29 Aralık 2008

,

Politika ve Güç


Sol literatürde politik meselelerle, genel gidişatla ile ilgili kaleme alınan yazılarda hep aynı hava var: hâkimiyet. Özneler bilinçsel, düşünsel düzlemde her şeye hâkim oldukları hissini veriyorlar. Akıl her şeyi kucaklıyor, kucaklayamadıklarını kutsuyor. Özne, bu hâkimiyet hissini belli bir güç tasarımı ile veriyor. Yazı, bu güçle dökülüyor kâğıda. Esasında o güç, kendi şovu adına kâğıdı kullanıyor, o şovun sahnesi, kâğıt oluyor. Kendi güç dayanaklarına yaslananlar başkalarının dayanaklarını küçük görüyorlar, önemsiz addediyorlar, ciddîye almıyorlar ve gelip geçici birer olgu olarak niteliyorlar. Sol özneler arasında yer yer çatışmalar güç gösterisi bağlamında biçimleniyor. Özneler, spor salonuna gidip kas yapan yeni yetme gencin önüne çıkan herkesi bilek güreşine davet etmesi gibi, başkalarının güç alanlarını bir biçimde sınıyor. Bu sınama ya teorik ya da pratik düzlemde oluyor. Yatay, niceliksel güç biriktirenler, dikey, niteliksel güç biriktirenlerle kavga ediyorlar. Kanın gücü terin gücü ile bilek güreşine tutuşuyor. Savunmacılar saldırıcılara poz kesiyorlar.
Özcesi sol kendi kendini yiyor. Her fiilî durumda ve dönemde solun esasta hiçbir şeye hâkim olamadığı açığa çıkıyor. Örgütçülük yapıp, birim zamanda yapılan işi (yani fizikî tanım itibarıyla) gücü, örgütün bekasını muhafaza ve idame ettirmek olan yapılar tel tel dökülüyorlar. Mahalleye, sendikaya, ülkeye, hattâ oradan dünyaya hâkim olduğu hissini, fikrini verenler kendi dükkânlarına sahip çıkamıyorlar. Her rüzgârın kanadına tutunup bir yerlere gelmek isteyenler ise politika yaptıkları iddiası ile ortalıkta dolaşırken rüzgârın gücüne, şiddetine kul oluyorlar. Rüzgârın politikası ile politik rüzgâr ise farklı şeyler oluyor.
Sol öznelerin güç imkânlarını nerede ve nasıl bulduklarını incelemeleri zorunlu. Kimi akıl oyunları ile kâğıt üstünde yapılan güç gösterileri sadece SEKA’ya yarıyor. Burjuva-kapitalist dünyanın içinde işleyen rekabet ve mülkiyet ilişkileri solun belli bölmelerini ileri itiyor, diğerlerini ise geri çekiyor. İleri itilen geri düşenin sırtına, kimi zaman cesedinin üzerine basarak öne fırlıyor. Başkalarının ölümünden hayatta kalma imkânı buluyor. Katilin adı unutuluyor. İleri fırlayan, günü geldiğinde aynı katil tarafından öldürüleceğini bilmeden ilerliyor.
Özgürlükçüler eşitlikçilere küfrediyorlar, eşitlikçiler özgürlükçülere. Küfürleşme esnasında özgürlüğün paranın, eşitliğin metanın hükmünde olduğu görülmüyor. Belli bir meta tasarımıyla piyasada kabul göreceğini gören özneler, özgürlük kavgasına tutuşup para peşinde koşuyorlar. Aynı para ise metaları kendinde eşitliyor, metaların tanrısı oluyor, metalaşanlar paranın önünde diz çöküp eşitlenmek istiyorlar. Meta ve paranın maddî ilişkisine vurmayanlar eşitleyici dinamikleri kendi çıkarları adına, eşitlikçilik başlığı altında sömürüyorlar; özgürlükçüler ise özgürleştirici dinamikleri kibrit kutularına hapsedip aralarındaki kolektif gücü lime lime ederek sözkonusu dinamikleri eziyorlar. Zulme karşı olanlar gizli bir zulmü; sömürüye karşı olanlar gizli bir sömürüyü alttan alta işletiyorlar.
Rekabet için asgarî düzeyde bir mülkiyet gerekli, mülkiyetin genişleme istidadı ise zaten rekabeti koşulluyor. Sınıflar mücadelesinden azade olduklarını zanneden sol örgütler bu zan ile sadece kendi mülkiyetçiliklerini ve rekabetçiliklerini örtbas edecek teorik kılıflar örebiliyorlar. Kiminki daha kalınsa küçük burjuvalar oraya koşuyor. Küçük burjuvalar kendi varlıklarına en yüksek değeri biçen piyasaya koşan metaa benziyorlar kimi zaman. Bazen de gerçeğe en yoğun ve en yaygın biçimde hüküm koyacağı para piyasalarına balıklama atlıyorlar. Küçük burjuvazinin güttüğü sol örgütlerin yuvalandığı yer, ya rekabet/para ya da mülkiyet/meta dünyası oluyor. Birinciler liberalizme, ikinciler faşizme yelken açıyorlar.
Bu ayrım bu hâliyle kolaycı: liberalizmin içten içe işlettiği gizli faşizmi, faşizmin içten içe işlettiği gizli liberalizmi örtbas ediyor. Saf liberal karşıtı olmak, karşıtlığın içindeki liberalizmi saklıyor. Belki de tersten, bu nedenle açıktan liberalizm karşıtlığı yapılıyor: istihbarat örgütlerinin açığa çıkmış ajanlarını temizlemesi türünden bir işlem bu.
Meta ve para birbirlerini karşılıklı olarak mecbur kılıyor. Bu yönüyle mülkiyet rekabeti, rekabet mülkiyeti koşulluyor.
Marx öncesi sosyalizmin bölündüğü bir ana kol, esas düşmanı rekabet, diğeri ise mülkiyet olarak görüyor. Marx, üretim esaslı teorik işlemi ile bu iki ideolojik anti-kapitalist tepki biçimini nesnel, nötr bir düzlemde ele alıyor. Marx, kendisini önceleyen ekonomi-politikçilerin sonuç olarak belirlediklerini neden, nedenleri sonuç olarak tespit ediyor, perspektifi terse çeviriyor.
Bugün de teorik ve politik anlamda marksist olmak benzer biçimde perspektifi terse çevirmeyi gerektiriyor. Politik olmayı ve gücü rekabet/mülkiyet gerçeğinden öğrenenlerin burjuvazi-devlet düzleminden öteye gideceği bir yer bulunmuyor. İyi çocuklar en fazla kötü sahneyi değiştirmek isterken dekor ya da figüran oluveriyorlar. Sahneyi yıkmak isteyene artık pek fazla rastlanmıyor.
Lacan’ın 68 Olayları için yorumu, perspektifi terse çevirici nitelikte. Özgürlük için kaldırım taşlarını söken gençler için Lacan, “esasında onlar başka bir Tanrı arıyorlardı” diyor. Farklı bir ifade ile şu söylenebilir: o başka Tanrı, gerçekte, zihinlerde bulunan tanrıya karşı savaşıyor. Aynı şekilde kimi sıkışma durumlarında meta paraya isyan ediyor, kendi özgüllüğünü talep ediyor; ya da para daha fazla metaı tanımlamak istiyor. Siyaset âleminde bunun doğal tercümanları kolaylıkla bulunuyor.
BBC’nin hazırladığı rak belgeselinde ilk rakçılar blues’u İngiliz dünyasına tercüme ettiklerini söylüyorlar. Eric Clapton, blues şarkıcısında “birey, yalnızlık ve öfke” görüyor, bunu kendi dünyasına bağlıyor. Fukara siyah müziği blues, küçük burjuvaların dünyasına satılan bir mamul hâline getiriliyor. Kitlesel, kolektif, tarihsel niteliğinden sıyrılıyor, pub’lara meze yapılıyor. Saf öfke ve hüzün gidiyor, yerine pazarlık amaçlı yeni bir karşıtlık türü geliyor. Özgürlüğün mavisi daima burjuvazinin bayrağına renk veriyor.
Sinemacılar, komedyenler, yazarlar tekil, bireysel hikâyelerini satıyorlar pazarda. Parasal güç pekiştikçe başkalarının hayat hikâyeleri karikatürleştirilip, içi boşaltılarak pazara sunuluyor. Sınıfı, halkı, milleti, vatanı ve dini için ölümü göze alanların ideolojisi ve siyaseti bu pazarda birilerinin güç hesaplarına kurban ediliyor. Hesap yapanlar, her şeyi tükettikten sonra, Kurt Cobain gibi 27’sinde, (ideolojik ve politik açıdan) intihar ediyorlar. Ölüm bile pazara düşüyor. Nirvana ve sessizlik, egemenlerin pürüzsüz, hülyalı dünyalarına hizmet ediyor.
Küçük burjuva şefler, kendi bedensel, bireysel, zihinsel hikâyelerini örgütleştiriyorlar ve pazarda bu örgütü satılığa çıkartıyorlar. Sınıfıyla, halkıyla, milletiyle nefes alıp vermesi gereken, onun öfkesi ile öne fırlayıp hareketi örgütlemesi zorunlu militanlar, maalesef, bu şeflerin pazarlamacıları olarak iş görüyorlar. Küçük burjuva bedene bürünen ruh soysuzlaşıyor, öfkesini ve hüznünü unutuyor, güçlü olmak adına sınıfsız, sınırsız ve muktedir bedenin tekil hikâyesine tutunuyor.
TKP, TİP, Dev-Genç, THKO, THKP-C, TKP-ML vs… Bunların başına gelen blues’un başına gelenden farksız. Hüzünlü, öfkesini vakur bir eda ile bu hüznün arkasına saklayan dört mavi nota müzik endüstrisinin çarklarına yağ oluyor. Böylesi bir hüzün ve öfke ile yoğrulu olan sol da burjuva siyasasının içinde rolünü alıyor. Örgütlediği insanları güç olma yalanları ve politika yapma niyetleri ile kandırıp rolünü yerine getiriyor.
Son dönemde sol içinde yapılan tartışmaları, böylesi bir role sahip olan solculuktan çıkıp, oyunu bozan devrimci bir özneye dönüşmeye dönük bir niyet olarak okumak mümkün görünmüyor. Sol, kendi içinde yükselen devrim çığlıklarını bastıracak silâhlarını yeni döneme uygun olarak nasıl değiştireceğini tartışıyor, o kadar! Silâhlar gene efendilerden ödünç alınıyor.
Sol, sürekli kadrolarına kendisine güç olmayı öğreten başöğretmeni işaret ediyor: rekabet ve mülkiyet. “Burası x örgütünün alanı, bu eylem y örgütünün eylemi”… Sözler böyle başlıyor, “bizim kortejimiz z örgütünün kortejinden daha kalabalıktı” diye devam ediyor. Kimse devrimin, sosyalizmin ve komünizmin ortak davasında, en azından belli bir durum ve dönem dâhilinde, yoldaş olabilmeyi göze alamıyor.
Güçlü olmayı rekabet piyasasından öğrenen ve politika alanını rekabetin açtığı coğrafyada tanımlayan özneler ömrünün önemli bir kısmını, güçlü olmayı mülkiyet piyasasından öğrenen ve politika alanını mülkiyetin açtığı coğrafyada tanımlayan öznelere küfretmekle geçiriyor.
Rekabetçilerin politika alanını belirleyen devlet karşıtlığı, mülkiyetçilerin politika alanını belirleyen ise demokrasi karşıtlığı. “Devlete silâh sıkmayan politik değildir” rekabetçinin; “bu kadar örgüt fazla, hepsi bende birleşsin” mülkiyetçinin mottosu oluyor.
Oysa gerçek, maddî, doğal anlamda özgürleştirici ve eşitleyici dinamikler mücadelelerini gizli ya da açık biçimde sürdürüyorlar. Şiddetli bir dalga, rüzgâr, deprem gibi işliyor öfke ve hüzün. Kitleler adsız ve sözsüz hareket ediyorlar, birileri çıkıyor, yani edebî bir ifade ile kitlesel hareket dile geliyor, “ben bu kitlenin adı ve sözüyüm” diyor. Hareketin durağanlaştığı momentlerde bu kişiler, özneler boşlukta kalıyorlar, boşluğu ise rekabet ve mülkiyet piyasasının maddî imkânları dolduruyor. Özneler kitleye ihanet ederek, adı, sözü kitlenin yerine geçiriyor. Madde ile maddenin bilgisi kişi-özne şahsında, ya kişinin maddîliği ya da madde bilgisi lehine birleştiriliyor. Örneğin sendika liderleri kapalı kapılar ardında patronlarla o ad ve söz adına anlaşıyorlar. Gençlik liderleri üniversitelerin satılabilir bir obje olmasını isteyen burjuvaziye dolaylı olarak hizmet ediyorlar. “Özerk demokratik üniversite” sloganı, batının burjuva üniversitelerinden alınıyor. Devlet üniversiteleri piyasaya, gerekli ambalajı ile birlikte, sunulmuş oluyor.
Salt karşı olmanın dönüştürücü-devrimci faaliyetten kaçmaya imkân sunan bir yanı var. Karşı olduğunu söyleyen, bir konumdan bahsediyorsa, karşı olduğu şeyin dönüşüm sürecine el sürmeyeceğini de baştan belirtmiş oluyor.
Anarşistlerin devlet karşıtlığı ile dalga geçen Marx, “anarşistler devleti, emek-değer teorisini vs. görmezden gelirsek yok olur, gider derler” diyor. Anarşistler, aynı körlükle, kapitalizmden komünizme geçiş için zorunlu olan sosyalizm denilen dönüşüm momentini küçümsüyorlar. Evet, devlete karşı olmak, ama Lenin’in belirttiği biçimiyle, “bir devlet biçimi olan demokrasi”ye de karşı olmak, karşıtlığı içsel dönüşümde güç olarak var olmak üzerinden tanımlamak; bu yönüyle rekabetin güdümündeki demokrasi ile mülkiyetin güdümündeki devletle eşgüdümlü bir kavgaya tutuşmak, bu amaçla devlet ve demokrasi arası ilişkilerin, gerilimlerin mevcut olduğu genel siyaset alanına girmek ve her iki mücadelede buluşulacak dinamikleri ortaklaştırmak gerekiyor. Bu yapılmadığı takdirde politik faaliyet kolaylıkla ideolojize ediliyor ve ideoloji hâkim sınıfın dili, söylemi ve eylemi oluyor. Bu da rekabetin ve mülkiyetin ağzı ile konuşmayı getiriyor.
Güç, dönüşüm süreci içinde geriye dönüşsüz bir çentik atmaktır. Geriye dönüp bakıldığında sol-sosyalist hareketin tarihî dönüşüm süreci içinde Deniz-Mahir-İbrahim çentiği böylesi bir gücü işaretliyor, Mustafa Suphi TKP’si de bir başkasını. Parlamentarizm ve orduculuk arası tartışmada kilitlenen dönüşüm momenti, adıyla sözüyle, bu üç devrimci önderin çentiği ile kesilip atılıyor. Bugün meclise giren Uras Çayan’ı ağzına dolayabiliyor, orducu solcular Deniz resimlerini bayrak ediniyorlar.
Beğenilsin beğenilmesin, devrimci güç bir çentik olarak tarihte tüm canlılığı ile varlığını koruyor. Sırtı onlara yaslama kolaycılığından çok, güç olmayı onlardan, onların pratiğinden öğrenmek gerekiyor.
Güç olunacaksa böyle olunmalı, efendilerin açtığı yollardan değil. Güçlü görünme derdiyle “dostlar alışverişte görsün” türünden eylemliliklerle bir yere varılmıyor. Bu açıdan “politika güç meselesidir” lafı, gücü, yani birim zamanda yapılan işi biçimsel olarak yüceltmekle hata ediyor. Politik eylemlilik zaman algısının değişmesini, birimlerin niceliğinin başka bir hâl almasını ve işin niteliğinin dönüşmesini gerektiriyor.
Bugün genç militanlar esasında afiş, bildiri gibi angarya gördükleri işleri yeni gelenlerin sırtına yüklemek için insan örgütlüyorlar. İnsan örgütlemenin politik ve devrimci bir anlamı bulunmuyor. Etli butlu görünmek için TV ekranlarında kullanılan filtrelerden yararlanılıyor, yalanlar söyleniyor, zevahiri (görüntüyü) kurtarmak için gereksiz, yersiz işler yapılıyor vs. Güçlü görünmek adına hâkimiyetçi, hükmedici, total projeler, niyetler reyonları dolduruyor. “Ezilenler, dünya, Türkiye, solun birliği, işçilerin birliği vs.” diyerek güçlü olunduğu izlenimi verilmeye çalışılıyor. Basit, ufak, sıradan, göreceli, kısmî ve parçalı işler bu zaman algısında anlamsızlaşıyor. “Ben yaparsam Musa gibi asamla (örgütümle) denizi ikiye bölerim” deniliyor, ama bir okey masasındaki dört kişi bile politik anlamda ikiye bölünemiyor. Tam tersine, “aman bölücü demesinler, huzursuzluk çıkmasın” diye garip bir hoşgörücülük hâkim olmaya başlıyor. Güç biçimselleşiyor, politika bu biçimselliğe tâbi oluyor ve özsel dönüşümlerin yaşandığı momentlerde anlamını yitiriyor. Elde var bir, doğal, maddî ve organik olması gereken güç, başkalarının tasarımlarına öykünerek yeniden üretilen fason elbiselere benziyor. Belli bir dönüşüm içinde gerçekleşmeyen güç biçimsel kalıyor. Esamisi okunmayarak yalnızca bir süre bazı insanların gözünü boyuyor.
Güç medyatikleşiyor, görselliğin saltanatına kul oluyor, gözdeki perdede yaşanan her titreşim güçle ilişkilendiriliyor. Mahir’in de dediği gibi, ya düşman güçlü, dostlar güçsüz (sağ oportünizm); ya da düşman güçsüz, dostlar güçlü (sol oportünizm) zannediliyor. Dost-düşman ayrımı, güç olunması gereken politika alanında değil, güçlü olduğu zannedilen, düşünsel-teorik masa başlarında yapılıyor. O masayı, masaya yaslanmış kafayı kim huzurlu kılmışsa, güç o oluyor ve o masadan, kafadan türeyen siyaset kendilerini huzurlu ve mutlu kılan güce zamanla biat ediyor.
Solun bu biçimsel güç tasarımı ve politik faaliyet için yoğunlaştığı üç ayrı toplumsal kesimden söz edilebilir: gençlik-işçi-aydın. Üçünü farklı durum ve dönemlerde uygun/yerinde müdahaleler ve mücadelelerle örgütlemesi gereken hareket, bu kesimlerden sadece kendi kurgusunu bozmayacak bazı unsurları örgütlüyor. Esas olan, bu kesimlerin tarihsel-toplumsal çerçeveye tâbi olan politik işleyişlerini örgütlemek iken, sol sadece bu kesimlerin politika dışında, giderek politika karşısında konumlanan bireylerini kendine bağlıyor. Sol, özde kendi bindiği dalı kesiyor. Üç toplumsal kesim gerçek, maddî politik eylemden, meselenin özünden kaçıp biçime sığınanlara kucak açıyor.
Bugün TV dizi yapımcıları ille solcu bir figürü, lafı ve konuyu dizilerine yerleştiriyorlar. Bunun nedeni, kültür ve sanat alanında solun hâlâ temel ölçüt olarak görülmesi. Politik alanda ise böylesi bir ölçüt oluştan söz etmek mümkün değil. Sol, genel siyaset alanında ucuz bir sanatsal figür misali muhafaza ediliyor. Bugün bu solun tüm gerçek, organik, canlı, maddî birikimine koşulsuz dâhil olmak, ama bir yandan da onu biçimsel kurgulardan, orta sınıf ürünlerinden ayrıştırmak gerekiyor. Gelenin adı sol olur olmaz, ama mücadelenin özgürleştirilmesi için bu gerekli. Kendi sınırlarından, varlığından, hâlinden, biçiminden ve eyleminden memnun olan sola karşı marksist devrimcilerin rahatsızlıklarını eylemli olarak dile getirmesi gerekiyor. Gerçeğin, kitlenin, mücadelenin dili konuşsun, bunlar özgürleşsin diye, politik alanın hava yastığı, tamponu, brandası olan sol parçalanmalı, dönüştürülmeli.
İlk olarak yukarıda bahsedilen üç toplumsal kesimle ilişkiye bakılmalı: ilerleme tanrısının kulu olan sol, bu kesimler arasında kronolojik, hiyerarşik ilişki kuruyor. Öncesinde herkes genç, sonrasında şu veya bu şekilde işçileşiliyor, ardından da örgüt bu işçileri aydınlatıyor. Sıra bu. Örneğin son dönemde sayısı giderek artan internet tabanlı sol örgütlerden biri olan Devrimci Bülten şunları yazıyor:
“Tarihsel bir kategori olarak işçi, kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu bir tarihsel döneme âittir. İşçi kavramı tarihsel olarak komünizme denk düşmez. Komünizme denk düşen ‘emekçi’ kavramı, Aydın ya da komünist insandır. Aydın komünist toplumun temsilcisidir. Tarihsel olarak daha yüksek bir toplumsal formasyonun temsilcisi olduğu için, toplumsal dönüşüme ya da bu dönüşümde işçi sınıfının mücadelesine bir bütün olarak önderlik eder.”
Akıl ve düşünce temelli yürütülen komünist mücadele nihaî, olgun biçimini aydında buluyor. Yani işçiler komünizmde yokken, bu düzen aydınların düzeni oluyor. Geleceğin düzeni komünizm, komünizmin esası aydın olduğundan bugündeki mücadeleye aydınlar öncülük etmeli. İlerleme tanrısının peygamberleri her dönemde uç veriyorlar. Nasıl olsa o yere varılacak, bugünde kafayı gözü patlatmanın anlamı yok. (İlerleme kitabının önünde diz çök yeter!) Özcesi küçük burjuvalar başlangıcı söyleyerek sonu da ipotek altına almaya, sürekli sondan bahsederek her şeyin başının kendisi olduğunu kitleye yutturmaya çalışıyorlar. Olan bugüne, şimdiye, devrimci politikanın yegâne gerçeğine oluyor. Politik faaliyet maddiyattan uzaklaşıp, maneviyata, metafiziğe ve öznel masallar âlemine doğru kapanıyor (Hamaset edebiyatı).
“İşçi-aydınlar”, “aydın işçiler”, “yarı aydınlar (gençlik)” türünden başlıklar nedense hep “aydın” denilen özneye atfen üretiliyor. Bazı komünistler bu ilerlemecilikle, geçmişte burjuvazi ile köylülük arasındaki ilişkiye paralel olarak işçi sınıfına burjuvazi ile ortaklık önerebiliyor (Laiklik, başörtüsü, milliyetçilik vb.).
Aydın ise bu yüceltme işlemi ile kendisini sınıf dışı bir konuma taşıyor. Kendisini o şekilde yutturuyor. İşçi sınıfına âit olmanın sancılarından kurtulmak isteyen bir işçiye böylesi bir aydının söyledikleri hoş bir seda olarak geliyor. Ancak bu aydın belirlenimli, aydın kafalı sol, bu aydınlar kümesinin salahiyeti, bekası ve muhafazası için somutlanan kimi ideolojik ve teorik ayrımları ve birlikleri kendi varlık alanı hâline getiriyor. Oysa aydının bıyığı altından kimi zaman burjuvazi, kimi zaman devlet gülümsüyor.
Madde ile maddenin bilgisini kişi-öznede, o kişide saklı maddenin bilgisi lehine ilişkilendirmek, böylesi marazlara yol açıyor. Marx’ın marifeti, mücadeleyi kafaların içinde hapis olmaktan kurtarmaksa da bugün kimi Marksistler, devrimin, sosyalizmin ve komünizmin ortak mücadelesini kafanın içinde başlayıp biten bir orta sınıf yalanına dönüştürüyorlar.
Genel ideolojik âlem içinde rekabetin suyuna kapılmış olan bir sol özne, mülkiyet suyuna kapılmış olanı eleştirmekle ömrünü geçiriyor. Tek önemli mülkü kafasının içindekiler olan aydın şefler, rekabet piyasasına girmekte beis görmüyorlar. Yaptıkları mülkiyet eleştirisi ise esasta burjuvazinin sınıfsal hareketine eklemleniyor. Bilgiyi banknot, döviz misali biriktirenler ise mülkiyet dünyasına hükümdar olmak adına giriş yapıyorlar. Bu malumatfuruşlar, maddenin tüm kıvrımlarını kendilerince düzleyip rahatlıyorlar ve kıvrıma, çıkıntıya, ayrıntıya sebep olduklarından rekabetçilere saldırıyorlar. Mülkiyetçi kesimin karşı tarafa yönelik eleştirisi dipten derinden devlete bağlanıyor. Devletin burjuvaziden uzaklaştığı noktalarda, arada boşalan alana bu sol örgütler doluyor. Devletin ulaşamadığı yerlere mafyatik örgütleri yollaması gibi, sol örgütler de bu boşluğa akmayı araç, taktik değil, esas amaç olarak görüyor. Su akıyor, yatağını buluyor.
Devletin ağır bir darbesinde solun belli bir kesimi hemen soluğu burjuvazinin yanında alıyor. Burjuvazinin ağır darbesinde ise koşulan yer devletin yanı. Devleti tam boy karşıya alanlar ise devleti küçültmek isteyen burjuvazinin belli bir kesimine hizmet ediyorlar. Öyle ki devlet ülkenin her karış toprağında güç değilse bile solun ideolojik, teorik ve politik terennümleri bunun aksinin geçerli olduğunu söylüyor.
“Politik güç nasıl olunur?” sorusu mülkiyet ve rekabet ilişkilerinin dolayımı ile cevaplanıyor. Devletle savaşan devlete, burjuvazi ile savaşan ise burjuvaziye benziyor. Türk devletinin gücünü abartanlar, onun gücünden beslenerek güç olmanın yoluna gidiyorlar. Burjuvazinin gücünü abartanlar onun gücüyle güçlenmek derdine düşüyorlar. Zaman da, birim de, iş de düşmandan öğreniliyor. “Kitle/silâh” ayrımı ile meseleye bakanlar, burjuvazinin kitlesine ya da devletin silâhına bakıyorlar. Bunun sonucunda ise kitle bir silâh hâline gelmiyor, silâh ise kitleselleşmiyor.
Sol-sosyalist hareket içinde güç tasarımı paralel iki yoldan yapılıyor: ilki geçmiş bir devrimin fiilî iktidarı, devrimci bir iktidar üzerinden; ikincisi, geçmişte ve bugünde var olan fiilî bir devrimci güce göre. Geçmişin devrimci iktidarı ya da bugünkü devrimci güç ile ilgili tartışmalar, geliştirilen teorik ve ideolojik kurgular ise verili gerçekte hüküm süren devlet ve burjuvazi dolayımı ile oluşturuluyor. Sol, Ekim’i bugünkü devletle, PKK’yi tekeller veya burjuvazi ile okuyor.
Solun önemli bir bölümü, bugün Ortadoğu’dan fazla Latin Amerika’ya bakıyor. Burada gizlediği Kemalizmi oradaki Bolivarcılık'ta buluyor. Bolivar Kemal’i örtüyor. Ortadoğu’da güç olma ve politika yapma derdi olmayanlar Latin Amerika sokaklarında geziniyorlar. Orada FARC’a, burada PKK’ye “silâh bırak” deniliyor, efendiler adına. Ama yetmişlerden seksenlere uzanan süreçte 12 Eylül benzeri darbelere tanık olmuş bu kıtanın devrimcilerinin sözkonusu darbelere karşı yiğitçe savaştığı görülmüyor. Sol, kendi savaşmamışlığını Latin Amerika edebiyatı ile gizliyor. Bu gizleme devrimci politikayı körleştiriyor. Güç olma imkânlarını Latin Amerika’da arayanlar, solun güçsüzlüğünün esas müsebbiplerinden biri oluyor, diğeri ise Avrupa solcuları.
Güç ve iktidarın teorik-ideolojik düzeyde ayrıştırılması gerekiyor. Güce yıkıcı bir anlam enjekte edilmeli. İktidarın bugünde verdiği o soğuk kurucu anlam bu güçle dönüştürülmeli. Geçmişe âit fiilî bir devrimci iktidarın bugünde takipçiliğini yapmak güç olma imkânı vermiyor, zira bu imkân söz konusu devrimin tarihsel-toplumsal sınırlarına tâbi. Bugündeki bir devrimci gücün yandaşlığı ise iktidar mücadelesi için bir şey sunmuyor. Rekabet ve mülkiyet ilişkileri içinde güç olmayı öğrenen aydın kesim, örgütleri kendi dar ufuklarına boğuyor. Şefler örgütleri kendi sınıfsal, coğrafî ve bedensel hikâyelerine kapatıyorlar. (Bir şefin uçkuru çözüldü diye koca örgüt bölünüyor meselâ.) Geçmişin iktidarı ile bugünün gücü arasında yürütülen tartışmalar eni sonu bu burjuva ilişkilere eklemleniyor. Her ikisine sırtını yaslayan pratik, nasıl güç olunacağına dair hiçbir şey söylemiyor.
Potansiyel örgüt üyesi, mahalle, dernek, örgüt, sendika için verilen rekabetçi kavgalar. Bunlara sahip olanların mülkiyetçi muhafaza siyaseti. Güç olmanın niteliği ve niceliği dönüştürülmek zorunda. Efendilerin dev aynasına bakarak kendimizi kandıramayız. Dere kenarında gördüğü ineğe özenip şişen kurbağa olmaktan çıkmalıyız. Tekil şahıslara boca ettiğimiz teori ve ideoloji ile düşünüp güç olmanın imkânı yok. Sol güçlü olduğunu düşündüğü yerlerde zayıftır, düşkündür, çaresizdir ve düşmanın esiridir. Güçlü göründüğümüzü varsaydığımız yerden hemen uzaklaşmalıyız. Zira bu hâlimizle bize güç verenleri dönüştürmekten de aciziz. Örgütlediğimiz işçi lideri kapalı kapılar ardında patronlarla viski yudumluyor. Öncü kıldığımız genç üniversiteli bar köşelerinde kendi bedenini pazarlıyor. Aklına güvendiğimiz aydın TV köşelerinde burjuvaziye akıl veriyor vs.
Sol, güç olmayı gene ve hâlâ düşman arazisinde tartışıyor. Bu tartışma eninde sonunda düşmanın iç hesaplaşması olarak somutlanıyor. Düşman arazisini dağıtmadan, bölmeden güç olmaya çalışmak günbegün kendisini yanlışlıyor. Salt güç olmaya kilitlenmiş bir siyaset, siyaset sahnesinde sadece güç odakları gören bir özne, devrimci politikanın alanını da daraltıyor. Bu sefer elde edilen gücün kimin avucunda sıkışıp kaldığını görenler ayrılıp eskinin yenisi bir örgüt daha kuruyorlar. Oysa örgütlenen, yalanın bizatihi kendisi oluyor.
İşçi sınıfı-ekonomi; halk/millet-coğrafya; mazlumlar-biyoloji arasındaki kadir-i mutlak, kadim ilişkiyi siyasetinin merkezine yerleştirmek suretiyle, istismarcı bir üslupla yol alıp güç olmak isteyenler, kendi ekonomisi, coğrafyası ve biyolojisi içinde ya yitip gidiyorlar ya da ölmemek için düşmanın eteklerine yapışıyorlar; onun ekonomisine, coğrafyasına ve biyolojisine kul oluyorlar.
“Allah en büyük güç” deyip onun verili, önsel gücüne tapanlar apolitizm üretip iktidara eklemleniyorsa, “ekonomi, coğrafya ya da biyoloji her şeyin başı, mutlak güç” deyip onların gücüne sırtını yaslayanlar da apolitizme kapaklanıyorlar. “İyilik dışarıdan, kötülük içeriden” deyip, sonrasında güç olma alanını dışarısı olarak belirleyen bir kişi AB’ci de oluyor, liberal de. Eski maniheist “iyilik/kötülük” hikâyesi ile düşünerek güç kaynağını (sınıf, ülke ya da beden dışı anlamında) dışarısı olarak kodluyor. Bugün sol içi kavga bu kodlar arası kavga. Gücü bizle başlayan, bizle biten değil, bizim âit olduğumuz bir gerçeklikte aramak gerekiyor. Müslüman, Allah’ı kendi mülkünde bir güç kaynağı olarak değil, kendisinin âit olduğu bir güç mücadelesi olarak anladığında devrimcileşiyor.
Ekonomik anlamda Allah’ın yerine sınıf, coğrafî anlamda halk/millet ya da biyolojik anlamda beden/irade konulabilir. Bu yönüyle Allah’ın O’na atfedilmiş gücüne biat edenler, doğası gereği, sınıf üzerinden burjuvaziye, millet üzerinden verili devlete, beden üzerinden verili iktidara biat ediyorlar. Bu sürecin kırıldığı momentlerde iş devrimcilere düşüyor ve kitlelerin düşünsel ve eylemsel dönüşümlerini devrimin önsel adımları olarak örgütlemeleri gerekiyor. Kendisini bu dönüşümün içinde değil, dışında, onun yaratıcı-tanrısı olarak gören sol ise tersten her türlü aidiyet ilişkisini ortadan kaldırmak niyetiyle hareket ediyor. Bunu da efendilerin ideolojik ve politik kurgusunu bozmak için yapıyor. Ama görmediği şu: kendi bindiği dalı da kesiyor. Sol özcesi intihar ediyor, bir tür intihar ideolojisine dönüşüyor.
“Yolumuz işçi sınıfının yoludur” sloganı, bir tür küçük burjuvalığın yansıması oluyor, “yolumuz devrim yoludur” gibi. İşçi sınıfını politik alana taşımaktan, politik alanı bu fiiliyatla parçalamaktan, bu parçalanma esnasında sınıfı bölmekten ve farklı bir içerikle bütünlemekten söz edene rastlanmıyor. “Hazır güç olmuşu var, ne gerek güç olmak için çırpınmaya!” İnsan denilen canlı türünden mürekkep kitleyi, kitlesel hareketi kesmeyen, onlara değmeyen bir dönüşüm sürecine devrimi bağlayanlar, pratik alanda reformizmi vazediyorlar. Pratik, maddî güç yerine teorik güç odaklarını koyanlar, ilgili teorik-bilimsel-felsefî-ideolojik seyre, gidişata herkesin biat etmesini istiyorlar ve buna da politika diyorlar. Oysa güç bu anlamda hâlihazırda mevcut, olmuş bir şey değil, oluşan, oluşturulan, oluşum içinde olunan bir gerçek. Önsel, a priori, kendinden menkul, akmaz kokmaz, yüce, ideal harekete biat etmek kimseyi güçlü kılmıyor, hareketi, hayatı, canlılığı ya da ölümü, mekanizmi, ruhu, soyut maddeyi yücelten edebiyattan başka.
Örneğin sınıfa isnat edilen güç olma durumu, kimi aydınların akıllarında az çok işler durumda olan ekonomi biliminin teorik gücünden geliyor. Gerçekte işçi asla salt ekonomik bir güç olarak hareket etmiyor. Bir süre aydınımız, bu ekonomi dışı güçlenme momentlerini tekrar ekonomiye bir şekilde bağlıyor, bağlama işlemi başarısız olursa sınıfı geri plana atıyor. Sırada istismar edilecek coğrafya ve biyoloji gibi iki alan var nasılsa!
Bu noktada sınıfa, devrime ve iktidara ilişkin tüm gerilimleri, çelişkileri ve çatışmaları bir biçimde örtbas edecek çekomastik bulunuyor: ezilencilik. Ezilencilerin bir kısmı ezilenciliğini eski sınıfçılığı, bir kısmı eski devrim’ciliği, bir kısmı da eski iktidar’cılığı ile ikame ediyor.
Birinciler için ekonomi, ikinciler için coğrafya, üçüncüler için biyoloji kadir-i mutlak olan bir dil olarak öne çıkıyor. Eski metinlerde işçi, halk, devrimciler ve iktidara ilişkin olan unsurlar yerine “ezilenler” konuluyor. Ezilenler salt savunmaya, sınırlara kilitlenmiş, yatay genişlemede doğrudan, ânlık sonuç alma sevdalısı küçük burjuvaların “yeni” bayrağı oluyor. Geçmişin hesabını vermemiş özneler bu rengârenk bayrağın altında toplanıp renksizleşiyorlar. İşçicilik, hiç işçilik durumu içinde olmayacağı hususunda kararlı olanların; ezilencilik, hiç ezilme durumu içinde olmayacağı hususunda kararlı olanların sığınağı olarak örgütleniyor, işçilere zulmederek, mazlumları istismar ederek.
"Kitlelerin adsız ve sözsüz hareketi" (Marx) zamanla iç-dış ayrımına gidiyor. Adı ve sözü kendisi olduğunu iddia eden, kimi unsurları öne çıkartıyor. Bu sol aydınlar daha çok bu ada ve söze bakıyorlar. Kafalar böyle işliyor. Teoriye gelmeyen kısımlar budanıyor ve hareket makulleştiriliyor. Güç denilen şeyi ölçme kabiliyeti olanlar, bu kabiliyetleri ile kitlesel hareketin adı ve sözü olmayı becerenler gücün sadece kendileri ile var olabileceğini ima ediyorlar, hattâ bunu doğrudan söylüyorlar. Fizikî anlamda, birim zamanda yapılan iş olan gücün ölçümünü yapanlar sayesinde güçlü olmak mümkün hâle geldiğinden, birim zamanın tespiti, o birim zamanda yapılacak işin niteliği de doğrudan o gücü ölçümleyenlerin eline teslim ediliyor.
Kunduracılar, kendileri olmaksızın kimsenin yürümeyeceğini düşündüğünden böbürleniyorlar. Bu böbürlenme, çıplak ayaklı kitlesel yürüyüşün öfkesine ve hüznüne karşı körleşiyor.
Eren Balkır
29 Aralık 2008

0 Yorum: