İslam
konusunda önde gelen uzmanlardan biri olan John Esposito’ya göre, İran Devrimi
esnasında Şiilik, yerelde sahip olduğu kökleri sayesinde etkili ve güçlü
olduğunu ortaya koymuştur. Şiilik, süreç içerisinde müşterek tarihsel
kimlikler, inançlar ve değerler konusunda politik-dinî liderlik için bir hedef
belirlemeyi bilmiştir. Ayrıca Şiilik, ideolojik bir yapı meydana getirmiş, bu
yapı aracılığıyla hem ezilenler hem de ezenler için meşruiyet ve anlam kaynağı
hâline gelmiştir. Bu düzlemde Humeyni, Mutahari, Talegani ve Beheşti gibi din
adamları, din adamı olmayan, seküler isimlerle işbirliğine girip reformist veya
devrimci ideolojiler meydana getirebilmişlerdir.[1]
Önemli
bir İranlı gözlemci olarak Sadık Zibakelam’a göre[2] Müslüman liderler, Şah’ın
yapamayacağı şeyleri talep etme noktasında halkın diliyle konuşabilmişlerdir.
Halkın talepleri, beklentileri, toplumsal umutları ve politik arzuları İslam
aracılığıyla maddileşme imkânı bulmuştur. Despotizme bağlı güçler eliyle ihmal
edilen, ezilen ve sömürülen halk, hoşnutsuzluklarını din yoluyla dile
getirebilmiştir.[3] Zibakelam’a göre 1979 devrimi, İslam konusunda uzman olan
Müslüman mütefekkirlerin öncülüğünde elde edilmiş bir zaferdir. Onun
iddiasıyla, bu kişilerin İslam’a başvuru tarzları, kitlesel bir devrimin
gerçekleşmesine imkân sağlamıştır. Aralarında Fedailerin[4] ve Tude’nin[5] de
bulunduğu birçok Marksist örgüte göre ise bilhassa devrimi önceleyen yıllar boyunca,
örgütlenme ve ajitasyon faaliyetlerinin büyük bir kısmını Marksistler
üstlenmişlerdir. Marksistler, genelde devrim esnasında Müslüman din adamlarının
halkı aldattıklarını, devrimi çaldıklarını ve ona “İslam” etiketi vurduklarını
iddia etmektedirler.[6]
Devrim
esnasında örgütlenen kimlerdi, Marksistlerin Müslüman olmalarını sağlayan veya
onları bir ideoloji olarak İslam’a başvurmaya iten ana sebepler nelerdi? Genel
kanaate göre, Marksistlerin Müslümanlaştığı sürecin hikâyesi, bu ideolojik
dönüşümün pürüzsüz, hatta gayet doğalmış gibi görülmesini sağlayacak ölçüde
hiçbir çaba sarfedilmeden gerçekleşmesini sağladı. İslam, Marksistlerce öyle
doğal ve kesintisiz bir biçimde kullanıldı ki kimse bu süreci inceleme gereği
bile duymadı. Her iki ideoloji açısından bu uyumlulaşma süreci çelişkili ve
tuhafmış gibi görünse de ilgili süreç konusunda tek bir makale veya kitap
kaleme alınmadı.
Birçok
araştırmacının da iddia ettiği biçimiyle, 1979 devrimine yol açan ana unsur
İslam’dı. Bu iddianın sadece Müslümanlarca dile getirilmediğini söylemek gerek.
Solcu ve Marksist araştırmacılar da aynı sonuca ulaşıyorlar. İran toprağının
derinlerine kök salmış bir olgu olarak İslam, sadece devrimin sonuçlarını değil
ayrıca onun yürüdüğü yolu da tayin etti. Skocpol’un ifadesiyle:
“İran’da bu ülkeye has bir
devrim yapıldı. Kimse bunu söylemez ama bu devrimi İran sahnesinde faal olan
devrimci partiler yapmadı. Devrimin altında ne Müslüman gerillaların ne
Marksist gerillaların ne de komünist Tude’nin ne de seküler-liberal Milli Cephe’nin
imzası var. O, Şah’a yönelik halk direnişinin birer merkezi hâline gelmiş,
kentlerde varolan, komünal yaşam alanlarında toplumsal açıdan yerleşik olan
kültürel ve örgütsel formlar aracılığıyla gerçekleşti. […] Böylesi bir amaca,
toplumsal krizin orta yerinde kitlelere bir gecede yapılan yaratıcı bir
devrimci propaganda asla hizmet edemezdi. Belirli bir plana sahip devrimci bir
hareket, ancak uzun süredir ülkede var olan belirli bir dünya görüşüyle ve bir
dizi toplumsal pratikle varolabilirdi. İran’da tüm toplumsal sektörler,
Humeyni’nin peşinden gidip, Şiiliğin dillendirdiği yönergeler uyarınca birleşip
kaynaştılar. Şah’ın mollalardan kopması sonrası siyaset sahasındaki ana çekim
merkezi, önce sağlam bir politik muhalefete ardından da devrime doğru kaydı.”[7]
Bu
açıdan bakıldığında Skocpol’un görüşüyle 1979 devrimi esnasında yaşananlar
arasında belirli bir tutarlılığın olduğu görülmekte. Radikalizm, şehadet ve
velâyet-i fakih gibi Şiiliğe has yöntemleri ve vizyonu süreç içerisinde
Marksist örgütler bile kabul ettiler.
Bazı
Marksist örgütler, din ve dinî politik seçeneklerle aralarında mevcut olan,
uzlaşılması mümkün olmayan farklılıkları kasten bir kenara koyarlar ve
toplumsal-politik devrimle ilgili analizlerini nispeten yumuşatırlar. İslam
dinine uyma meselesi bilhassa Marksistler için bir tuhaflıktır, zira İslam
ideolojisi, devlet ve devletin işlettiği kurumlarla kendisi arasına bir ayrım
çizgisi çekmemektedir. Skocpol’un kanaatine göre, devrimi yapan tam da bu
ideolojidir:
“Devrimleri devrimciler
veya kitle hareketleri yapmazlar. […] Fakat eğer eski nizamı alaşağı etmeyi
amaçlayan, kitle tabanı olan bir toplumsal hareketin bilinçli bir plan uyarınca
yaptığı bir devrim varsa o, Şah’a karşı gerçekleştirilmiş olan İran Devrimi’dir.”[8]
Skocpol’a
göre, ideolojiler kendilerini, devrimci liderlerin belirli sonuçlara yol açmak
adına hareket ettiklerinde uydukları pratik stratejiler aracılığıyla ortaya
koyarlar. İran’da İslam ideolojisi, devrimci liderler için bir tür kılavuz
işlevi görmüştür.
İran’da
İslam’ın ve İslam kültürünün sahip olduğu güçlü kökler, İran kültürüne aşina
olanların zaten bildiği bir gerçekliktir. İslam ahlâkının politik ve toplumsal
hareketler bünyesinde oynadığı rol ve sahip olduğu önem, İran’daki örgütler
kadar bireyler nezdinde de çok büyüktür. İslam ahlâkı, aynı zamanda İslam dışı
veya seküler örgütlerde de gözlemlenir. Örneğin Marksist örgütler içerisinde
kadın-erkek ilişkileri ataerkil yaşam tarzına dair bir göstergedir. Ülkeye has
kültürün ayakta kalmayı bilmiş olan nüfuzuna ek olarak bu ataerkillik de İslam
ideolojisinden kaynaklanmaktadır.[9]
Forrest
Colburn açısından hâkim olan paradigma, entelektüel kültürdür: Bu kültür, İran
devriminde tanık olduğumuz kolektif niyetleri ve davranışı ifade edip
biçimlendiren İslamî değerleri, beklentileri, sözleri, görselleri ve örtük
kuralları içerir. Diğer yazarlar gibi Colburn de bir inanç sistemi olarak
İslam’ın ve birer örgütçü olarak Müslümanların kitlelere öncülük etme
noktasında daha hazırlıklı olduğuna inanır:
“Marksizm-Leninizm’in
başarısız olduğu noktada İslam’ın devrimci bir güç olarak elde ettiği başarı,
birkaç farklı unsur üzerinden izah edilebilir. İran’da din adamları, Şah’a
karşı halk muhalefetini harekete geçirme noktasında Marksistlere kıyasla daha etkili
ve daha geniş bir örgütsel tabana sahiplerdi. Ayrıca İslam,
Marksizm-Leninizm’in ancak arzulamakla yetineceği, bir yankıya ve meşruiyete
sahipti. Son olarak, İslam’ın sahip olduğu ahlâkî üstünlük, ilk başlarda
seküler örgütlerin yüzleştikleri baskıya karşı din adamlarını korudu.”[10]
İslam’ın
ahlâkî otoritesi, Şah’ın düşmanlarını algılama tarzıyla ilgili herhangi bir
farklılığa yol açmadı. Şah, Marksistlerle işbirliğine giden Müslümanların
rejimi yıkma amacıyla fesada ortak olduğunu düşünüyordu. 1979 devrimi öncesi
politik hareketliliği “kızıl-kara fesadı” olarak niteleyen Şah, komünistlerin
Müslümanların içine sızdığından, Marksist-Müslümanların varolduğundan ve daha
birçok farklı bileşimlerin açığa çıktığından bahsediyordu.[11]
Bu
isimlerdeki ölçülü niyetlerden bağımsız olarak Müslümanlar ve Marksistlerin
teori ve pratikte yakınlaştığı gün gibi ortadaydı. Şubat 1979 devriminden
yaklaşık bir yıl önce devlet destekli İttilaat gazetesinde bir makale
yayınlandı. 25 Aralık 1977 günü yayınlanan bu makalenin yazarı, Humeyni’yi
ihanetle ve kadınların kurtuluşu ile ilerlemeye karşı direnmekle suçluyordu:
“Kızıl ve kara gericiler, Humeyni’yi İran devrimine[12] (yani Şah’ın “Beyaz Devrim”ine)
karşı mücadele eden en uygun kişi olarak görüyorlar.” Devamında bu suçlayıcı
yazı dâhilinde Humeyni’nin “kızıl ve kara güçlerin hazırladığı sömürgeci planın
ana figürü olduğundan” söz ediliyordu.[13] Ortadoğu’da İslamî hareketlerin
öncülük ettikleri fesattan dem vuran makale, bu örgütlerin Sovyetler’in başını
çektiği komünistlerle koordineli hareket ettiklerini söylüyordu.
Şah’ın
iki politik hareketi ilişkilendirmeye dönük çabaları hiç son bulmadı. Bu
mesele, Başbakan Cemşid Amuzegar devrilip yerine Cafer Şerif İmami
getirildikten sonra bile[14] kamuoyunun gündeminde tutuldu.[15] Mecliste
yapılan özel bir oturumda Şerif İmami de aynı fesattan söz etmekteydi. Görünüşe
göre İmami, Marksistleri suçlu, Müslümanları da birer kurban olarak görüyordu.
“Ona göre, devletle şiddet
üzerinden mücadele etmek, İran halkının başvuracağı bir yol değildi. Eğer halk,
iyi Müslümanlardan oluşuyorsa ve devletle mücadele etmeyecekse, o vakit bu
işten başkaları sorumlu olmalıydı. Eldeki belgelerin de ortaya koyduğu biçimiyle,
Marksistlerdi şiddetin ana sebebi. Mevcut koşullarda hedeflerine ancak din
yoluyla ulaşabileceklerini düşünmüşlerdi. Bu nedenle dindar halkın içine
sızdılar. Halkın dinî ortamlarda attıkları sloganlar, komünistlerin
direktiflerinin birer delili gibiydiler. Gözlemlediğimiz kadarıyla sloganlar
tümüyle Marksistti.”[16].
Marksistler,
Müslümanlarla kurdukları işbirliklerini ancak politika bağlamında rasyonalize
edebiliyorlardı. Marksistler ve Müslümanları harekete geçiren dürtüler,
işbirliğinin kapsamı ve samimi yoldaşlığı içeren bağ, uzun süre incelenmemiş
bir toplumsal olgu. Birçok Müslüman’a göre, Marksistlerle işbirliği kurma
ve/veya onların yönlendirmesine tabi olma, pek hoş görülebilecek ve kesinlikle
onur kırıcı bir fikirdi. İranlı sosyal bilimci İmadeddin Baği’nin kanaatine
göre, Marksistler pratikte “Müslümanları kibirli bir yaklaşımla yönlendirme”
derdindeydiler:
“Marksistler, dünyada
süren anti-emperyalist mücadelede yegâne öncünün kendileri olduklarını
düşünüyorlar. Onlar, zulme ve emperyalizme karşı yürütülen her türden
mücadeleyi tekellerine alıyorlar. Marksistler, her türden dindar veya Marksist
olmayan gücün burjuva, küçük burjuva veya feodal olduğunu düşünüyorlar. Onların
kanaatine göre, dindar grupların halka anti-emperyalist mücadeleler dâhilinde
öncülük etmeleri asla mümkün değil, Müslümanlar, esaslı bir emperyalizm
anlayışından mahrum olduklarından, hikâyenin sonunda emperyalizmle
uzlaşırlar.”[17]
Baği’nin
ifadesi bir gerçeğe işaret ediyor. Yukarıdaki değerlendirme, ister İran’la
ilgili olsun ister olmasın, doğru bir şeyden bahsediyor. Buna karşılık diğer
tarafa geçme konusunda İranlı Marksistlerin daha fazla öne çıktığını söylemek
lazım. Bu farklılaşma sayesinde Baği’nin sözünü ettiği, Marksistlerin direniş
hareketleri üzerindeki tekel de kırılmış oldu. Ayrıca bu sayede İslam inancının
uygulanabilirliği belirli bir meşruiyete kavuştu. Baği’nin sözünü ettiği,
Marksistlerde gördüğü entelektüel kibir zamanla yerini, hüsnüzana bıraktı.
Sonrasında bu düşünsel yönelim, Marksistlerin bağlamı tayin eden İslam’ın içine
girmelerine neden olacak bir tür tuzağa dönüştü.
Abdurrahim Cevadzade
[Kaynak:
Marxists into Muslims: The Iranian Irony, Florida International
University, 2007, Doktora Tezi.]
Dipnotlar:
[1] John Esposito. 1990. The Iranian Revolution: Its Global Impact.
Gainsville: University Press of Florida. s. 40.
[2]
Sadegh Zibakalam. 1999. Moghaddame-yee Bar Enghelab-e Eslami (İslam
Devrimi’ne Giriş). Tahran: Rozaneh Publications.
[3]
A.g.e.
[4]
1970 yılında kurulan Fedailer İran’daki en önemli Marksist gerilla
örgütlerinden biriydi. Örgüt, Şah’a karşı silâhlı mücadele yürütülmesi fikrini
savunmaktaydı.
[5]
Tude, ülkedeki en önemli Marksist politik örgüt. 1941’de eski İran Komünist
Partisi üyeleri tarafından kuruldu. Fedailer’den farklı olarak bu örgüt silâhlı
mücadeleyi şiddetle eleştirmekteydi.
[6]
Kar, Fedailer (Azınlık) Yayın Organı, Sayı. 166, Nisan 1983.
[7]
Skocpol, Theda. Social Revolutions in the Modern World. New York:
Cambridge Univ. Press, 1994. s.250.
[8]
Skocpol, s. 241.
[9]
Yayına Hz.: Farah Azari, 1983. Women of Iran: The Conflict with
Fundamentalist Islam. Londra: Ithaca Press.
[10]
Forrest Colburn. 1994. The Vogue of Revolution in Poor Countries.
Princeton, NJ: Princeton University Press. s. 31.
[11]
Ervand Abrahamian. 1988. Iran Between Two Revolutions. Princeton:
Princeton University Press, s. 575, 607-611.
[12]
Kızıl Marksistleri, kara da Müslümanları temsil etmekteydi. Bu renk kodlamasına
esas olarak Şah hükümeti başvurmaktaydı.
[13]
Emaddeddin Baghi. 1991. A Survey of Iran’s Revolution (“barressi-e
enghelab-e Iran”). Tahran: Saraee, s. 226.
[14]
1976’da Şah tarafından belirli bir reforma yönelik tedbir dâhilinde, başbakan
olarak atandı ve yerine Abbas Huveyda getirildi. Hükümeti 13 yıl işbaşında
kaldı.
[15]
Cemşid Amuzegar yerine başbakan yapıldı. 27 Ağustos 1978’de bakanlar kurulu
üyelerini Şah’a takdim etti. Hükümeti 6 Kasım 1978’de devrildi.
[16]
Baghi, s. 247.
0 Yorum:
Yorum Gönder