01 Ağustos 2009

,

Marx-Engels-Lenin ve Millet Meselesi

1964 tarihli Çin propaganda afişi: “Amerikalı emperyalistler Afrika’dan defolun, Mazlum halklar birleşin, Mazlum halklar ABD emperyalizmine karşı kararlı biçimde savaşmak için birleşin.”


Links’in 13. sayısında Norm Dixon şunları yazıyor:

“Mazlum milletlerin millî kurtuluş mücadelesi, günümüz dünyasının en yakıcı meselelerinden biri olarak karşımızda duruyor. Dolayısıyla, dünya hakkında belirli bir fikir sahibi olmak, liderlik oluşturmak ve birçok farklı milletlerarası olaya yönelik tavırlarıyla tepkilerini doğru biçimde belirlemek zorundalar ise sosyalistlerin millet meselesini anlamaları gerekiyor.”

Tüm kalbimle katılıyorum bu söylenenlere. Ancak Dixon, millet meselesi hususunda, Marx ve Engels’in kapitalizmin yükseliş döneminde ve Lenin’in emperyalizm çağında yaptıkları tartışmalara nazaran, görece biçimci ve şematik bir teorik anlayış geliştiriyor. Dixon, milleti ve Lenin’in kendi kaderini tayin hakkı meselesini dar bir ufukla tarif ediyor ve birçok mazlum halkın milliyetçiliğini reddediyor.

En tehlikeli politik hata, mazlumların milliyetçiliği ile zalim milletin milliyetçiliğini karıştırmaktır. Dixon, bu hatayı, Avrupa göçmeni Afrikanların ırkçı milliyetçiliği ile Güney Afrika’daki Zuluların milliyetçiliğini eşitlerken yapıyor (s. 20). Afrikanlar, beyaz ırk ayrımcısı devletin, Zulularsa mazlum siyah çoğunluğun parçası.

Yeni Güney Afrika, oluşum hâlindeki bir millet. Siyah çoğunluk, etnik sınırlarla ayrıştırılmaya devam ediyor. Çeşitli etnik/millî grupları, yeni Güney Afrika milletinin içinde eridiği millî devlete doğru dönüştürmek Millî Afrika Kongresi (ANC) liderliğinin ana hedefi. Irk ayrımcılığının sonu ve tüm Güney Afrikalıların (yurttaş olarak) hukuken eşit kılınması, sözkonusu gelişmeye kapı aralıyor.

Kapitalizm hüküm sürdükçe ve buna bağlı olarak sınıfsal ayrışmalar var oldukça, ilgili sürece yönelik direniş de varlığını muhafaza edecek, ancak bu direniş de beyazlar tarafından ortaya konmayacak. Bu meselenin ötesinde mazlum siyah çoğunluk içinde aynı zamanda politik bir çatışma da yaşanıyor. Bu politik kavganın, eski zalim beyaz Güney Afrika milletinin milliyetçiliği konusunda yapabileceği herhangi bir şey yok.

Mazlumların milliyetçiliği ile zalim milletlerin milliyetçiliğini karıştırma hususunda Dixon gibilere ABD’deki Afrikalı-Amerikalılar üzerinden de söylenecek çok şey var. Ben, aynı hatanın Avustralya’daki Aborjinler konusunda da yapıldığı kanaatindeyim.

Dixon’ın işaret ettiği üzere, Lenin’in millet meselesi teorisi, millî kurtuluş mücadelelerine yönelik devrimci yaklaşımın merkezidir. Lenin’in teorisi, Marx-Engels’in yazılarına ve emperyalist dönemdeki kapitalizmin analizi ile ilgili kendi çalışmalarına dayanır.

Marx ve Engels

Marx ve Engels, Komünist Manifesto’da vücuda gelen modern milletlerin sınıflar mücadelesinin, eski feodal nizama karşı yükselen burjuvazinin devrimci şiddetinin bir sonucu olduğunu söyler.

Marx ve Engels’e göre, millet meselesi ile ilgili anlayışın kilit noktası, kapitalizmin bir sistem olarak doğuşu ve birbirinden farklı tarihsel halkların ona nasıl cevap verdikleridir. Kasım 1847’de Londra’da yaptığı konuşmada, Engels şunu söyler:

“Bir millet başka milletleri ezerken hür olamaz.”

Marx ve Engels’in de faal olarak iştirak ettikleri 1848 devrimleriyle ilgili olarak Dixon, Engels’in devrimlerin mağlup edilmesinde rol oynamış Güney Slav halklarına ilişkin ifadesini eleştirir. Engels, Neue Rheinische Zeitung’a (“Yeni Ren Gazetesi”, Sayı: 222, 15 Şubat 1849) şunları yazar:

“Tekrar ediyoruz: Lehler, Ruslar ve kısmen Türk Slavlar dışında kalan tüm Slav halklarının hiçbir geleceği yoktur, bu, tüm öteki Slavların bağımsızlık ve yaşama becerisi için temel tarihî, coğrafî, politik ve sınaî koşullardan mahrum olması gibi bir basit nedenden kaynaklanmaktadır.”

Dixon, bu alıntı üzerinden, Engels’in “küçük milletlerin millî baskıya karşı mücadele verme eğilimleri ile kendileri için bağımsız devletler kurma eğilimlerini horgördüğü” sonucuna varıyor. Devamında Engels’in 1848 ortasında demokratik devrim için Prag’da demokratik bir ayaklanma çağrısında bulunduğunu söylüyor. Sözkonusu ayaklanmanın yaşadığı yenilgi, Çek halkını Çarlık Rusya’sının ordusuna katılmaya mecbur ediyor.

Dixon’ın söylediği gibi, Engels, Slav halklarına ilişkin olarak “ham” bir ifade mi ortaya koyuyor? Gerçekler aksini ispatlıyor. Marx ve Engels, analizlerini 1848 devrimleri de dâhil, o güne dek elde verili olan tarihsel verilere ve gerçeklere dayandırıyor. Engels, yüzlerce yıl Slav halklarının büyük bölümünün (hepsinin değil) zalimlerin safında yer aldıklarını tespit ediyor. Bu halklar, hiçbir vakit devrimci bir eğilim içine girmiyorlar. Engels’e göre, bu sebeple uzun bir direniş geleneği bulunan Polonya halkı ile kıyaslandığında, Slavların hiçbir geleceği bulunmuyor. Engels, Slavların asimile edilmek ve başka halkların hâkimiyetine girmek hususunda arzulu olduklarını da ifade ediyor.

NRZ’nin bir sonraki sayısında Engels şunları ekliyor:

“Ancak (NRZ’de yazdığımız) her şey hâlâ son nokta değildir. Eğer herhangi bir dönemde Slavlar, zulme uğradıkları vakit yeni bir devrimci tarihe başlayacak olurlarsa, bu sayede onlar da hayatlarını sürdürebilir olduklarını kanıtlamış olurlar. Bu ândan itibaren devrim, onların kurtuluşunda pay sahibi olacak ve Almanlarla Macarların özel katkıları Avrupa devrimini besleyecektir. Ancak şurası kesin ki böyle bir şey yaşanmadı.” (Vurgu bana ait- M. M.)

Bazı Slavlar, demokratik devrimden yana saf tuttular; bu hususta aslî ölçüt, Engels’in de belirttiği üzere: “tüm halkları yanında ya da karşısında konumlanmaya mecbur eden 1848 devrimidir.” Temelde duran gerçekler, Engels ile Marx’ın o dönemde hâlihazırda feodal monarşilerin hükmü altında olan ve henüz birer modern millet hâline gelememiş halkların devrimci ya da karşı-devrimci olduklarını belirlemekte kullandıkları ölçütlerdir. Milletlerin oluşumu, bazı halkların asimile edilmesini ya da birbirlerine karışmasını ifade eder.

1848 devrimlerinin gerçekleştiği dönemin ardından, özellikle yirminci yüzyılda, diğer Slav halklarının hakları için dövüşmeye başladıkları gerçeği, 1848 devrimlerinde aşikâr olan gerçekleri olumsuzlamaz.

Engels’in de doğru biçimde izah ettiği gibi, mazlum bir halk zalimlere karşı mücadele ettiğinde, onların bir halk olarak sahip oldukları hakikî tarih de başlamış olur. Marx ve Engels’in Polonya ve İrlanda halklarını devrimci birer halk olarak görmelerinin nedeni budur. Sözkonusu halkların kahramanca yürüttükleri direnişin tarihi bunun kanıtıdır.

Bugün bizim için öğretici olan, Engels ile Marx tarafından kullanılan materyalist yöntemdir. Halkların neden devrimci oldukları ve nasıl bir gelecek yaşayacakları, bizim onlarla ilgili arzu ve umutlarımıza değil, bu halkların içinde yaşadıkları gerçeklere bağlıdır. Zalimlerini başlarından söküp atmak bir halkın nihaî eylemidir. Onların kendi yanlarında durmayı reddeden diğer halklara yönelik herhangi bir hissî yaklaşımı olamaz.

Marx ve Engels’in kapitalizmin doğuş aşamasında kapitalist “medeniyet”in geri bölgelere doğru genişlemesinin insanlık için ilerici olduğunu söylemelerinin nedeni, tarihin hakikî yürüyüşüdür. Dixon tarafından alıntılanan aynı NRZ makalesinde Engels, ABD’nin Kaliforniya’yı ve Teksas’ı 1849’da görece daha gerici yöneticilerin elinden alışını topa tutuyor. Yirminci yüzyılda birçok Marksist, yanlışa düşerek, bu yaklaşımın Marx ve Engels’in sömürgeciliği anlamadığının kanıtı olarak görüyor. Ancak Engels’in ifadesi oldukça basit: kapitalist gelişmeye doğru yapılan yürüyüş kanlı ve vahşicedir, bu yürüyüş, eski düzeni aşan bir ilerlemeyi temsil eder.

Lenin'in Görüşü

Modern millet meselesi teorisi Marx ve Engels’in yazılarına dayanır, ancak bu teori sonrasında, yeni koşullar altında, Lenin ve Bolşeviklerce geliştirilmiştir. Lenin’in meseleye yönelik politik yaklaşımının merkezinde milletlerin kendi kaderlerini tayin hakkı durur. Ancak bu slogan genele teşmil edilebilecek bir slogan değildir; o, başka milletlere zulmeden milletlere değil, sadece mazlum milletlere tatbik edilebilecek bir slogandır.

Aradaki farklılık, Marx ve Engels’in içinde yaşadığı kapitalizmin doğuş aşamasından feodalizmin sona erdiği, halkların merkezî millî devletler içinde birleştiği döneme geçiş yapılmış olmasından kaynaklanır. Emperyalist dönemde millî mücadeleler, dünyayı sömürgeleştiren emperyalist milletlere karşı yürütülen savaşlara evrilmiştir.

O hâlde Dixon, 1913’te Lenin’in editörlüğünde Stalin tarafından kaleme alınmış olan o ünlü makaleye atıfta bulunduğunda, bağlamı hatırda tutmak zorundadır. O günlerde yazılanlar, ilgili dönemin tarihsel gerçeklerine dayanır. Rus Devrimi’nin zaferi ve bir iki yıl içinde Komintern’in oluşumu, Lenin’i görüşlerini yeni öğrenilen dersler ışığında değiştirmeye itmiştir.

1913 tarihli makalesi Marksizm ve Millet Meselesi’nde Stalin, milleti “tarihsel düzlemde kurulmuş, ortak dil, bölge, ekonomik hayat ve ortak kültürde kendisini gösteren psikolojik yapı temelinde oluşmuş, istikrarlı halk topluluğu” olarak tarif eder. Devamında Stalin şunları söyler:

“Şu vurgulanmalıdır ki yukarıda bahsi geçen özelliklerin ayrı ayrı ele alınması bir milletin tarifi için yeterli olmayacaktır. Bunun da ötesinde sözkonusu özelliklerin teki bile mevcut değilse, bir millet artık millet değildir.”

Ancak sonrasında Stalin aynı makalede şu vurguyu yapar:

“Bir millet, sadece tarihsel bir kategori değil, belirli bir döneme, doğmakta olan kapitalizm dönemine ait bir tarihsel kategoridir. Feodalizmin tasfiyesi ve kapitalizmin gelişimi süreci aynı zamanda bir halkın millet olarak oluştuğu süreçtir. (vurgu bana ait -M. M.)

Bu, neden bu kadar önemli? Stalin’in bir milleti oluşturan dört ölçütü belirli bir tarihsel döneme, kapitalizmin doğuşuna uygulanmaktadır. O gün bile Stalin, bu ölçütlerin hangi halkların bir millet oluşturabileceğini, hangilerinin oluşturamayacağını belirlemez (bu noktada Engels’in kullandığı yöntem devrededir.).

Eski kapitalist iktidarların dünyanın geri kalanına zulmettiği ve bu mazlum halkların bağımsız devletler oluşturma haklarını inkâr ettiği emperyalist çağ, Stalin’in dört ölçütünün denk düştüğü dönemden farklılık arz eder. Bu nedenle Stalin’in ölçütleri, bir milletin ne olduğuna ilişkin bir reçete değil, bir rehber olarak kullanılabilir.

Dolayısıyla Dixon’ın millet meselesine ilişkin takdimi tarih dışıdır. Dixon’a göre, eğer mazlum bir halk, Stalin’in dar anlamda ifade edilmiş makalesindeki dört ölçüte uymazsa, millet değildir:

“Bu dört özellik olmaksızın bir milletin oluşumundan söz etmek idealistçedir.”

Dixon devam eder:

“Kanada, ABD ve Avustralya’daki birçok yerli halk gibi, diğer halklarla karışmış mazlum bir halk bir millet teşkil etmez, zira sürekli olarak tekil bir bölgede ikamet etmemektedir.”

Ona göre, politik açıdan eğer insanlar kendilerini “milliyetçi” olarak nitelendiriyorlarsa, sosyalistler onların hislerinin nedenini anlamaya çalışsalar bile, bu onların yanlışa sevk edildiğini gösterir!

Millete ilişkin bu dar ve biçimci düşünce tarzına uyulduğu takdirde şu tarz tespitlere ulaşmak mümkün hâle gelir:”

“Örneğin Birleşik Devletler ile ABD milleti, Avustralya ile Avustralya milleti ya da Yeni Zelanda ile Yeni Zelanda milleti gibi örneklerde olduğu üzere, bazen bir millet ve bir devlet çakışır.” (s. 13)

Mazlum halkların sözkonusu ülkelerdeki millî hakları tam da bu şekilde yok olmaktadır. Dixon’a göre, bizler, parçası olmak istediğimiz milletin içinde ayrıştırılmış birer sosyal sınıfız.

Bu, kesinlikle benim ve birçok Siyah Amerikalının haberdar olduğu bir husus. Eminim ki Yeni Zelanda’daki Maoriler ve Avustralya’daki Aborjinler de aynı şekilde hissediyorlardır. Malcolm X kendisinin, hatta ABD’deki tüm siyahların hiçbir şekilde Amerikalı olmadığını söylediğinde çok derin bir ilgi uyandırdı. 1992 tarihli Two Nations, Black and White, Hostile, Separate, Unequal [“Hasım, Ayrı ve Eşit Olmayan İki Millet: Siyah ve Beyaz”] adlı kitabında Andrew Hacker şu tespiti yapıyor:

“Siyahî romancı Toni Morrison’ın ‘Hayatımın hiçbir ânında kendimi bir Amerikalı olarak hissetmedim” cümlesiyle dile döktüğü o sert cevabı anlamaya kifayet ettiğiniz kimi ânlar vardır. Bu idrak, sonradan kendilerini Muhammed Ali, Cemil Abdullah Emin, Kerim Abdülcabbar ve Kwame Toure olarak isimlendiren Cassius Clay, H. Rap Brown, Lew Alcindor ve Stokeley Carmichael’a yönelik derin sempatinin oluşmasına yol açıyor.”[1]

Gerçeklik, Dixon’ın inandığından bir miktar daha karmaşık bir şey. Siyahlar, Amerikan Yerlileri, Kanada Yerlileri ve Aborjinler kendilerini Dixon’ın temsil ettiği yoldan bu milletlerin birer parçası olarak görmüyorlar. Her durumda da onlar, ABD, Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda’yı kendi ülkeleri olarak gören beyazlardan farklı millî yapılara sahipler.

Esasında mesele basit: Birleşik Devletler’de bir kişi “Amerikalı” olduğunu söylüyorsa, bu ifade “Afrikalı”, “Çinli” ya da “Latino” sıfatları tire ile “Amerikalı” oluştan ayrıştırılmadığı sürece, o kişinin beyaz olarak konuştuğunu gösterir. ABD’nin “renkkörü” bir toplumu olduğunu söyleyen kimi liberallere ve muhafazakârlara rağmen, bu noktada herhangi bir kafa karışıklığı sözkonusu değildir. Özelde “renkkörü” ifadesi, eşit haklara ve olumlayıcı eylemlere itiraz eden sağcılar tarafından kullanılır. Bu, yetmişlerde resmî planda “beyaz Avustralya” siyaseti güden Avustralya için de geçerlidir.

Ya Engels’in tanımı? Uzun soluklu mücadelemiz sayesinde ABD’de biz, Siyahların devrimciler tarafından desteklenmesi gereken millî haklara sahip, “yaşayabilir bir halk” olduğumuzu kanıtlamadık mı?

ABD’nin güneyinde işleyen, Jim Crow yasaları üzerine kurulu ırkçılık sisteminin alaşağı edilmesi ile hukukî ayrımcılığın sona ermesi, elbette mazlumların ve işçi sınıfının bir zaferidir. Ancak kapitalizm sınıfı sömürdüğü gibi, bir yandan da ırkî baskıdan besleniyor ve onu yeniden üretiyor. Milyarlarca dolarlık kâr, yegâne menfaati. Kurumsal baskı, ABD ve Avustralya’da varlığını sürdürüyor, sosyalizm muzaffer olana dek de sürecek. Millî baskının maddî kaynağının ve mazlumların milliyetçiliğinin, onlar millî haklarını kazanana dek asla yok olmayacağının nedeni de bu.

Mazlum halkların sadece eşitlik talep ettiklerini söylemek, onların kendi kimliklerini inkâr ettikleri anlamına gelmiyor. Yönetici sınıf, Siyahların ve diğer mazlum halkların ülkelerinde tamamıyla eşit yurttaşlar olmalarına asla izin vermeyecek. Mazlumların milliyetçiliğinin bayraklarını sürekli yukarıda tutmalarının nedeni de burada.

ABD, Avustralya, Kanada ve Yeni Zelanda birden fazla etnisiteye sahip devletler. Avrupa’dan gelip Amerika’yı sömürgeleştiren beyazlar beyaz milletleri meydana getirmişler. Beyaz olmayan halklar ise bu yeni milletlerin üyeleri olarak görülmüyorlar. (Stalin bile bir makalesinde, Yerlileri ve Afrikalı köleleri görmezden geliyor: “Sonrasında İngiltere’den yeni bir bölgeye, Amerika’ya göç etmiş olan İngilizler, süreç içinde yeni Amerikan milletini -beyaz milleti- teşkil etmişlerdir.”) Yerli halklar topraklarından sürülüyorlar, önemli bir kısmı imha ediliyor, kalanlarsa tecrit edilmiş bölgelere yerleştiriliyorlar. ABD’li Yerliler, kendilerini ABD milletinin bir parçası olarak görmüyorlar.

Eski Afrikalı köleler de kendilerini ikinci sınıf yurttaşlar olarak görüyorlar ve eşit muamele istiyorlar. Bir devlette iki millet, ortadaki gerçeklik bu. Beyazların hâkimiyetindeki devletin hukukî ve şimdilerde kurumsal ırkçılığı Siyahların ayrı millet meydana getirdiklerinin izahı. Siyahların mazlum bir millet ya da milliyet olmadıklarına ilişkin tartışmada Stalin’in dört ölçütü kullanılıp, bunun nedenini Siyahların kesin sınırlarla belirlenmiş bir bölgeyi işgal etmedikleri gerçeğine bağlayanlar, ABD’deki Afrikalı-Amerikalıların gerçek tarihine karşı çıkıyorlar. İlk dönemde olduğu gibi, Siyahların milliyet olmadıklarını söyleyen ABD’li sosyalistler, Siyahî halktan tecrit oluyorlar ve onların karşısında duruyorlar.

Kaygan bir zemin üzerinde duran Dixon, formel mantığı uygulamaya koyuyor ve bir halkın millet olabilmesinin ölçütünü belli bir bölgede ikamet etmek olarak belirliyor. Lenin’in cebirsel yöntemi daha hayırlı. ABD’li Siyahlar dört ölçütü de karşılıyorlar, ancak Stalin’in belirttiği yoldan değil. Ortak dil (İngilizce), kültür ya da psikolojik yapı, bölge ve ekonomi (bütün olarak ABD) ölçütlerin talebini karşılıyor.

Dixon, eşit yurttaşlık hakları için mücadelenin beyaz milliyetin diğer halklar üzerindeki özgül hâkimiyetinden kurtulmak için verilen mücadelenin bir parçası olduğunu söylerken, haklı. Bu, kapitalizm koşullarında bitmeyecek uzun soluklu bir mücadele.

Ancak millet meselesine ilişkin şematik ve diyalektik olmayan bir yorum geliştiren Dixon, bu ülkelerde süren milliyetçi hareketlerin eleştirmeni kesiliveriyor. O, milliyetçilere “idealist ve ütopyacı” diyor. Demek en iyisi, kendisini “Avustralya milleti”nin parçası olarak görmeyen Aborjin’e karşı büyüklük taslamak, ona ırkçılığa karşı kavgasının onurlu olduğunu söylemek, destekleneceğini vaat etmek ama öte yandan da milliyetçiliğin yanlış olduğunu söylemekmiş. Umarım Avustralya’daki sosyalistler, kapitalist devlet iktidarına karşı gelen Aborjin milliyetçiliğine karşı polemiğe girişmezler.

Kısa zaman önce Kanada’da yerli halklara mensup küçük bir grup, kendilerinin olan özerk bir bölge kazanmayı başardılar. Bu, Quebec’li mazlum milletin diğer yerli halklar adına dillendirdikleri bir talep aslında. Kanadalı sosyalistler, Quebec yerlilerine, yalnızca harita Quebec’in Quebec’lilerin olduğunu söylediği takdirde yerli halkın millet olma hakkı elde edebileceğini mi söylüyorlar? Hayır, gerekirse harita yeniden çizilir ve yerli halklar kendi kaderlerini tayin haklarını elde ederler.

Lenin ve Milletlerin Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı

Daha önce de izah ettiğim üzere, Lenin, millet meselesini Dixon gibi ele almıyor. Lenin, Stalin’in 1913 tarihli makalesindeki dört ölçü, hangi halkların millet olduklarını belirleyen bir kontrol listesi olarak kullanmıyor. Sınıf mücadelesi yapar bu işi.

Lenin, hangi halkların komünistlerin desteğini hak ettiği ve hangilerinin kendi kaderini tayin hakkına sahip olması gerektiği sorusu üzerinden, Marx ve Engels’in emperyalist döneme uyguladıkları yöntemi kullanır. 28 Temmuz 1920 tarihinde Komintern’in İkinci Kongresi’ne sunduğu Millet ve Sömürge Meselesi Üzerine Başlangıç Taslak Tezleri’nde Lenin “Amerika’daki Siyahlar”dan bahseder. Onlara dokuzuncu maddede özel olarak değinir:

“Tüm komünist partiler, bağımlı ve imtiyazsız milletlerdeki (örneğin İrlanda, Amerikalı Siyahlar vb.) ve sömürgelerdeki devrimci hareketlere yardım etmelidirler.”[2]

Başka bir deyişle, 1920’de ABD’li Siyahlar, Lenin tarafından mazlum bir millet kabul edilmektedirler. 1920’de tüm Amerika genelinde yaşayan Siyahlar, önemli bir bölümü güneyde olmasına karşın, ABD ekonomisi ile bütünleşmiş, ırkçılığa karşı özel bir psikolojik yapı üretmiş ve ortak dil olan İngilizceyi konuşan bir millettir. Ancak eğer Dixon’ın Lenin’in millet meselesi teorisine ilişkin yorumu kullanılacak olursa, Lenin raporuna Siyahları katmakla yanlış yapmıştır, zira onlar, özel bir toprak parçasına ya da ülkeden ayrı bir ekonomiye sahip değildirler.

Ben, Lenin’in hata yaptığına inanmıyorum. O, mazlum bir millet için nihaî ölçüt olarak halkın kendisini, onun ekonomik ve politik gerçekliğini belirlemiş olan Rus Devrimi derslerini uygulamıştır.

1930’larda ABD Sosyalist İşçi Partisi liderliği ile yaptığı tartışmada Troçki, hazırladığı raporda Lenin ile aynı yöntemi uygular. Troçki, “sosyalistlerin kendi kaderini tayin hakkının ilerletmemeleri için hiçbir sebep görmediğini” söyler ve Siyahların kendi kaderini tayin hakkı yönünde bir talepte bulunmadığına ilişkin tartışmada şu cevabı verir:

“(…) bunun doğal nedeni, beyaz işçilerin proleter diktatörlük sloganına doğru hamle yapamamış olmaları ile aynıdır. Siyahlar, o siyah kafalarına kendileri için büyük ve güçlü devlet parçası oluşturma cesaretini henüz sokamıyorlar.”[3]

Troçki, Siyah’ın bu fikri edineceği gerçeğini beyaz işçinin devrimci olacağı gerçeği kadar açık bir biçimde kabul eder.

Kendi Kaderini Tayin Hakkı Nedir?

Dixon şöyle söylüyor:

“Milletlerin kendi kaderlerini tayin hakkı, yalnızca mazlum milletlere tatbik edilebilir. Bu, mazlum bir milletin, ayrılma ve ayrı bir millî devlet oluşturma hakkı dâhil, zalim milletle politik ilişkisini belirleme hakkına sahip olduğu anlamına geldiğini söyleyen politik bir taleptir.”

Ancak Dixon’ın şeması, kimin millet olup kimin olmadığını keyfî olarak ilân eden dört ölçütlü kontrol listesine denk düşmeyen tüm mazlum gruplardan bu hakkı mahrum bırakıyor. Dixon, doğaları gereği henüz teşkil olmamış, ancak bir millet olabilecek mazlum hakları dışarıda tutuyor.

Dixon, akıl almaz bir biçimde, kendi kaderini tayin hakkını almazdan önce bir mazlum halkın kendisine (Dixon’a) millet olduğunu ispatlama yükümlülüğünü gene o mazlum halkın sırtına atıyor.

Gerçekte Dixon, bir halkın millî niteliği üzerinden zulüm görmesini ve kendi hakları için mücadele etmesini yeterli bulmuyor. Bu halklara mensup olup kendilerini milliyetçi olarak nitelendirenleri ise idealist ve ütopyacı olarak niteliyor.

Troçki’nin 1933’te ABD’li sosyalistlerle meselenin değişim sürecini hızlandırıcı yönü ve mazlum Siyahların rolüne ilişkin yürüttüğü tartışma izah edici bir örnek teşkil ediyor:

“İnanıyorum ki eşi görülmemiş politik ve teorik gerilik, eşi görülmemiş ekonomik gelişme işçi sınıfının uyanma süreci oldukça hızlı bir biçimde ilerleyecektir. Eski ideolojik kılıf yırtılacak, tüm sorular bir anda ortaya çıkacak ve ülkenin ekonomik açıdan olgunlaşmasına bağlı olarak politik ve teorik olanın ekonomik düzeye uyarlanması oldukça büyük bir hızla gerçekleşecektir. O zaman Siyahların en gelişkin kesim olmaları muhtemeldir. Rusya’da buna benzer bir örnek mevcut. Ruslar Avrupa’nın Siyahlarıydı. Oldukça muhtemeldir ki Siyahlar da kendi kaderini tayin hakkı üzerinden iki devasa adımla proleter diktatörlüğe doğru ilerleyecek ve o büyük beyaz işçiler bloğunun daha da ilerisine geçeceklerdir. O vakit öncünün de oluşmasını sağlayacaklardır. Kesinlikle eminim ki onlar her durumda beyaz işçilerden daha iyi dövüşeceklerdir. Ancak bu, sadece komünist partinin Siyahların var olduğu düşünülen önyargılarına değil, beyaz işçilerin epey bir yekûn tutan peşin hükümlerine karşı uzlaşmaz ve acımasız bir mücadele verip, asla tavizde bulunmaması suretiyle mümkün olabilir.[4] (Vurgu bana ait -M. M.)

Marksistler kontrol listeleri ile hareket etmezler. Bizim materyalist yöntemimiz gerçekleri temel alır. Tüm emperyalist ülkelerde mazlum halklar (milletler, ırkî, etnik azınlıklar) mevcuttur. Millet olma düzleminde zulme uğrayan bu halklar, tam da bu zulümden ötürü, kendi kaderlerini tayin etme hakkına sahiptirler. Zulme son vermek için yürüttükleri mücadele aracılığıyla onlar, bağımsız millî devletler kurup kurmayacaklarına, bir federasyona veya özerk bölgeye katılıp katılmayacaklarına ya da tümüyle entegre olup olmayacaklarına kendileri karar vereceklerdir. Sosyalistlerin siyaseti, bizim gibiler mazlum millet dâhilinde sosyalist bir çözüm geliştirsek bile, sözkonusu hakkı koşulsuz korumaktır.

Mazlumların Milliyetçiliği

Bugün Marksistlerin mazlumların milliyetçiliğini desteklemelerinin nedeni budur. Mazlumların milliyetçiliği sınıflar mücadelesinin bir biçimidir. Dixon gibi tüm milliyetçiliklerin basit anlamda kapitalist ideolojinin bir biçimi olduğunu söylemek yanlıştır. Dixon, mazlumların milliyetçilikleri ile zalim milletlerin milliyetçilikleri arasında ayrım koymuyor. Aynı hata, kapitalist devleti reforme etmeyi amaçlayan feminizmin ve sendikalizmin karmaşık yapılarını tanıma noktasında da yapılıyor.

Tüm bu izm’lerin ideolojilerine “burjuva” demek, fiiliyatta sürmekte olan feminizm, militan sendikalar ve haklar için mücadele eden mazlum milletlere yönelik nasıl bir tavır alacağımızı söylemez. Yalnızca saf anlamda sekter olan bir kişi, zulmün ve sömürünün kaynağı olarak kapitalist sistemi görmedikleri için kimi küçük burjuva hareketleri görmezden gelebilir.

Bizler, sözkonusu hareketlere ait dinamikleri tanıyor, onları kucaklıyoruz. Sosyalistler olarak bizler, mazlumların milliyetçiliğini, feminizmi ve militan sendikacılığı kitlesel mücadele dâhilinde emekçi halkın politik bilincini yükseltecek ve ona kapitalist sistemin sorun, yalnızca sosyalist devrimin çözüm olduğunu anlamalarını sağlayacak yolu açacak unsurlar olarak görüyoruz.

Emperyalizmin can damarlarında hüküm süren millî mücadeleleri asla küçümsememeliyiz. Bu, bizi mazlum hareketlerini eleştirmeye, bu hareketleri "ütopyacı ve idealist" olarak nitelemeye götürür. Bu hareketlerin inatçı savunucuları olmaktan alıkoyar ve ABD, Kanada, Avustralya gibi ülkelerdeki beyaz işçilere verecekleri liderlik rolünden mahrum bırakır bizleri. Daha da kötüsü sonumuz, altmışlarda Siyah milliyetçiliğine saldıran, onun büyük lideri Malcolm X’i “hükümet ajanı” olarak suçlayan ABD Komünist Partisi liderliği gibi olur.

Sonuçta Dixon, Siyahların ve Aborjinlerin mazlum birer millet olmadığının kanıtının, onların bugün eşitlik için dile getirdikleri ana politik talepler olduğunu söylüyor. Bu, ona göre, ABD ve Avustralya milletleri içindeki ırkî açıdan mazlum birer azınlık olduklarını gösteriyor. Ancak otuzlarda Troçki’nin de belirttiği gibi, bu tip sözler gelecekte neler olacağına ilişkin hiçbir şey söylemiyor. Siyahların ve Aborjinlerin eksiksiz yurttaşlık haklarına odaklanmalarının sebebi, bunların kazanılmalarının muhtemel olması gibi görünüyor. Milliyetçi duygular bu tip toplumlarda tüm gücü ile muhafaza ediliyorlar. (Örneğin bağımsızlık için uğraşan Kosovalılar, Miloseviç yönetimi altındaki küçük bir azınlık iken bu durumlarına 1989’da son verdiler. Milliyetçi duygular bu eylemden önce de çok güçlüydü ve sonrasında daha da güçlendi.)

Ayrıca altmışlarda, ABD’deki Siyah mücadelesinin zirvede olduğu dönemde, ana sloganın “Siyah İktidarı!” olduğunu da unutmayalım. Militan Siyah milliyetçiliğinin yükselişte olduğu geçmişe kıyasla derin bir sükûnet ve muhafazakârlığa gömülü olan ABD’nin bugününü idealize etmeyelim.

Demokratik Sosyalist Parti’nin 1994’te aldığı konum, fikrimce Dixon’ın konumuna nazaran daha doğrudur. Bu konum, Marx ve Lenin’de yankısını bulan, emperyalist ülkelerde milletler için millet meselesi teorisinin sahip olduğu dinamizmi, Dixon’un bugün tartıştığı teoriye göre daha fazla yansıtmaktadır.

Malik Miah
Kaynak

[Malik Miah, Links’in yayın kurulu ve ABD’li sosyalist örgüt Solidarity üyesidir.]

Dipnotlar:
[1] Andrew Hacker, Two Nations: Black and White, Separate, Hostile, Unequal, Charles Scribner's Sons, Macmillan Publishing Company, New York, 1962, s. 34.

[2] Lenin, Collected Works, Cilt: 31, s. 148.

[3] Leon Trotsky on Black Nationalism and Self-Determination, Merit Publishers, New York, 1967, s. 8.

[4] A.g.e., s. 18.

0 Yorum: