17 Aralık 2012

Müslüman Mahallesinde Kandil Simidi Satmak



Müslüman mahallenin salyangoz tüccarlarına kapıları kapalıydı. Salyangoz tüccarları Hıristiyan’dı ve kapılar bu nedenle mühürlüydü. Belki de Müslüman mahalle, Osmanlı’da Hristiyan’ın veya Yahudi’nin hâkimiyeti altındaki İstanbul pazarlarına giriş iznini padişahtan dilendiği, başı bağlı anlamında “serbest” belgesini aldığı günlerin intikamını alıyordu.

Devlet ideolojisinin tahkimi ve sürekliliği için devreye sokulduğu, merkezî kılındığı günlerden beri bu sefer “gâvur” giremez oldu o pazara. Ama esasında mesele, salt salyangoz gibi bu toprakların mutfak kültüründe olmayan “mekruh” bir canlının satılmamasına indirgendi ama batı menşeli ticaret, İzmir ve Antalya üzerinden, özellikle kaçakçılığın verdiği destekle, güçlendi.

Bugünkü tüccar, bugünkü kapitalist, “işte şimdi gerçek anlamda burjuvazinin doğmakta olduğunu” hem sol hem sağ kalemşorlarına söyletir oldu. Allah’ı bilip tüm yeryüzünü ifsad etme hakkını haiz olduğunu düşünenler, Müslüman olup salt kendisini insan, kendisi dışındakileri hayvan görenler, Müslüman mahallesini ele geçirdiler. Birinciler, ifsad edenler, fena hâlde, Afrika’yı ve Latin Amerika’yı yağmalayan Hıristiyan misyonerlere, ikinciler de fena hâlde Yahudi bankerlere ve tefecilere benzemeye başladı t.

Bu süreç dâhilinde, doğal olarak “Müslüman mahallesinde “yeşile boyanmış salyangoz” satmak da mümkün değildi. Artık salyangoz, birçok “mekruh” veya “haram” yiyeceğin pazara girişini örten bir kılıfa dönmüştü. Belki ticarî ve genelde iktisadî ilişkiler değişmiş, Müslüman tüccar “başı bağlı” olmaktan kurtulmuştu ama o başın içi daha fazla zincirli, daha fazla bağlıydı. Zira mücadele etmeden gelen özgürlük, başkalarının özgürlüğüydü.

Bugünün neoliberal nizamında özgürlük sadece tekellere dair ve sadece onlara aitti. Öte yandan, tüm husumetini başı bağlı, başörtülü kızlara yönelten Kemalist, laik zihniyetin söz konusu ticarî ve iktisadî zincirlere tek laf etmedikleri de bir gerçekti.

Elbette Müslüman mahallesinde kandil simidi satmak, ilk bakışta saf ve sahihmiş gibi görünüyordu. Artık herkes ümmet, millet, cemaat olmaktan çıkıp bireye kapanıyor, her şeyin alınıp satıldığı pazarda birey de kendisini satılabilir ve alınabilir metaa dönüştürmek durumunda kalıyordu. Hayırlı bir bidat olarak kandil, İsevî manada Hz. İsa’nın etinin mecazı olan ekmeği bu yolla yiyordu. Olabilirdi. Ama bunun ticareti, saf Müslüman, ama saf anlamda birey olanın neoliberal piyasaların kulu olmasından başka bir anlama sahip değildi.

İtirazlar tabiî ki makbul ve makuldü: Müslüman mahallesine, tezgâhındaki salyangozla girilemezdi. Salyangozu, yani batılı değerleri veya siyaseti İslamî bir renge, yeşile, boyayarak satmak da mümkün değildi. Ama bu itiraz, güç, enerji, takat bakımından, kandil simidinin satılmasına karşı çıkmayı asla içermiyordu. Oysa içinde yaşadığımız nizamda esasen tehlikeli olan da buydu: AVM ile cami arasındaki mana ve muhteviyat çizgisi silinmiş, her ikisi iç içe geçmişti.

* * *

Bugün pazarın, siyaset alanının ve hayatın kriz noktaları, Ak Parti şahsında, Müslüman mahalleye birebir yansıyor. Sömürü ve zulmü tüm çıplaklığıyla yaşayan Müslüman mahalle, Allah’a açtığı avuçlarını artık kandil simidi tüccarlarına çevirmiş durumda. Bu ticaretin kırıntılarıyla beslenmeyi asla zul ve zulüm görmüyor. Simidin en azından susamlarını yemek ve rahata ermek dışında yapabileceği bir şey yok.

Farklı bir siyasî huruc biçimi olarak Kürd dinamiği, Müslüman mahallesinde de kimi etkilere yol açıyor. Huruc, mahalleyi de vuruyor. Kendilik kaderi değil, kader kendiliği tayin ediyor. Belki yeni pazar oluştuğundan, belki de yeni bir ortaklık sofrası kurulduğundan, Kürd, kendi elindeki kılıçla, bu nizamdan ve ilişkilerden kendisini kesip atıyor.

Ak Parti, güç ve iktidar olmayı başöğretmeninden öğreniyor. O da CHP il başkanlarının aynı zamanda vali oldukları dönemi aynı kibirle yineliyor ve Tayyip Erdoğan, valilere kışın Müslüman mahallesine kömür dağıtmalarını emrediyor. İstediği zaman “yargıya gerekli talimatı verdik” diyor, Allah’lık taslayıp, “ülkede hiçbir derenin ve nehrin kafasına göre akamayacağını”, bunların yağmaya açılması gerektiğini söylüyor.

Simitle idare eden Müslüman mahalle de genişleme imkânlarını burada görüyor: “herkes ne kadar ekmeğe muhtaç kılınırsa, ekmek fırını da bizde kaldığı sürece bizim mahalle güçlü kalır” diye düşünüyor. Bu yaklaşımın taktığı prangaları, zincirleri, kıpırdamadığı için hiç mi hiç hissetmiyor.

Ak Parti, “bu ülkeye komünizm gerekirse, onu da biz getiririz, size ne oluyor, siz tebaasınız” diyen Ankara valisi gibi düşünüyor. Bu açıdan, biraz kendi solunu türetiyor, biraz kendi muhalefetini maniple ediyor, Fethullah ise, Selçuklu veziri, mülkün nizam sözcüsü, Nizamülmülk türü hocalarından aldığı eğitimle, Tayyip’e “her sultanın ona eksiklerini gösterecek, yanlışlarını söyleyecek, bir tür ‘şeytanî’ manada uyarıcı, vezire ihtiyacı vardır” türünden mesaj yolluyor ve özünde “bu vezir benim” diyor.

Fethullah, Müslüman mahallesinin umacısı CHP’yi aba altındaki sopa misali sallıyor, “yola gelmezsen, CHP’yi desteklerim” diyor. Kaçakçılık ve ticaretle palazlanan İzmir’in ideolojisi üzerine kurulu CHP ise bu rant kavgasında umacı olmaya razı bir pozisyon alıyor. Müşteri çekmek için kayıkçıların yalandan çıkarttıkları kavgaya benzer bir didişme, siyaset alanının köpüğü olarak vücut buluyor.

Bu safhada Ak Parti iktidarı ile yetinmeyen, bu iktidar karşısında hayal kırıklığına uğrayan, Ak Parti’nin zevahire zarar verdiğini düşünenler, bir biçimde mahalleyi kendilerince koruma altına alıyorlar. Osmanlı’dan, hatta Emevî’den beri mahallenin iktidara göre, iktidar için ve iktidar içi bir yerde tesis edildiğini görmek istemiyor. Muaviye’nin veya Fatih’in devletten mahalleye uzanan nizamatının ilham kaynağının Bizans-Roma olduğuna bakılmıyor.

Roma mimarîsi, merkeze kiliseyi, önüne meydanı koyuyor, tüm yollar o meydana çıkıyor, hanelerle birlikte bir mahalle tesis edilmiş oluyor. Emevî’de ve Osmanlı’da şeklî bir değişiklikle, kilisenin yerini cami alıyor. Ama o camide ne Allah’ın kelâmı işitiliyor ne de alın secdeye Peygamber gibi değiyor.

Paganizm eleştirisi baki kalmak üzere, esas olarak dönemin kireçleşmiş formel dinleri, Hristiyanlık ve Yahudiliğe karşı bir “din dışı” hatta “dinsizlik” hareketi olan İslam, kitabında, “Biz ne Hristiyanız ne Yahudi, biz İbrahim’in dinindeyiz” buyuruyor. Mahallenin merkezinde devletin bir kalesi olarak inşa edilen cami, devletin Allah’sız Kitab’sız mevcudiyetinin bir tecessüsü oluyor kimi zaman.

Müslüman’a ise kandil simidiyle yetinmek düşüyor. O, batının şaşası, cüssesi karşısında ezilmediği için “Padişahım çok yaşa!” diye bağırıyor. Zevahiri kurtardığını zannediyor ama zevahir kurtulurken, sol memenin altındaki cevahir zamanla kararıyor.

* * *

Bugün meseleyi tek başına Ak Parti’ye indirgemek hatalı. Bu yaklaşım, “işin başı ve sonu benim” kibriyle ayakta duran bu partinin, kendisini Kemalizm gibi sui generis, nev-i şahsına münhasır, özel, güzel, yepyeni, özgün bir pratik olarak satmasına katkı sunuyor.

Ak Parti, sömürü ve zulme karşı mücadelenin ortak hedefinin bir parçası kılınması gerekiyor. Bu ister sosyalist ister İslamcı bir yerden yapılsın, yerel, bölgesel ve dünyasal bir bağlamın dâhilinde anlaşılması gereken bir mesele. Böylesi bir bağlam içre düşünüp hareket etmeksizin, Ak Parti’nin politikasını Müslüman mahalle üzerinde ve üzerinden tahkim etmesine karşı çaresiz kalmak kaçınılmazdır.

Mesele, bu noktada Müslüman mahallede kalmak ama öte yandan mahallenin genişleme imkânlarını iktidara karşı bir silâha dönüştürmeyi bilmektir. CHP umacısı karşısında mahallenin olduğu hâliyle muhafazasını tek siyaset belleyen yaklaşımların Ak Parti’nin kendi iktidarını Müslüman mahalle üzerinde ve üzerinden tahkim etmesi sürecinde basit bir tuğla olmak dışında pek bir şansı yoktur.

Dolayısıyla, belki de İslamcıların ve sosyalistlerin bugün ortaklaşa dile dökecekleri şiar şudur. “Ey Müslüman mahalle, imanın, tevhidî mücadelen sömürücülerin-zalimlerin eliyle zincirlenmiştir. Bu zincirleri kırarak önünde kazanacağın eşit ve âdil bir dünya vardır. Kıyam eyle!”

Eren Balkır
16 Aralık 2012

0 Yorum: