29 Aralık 2008
Mahmud Derviş: Mazlum Bir Halkın Sesi
“Tüm insanların kalpleri benim kimliğimdir.”
Filistinli
şair Mahmud Derviş 1964’te, 23 yaşında kaleme aldığı “Kaydet, ben Arabım”
dizeleriyle başlayan şiiriyle halkının mücadelesini dünya ile paylaşır:
Kaydet!
Ben Arabım.
Sen yağmaladın ceddimin bağlarını.
Ve çocuklarımla işlediğim toprağı.
Bu taşlardan başka bir şey
Bırakmadın bize.
…
Kaydet o hâlde ilk
sayfanın üstüne:
Ben nefret etmem insanlardan.
Çiğnemem haklarını.
Aç olduğumda fakat
Azığım olur gasıbın eti
Kolla
Kolla kendini açlığımdan.
Derviş’in en ünlü şiirlerinden birisi olan bu “Kimlik
Kartı” şiiri, İsrail tarafından vatanlarından mahrum edilen yüz binlerce
Filistinlinin kültürel ve politik direnişinin bir sembolüdür. Mahmud Derviş’in, Arap
romantizmi ile dünya genelinde milyonlarca Filistinli ve Arap’ın dilinde
şarkılara dönüşen politik görüşü ve protestolarla yüklü şiir dünyası, onu en
çok bilinen ve sevilen Filistinli şairlerden birisi yapar.
Şair, Houston, Teksas’ta geçirdiği kalp ameliyatı
sonrası yaşanan bazı komplikasyonlar sonucu, 9 Ağustos’ta, 67 yaşında vefat
etmiştir. Kendi kuşağına mensup birçok sima gibi Derviş de gözlemci olarak kalmayı
içine sindirememiş ve modern Filistin tarihine faal bir eylemci olarak dâhil
olmuştur. Şiiri, Filistin halkının yaşadığı kayıplar yanında, onların 1948’de
maruz kaldıkları belâya karşı ortaya koydukları direnişi ve itirazı da bir
biçimde kaydeder. Bu sebeple vefatı, yeryüzünde milyonlarca Filistinlinin bir
nevi şok geçirmesine neden olmuştur. 14 Ağustos’ta işgal altındaki Batı Şeria’da,
Ramallah Kültür Sarayı’nda düzenlenen cenaze törenine ona saygılarını
sunmak isteyen on binden fazla insan katılmıştır.
Mülteci Çocukluk
Şair 1941’de, kuzey Filistin’deki Birva köyünde doğar.
48’de köylerine saldırıp her şeyi yok eden Siyonist terör çetelerinin baskısı
ile topraklarından zorla göç ettirilen ailesi ile birlikte mülteci hayatı
başlar. 49’da Derviş ve ailesi, Lübnan’dan dönüp yeni İsrail devletinde
“illegal” olarak yaşayan “iç mülteciler” arasına katılır. 2002’de İngiliz Guardian
gazetesine verdiği mülâkatta şair şunları anlatır: “Tekrar ama bu kez kendi
ülkemizde mülteci olarak yaşamaya başladık. Bu, tümüyle kolektif bir
tecrübeydi. Asla unutmayacağım bu yarayı.”
Diğer yüz elli bin iç mülteci ile birlikte Derviş de
1948-66 yılları arasında İsrail’de hüküm süren askerî düzenin tüm şiddetini
tecrübe eder. İsrailliler, Filistinlilere bir dizi kısıtlama getirmişlerdir.
Köylerine gidip gelmeleri, çalışma koşulları, politik ve sivil haklar, konuşma
özgürlüğü ve politik örgütlenme gibi hususlarda bazı sınırlamalar getirilir. Bu
dönem süresince Filistinlilere ait toprakların yüzde seksenine el konulur,
buralar Yahudilerin kontrol ve kullanımına verilir.
1960’ta, 19 yaşında Derviş, Asafir Bil Ayniha (Kanatsız
Kuşlar) ismi altında ilk şiirlerini yayınlar. Takip eden yıl İsrail KP’sine üye
olan şairin eserleri bir dizi solcu gazetede yer bulur. 1964’te ikinci şiir
antolojisi Evrak el Zeytun (Zeytin Yaprakları) basılır; eser “Kimlik
Kartı” şiirini halkla buluşturur.
Yazdığı şiirlerin ve politik faaliyetlerinin bir
sonucu olarak Derviş, 61’den 70’e dek çeşitli kereler tutuklanır ve hapse
atılır. “Kimlik Kartı” şiiri, 1967’de bir protesto şarkısı olarak bestelenir ve
şarkı, İsrail zulmüne karşı başkaldırının kolektif çığlığı hâline gelir. Derviş
yeniden tutuklanır.
Birinci İntifada
70’te şair, politik ekonomi eğitimi almak amacıyla
Sovyetler Birliği’ne gider. Ancak bir yıl sonra Moskova’dan ayrılıp Mısır’a
yerleşir.
73’te Filistin Kurtuluş Örgütü’ne katılır ve bunun
sonucunda İsrail, şairin ülkeye girişini yasaklar. Bu yasak, tam yirmi altı yıl
sürer. Derviş, 1987-93 yılları arasında FKÖ yürütme komitesinde görev alır ve
Yaser Arafat tarafından Cezayir’de ilân edilen 1988 tarihli Filistin
Bağımsızlık Bildirgesi’ni yazar. Aynı yıl, Filistin İntifadasının zirveye
ulaştığı günlerde Derviş, İsrail toplumunu sarsan bir şiir kaleme alır. “Fani
Kelimeler Arasından Geçenler” adlı bu şiirin hedefi, silâhsız Filistin
İntifadasını şiddetle ezmeye çalışan İsrail işgal ordusudur. Dili dolaysız ve
baş eğmezdir:
Siz o fani kelimeler
arasından geçenler.
Alıp götürün adlarınızı, gidin buradan.
Sahip olduğunuz saatlerden kurtarın zamanımızı,
Çekin gidin buradan.
Çalın denizin maviliğinden
Hafızanın kumundan
Çalmak istediğiniz ne varsa
İstediğiniz resmi alın
Ve anlayın o hiçbir zaman anlayamayacağınızı
Toprağımızdan tek bir taşın
Nasıl da kurduğunu
Semamızın tavanını.
Derviş şiirini şu dizelerle bitirir:
Sizin için gitme
vakti artık.
Yaşayın dilediğiniz yerde,
Ama bizim içimizde değil.
Sizin için gitme vakti artık.
Geberin dilediğiniz yerde,
Ama bizim içimizde değil.
Vatanımızda yapacak işlerimiz var zira.
Mazimiz var burada.
Hayatımızın ilk çığlığı burada.
Biziz bugün, bugün ve yarın.
Bir dünyamız var burada ve bundan sonra.
Ol sebep terk edin vatanımızı.
Vatanımızı ve denizimizi,
Buğdayımızı, tuzumuzu
Ve tüm yaralarımızı.
Her şeyi,
Fani kelimelerin arasından geçip giden
Hafızamızdaki hatıraları!
Sonrasında bu şiirin en iyi şiiri olmadığını söylese
de Derviş, şiirin hem “sol”da, hem de Siyonist devletin kontrolü altındakilerde
yol açtığı korkunun karşısında şaşırır. İntifada günlerinde İsrail başbakanı
İshak Şamir, Knesset’te (mecliste) yaptığı konuşmada FKÖ’nün Siyonist devlet
için bir tehdit olduğunu ispatlamak amacıyla şiiri alıntılar. Bu konuşmaya
cevap olarak Derviş, Ortadoğu’daki askerî açıdan en güçlü ülkenin bir şiir
tarafından tehdit edilmiş olduğuna inanma hususunda zorlandığını söyler.
Oslo
İlk İntifada, İsrail’i masaya oturup görüşmelere
başlamaya mecbur eder. Ancak 93’te FKÖ lideri Arafat tarafından imzalanan Oslo
Anlaşması, Derviş’in protesto amacıyla yürütme komitesindeki görevinden istifa
etmesine neden olur. 2002 tarihli mülâkatında şair, Oslo Anlaşması’nın
imzalanması ile Filistin halkının bir geçmişlerinin olmadığı hususunda
uyandırıldıklarını söyler. Ona göre Oslo, adalet, barış ya da millî bir
anavatan kazandırma konusunda Filistin halkına çok az şey vermektedir.
Anlaşmanın hata olduğuna ilişkin tespiti ardından Derviş, “Umarım yanılırım.
Haklı olduğum için gerçekten çok üzgünüm!” tespitinde bulunur.
90’lı yıllarda anavatanına geri döner ve burada
halkının acılarını, hasretlerini ve sevinçlerini anlatarak halkının sesi olmayı
sürdürür. Otuz ayrı şiir ve nesir kitabında mevcut olan kelimeler otuz beş ayrı
dile çevrilir, kadın erkek milyonlarca yurttaşının tecrübelerine ve onların
kolektif hafızasına tercüman olur.
Tüm buğday tarlaları,
Tüm mapushaneler,
Tüm beyaz mezartaşları,
Tüm dikenli sınırlar,
Sallanan tüm mendiller.
…
Ve tüm insanların
Kimliğim olan kalpleri…
Kimliği içinde taşıdığı bu şiirinde Derviş, halkının
kolektif sesi olarak konuşur. Vefatının da ortaya koyduğu üzere, Mahmud
Derviş'in mücadeleye ve direnişe dair kelimeleri halkının bağrında yaşamaya
devam edecektir. O kelimeler ki halkın sesine asla geri alınamayacak bir ses
katmıştır.
Kim Bullimore
Eylül 2008
Kaynak
28 Aralık 2008
İlerlemecilik, İslam ve Marksizm
İlerleme
fikrinin belli bir tarihinden bahsedilebilir, ancak tersine, tarihin ilerlediği
fikri bir yanılsamadan ibarettir. Zaten tarihin ilerlediğine ilişkin fikrin
kendisi de ilerleme fikrinin gelişim tarihince koşullanmaktadır.
İlerleme,
basit anlamıyla bir yer değiştirme ve hareketlilik olarak alınırsa sorun
yoktur. Eğer böyleyse, tarihte saptanan ilerleme momentleri tümüyle uzamsaldır.
İlerleme fikri, temelde hayatın hareket planıyla ve alanıyla
ilişkilendirildiğinde hayata tarih üstü bir değersellik yükleniyor olmalıdır
(“Aslolan hayatta kalmaktır.” önermesi). Hayatta kalmak ise kesinlikle yaşamak
demek değildir.
Hayatın,
insan ilişkilerinin ötesinde, metafizik anlamda mutlaklaştırılıp sabitlenmesi,
ilerleme fikrinin arka planını oluşturur. İlerleme anlamında kullanılan her
türden ifade, tarih boyunca belli güç odaklarının kendi canlılıklarını
korumalarını anlatır. Gerçekte maddenin hareketliliği ile insanî organizmanın
hareketliliği arasında yapılan bir kısa devre, yani bir tür animizm ile
ilerleme fikrinin fikrî temeli oluşmuş olur.
Savaşan
unsurların hareketini koşullayan güdüsel itimler, hareketin büyüsünü kendi
içinde gizler. Yani savaşan her unsur, hareketin bir anlamda tanrısı gibidir.
Her bir ân Tanrı gibi “ol!” (kûn) denilerek var edilir. İlerleme fikri, bu
hızın yarattığı bir yanılsamadan başka bir şey değildir. Oysa diğer yandan,
gücün kırıldığı, etkisizleştiği momentlerde zaman, ân denilen bir askıda asılı
kalır.
Tarih
incelemesinin zamanı yoktur. Lâkin diğer yandan zaman fikrinin (Tanrı’nın
tarihi gibi) bir tarihçesi yazılabilir.
İlerleme,
burjuvazinin yarattığı mitolojiye aittir. Uruk kralı Gılgamış gibi aynı
ölümsüzlüğü arayan burjuvazi, kapitalizmin neden olduğu hareketliliğin hem
öznesi hem de nesnesidir. Kendi iç diyalektiğini işlettiği süreç boyunca adı
geçen sınıf, hem kendisini hem de kendisi gibi nesne olan diğer sınıfları
inandıracak bir masal arayıp bulmuştur. Bu masalı destekleyen önemli olaylar
arasında Sanayi Devrimi ve Fransız Devrimi gösterilebilir. Bu olaylar, sadece o
günü anlamak için elzemken, sözkonusu olayların bugüne ait tarih aşırı bir
sabiteye dönüştürülüyor olması, ortaklaşan, kamusallaşan ve makûlleşen yalanın
hâlihazırda güncel olduğunu ele verir.
Marx
için bu iki devrim elbette ki önemlidir. Marx, o günün atmosferini solumuş
devrimci bir kişilik, bu iki devrimin koşulladığı devrimci kişiliğini teoride
ve pratikte sınamış bir öncüdür. Gene de bu önerme marksist olmanın Marx gibi
olmaktan geçtiğini söylemez.
Sanayi
Devrimi tecrübe etmemiş bir ülkenin insanı da marksist olabilir; Fransız
Devrimi’ne paralel bir devrimi görmemiş aydın da marksist mücadele verebilir.
Kendi öznelliğine yer açmak adına Marx’ı tarihsel anlamda göreceleştirmek
ilerleme ise eğer, bu ilerleme (burjuva siyasetine teslimiyet anlamında)
esarette bir ilerlemedir.
Doğulu,
doğulu olmakla doğuya has ideolojik atmosferi soluyan, milliyetçi ve Müslüman
olan çevrelerin marksizmle ilişkilenmesi, bu açıdan sorunlu olmuştur. Bu durum,
doğal bir sürecin sonucudur. Batıdan öğrendiği terennümlerle
“enternasyonalist”liğini ülkesine dayatan marksistin milliyetçilerle çatışması
kaçınılmazdır. Sadece Fransa’nın laik bir ülke olduğu göz önünde tutulursa,
batı tipi laisizmi ve modernizmi ülkeye pazarlayan bir marksistin İslamî
güçlerle çatışması doğaldır.
Elbette
örneğin Türkiye’de halk İslam’ının kavgacı yönüne işaret eden bir Nâzım; ya da
bizzat Kur’an’da “kula kulluk etmeyi” yasaklayan İslam’ın komünalist etkilerine
vurgu yapan bir Kıvılcımlı mevcuttur. Ancak bunlar yetmez. İlerlemeci kafaların
batı ve Avrupa merkezli düşündükleri dünya ve insanlık tarihinden sıyrılmaları
zorunludur. Doğunun geri kalmışlığı ile fikir düzeyinde savaşa tutuşan bir
kişi, öncelikle doğuyu tarih boyunca mağdur eden ve ezen emperyalizme karşı
mücadele etmelidir. Onlar, geri kalmışlığın nedeninin emperyalizm olduğunu
bilmektedirler, lâkin işlemi tersten yaparak, düşünceden maddeye doğru
ilerleyerek, önce geri kalmışlıkla mücadele edilmesi gerektiğini düşünürler. Bu
anlamda “minareler süngümüz, camiler kışlamız” diyebilme potansiyeli barındıran
savaşçı bir “halk komünizmi” geleneğinin eksikliği aşikârdır. Bu sözün maddî
imkân bulduğu koşullar illâki bu düzen içinde yaşanacaktı ve bu söz tüm
kaçınılmazlığıyla dillendirilecekti. Ancak adres başkaları oldu. Genel anlamda doğa,
özelde siyasetin doğası, gene bir biçimde boşluk kabul etmedi.
Hz.
Muhammed ve Hz. Ali’nin birer kışla ve karargâh olarak inşa edilen mescidlerin
keyif amaçlı kullanımına kızıp bazılarını yıktırdıkları söylenir. Eğer gerekli
güç, hem teorik hem de politik anlamda üretilmiş olsaydı, İslamî düşüncenin ve
eylemin doğal ve kaçınılmaz üretimine müdahale edilebilirdi. Süreç, ters yönde
işlemiştir.
İslamî
değerlerin, inançların, akidelerin ve pratiklerin politikleşmesi solu
kırmıştır. Alevîlerle ilişkilere bakıldığında bu görülür. Ülkenin komünist
partisinin bir kanadı dinsizleştirme amacıyla Alevîci olabilmiş, Cem Evleri bir
başka bağlamda kullanılabilmiştir. Din dışına düşen Alevîlik sudan çıkmış
balığa dönmüş, egemenlerin masalarına servis edilmiştir.
İlerleme
fikrine karşı olmak her türlü hareketliliğe, yer değiştirmeye karşı olmak
anlamına gelmez. Bunun sonucu muhafazakârlık değildir. Genelde sol siyaset,
belli temel konularda kendisini muhafazakâr olarak niteleyenlerden daha net bir
biçimde korumacıdır. Ahlâkın, ülkenin, değerlerin, koşulların korunması vb...
Örneğin, Muhafazakâr Parti yönetiminde ABD’nin Demokrat Parti iktidarına
nazaran daha fazla ilerlediği, hareket alanını genişlettiği söylenebilir.
Bu
noktada ilk elden şu sorular akla gelebilir: İkinci Dünya Savaşı boyunca
komünistlerin ABD’de işçi sınıfına grev ya da eylem telkin etmemiş olması nasıl
açıklanabilir? Savaşın ihtiyacı açısından ülkedeki sınıf mücadelesinin askıya
alınmasının teorik açıklaması olabilir mi? Sömürü koşulları karşısında
öznelerin kendi meşruiyet alanlarını kollamaları doğru mudur?
Bu
açıdan, muhafazakâr politikalar sol açısından yaygın bir nitelik arz eder.
Bunun nedeni, sol öznelerin kendi varlık koşullarını kollamalarıdır. Devrim
fikri de ilerleme fikri üzerinden tanımlandığında sözkonusu muhafaza
politikaları, gelişimin motor gücünün kendilerinde ya da teorik olarak anlam
yükledikleri güçlerde olduğunu söylemeye denk düşer.
Sol,
kendi meşru konumunu ve koşullarını korumalıdır, bunun için siyaset ülkenin
uluslararası konumuna dayalı yürütülmelidir. Soğuk Savaş olarak nitelenen
dönemde özneler bu açıdan önemli bir alan bulabilmişlerdir. Soğuk Savaş
koşullarında sol özneler, resmîleşmiş bir revizyonizmin izinden gitmişlerdir.
Ekim Devrimi, Fransız Devrimi ile ikame edilmiştir. Fransız Devrimi’ne dönük
genel burjuva felsefî, ideolojik ve politik kanaatlerin yerini Ekim Devrimi
almıştır.
Sermayenin
toplumsal bir olgu ve güç olduğunu söyleyen Marx, emeğin de aynı ölçüde
toplumsal bir olgu olduğu, ancak güç olamadığı, komünistlerin bu sınıfın güç
olması için mücadele etmesi gerektiği üzerinde durur. Bu açıdan, her iki
toplumsal olgu ve gücün arasında Çin Seddi yoktur. Sermaye savunusu, yandaşlığı
ne tür argümanlar üretiyorsa, emeğin sermayeyle simbiyotik bir ilişki içinde
olması gerektiğini söyleyen sınıfçılar da benzer argümanlar üretebilirler.
Marx’ın
hiçbir yazısında işçi sınıfının hareketi ile komünist hareketi
özdeşleştirdiğine dair bir söz bulunmaz. Komünist siyaset, sınıfın hareketini
hangi momentlerde önemseyeceğini, öne çıkaracağını bilmek zorundadır. İki
hattın arasında yapılan ayrım, sınıfın genel tarihsel süreç dâhilinde, pratikte
verdiği mücadele ile belli bir politik dönem dâhilinde, sınıfın ve geniş emekçi
kitlelerin iktidarı için verilen mücadelenin bir ve aynı şey olmamasına
dayanır. Nesnel olarak sosyalizm, kendi iktidarını bu toplumsallıkta bulur.
Sınıfın
toplumsallığının belli bir tarihsel hattı ve bu hattın hem teoride hem de
pratikte belirli bir karşılığı olmalıdır. Sınıfa ideoloji yüklemeye çalışanlar,
bu sayede savaşabileceğini zannederler. Oysa sınıfın tarihten getirdiği bir
savaş gerekçesi ve birikimi zaten mevcuttur. Sınıfın hangi ideolojik yükle
hareket ettiği, politik süreçlere müdahalesi açısından önemlidir.
Din,
hareketi engelliyorsa ezilmelidir, motive ediyorsa desteklenmelidir. Dinin bir
ideoloji olarak kendi politik pratik savaşçılarını üretmesine katkı sunmak,
marksist devrimci mücadelenin bu noktada üzerinde durması gereken bir husustur.
Sosyalistler
tüm toplumu gözetirlerken, onu kendi ölçekleri dâhilinde parçalamaya;
komünistler tüm tarihi gözetirlerken, onu kendi öznel ölçekleri dâhilinde
parçalamaya çalışırlar. Marksist devrimciliğin bu “yanlış”a devrimci anlamda
müdahale etmesi zorunludur. Sosyalistlerin pratiği toplumun tarihsel ölçü ve
hareketle politik anlamda ayrışmasına; komünistlerin pratiği ise verili politik
dönemin tarihsel boyutunun toplumsal ölçek ve hareketle ayrışmasına izin
vermez.
“Komünistler, öteki işçi
sınıfı partilerinden yalnızca şunlarla ayrılırlar: 1. Farklı ülke
proleterlerinin ulusal savaşımlarında, her türlü milliyetten bağımsız olarak,
tüm proletaryanın ortak çıkarlarına işaret eder ve bunları öne sürerler. 2.
İşçi sınıfının burjuvaziye karşı savaşımının geçmek zorunda olduğu çeşitli
gelişme aşamalarında, her zaman ve her yerde tüm hareketin çıkarlarını temsil
ederler.” [Marx-Engels, Komünist Manifesto, 1993, s. 123]
Demek
ki komünistler, bir yandan pratikte bütün ülkelerin işçi partilerinin tüm diğer
partileri ileri iten en ileri ve en kararlı kesimidir, öte yandan ise
komünistler, teoride proletaryanın büyük yığınına ait hareket hattını,
koşulları ve proleter hareketin nihaî, genel sonuçlarını açıkça anlama
üstünlüğüne sahiptir.
“Komünistlerin vardıkları
teorik sonuçlar, hiçbir biçimde, şu ya da bu sözde dünya reformcusu tarafından
icat olunmuş ya da keşfedilmiş düşüncelere ya da ilkelere dayandırılmamıştır.
Bunlar yalnızca, var olan bir sınıf savaşımından, gözlerimizin önünde cereyan
eden tarihsel bir hareketten doğan ilişkilerin genel ifadeleridir. Mevcut
mülkiyet ilişkilerine son verilmesi, hiç de komünizmin ayırt edici özelliği
değildir.” [Komünist Manifesto, s. 124]
Bu
alıntı oldukça önemlidir. “Onlar mülkiyet ilişkilerinin değişmesini istemiyor”
diye komünistlerin neden İslamî halk dinamiklerinden uzak duramayacağını
söylüyor bu cümleler. Ayrıca komünist hareketin, sınıf hareketinin ve sınıf
siyasetinin devrimci anlamda politikleştirilmiş biçimi olduğunu ifade ediyor.
“En kararlı ve en ileri” ifadeleri, reformcuların icat ettiği düşünce ve
ilkelerden uzakta, somut durumun somut tahliline yönelmek gerektiğini
vazediyor.
Koşulların,
akışın ve genel sonuçların kavranması için belli bir ölçeğin belirlenmesi
gerekir. Gençlik döneminden itibaren Marx’ın belirlediği ve zaten somut bir
gerçek olan ölçek Avrupa’dır. Bugünün marksistleri ise bugüne ilişkin bir ölçek
tarif edemiyor; bir gerçek olarak orada olan ölçeğe ya sırtını dönüyor ya da
onu küçümsüyor.
İçinde
bulunduğumuz atmosferde oluşan temel ideolojik etmenler solu etkiliyor. Sol, bu
yönden kendisinin marksizm, sosyalizm gibi olguları nasıl ideolojikleştirip
onları dinî anlamda edindiğinin farkında değil. İslam’dan ve dinden kaçış,
ideoloji ve teorik üretim alanında dincileşmeyi ve dinselleştirmeyi beraberinde
getiriyor. Esasında sol, iki maddenin aynı anda, aynı yerde olamamasına binaen,
kendi dinini ve mistik ideolojik dünyasını korumak adına İslam’a saldırıyor,
özce yaşanan bu.
Elbette
sınıfçı mânâda “doğu proleterleşmiştir” denilemez. Özellikle iki Irak savaşı
sonrası yaşanan süreçte kimi çevrelerin yaptığı gibi, metinlerde işçi sınıfı
görülen yerlere “doğu halkları” ikame edilemez. Aksine, işçi sınıfını
vurgulayan, onun iktidarını savunan metinlerin ve teorik çalışmaların
bağlamıyla bugünün öne çıkan öznelerinin anlaşılması için gerekli olan bağlam
arasında köprü kurmak gereklidir.
Çartist
hareket ve diğer işçi partileriyle ilişki içinde gelişen ilk dönem marksizm
için “işçilerin birliği” önemliydi. Devrimci geleneğin parçaladığı Rusya
gerçeğinde işçilerin birliği değil, “devrimci işçiler”; Mao için “köylü
hareketi”, Che için “köylü halkın silâhlı mücadeleleri” önemliydi. Tüm bunlar
arasında ortak bir köprünün olduğu gerçektir.
Leninist
marksizm, maoist marksizm, guevarist marksizm, troçkist marksizm gibi
indirgemeci kaba yaklaşımlardan kurtulup ortak bir hatta buluşmanın gerekliliği
savunulmalı. Bu hattın bugünün gerçekliğinde savaşan unsurları görmezden
gelmesi mümkün değildir.
İslamcı
hareketlere “işçi” ya da “ezilen” yaftası yapıştırmak tabiî ki yanlıştır. Lâkin
onların maddî koşullarını, akış yönünü ve genel sonuçlarını irdelemek
zorunludur.
Bir
mahalde, örneğin bir sanayinin yoğun olduğu bir ilçede yürütülecek mücadelenin
bölge ölçeği ile kesişeceği noktaları önceden belirlemek mümkün değildir. Belki
de ilçede yürütülen mücadele bölgeyi saracak, bölgedeki genel mücadele o ilçeyi
içine alacak. Bu noktada ne bölgecilik ne de o ilçenin mutlak hâkimiymiş gibi,
onu bölgenin karşısına çıkarmak doğru değildir. Bu anlamda sol, kendisini
mutlak parça gördüğü yerde bütünleşme eğilimlerine karşı, kendisini mutlak
bütünlük gördüğü yerde parçalama eğilimlerine karşı körleşiyor. Bu çifte
körleşme, solun devrimciliğini iğdiş ediyor, devrimin kendi içindeki fiilî
seyrini bir biçimde etkisizleştiriyor.
Sol,
liberalizmin ideolojik ve politik açıdan hâkim olduğu alanlarda at koşturuyor.
Bu durum, solun bu alanlardaki görece hâkimiyetini diğer mahallere ve bölgelere
karşı çıkartmasını getirir.
Batı
düşmanlığı kadar doğu düşmanlığı vardır ve sol, giderek batı hattında meşru
zemin bulmanın kavgasını vermektedir. Liberallere ve burjuvaziye yaranmak adına
bölgede gelişen öfkenin karşısında durmaktadır.
Ortadoğu
ya da Avrasya Devrimi değil, Ortadoğu’da ya da Avrasya’da devrim üzerinde
durulmalıdır. İlki devrimin reçetesini batılı anlamda zaten biliyor ve onu
bölgeye dayatıyordur. Devrim teorik açıdan bitmiş, tamamlanmış, kapatılmış,
çitlenmiş, koruma altına alınmış bir şeydir. Bu yaklaşım, politikleşen, bu
yönüyle devrimcileşme eğilimi içinde olan bölgenin devrim hattını
göreceleştirme, etkisizleştirme, silme ve ondan bu gerekçelerle uzaklaşma
niyeti ile yüklüdür.
Bu
anlamda, bölgede gelişen olayların en küçük mahallede, okulda ya da fabrikada
oluşan yansıması ciddiyetle ele alınmalıdır. Bu yapılmazsa, bu dar alanlardaki
mücadelenin bölgeyi etkileme imkânları anlaşılamaz.
Politikadan
kopartılıp soyut, politika dışı, özel, bireyci bir fanusa kapatılmış bir
İslam’dan ziyade, tümüyle politikleşmiş ve devrimci kollarını çıkartmış bir
İslam üzerinde durulmalıdır. Bu yönde yaşanan bir gelişmenin, örneğin küçük bir
mahalledeki camide verilen vaazı nasıl etkilediği dikkate alınmalıdır. Sonuçta
mahalledeki küçük iktidar alanlarından çekilmek yerine oralara girmek somut
sonuçlar doğuracaktır (teslim edilmelidir ki mahalle halkının çalıştığı
fabrikada yaşanan grevin çağrısının camide imam tarafından yapılması
önemlidir!).
Solun
ülkedeki ideolojik atmosferde hâkim bir ton olabilmesinin tek yolu, verili
ideolojik argümanlarla devrimci mânâda uzlaşmasıdır. Uzlaşma, kör bir reddiyeye
karşı maddî bir kabule muhtaçtır. Kurulacak ilişki genel havayı da
değiştirecektir. Somut bir veri olarak ortada duran ideolojik tonların
politikleşme imkânlarına karşı sol, bu sayede tetikte olacaktır. Verili
karşılıklı ilişki ve ideolojik etkileşim, düne kadar düşman safta konum almış
ideolojik-politik unsurların dönüşmesini de getirir.
Sol
devrimcidir, yani niteliksel anlamda dönüştürücüdür. Böyle olmalıdır. Her solcu,
hata yapmayan insanın hiçbir şey yapmayan insan olduğunu bilir, lâkin gene de
bu tip konulardan uzak kalmanın gerektiğini vazedip durur. Elini ateşin içine
sokmaksızın halka onun ideolojik yönelimlerini karalar. Oysa solun kendi varlık
nedeni, tam da bu genel ideolojik haritayı değiştirmektir.
Peki,
bu harita nasıl dönüştürülecek? Burada hâlihazırda faal olan güçlerin
toplumsal-tarihsel zemini incelenmelidir. Teolojik, felsefî, bilimci vb.
yaklaşımlar yerine salt politik değerlendirme elzemdir. Politik
değerlendirmenin felsefe ya da bilim temelli olması başka bir şeydir,
sonuçların felsefe ve bilim zannedilmesi başka bir şeydir. Politik öncünün
felsefe ve bilim üzerinden yaptığı analizler, verili durumun politik olma
koşullarını inceler. Genel bir çerçeve sunar. Öncü için bu veriler içinde
hareket edilecek oyun sahası değil, somut gerçekliğin dönüştürülmesinde
kullanılacak temel çıkış noktalarıdır. Yani, felsefe ve bilim üzerinden elde edilen
teorik sonuçlara politik özne kendisini kapatmamalı; aksine, onları verili
gerçeklikteki tıkanıklığı aşmanın aracı olarak kullanmalıdır.
60’lı
yıllarda İslam üzerinden politikleşenlerin önlerindeki tek referans noktası
marksizmdi. Bu nedenle İslamcılar ya marksist sosyalizmi fikirsel düzeyde
benimsemişler ya da ona karşı çıktıktan sonra farklı kurgular oluşturarak
İslam’ı bu kurgulara uydurmuşlardır. Bunun nedeni, politikleşmenin en önemli
bileşenlerinden birisinin sosyalist hareket olmasındandır.
İktidara
karşı politikleşmenin giriş kapısında sosyalizmin adı yazılıdır. İslam’ın
politikleşmesinin temel ayracı, marksizmdir. Mısır’da eğitilen İslamcıların
sosyalizm analizleri, Şeriatî’nin İran’da yaptığı marksizm eleştirileri genel
çerçeveyi belirler. Bu noktada İslam’ın politikleşmesinde marksizmin önemli
payı vardır. Bunun nedeni, İslam’ın politikleşmesini koşullayan gerçekliğin
önemli bir bileşeninin marksizm olmasıdır.
Özellikle
altmışlarda toplum ve tarih ile ilgili söz etmek ve buradan eyleme geçmek
isteyen istisnasız herkes, olumlu ya da olumsuz mânâda, marksizme atıfta
bulunmak zorunda kalmıştır.
Bugün
durum tersidir. Bugün de marksizmi İslamî anlamda yorumlayanlar çıkabilir.
Tersine bir süreç işleyebilir. Özellikle Ortadoğu’da tüm temel kurgularını
yitirmiş marksistler, İslam’a referansla düşünmeye ya da eylemeye
başlayabilirler. Eskiden süreç, marksistlerin düştüğü şerhlerle anlaşılıyordu,
bugün tersi yaşanabilir. Sahte bir doğu-batı karşıtlığının belirleniminde
batıdan kaçanlar, İslam’ın kucağına düşebilir.
Gene
de bu tip gelişmeler olumsuz addedilip çöpe atılmamalıdır. Bunlar, gerçekliğin
temel bir öğesi olarak görülmeli, soğukkanlı, objektif bir analizin konusu
yapılmalıdır. Marksistler, kendiliğinden, kontrolsüz, kaotik dinamiklerden
korkmazlar; aksine onları örgütleyip toplumsal-tarihsel sürecin dönüşümüne
katarlar.
ABD,
en az elli yıl olarak öngördüğü savaş sürecini başlatırken marksistler hâlâ
eski işlerine devam edemezler. Yeni dönemin gereklerini karşılamak için uygun
tahkimatı yapmalıdırlar. Bu noktada on yıldır İslam’ın ideolojik-politik
ilerleyişini hiçbir küçümsemeye veya yüksünmeye izin vermeden incelemelidirler.
Felsefe ve bilim tarihi içinde yaptıklarının anlamını sorgulayacağına, verili
maddî gerçeklik içinde yaptıklarının anlamını ve muhtevasını anlamaya
çalışmalıdırlar. Kurtulacak olan felsefe ya da bilim değil, bölgenin mazlum
emekçi halklarıdır.
Emperyalizmin
boyunduruğundan kurtulmak, esaretin zincirini kırmak için bu dönem önemli bir
fırsat olarak görülmelidir. Marksizmin muhatabı bütün olarak İslam değil,
İslamcılardır. Saf, iyi niyetli, kendi hâlinde, vicdanı ile Allah arasında
öznel köprüler kuran, namazında niyazında olan Müslüman değil, politik İslam
dikkate alınmalıdır. Muhatap konusu bir din, ideoloji, kültür, yaşam tarzı
olarak İslam değil, politik İslam’dır. Ayrışmış, saflaşmış, taraf olmuş,
parçalanmış, zâlimlere ve sömürücülere karşı cephe almış İslam…
Aksi
yönde bir çaba dâhilinde hareket edilip genel teorik düzeyde İslam’ın marksizm
ile karşılanması, zorunlu olarak benzerliklerin ve farkların belirlenmesini
beraberinde getirecektir. Boş, teorik bir gevezelik anlamında İslam’ın
“materyalist” bir din olduğu iddia edilecek, İslam’daki sosyalizan öğelerin
altı çizilecektir. Geleceğe özellikle ahretle ilgili tartışmalar belirleyici
olacaktır.
Süreci
kimin devrimcileştireceği önceden bilinemez. İslam da yapabilir. Vehhabîlik-Şiilik
biçimindeki İslam içi politik ve teorik ayrışma marksistler için dönüştürülmesi
gereken bir unsurdur. Ya güçlerin farklı bağlamda kolektivize edilmesi için
uğraşmalı ya da ayrışma somut bir zemine kavuşturmalıdır.
Lenin
de Ekim Devrimi’nin hemen öncesinde kimi çevreler tarafından “Alman ajanı”
olarak nitelenmiştir. İslamcıların ABD’yle ilişkilerinin kesilmesine umutla
bakılmalı, inatla onların “CIA ajanı” olduğu fikrinden vazgeçilmelidir. Savaşan
gerçek ne ise o hakikattir.
Konspiratif
analizlerle bir yere varılamaz. İslamî hareketin içinden, Marx’ın söylediği
anlamda, “en kararlı ve en ileri” unsurların çıkması imkânsız değildir. Kendi
kukla devletlerini savunan İslamî yapıların dışında Kandahar’dan Çeçenya’ya,
oradan Bosna ve Filistin’e uzanan devrimci bir İslamî gelenek İslamî hareketin
“manifesto”sunu pratikte yazmaktadır. Bu, her zamankinden daha fazla ciddîye
alınmalıdır.
ABD,
bölgenin haritasını değiştirmeye geldiyse, “eski harita”nın muhafaza edilmeye
çalışılması devrimciliğe alan açmaz. O hâlde, marksistlerin yeni bir haritayı
düşmanın karşısına çıkartmaları gerekmektedir. Uç bir kimlik olarak sunulsa da,
El Cezire TV’de Che’ye benzetilen Ladin, “her ne kadar ateist de olsa
sosyalistlerle ittifak yapılabilir” demektedir. Bu ifade de önemsenmelidir.
Çeçenya’da
ya da Afganistan’da Türk gerillaların varlığı, orada verilen mücadelenin millî
(ya da milliyetçi) bir niteliğe sahip olmadığını gösterir. Benzer bir durum,
geçmişte Filistin’de mücadele eden Türk devrimcilerinin İslam’ın ya da
Arapların kurtuluşu için mücadele etmemiş olmalarında da görülür.
Sonuç
olarak sol, kendi kafasında çizdiği ilerleme hattına toplumsal-tarihsel olgu ve
olayları yerleştirmekten, o hatta uydurmaya çalışmaktan vazgeçmelidir. Kolektif
hayat, farklı telden ve farklı dilden akmaktadır. Sosyalizmi ya da devrimi bu
ilerleme hattı ölçüsünde anlamamalıdır.
Sol,
1871’de Parisli işçilerin öfkesindeki irrasyonaliteyi, kaosu ve kontrolsüzlüğü
sevmelidir. Bugünün öfkesiyle buluşarak o öfkenin tarihsel kesişimini
somutlamalıdır. “Biz yaparsak sosyalist devrim yaparız” saplantısından uzak
olunmalıdır. “Saf bir işçi devrimi (sosyalist devrim) ummak aptallıktır” diyen
Lenin’in sözünü dikkate almak gerekir. Kendi varoluş nedenini ortadan
kaldıracak ölçüde biat ettiği ilerleme hattının aslında ezenlere, burjuvalara
ve emperyalistlere ait olduğunu görmelidir.
Eren Balkır
28
Aralık 2008