alışkanlık hâline getirdiği bir pratik. Demek ki insan, gerçekle ilişkisini koparttıkça, vehmin ve hayalin esiri oluyor.

Yazıya dönelim… 

Örgütünün dönem değerlendirmesini daha okunulur ve cazip kılmak, o değerlendirmeye resmiyet kazandırmak için böyle bir yöntem seçilmiş anlaşılan. Kemal Okuyan, yoldaşlarını bürokratik akla kul etmenin derdinde. Bu akla uygun üst kadrolar imal ediyor. Bu uydurma röportaj, bir yanıyla nereye seslenildiğinin, gericilikle mücadelenin nerelere bağlandığının da bir alameti.

Hayali bürokratımız, şöyle buyuruyor: “28 Şubat, Kemalist bürokrasinin son hareketiydi.” Oysa biliyoruz ki bu darbe, sermayenin ve İsrail’in çeşitli noktalarında yer aldığı bir girişimdi. Bizzat Ertuğrul Özkök, TV kanallarında, o süreçte cepten 200 milyon dolar harcadığını söylüyordu. Okuyan’a göre Özkök, bu harekâtın parçasıydı ve kendisine yoldaştı.

Bugüne yalan söylemek için gerçeğin çarpıtılması şart tabii. O günkü 28 Şubat’ın bugünün gericilikle mücadelesine bağlanması lazım. Yazı da öyle bitiyor zaten. Bu nedenle emekçi halkın, -kimse onlar?- o darbede saf, temiz Kemalistler olduğuna ikna edilmesi gerek. Bu işi de KP üstlenmiş görünüyor. Çevik Bir hamle doğrusu!

Sonra hayalî bürokratımız, Kemalizmi arındırmak adına, ayrıma gidiyor. “Halk Kemalizmi-devlet Kemalizmi”. Solcular, sosyalistler, devlete ancak bu şekilde ikna edilebiliyorlar. 

Bu ayrımı ilk kez sokakta Türk Solu dergisi satan gençler yapmıştı. Dolayısıyla bu ayrımdan işkillenmek gerek. Burada tersten, zorlama bir işlem yapılıyor: CHP boşa düşürülmeye, saf, temiz Kemalizmin ancak “komünistlik”le tanımlı olduğu konusunda birileri ikna edilmeye çalışılıyor. Saf, temiz, ari bir kavramla maddî kitleleri harekete geçireceklerini sanıyorlar, buna da üstelik “materyalizm” diyorlar. “Atatürk iyiydi, çevresi kötüydü” iddiasına yaslanan bu yönelim, boşa kürek sallıyor. Dönüşmemiş bir kitleyi düşmandan ödünç alınca yol alınılacak zannediliyor.

Arındırma, temizlik işlemi, “Türk-İslam partisi” denilerek ve Kemalizm bunun karşısına çıkartılarak yapılıyor. Oysa bu ülkenin Kürdü, Ermenisi, Alevisi, Türk-İslam partisinin kurucusunun ve icracısının kimler olduğunu iyi biliyor. “Onlar Kemalist değildi” diyerek, bir şeyler aklanmış olmuyor. “Ak Parti o cenahın partisiyse, biz de CHP’nin akı olalım” deyince yol alınmıyor. Mesele, “AKP’nin solu” olmaya direnmekte.

Arındırma, aklama işlemi, Diyanet tespiti ile birlikte devam ediyor. Muhayyel bürokratımız, “MEB ve Diyanet’in devletin ideolojik aygıtı” olduğunu söylüyor. Ama aynı bürokratın “eski” yoldaşı Kurtuluş Kılıçer, Alevilere 2010’da şunları söylüyor:

“Diyanet, Osmanlı’dan kalan gerici yapıları kontrol etmek için kurulmuştur. Alevilerin bugün ne önerdiklerine bir de bu gözle bakmaları gerekir.”[2]

Yani Alevilere devletin ideolojik aygıtını sahiplenmeyi bu ülkenin komünistleri telkin ediyor. Osmanlı’nın devletini, bürokrasisini sürdürenlerin “geçmişten koptuk, siz de kopun” yalanını güncelliyorlar. Böylelikle Osmanlı devletine karşı isyan geleneği de kopartılmış, o bürokratların uhdesine teslim edilmiş oluyor. Onların yerini alınca o gelenek de devam etmiş olmuyor. AKP, bunun en sefil biçimini ifa ediyor.

Okurların bu düzmece haberle bir şeylere ikna edilmek istendiği açık. Her şeyden önce söylenen şu: “Kemalizm bizim temelimizdir, o kirletilmiştir, artık biz varız.” Ama buradaki “biz”, yoksulla, emekçiyle, ezilenle değil, bürokrat’la kuruluyor. Hayata o kafayla bakılıyor. Yani basın organlarında başına poşu ya da başörtüsü takınca o kitlelerle ilişki kurulmuş olmuyor. Bu yazı da anonim, hayali bürokratla konuşma üzerine kurulu güya, ama esasında örgütün bürokratlaştığını ve devletin ideolojik aygıtına dönüştüğünü ifşa ediyor.

İfşaat, “devlet Kemalizm’i terk etmiştir” cümlesinde yankılanıyor. Kraldan fazla kralcı olan bu tavır, Perinçek’e göre konum almayı siyaset yapmak zannetmekle de alakalı. Bu ekip, Perinçek’in soluna oturma derdinde. Fethullah’ın soluna ya da Perinçek’in soluna oturmak arasında fark yok; zira mesele, halkın kavgasında, onun yanında olmakta.

Olmayınca, bunların eski ağabeyleri, üstatları gibi, 12 Eylül öncesi gelen darbe konusunda “sağcı-faşist değil, Kemalist darbe, bize dokunmazlar, alkışlayalım” denilir. Bugün AKP üzerinden işleyen darbe buradan alkışlanır. Ona omuz verilir. 

Devlet Kemalizmi terk etmedi. Onun menzilini ve ufkunu başka araçlarla genişletme yoluna gitti. Çünkü Rahmi Koç, “hem Batılı hem Ortadoğulu olmalıyız. Ortadoğu pazarına açılmalıyız” emrini ta seksenlerin başında vermişti.

Halkın kavgasında, onun yanında olunmayınca siyaset, üç-beş özel insanın devlet ve demokrasi noktasında özel yer kapma yarışı olarak görülür. Görünmek, esas mesele hâline gelir. Koca koca örgütlerin şefleri, medyada görünür olmak için bu yüzden gazeteci etiketi edinir. Bu nedenle düzmece haberler yapılır. Halkın kavgası, yerin bir karış altında olduğu için, kıymetsizdir. Perinçek gibi kendisini Yargıtay üyesi bazen paşa, bu tip adamlar gibi bazen de bürokrat, DPT başkanı vs. zannedilir. “Bal” deyince ağız tatlanmıyorsa, devletten biri olduğunu zannedince de siyaset yapılmış olunmaz. Ama siyaset, sadece devlete ve burjuvaziye aitmiş, sadece onlar yapabilirmiş anlayışı, bu sayede pekiştirilir.

Özellikle sosyal medya alanında solun maalesef hali pürmelâli bu şekildedir. Sosyal medya, halkın kavgasından uzaklığın bahanesi, kılıfı, zırhıdır. Bir şeyler yapıyormuş gibi görünme imkânıdır. Artık sanki fotoğraf “çekinmek” için eylem yapılıyor gibidir. Poz kesmek, hesap kesmenin yerini almıştır.

Koç’tan medet uman, liberalizme de göz kırpan hayalî bürokratlarımız, bu solu yönettiği sürece halkın kavgası tutsaktır.

Bürokratımız, “Genelkurmay ile Koç’un arası çok kuvvetlidir ama savaş, orduyu Erdoğan’ın arkasına itiyor” derken orduyu aklamaktadır. Kemal Okuyan, muhtemelen partisi adına açıktan söyleyemediklerini bu bürokrata söyletmektedir.

Onun laikliğinin gizli bir Kürd düşmanlığı barındırdığı açıktır. Ona göre ordu sütten çıkmış ak kaşıktır, Erdoğan’ın savaş arzusu, ne yazık ki onu Koç’tan uzaklaştırmaktadır. Demek ki Gericiliğe Karşı Aydınlanma Hareketi de bu yüzden kurulmuştur.[3] Hareket, söz konusu yanlış anlamayı düzeltmek, orduyu temize çıkartmak ve Kemalist kurguya AKP koşullarında halel getirmemek için vardır.

Büyük laflar edip küçük işler yapanlardan da, küçük laflar edip büyük işlere soyunanlardan da işkillenmek gerekmektedir. Sözünü ve eylemini halkın kavgasında dövmeyen, düşmana teslim olmanın fırsatını kolluyordur.

Kaypakkaya’nın ölümünden sonra yoldaşları bir broşür yayınlar. Broşürde Perinçek’in ve Kaypakkaya’nın 12 Mart savunmaları birlikte verilmektedir. Orada bir not düşülür. Mealen şu söylenmektedir: “Perinçek’in babası başsavcı ve AP’lidir, o, babasının yolundan gitmiş, hep buradan yürütmüştür siyasetini.” Kaypakkaya ise halkın evladı, onun kavgasının neferidir. Ölçüyü bürokratlıktan, başsavcılıktan çekenlerin akıbeti bellidir.

Eren Balkır
8 Mayıs 2016

Dipnotlar:
[1] “SoL’dan Çok Tartışılacak Röportaj”, 9 Mayıs 2015, Sol.

[2] “Alevilerin Dünü, Bugünü ve Yarını Tartışıldı”, 23 Aralık 2010, Sol.

[3] Eren Balkır, “GKAH”, 28 Şubat 2016, İştirakî.

08 Mayıs 2016

,

Cüzûr


Bir ülke.

İran, Suriye, Kürdistan coğrafyasındaki gelişmeler üzerinden o ülkenin hükümeti sıkıştırılıyor. İran, ablukanın basıncını buradan aşıyor. Paralar akıyor. Önemli bir kısmı askerî harcamalara gidiyor.

Bir sol.

Hemen diyor ki “bu hırsızlık”. Ve ekliyor: “Hükümet şeriatçı!” Burada kim gizlendi, gizleniyor? Asıl sorulması gereken soru bu değil miydi?

Peki şeriatçı olsa, o hırsızın eli kesilmez mi? Çocukları taciz edenin, şeriat karşısındaki konumu nedir? Bir tutarsızlık olduğu açık. Daha doğrusu, bir şeylerin kapatıldığı. Halkın gözü önüne gerilen perdenin yırtılması değil mi devrimci olan?

Toplamda külli, bütünsel bir hareket var. Devlet erkânı, bunu o bütünlüğünde analiz ediyor. Çeşitli birimleri arasında eşgüdüm olsun olmasın, o bütünlüğe dikkate almak zorunda. Kürdistan hareketi varsa toplamda, onun belirli bir coğrafî plana, o planın belirli bir örgüte, o örgütün de belirli bir kişiye doğru daraltılması şart.

“Hükümet şeriatçı” diyenler, işte böylesi bir müsamerenin parçası. Toplamda bir Müslüman direnişi ve hareketi varsa, onun da belirli bir coğrafyaya ve belirli bir şahsın bedenine kapatılması şart. Davutoğlu operasyonunun tek başına Erdoğan’ın kapris ve hırsıyla izah edilmesi mümkün değil. Devlet, tek bir fiskeyle göndereceği bir kıvama getirmek zorunda bu tip unsurları. Bir sigorta olmak kolay değil.

Erdoğan, dolayısıyla, merkeze çekilmeli. Merkez, en az Erdoğan; Erdoğan, en az merkez kadar laik. Laiklik, bireycilik ve madde tapınımı ile el ele gidiyor. Onu savunmak, bir devlet kurgusunu da ideolojik planda savunmak demek. Yani hem kutsala bağlı olmamak savunuluyor, hem de kutsallar ve ahlak üzerinden bir eleştiri yürütülüyor.

Esasen laiklik, artık budünyanın yükünü sırtlanmak istemeyen Hristiyanlığın bir sancısı. Bu açıdan, sosyal devletin çöküşü ile dinin yükselişi arasında koşutluk aramak mümkün. İkincisine karşı olan, birincisini desteklememenin yollarını da bulmak zorunda. Demek ki “Sermaye dine muhtaç, laiklik yapamaz” boş bir laf. Çünkü teorik bir tespite gözler çevrilip, somuttaki pratik güç aklanıyor.

Dolayısıyla, bir toplantıda Davutoğlu’nun önüne pet şişe, diğerlerinin önüne cam şişe konması sembolik manaya sahip. Cam, laik devletin sürekliliğine dair.

Bugün tüm partiler, zımnen başkanlığı şimdiden benimsemiş görünüyorlar. Tartışma, başkanlıkla idare edilecek devletin laik olup olmaması değil, yerli-yabancı, tüm sermayenin kitleleri ve süreci kontrol etme becerisiyle ilgili. Buna kim teşne?

Devlet bahsi netameli. Devlet karşıtlığı revaçta. Bu açıdan komünizmi “zamandan ve mekândan özgürlük” olarak tarif edenler, sınıftan sıkılmış olanlar, ikrah edenler aslında. Zira burada öz, pazarın, sermayenin yarattığı bir kurgu. Hem buna iman edip hem de o kurguyu yaratanlara karşı mücadele etmek mümkün değil. İmanla bilgi arasındaki kavgaya teşne olmak, demek ki bu kurguyla alakalı. Sınıf, bireyin don değiştirmiş hâli. O birey ki her türden sorumluluktan azade kılınmalı ki sermayenin kontrolü vücud bulabilsin.

Bugün liberaller yazıyor, TV dizileri aracılığıyla Osmanlı tarihini. AKP de oynuyor. Gençlik ve kadın, figür olarak o dizilere nüfuz ediyor. AKP, geri kafalı anne-baba statüsünde artık. Bu huysuz ergenliğin çıkış yolu yok. Liberaller, muhtemel tehlikeler konusunda kâğıt imha makinesi gibi iş görüyor. Devletin seyrine, sermayenin kontrolüne aitler. Mahçupyan ve Süleyman Seyfi Öğün, o nedenle programlarında yıkılan heykelleri anıyorlar. Alttaki mesaj Erdoğan’a. Özünde “bu devletle baş edemezsin” diyorlar. Başlarını iyi biliyorlar.

Zamanda özgürlük parayla; mekânda özgürlük metayla tanımlı. Bu, “zengin de içiyor ben de. Demek ki zenginim” şaşkınlığının bir tezahürü. Komünizmin, burjuvanın her yana nüfuz etmesinde tariflenmesi, bir teslimiyet biçimi. Bugünkü duruma son verende aranmıyorsa, boş bir hayal. Burjuvaya öykünen bir varoluş bugüne dokunamıyor. Hissiyatını ve fikriyatını o tayin ediyor.

Anarşistler bu açıdan teslim olmuş, dinsiz birer Hristiyan keşişi. İnsanlık dinine inanıyorlar. Çırılçıplak çarmıha geriyorlar kendilerini. Her tür kimlikçiliği yapıp, kimliklerinden soyunduklarını söylüyorlar. Esasen eylemlerini sol diye belledikleri düşmana karşı yapıyorlar. Mesele polis değil, sol. Tek soyunulmayan kimlikse, nedense karadonlu erkeklik! Ama kadınlara femenizm layık. Düşmana karşı kudret imkânı ne barındırıyorsa, onu arıtmak istiyorlar.

Kadın, güçlü bir ideoloji. Femenizm fenni gübre. Kadın olmayı, başka bir güce muhtaç kılma meselesi. Burjuva özne değilsen, kadın da değilsin. Sorumlulukla, aşkınlıkla muhabbetin varsa, kadın düşmanısın. O kadın, yok yer. Sadece onların olabildiği bir merci.

Kudret, böylesi mercilerde mümkün. Bireysel kudretleri lehine mazlumların kolektif kudretini kurban etmeye çalışıyorlar. O sunakta başı kesilen, zalime karşı elde edilecek kudret imkânları. Anarşistler, ağız kenarında beliren hoş bir tebessüm. Sömürüye-zulme tahammül etme biçimi. Ona karşı dövüşme pratiği asla değil. Dövüş, kolektif ve “iktidar arzusu” üzre olmalı zira. Bu açıdan bir tek et olma arzularıyla burjuva cennetini bugünde yaşama niyetleri bir anlam ihtiva etmiyor. Eşitleyici pratikleri kişisel rahatlama sağlıyor, ama mücadelenin katı, sert seyrine zerre katkı sunmuyor. “Çıkıntılık etme, icat çıkarma, sürüden ayrılma” diyorlar. Emirler kimin, neyden?

Yani özünde devlet, servet dağılımında basit bir araca indirgenmiş. Sömürülenlerin-mazlumların kolektif pratiği burada, bu şekilde savuşturuluyor. Belki de artık fazla devletten; fazla iktidardan söz etmek gerek. Bu hâliyle, mülk için tüm hasımlarını yarıştıran; rekabet için tüm düşmanlarını ezen basit bir özne. Altta teşekkül eden, rüşeym hâlinde, kandan-terden beslenen, varolan devleti horgören bir başka devlete işaret etmek… Budur, küçük savaşçıları tarihin tüm kudret mücadelelerine bağlayacak olan.

Devlet, hasmını küçültmek, daraltmak, tek fiskeyle ezilecek kıvama getirmek, böylece kontrol altına almak zorunda. Bireysel akıl oyunlarının, stratejilerin, o tepeye kurulma imkânlarını kovalamanın bir faydası yok. Öteki devlet yerin bir karış altında, kök, varsa, ona doğru uzanmalı.

Eren Balkır
7 Mayıs 2016

05 Mayıs 2016

,

Truman’dan Beri Tüm Başkanlar İsrail’in Şahinidir


Tüm Filistin genelinde İsrail devletinin kuruluşu Nekbe veya Felâket olarak bilinir. 1947 ve 1948 yılları boyunca İngilizlerin kontrolündeki Filistin mandasının sona ermesi ile birlikte en az 750.000 Filistinli, anavatanlarından sürülmüş, 100.000’den fazla insan katledilmiştir.

ABD, Nekbe’ye yol açan koşulların faal bir tarafı olmasa da ülkenin İsrail ile kurduğu ilişkilerin uzun tarihi, onun barbarlığına dönük destekle tanımlıdır ve bu destek yıllar içerisinde daha da artmıştır.

ABD’de basın Filistin direnişini Filistinlilerin insan haklarının ortaya konulmasından ziyade Yahudi devletine yönelik bir itiraz olarak ele alır. Akademisyen Michael A. Dohse, American Periodicals and the Palestine Triangle, April 1936 to February, 1947 [“Nisan 1936’dan Şubat 1947’ye Kadar Amerikan Dergileri ve Filistin Üçgeni”] isimli çalışmasında şunları yazmaktadır:

“Siyonizm, aşırı milliyetçi güdülerle hareket etmesine rağmen Amerikan dergileri, Siyonistlerin Filistin’de demokratik bir cumhuriyet inşa edeceklerine dair iddialarıyla ilgili lehte yayınlar yapmışlardır. Bu cumhuriyetin nüfusun üçte ikisinin Araplarca teşkil edildiği ve bu insanların Siyonizme karşı olduğu koşullarda nasıl kurulacağı sorusu, birçok derginin pek üzerinde durmadığı bir sorudur.”

Elbette bu Bağımsızlık Beyannamesi’nde yüceltilmesine karşın, ABD doktrininin tümüyle ihlal edildiğinin delilidir. Zira beyannameye göre, tüm insanlara geri alınamaz kimi haklar bahşedilmiştir. “Bu hakların güvence altına alınması için insanlar arasında hükümetler teşkil edilmiştir, bu hükümetler, güçlerini yönetilenlerin rızası üzerinden elde etmektedir.” Ne var ki bu “yönetilenlerin rızası” denilen husus, Filistinliler bahsinde hiç dikkate alınmamıştır.

İkinci Dünya Savaşı Öncesi, İsrail Devleti Öncesi

Kasım 1917’de Filistin’de bir Yahudi vatanı kurulmasına dönük olarak İngilizlerden gelen desteğin ifade edildiği Balfour Deklarasyonu’ndan aylar önce ABD başkanı Woodrow Wilson, kendi kaderini tayin hakkı ihtiyacına dair bir yorumda bulundu. 27 Mayıs 1916’da şunu söylüyordu: “Her halk, altında yaşayacağı egemenliği seçme hakkına sahiptir.”

Wilson, 11 Şubat 1918’de Kongre’deki konuşmasında bu mağrur söylemine şu şekilde devam ediyordu: “Ulusal arzulara saygı duyulmalıdır; halklara hükmedilmemeli, onlar sadece kendi rızaları ile yönetilmelidir.” Sonrasında Almanya-Avusturya “barış görüşmeleri”nde yaptığı benzer bir konuşmasında şunları söyledi: “Kendi kaderini tayin hakkı önemsiz bir ifade değildir. O, devlet adamlarının bugüne dek kendilerince görmezden geldiği zorunlu bir eylem ilkesidir.”

Wilson’ın bu konuşması ve sonraki konuşmaları dışişleri bakanı Robert Lansing’i sıkıntıya soktu. The Realities of American Palestine Relations [“Amerika-Filistin İlişkilerinin Gerçekleri”] isimli kitabında Frank Edward, Manuel Lansing’in kendi dergisinde bu türden kavramların “dinamit yüklü olduğunu, düzensizliğe, huzursuzluğa ve isyana yol açacağını” yazdığını söylüyor. Lansing’e göre, bu yaklaşım başkanı tuhaf çelişkilere sürüklemektedir:

“Suriyeli ve Filistinli, muhtemelen Faslı ve Trabluslu Muhammedîler bu yaklaşıma bel bağlayacaklar mı? Başkanın da pratikte bağlı olduğu Siyonizme nasıl uyum gösterilecektir?”

Eğer Filistinliler, tüm insanların hak kazandıkları temel insan haklarını elde etme konusunda ABD söylemine bel bağlamış olsalardı, kesinlikle hayal kırıklığına uğrayacaklardı.

Truman, Eisenhower

İkinci Dünya Savaşı sonrası dünya, holokost noktasında Yahudi halkının tazmin edilmesi meselesine odaklandı. 29 Kasım 1947’de kabul edilen Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 181 sayılı kararı, Filistin’i iki ayrı devlete böldü.

Bu sürecin yol açtığı adaletsizliğin düzeyini nicel bir ifadeye kavuşturmak güçtür. Ortadoğu Anlayışı Enstitüsü’ne göre, “Her ne kadar Yahudiler Filistin’deki toprakların sadece yüzde yedisine sahip olmasına ve nüfusun yüzde otuz üçünü teşkil etmesine karşın İsrail devleti Filistin’in yüzde yetmiş sekizini kapsamıştır.” Yüz binlerce Filistinli, yurtlarından sürülmüş, onları kovan karara karşı ses çıkartmalarına izin verilmemiş, ev ve toprak kaybı konusunda tek bir tazminat ödenmemiş, Filistinliler mülteci kamplarından başka bir yere gidememişlerdir.

Bu süreçte Harry S. Truman başkandı, bugünkü okurların bildikleri kimi sebeplerden ötürü söz konusu plana destek vermişti: Truman, Siyonist lobiye tabi bir isimdi. Ayrıca, İsrail devletinin desteklenmesi suretiyle başkan seçilebileceğini düşünmüş, Roosevelt’in ölümü ile de başkan olmuştu. Lobi faaliyetleri ve politik kanaatler, bugün olduğu gibi o gün de insan haklarını her daim bir koz olarak kullanıyordu.

Truman, 1948’de başkan seçildi. Onu General Dwight D. Eisenhower takip etti. Eisenhower, John Foster Dulles’ı dışişleri bakanı atadı.

Dulles, Filistin-İsrail meselesine aşinaydı. O İsrail’in safındaydı. 1944’te Cumhuriyetçi Parti’nin Filistin’deki Yahudi cumhuriyetine destek verilmesinde aktif rol oynadı, ayrıca, Yahudilerin politik haklarının korunmasına ciddi destek sundu. Yıllar sonra Dulles, altında çalıştığı başkanı etkileyerek, Eisenhower yönetiminin İsrail ve Filistin’e yönelik tavrını belirledi.

Kennedy, Johnson, Nixon, Ford, Carter

Kennedy yönetimiyle birlikte bir dönemece tanık olundu. Kennedy, mültecilerin 11 Aralık 1948’de BM Genel Kurulu’nda alınan 194 sayılı kararın 11. paragrafında tarif edilen dönüş hakkını destekledi. Bu karar, “evlerine dönüp komşularıyla barış içerisinde yaşamak isteyen mültecilerin en erken tarihte dönmelerine izin verilmesinin, dönmeyenlere uluslararası hukuk veya eşitlik ilkesi üzerinden mülkleri ve mülklerdeki kayıplar için sorumlu hükümet veya yetkililerce tazminat ödenmesinin şart olduğunu” söylüyordu.

David Ben-Gurion idaresi altında iken İsrail, bu tedbire karşı çıkarken, sınanmış, gerçek bir yönteme başvurdu: Devletin kurucusu ve ilk başbakanı, bu kararı İsrail’in ulusal güvenliği için bir tehdit olarak nitelendiriyordu.

Nihayetinde 194 sayılı karar kabul gördü ama hiç yürürlüğe girmedi.

Filistinli mültecilere verdiği açık desteğe karşın Kennedy, güçlü bağlara sahip iki müttefik olarak ABD-İsrail ilişkisini daha da yoğunlaştıran ilk başkandı. Seçilmesinden üç ay önce Amerika Siyonist Örgütü’nde yaptığı konuşmada şöyle diyordu: “İsrail’le dostluğumuz bir taraftarlık meselesi değil, ulusal bir taahhüttür.”

Kennedy’nin 1963’te suikasta kurban etmesi ardından Lyndon B. Johnson başkan oldu. Johnson mülteci meselesinin çözüme kavuşturulmasına dönük Kennedy’nin yaklaşımını paylaşmıyordu. 1964’teki Demokrat Parti Platformu, “Arap mültecilerin kalacak yer bulunan topraklara yerleştirilmesi konusunda teşvik edilmesi”ne dair bir karar aldı. Geri dönüş hakkına dair sözler tümüyle geri çekildi.

Johnson yönetimi, 1968 Ocak’ında sona erdi. Eski başkan yardımcısı Richard Nixon başkan oldu. Nixon, İsrail konusunda daha az minnet borcuna sahipti. Yahudi seçmenlerin sadece yüzde 15’inin oyunu aldı. Hatıratında, Altı Gün Savaşları sonrasında İsrail’in sergilediği kibirden dem vuran Nixon bu kibrin, “Yahudilerin işgal ettikleri herhangi bir toprağa geri dönüşü içerecek her türden barış anlaşması konusunda yürütülecek müzakere süreci ile ilgili sergiledikleri uzlaşmazlık”ta karşılığını bulduğunu söyüyordu.

Nixon’ın en yakın danışmanı Henry Kissinger’dı. Kissinger, Nixon’ın ulusal güvenlik danışmanı sonrasında da dışişleri bakanlığı yaptı. Ailesi, holokostun başlamasından kısa bir süre önce Nazi Almanyası’ndan kaçmıştı. Kendisi, İsrail’i birkaç kez ziyaret etmiş ama tek bir Arap ülkesine bile ayak basmamıştı. Nixon’ın “komünist tehdit” dediği şeyle meşgul olması ile birlikte Kissinger, İsrail-Filistin meselesindeki statükonun seyrinden memnundu. Michael W. Suleiman’ın yayına hazırladığı U.S. Policy on Palestine from Wilson to Clinton [“Wilson’dan Clinton’a dek ABD’nin Filistin Siyaseti”] isimli çalışmaya göre, “Kissinger, Arap devletlerine yönelik herhangi bir adım atmak yerine ABD’nin bu devletleri içine attığı kazanın altındaki ateşi ilgili devletler Washington’a yalvarana dek artırmalı”ydı. Bu yaklaşımla birlikte, bu başkanın yönetimde olduğu dönemde adalet davasını ilerletmek için hiçbir şey yapılmadı.

Nixon, ihtilaf ve skandalların yol açtığı sis içerisinde istifa edince başkan yardımcısı Gerald Ford başkan oldu. Ford, bir sonraki seçime dek geçici başkanlık yaptı. Seçimde ise Georgia Valisi Jimmy Carter’a yenildi.

Carter, bugünlerde Filistin haklarının güçlü bir destekçisiymiş gibi görünse de başkanlığı sırasında böylesi bir desteğe hiç rast gelinmedi. Carter, Camp David Anlaşmaları’na başkanlık eden isimdi. Bu ikili anlaşma, Ortadoğu’ya barış getireceği düşüncesiyle desteklendi. İlk anlaşma Filistin’le yapıldı, anlaşmanın hiçbir maddesi yürürlüğe girmedi. İkinci anlaşma ise Mısır ve İsrail arasında bir barış anlaşmasını koşulladı.

Reagan, Bush

Bir dönem başkanlık yapan Carter, seçimlerde Kaliforniya Valisi Ronald Reagan’a yenildi. Nixon gibi Reagan da her yerde komünist tehdidi görüyordu. Ortadoğu’da Sovyetler’in bir kale kurmasından korkan Reagan, İsrail’le güçlü bağlar kurdu ve onun caydırıcı bir silâh olmasını sağladı. “1982’de ABD’nin Batı Şeria ve Gazze’de bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasına karşı çıkacağını, İsrail’in de bu iki şehri ilhak etmesini veya sürekli kontrol altına alması görüşünü desteklemeyeceğini” söyledi.

1987’deki Birinci İntifada’nın ardından Reagan, dışişleri bakanı George Shultz’u sorunu çözmek için Filistin’e gönderdi. Shultz, üç yönlü bir strateji önerdi: bu yönlerden biri, uluslararası bir konferansın toplanması, biri, Gazze Şeridi ile Batı Şeria için Filistin’in kendi kaderini tayin hakkı ile ilgili olarak bir ara aşama oluşturulacak altı aylık müzakere sürecini, diğeri de çatışmanın çözüme kavuşturulması için Aralık 1988’de İsrail ve Filistin arasında başlayacak görüşmeleri içeriyordu.

İsrail Başbakanı İzak Şamir, bu planı hemen reddetti ve planın barış davasını ilerletme konusunda hiçbir işe yaramayacağını söyledi. Buna karşılık ABD, yeni bir bildiri yayınladı ve İsrail’le yapılan ekonomik ve güvenlik anlaşmalarına, ayrıca 75 adet F-16 savaş uçağının teslim sürecinin hızlandırılmasına vurgu yaptı. Bu gelişme, İsrail’in barış planı önerilerini kabul etmeye itti. Ama İsrail anlaşmaya uymadı. Suleiman’ın eserinde de söylendiği üzere, “İsrailli bir gazetecinin yorumunda yer verdiği biçimiyle, bunun yerine şu mesaj iletildi: ‘biri çıkıp Amerika’ya hayır demeli, gene de ödül almayı bilmeli.’[…]”

Reagan’dan sonra başkan yardımcısı George H. W. Bush başkan oldu. İsrail, bu süreçte daha fazla ödüllendirildi. Ama bu ödüller İsrail’e yetmedi. 1991’de New York Times’daki yazısında Thomas Friedman, Bush döneminde ABD-İsrail ilişkilerinin durumuna dair şu yorumu yapıyordu:

“Bush yönetiminin barış sürecine yönelik tüm yaklaşımı başbakan İzak Şamir’in dayattığı şartlara dayansa da İsrailliler gene de Bush yönetimini düşman görmektedir.”

Clinton, Diğer Bush, Obama

Bush’tan sonra Arkansas Valisi Bill Clinton başkan oldu. Clinton’ın etrafı, aralarında CIA Direktörü James Woolsey ve Pentagon’un başındaki isim Les Aspin’in bulunduğu Siyonistlerce kuşatılmıştı.

Mart 1993’te hem İsrail’de hem de işgal altındaki Filistin topraklarında Filistinliler ve İsrailliler arasındaki çatışmaların ardından, İsrail başbakanı İzak Rabin, İsrail ve Filistin arasındaki sınırları kapattı. Bu gelişme, on binlerce Filistinlinin hayatı ve geçimi üzerinde yıkıcı bir etkiye yol açtı. Clinton yönetimi, İsrail’in kimsenin ağzına almadığı toplu cezalandırma eylemini gerçekleştirirken yüzünü başka yöne çevirdi.

George W. Bush yönetiminin İsrail ve Filistin ile ilgili meselelere yönelik yaklaşımı diğer yönetimlerin yaklaşımlarından az da olsa farklıydı. Hamas 2006’da Gazze’de seçimle başa geçince, Bush Filistin’e yönelik yardımların yasaklanmasını emretti. Noam Chomsky bu gelişmeye dair şu yorumu yapıyor:

“Serbest seçimlerde yanlış kişilere oy atmana izin verilemez. Bizdeki demokrasi anlayışı budur. ABD olarak bizim söylediklerimizi yaptığın sürece demokrasi iyidir, ama sevmediğimiz kişilere oy verdiğinde iyi değildir.”

“Değişime inanıyoruz” lafının cazibesiyle başkan olan Obama ise bir başka hayal kırıklığıydı. Halefleri gibi o da İsrail’i eleştiren, BM Güvenlik Konseyi’ne sunulmuş her türden kararı veto etti. Bu türden bir vetonun ardından ABD’nin BM Elçisi Susan Rice şunları söylüyordu:

“İsrail’in kesintisiz bir biçimde sürdürdüğü yerleşimci faaliyetlerinin meşru olmadığını düşünüyoruz. Bu faaliyetler, İsrail’in uluslararası taahhütlerini ihlal etmekte, taraflar arasındaki güvenin altını oymakta ve barış ihtimallerini tehdit etmektedir.”

Bunca lafa karşın, ABD’nin İsrail’e yaptığı askerî yardımlar artarak devam etti. Bu yardım, Obama döneminde yıllık 4 milyar dolarlık bir düzeye ulaştı, muhtemelen Obama’nın başkanlığının sona ermesinden önce bu rakam daha da artacak.

Bu, her zaman böyle olmuştur. İhtiyatlı bir tahmine göre, ABD, İsrail’e 1949’dan beri 138 milyar dolarlık askerî ve başka türden yardımlar yapmıştır. 2007’de Bush, ilk on yıllık mutabakat anlaşmasını imzalayan kişidir. Bu anlaşmaya göre, İsrail’e her yıl milyarlarca dolarlık bağış yapılır. Obama ve Netanyahu, hâlihazırda yeni bir anlaşma ile ilgili müzakere yürütmektedir. Burada Netanyahu, ırk ayrımcısı rejime daha fazla güvence verileceğini ummaktadır.

Yakında Bir Değişimin Yaşanması İmkânsız

Obama’yla bir değişim yaşanmamış olsa da ufukta bir değişim ihtimali görünmektedir. Sosyal medyadaki patlama ile birlikte genel kamuoyu bilgi için artık sadece şirketlerin sahip olduğu medyaya bel bağlamamaktadır. İsrail’in her gün Filistinlilere yaşattığı dehşet herkesçe görülüp bilinmektedir. Artık herkes, Gazze Şeridi’nin dönem dönem bombalanmasına, temel erzakın ithal edilmesine mani olan ablukaya, kontrol noktalarındaki zulme ve Batı Şeria’da Filistinlilerin her gün yaşadıkları sözlü, fizikî tacize vakıftır.

Bugün de ABD başkanlık seçimi sürecine girdi. Demokrat Parti’nin başkan adayı olmak için çabalayan Senatör Bernie Sanders, her yıl düzenlenen Amerika İsrail Politika İşleri Komitesi’nin [AIPAC] toplantısına katılmadı. Ayrıca Sanders, Netanyahu’nun her zaman haklı olmadığını, İsrail’in Filistinlilere karşı orantısız güç kullandığını söyledi. Sanders, Filistinlilerin haklarını tanıdığını ifade etti. AIPAC konferansına katılmaması gibi dile getirdiği bu ifadeler de ABD’de siyasetçilerin dillendirilmeyen kurallarını hepten ihlal etmektedir.

ABD’nin o çirkin tarihi, Filistin meselesindeki adaletsiz yaklaşımı, nesiller boyunca silinmesi mümkün olmayacak bir leke bırakmıştır geride. Tüm Filistinlilerin insan haklarının tümden hor görülmesi ve İsrail’in uluslararası hukuku ihlal etmesi ve savaş suçları işlemesi noktasında ona ortaklık etmesi kolayca silinip atılabilecek bir leke değildir. Sanders’ın söz ve eylemleri, esasen ülke genelinde İsrail ve Filistin’e yönelik yaklaşımdaki değişimin basit bir tezahürü. Bu değişim, ABD’deki kudret sahibi siyasi odakları etkilediği ölçüde gerçek bir değişim de meydana gelecektir. Ama İsrail’in uyguladığı ırk ayrımcılığı koşullarında yaşayan Filistinliler yakın zamanda herhangi bir değişikliğe tanık olmayacaklar.

Robert Fantina
26 Nisan 2016
Kaynak

02 Mayıs 2016

,

Ak Tolga


Ey iman edenler! Siz eğer kâfir olanlara uyarsanız
sizi gerisin geriye (küfre) çevirirler de büsbütün hüsrana uğrarsınız.

[Âli İmran:149]

 

Futbol taraftarlığı ile bugün devletin ve emperyalizmin “terör” dairesinde değerlendirdiği herhangi bir örgüte yönelik taktik ve strateji, benzer kodları barındırıyor. Bu kodların, AKP özelinde, kendisini “sol” addeden yapılarca devreye sokulması, trajedidir. Demek ki AKP, bu yüzden vardır.

İlk dönemi bağlamında AKP’nin liberallerle kurduğu rabıtaya övgüler dizenlerin bugün herhangi bir hesap verdiklerine şahit olunmamaktadır. Mesele, hâlâ “Tayyip Erdoğan” isimli şahsın varlığına ve psikolojisine indirgenmekte, arka planda dönen dolaplara kimse açıktan ses etmemektedir. Demek ki sesi çıkmayanların o dolaplarla maddi çıkar ilişkileri mevcuttur.

AKP’nin liberallerle ittifakı ile birlikte sola karşı bir tampon oluşturulmuştur. Liberallerle aynı tezi ve tözü paylaşan sol yapılar, bu hizalanmada gerekli yerlere müdahale etmemişlerdir. Gezi ile birlikte sol, hükümette AKP diye bir partinin olduğunu, bunun başında “Tayyip” isimli bir şahsın bulunduğunu bizzat halktan öğrenmiştir. Ama bu, kâfi değildir.

* * *

Liberallerin en sık başvurduğu cümle şudur: “Kapitalizmin ilk dönemi vahşiydi, ama o dönem aşılmıştır.” Bu cümle, bir yanıyla Marksizmin boşa düşürülmesi yöntemi olarak dile dolanmaktadır. Yirminci yüzyıl ortasından farklı bir politikleşme süreci içerisine giren Müslüman halklar, milli ve dinî kavgasını, bu liberallerle kurduğu ilişki üzerinden, sınıfî olanla tanıştıramamışlardır. Dolayısıyla AKP ideologları, Tahrir döneminde “Sovyetler yüzünden içimize bulaşmış mikroplardan nihayet arınıyoruz” diyerek ellerini ovuşturmuşlardır. Arap isyanı bu zaviyeden ele alınabilmiş, muktedirlere gerekli mesaj iletilmiştir.

Onlara göre, “Seyyid Kutub artık mikroptur.” Nihayetinde o ellerde, kurşuna dizilmiş binlerce Mısırlı Müslümanın kanı vardır. Laik ve modern dünya önünde diz çökülmüştür. Fıkıh, Körfez İşbirliği Konseyi’ne, onun nizamına uyum sağlamaya mecburdur. Kâbe’nin içinde kırılan putları görenler, yeni putları görmemekte, ilk dönem müşrikler gibi, “göster şu Allah’ını bana” cümlesindeki mantık benimsenmektedir. Kapitalizm, bugün daha vahşidir. Bunu örtbas etmek için, hepimizi vahşi ve barbar olduğumuza ikna etmeye mecburdur.

Dolayısıyla, Metin Yüksel resmiyle ve imajı ile varolmaya çalışan Akıncılar Hareketi’nin “Doğu bloğunun çökmesiyle sol ve Marksist anlayışın kapitalizm karşısında yetersizliği ve bitmişliği ortaya çıkmış oldu”[1] iddiasını Mursi ve İslamî hareket bağlamında da değerlendirmesi gerekir. Hâlâ “kardeş” gördükleri AKP’nin İsrail’e ve devlete kardeş olduğu dönemde bu eleştiriler, hareketi kültürel bir çevreye, emekliler derneğine dönüştürecektir.

Liberalizm, politikasız politika; AKP, dinsiz din telkin eder. Yan yana düşmeleri bundandır. Dolayısıyla, esasen “siyasi İslam” söylemi boştur, temelde mesele, siyasi olmayan İslam talebidir.

Bu talebe itiraz ediliyor, Metin Yüksel kavgaya refik kılınmak isteniyorsa, liberallerle kurulan temasın geride bıraktığı tortunun eleştirilmesi şarttır. Bugün Halil Berktay da “işçi mücadelesi iyiydi, sosyalistler bunu kendi çıkarları için kullandı” demektedir. Akıncılar’ın bunun dışında söyleyecekleri bir sözleri olmalıdır. Çünkü aynı cümlede işçi yerine “Müslüman”, sosyalist yerine “İslamcı” kelimesini kullananlar da aynı çevrelerdir. Buradaki mantığın sorgulanması zorunludur. Bu mantık, işçilikte veya Müslümanlıkta birleşmenin, bir olmanın imkânsızlaştırılmasıyla alakalıdır.

* * *

Bir 1 Mayıs bildirisinde en fazla “küçük esnaf” merkezli öneriler sunabilmek de bu sorguya dâhil edilebilir. Küçük esnaf, 2001 kriziyle birlikte AKP’ye örgütlenmiştir, ama orada kırılan kitle, burjuvalardan tüccara, oradan müteahhitlere ve esnafa kadar inen ideolojik salgı ile birlikte kuşatılmıştır. AVM’lerin dünyasında küçük esnafı devlete ve burjuvaziye bağlamak, ancak AKP ile mümkün olduğu için bu parti hâlâ baştadır.

Akıncılar, meselelere kendi dükkânlarından ve oradaki mal akışından değil, Metin Yüksel’in temas kurduğu halktan bakabiliyor olmalıdırlar. “Küçük esnafı holdinglere yem eden” iktidarı hâlâ “kardeş” görmek, bu zorunluluğa karşı körleşmek durumundadır. Mesele, küçük esnafça değil, Müslümanca bakabilmek olmalıdır.

Taraftarlık, Müslümanlık ve sosyalistlik, egemenler eliyle, aynı kodlarla hedef alınır. Tek tek kişiler, ideolojik bağ ve bağlamından kopartılır, “birey olarak her şeye kadirsin” lafı telkin edilir ve o bireyin basit makine çarkı, içi boş bir patates çuvalı olarak işe gidip gelmesi istenir. İdeolojiler, aşkınlığı ile tehlikelidirler. Bugün sol adına İslam’a; İslam adına sola saldıranlar, temelde bu telkinin esiridirler.

Söz konusu telkin, bir yönüyle, “kapitalizmin ilk dönemi vahşiydi, değişti” yalanına dairdir. Bir tür dinî ve bir tür millî tepkilerin soğurulması, etkisizleştirilmesi açısından egemenler, kitlelerin kapitalizme ikna edilmesi gayreti dâhilinde, çeşitli ideolojik argümanlar üretmişlerdir. Bu argümanlar, esas olarak, “bireysin, aklın var, kendini kullandırtma” telkinine dayanır. Argümanlarını, ismini emperyal olandan, Emevi’den ve Osmanlı’dan alanın “doğu-batı emperyal güçleri” demesi tuhaftır. Burada özünde “kimsenin oyuncağı olma” denmektedir. Liberal veba buralardan bulaşmaktadır.

* * *

Dinî, millî ve sınıfî dinamiklerin kendi içinde bir sınıf mücadelesi ve hak-batıl mücadelesi işler. Kâfire uyulduğu noktada geri dönülür. Solun kibrine karşı Müslüman olma kibrini çıkartmak manasızdır. Bu, liberallerden öğrenilen, tampon olma görevini ifa etmekten başka bir şey yapmamayı getirir beraberinde. Bu açıdan, Fatih Akıncıları’nın bildirisi önemlidir, ama boşluktadır.

Sadece solla girilen ideolojik yarışta alan kapma ve onun kitleler nezdinde kanal bulmasına mani olma derdiyle kaleme alınmış gibidir. Bu da onu solun eksik ve zaaflarının asli sebeplerine bağlar.

Solda patronlaşan-ağalaşan sendikacı neyse, Müslüman açısından patron-devletten icazet ve ulufe bekleyen küçük esnaf odur. Osmanlı’da askeriye ve iktisattaki yere dönük hasretin İslamî bir sosa daldırılması bugün artık hükümsüzdür. O mesele AKP ile tükenmiştir.

Kâfire gösterilen uyumun kırılacağı yer de burasıdır. Dolayısıyla, “AKP’ye karşı İslamî muhalefet mümkün değil” cümlesini soldan ve Müslümanlar içinden söyleyenler, yanılgı içerisindedirler. Bu, rol paylaşımı ile alakalıdır. AKP ve anti-AKP, kendi varlığı için, bu muhalefeti öldürmek zorundadır. Bu sebeple, her türden muhalefet, devletin ve burjuvazinin tamponu olmama konusunda kendisiyle sürekli kavga içerisinde olmalıdır.

AKP’nin bin atlı akınlarda şen olan çocukları bugün küfür üzeredirler. Eğer mesele, Hakk ve İslam ise asıl ak tolga eleştirilmelidir. O akınlar, bu ülkedeki egemenler içindir. O egemenler, Kâbe’ye yaklaşması bile yasak olan bir zencî köleyi o Ev’in tepesine çıkartıp ezan okutturan iradeye düşmandır. Artık Müslüman halk, AKP’ye oy verdiği ölçüde Müslüman kalabileceğine inanacak düzeye gerilemiştir. Buradan da İslam’ın ileri fırlayışını, oradaki kudreti ya hor görmekte ya da gereksiz bulmaktadır. Egemenlerin bizi ikna ettiği yerlere saldırmak zorunludur.

Kadir Bal’ın anlattığı bir anekdottur: uzun zamandır kimsesizlerle, evsizlerle, tinercilerle birlikte kavgalı bir hayat paylaşmış olan Kadir, o gençlerden birkaçını Akıncılar’ın düzenlediği bir kermese götürür. Gençlerin yanına bir Akıncı abimiz oturur, sohbet esnasında bu abimiz, bir vesileyle, gence “sonuçta kardeşiz” der. O sokağın kahrında yaşayan genç, Akıncı abinin kılığına kıyafetine, takım elbisesine bakar ve gözlerinin içine şu çığlığı fırlatır: “hayır değiliz!” Akıncılar, Müslümanca kavgasını AKP’ye değil, ancak o gence kardeş olmakla verebilirler. Metin Yüksel’den kalan mirasın ilmihali bunu emreder.

Eren Balkır
1 Mayıs 2016

Dipnot:
[1] “Fatih Akıncıları’ndan 1 Mayıs Açıklaması”, 1 Mayıs 2016, İslami Analiz.