20 Temmuz 2012

Edeb Ya Hû



Kılıçdaroğlu, Davutoğlu’na “Allahlık bakan”, Bahçeli “ABD’nin posta beygiri” diyor, Davutoğlu da tasavvufa sığınarak “Edeb Ya Hû” şeklinde cevap veriyor.

Oysa “Edeb Ya Hû”, Allah’tan edeb niyaz etmektir, başkasına “ben edebliyim, edeb bende” demek değil. Etimolojik olarak “eline, beline, diline sahip olmak” olarak açımlanan “edeb” kelimesi, Allah’ın arzuladığı nizamata göre kişiye çekidüzen vermektir. Allah’ın hududuna uygun olarak kişinin kolektif planda örülmesidir. Kişi, uzayda bir varlık olarak görülmez ve o salt kolektifin içinde tanımlıdır.

Yoksa Suriye başkanına had bilmez laflar etmek, ülkesinin sınırlarını küresel ve yerel pazarın sahipleri adına başka yerlere taşıma istemiyle, halkların iradesini hiçleştirmek, ABD’ye ve İsrail’e sırtını yaslayarak had bilmeden bu coğrafyada kabadayılık etmek değildir edeb.

Kılıçdaroğlu da “19. yüzyıl siyasetini 21. yüzyılda tekrarlayamayız, emek-sermaye gibi kavramlarla bugüne bakamayız. Bu yüzyıl bilgi çağı ve bireyin hükümranlığıdır” demektedir. Bu bakımdan Davutoğlu’dan çok da uzakta değildir.

İdeolojik planda faal olan bu birey hükümranlığında kolektifin, en-nasın ya da ümmetin ölçüsüyle kişiye yaklaşmaya dair ciddi bir külliyat oluşturmuş tasavvuf, bugünün modern dünyasında birey pazarında reyonlara yerleştirilmekte ve dumura uğratılmaktadır. Sadece bireye seslenenler, tasavvufu bu pazardan arî ve beri tutmamak için çırpınmaktadır. Tasavvuf bilgisinin sahipleri, bu pazara mal taşımakta veya bu pazarda tezgâh sahibi olmak için çırpınmaktadır. Devir, camilerin altında alışveriş merkezleri açma devridir. Birey, serbest mal girişine muhtaç olan tüketim ideolojisi üzerinden inşa edilmekte, buradaki açgözlülük tasavvuf ile rehabilite edilmeye çalışılmaktadır.

Ramazan’daki yemek programları, iftar eğlenceleri, sohbetler vs. hepten tüketim dünyası içindir. Buna yönelik her eleştiri ise birey putuna yapılmış bir saygısızlık olarak sunulup tecrit edilmektedir.

Liberalizmin birey putu, Ak Parti rejiminde tasavvufî bir şerbete bandırılır. Tartışma ya da politik mücadele içinde taraflardan biri illaki meseleyi bireyliğe bağlar ve Allah’a küfretmekle bireye küfretmek örtüştürülür. Çünkü birey burada Allah olarak takdim edilmektedir. Bu noktada tasavvuf, kişisel gelişim teorilerine boyun eğdirilir ve genel tarihsel-toplumsal bağlamından soyutlanır.

Bireyin dünyası ve bireyin özerk cumhuriyetine ait sınırlara tasavvuf ehli bekçiler yerleştirilir. Mevlânâ bu minvalde popülerleştirilir ve burjuva kokonaların kişisel, ruhsal rahatlamaları için bir ilâca dönüştürülür. Tasavvuf, konken partilerinin yerini alır. Bu tasavvuf algısı ve bilgisi esas olarak kemalizmin cevaz verdiği İslam’dır ve kolektif itirazlara karşı devleti şerbetlemek için icat edilmiştir.

Bu İslam’da hac, Ramazan, namaz, zekât bireysel bir pratik olarak bireyi yücelttiği ölçüde değer kazanır. Birileri bu neoliberal dünyada İslamî varoluşlarını kabul ettirmek için İslam’ı birey derekesine düşürmeyi içlerine sindirir. Özü itibarıyla burjuva hukuku, tekil İslamî ahlâkçılığın diline tercüme edilir. “Yaratılanı severiz Yaradan’dan ötürü” diyen anlayış, köprü, TOKİ, kanal, metrobüs vb. “yaratma” iradesine ilahi bir kılıf bulur. Böylelikle “yaratma” pratiğine ipotek koyarak, yıkıcı faaliyeti terörize etmiş olur. Bu amaçla söz konusu yıkıcı faaliyetteki yaratıcılık ezilir ve bu faaliyete mani olmak için tekil bireyler birer ajan ya da polis olarak örgütlenmeye başlanır. Ak Parti’nin yaratılan sevgisi, Van depreminde öl(dürül)en Yunus’u Malatya’nın kayısısı, İzmir’in üzümü, İstanbul’un camii düzeyinde ele alır. Ölüm bile pazarlanacak bir metadır. Tayyip’in “Yaradan”ı kapitalizmdir.

İhsan Eliaçık “nusuk” ile “ibadet” arasında ayrım yapar. Mehmet Şevki Eygi, sözcüklerle ve onların tarihleriyle oynayarak, “ritüel” sözcüğüne takılır ve bu sözcüğün yeni üretildiğini, İslam’da olmadığını söyler. Oysa Eliaçık ritüelin karşılığı olarak kullanır nusuk’u.

İbadetin nusuk’un bittiği ânda başladığı iddia edilir. Bu, ibadetin bireysel olana seslenecek biçimde öne çıkartılması riskini taşır. Genel bağlam dışına çıkılmaz ve “ibda”, yani yaratma köküyle ibadet bir tür inşa pratiğine kapatılır. Cemaatle namaz kılmanın önemi erir, her şey, bireyin birey olarak Allah’a yakınlaşmasına odaklı ele alınır. Yani Allah ile birey arasındaki mesafe, namaz ve bilumum dinî pratikle kapatılır. Bu kapanma, bireyin kendi özel sınırlarına kapanması olarak şekillenir. Mesafenin kapanmasına dönük maddî ve manevî pratik arasında niteliksel açıdan fark yoktur. Bireyin “Allah” metaforuna gönderme yapılarak inşa edilmesi her daim liberalizmin ekmeğine yağ sürer.

Sonuç itibarıyla Ak Parti’nin duhul ettiği “neoliberal birey” inşa etme süreci dışarıdan beslenir. Sınıf, mazlumlar, ümmet gibi bireyi “ezen” ve yoksayan kurgular çökertilir. Birey özgürleştirilir. Birey, özgürleşmenin hazzını kapitalizm içre pratikte bulur. Temelde nusuk/ibadet ayrımı, ayrım olduğu ölçüde anlamlıdır. Bunun dışında, bireylerin dünyasını toparlama, bütünleme istemi, gerisin geri verili bütünlüğe eklemlenir.

Politika dışılık da ancak bu birey vurgusu ile mümkündür. Esasında salt ve mutlak olarak bireye seslenilir ve birey, ait olduğu yer ve zaman üzerinden ele alınmaz, tersten verili yer ve zaman birey için birer sınır olarak görülür. Yersiz ve zamansız ya da yer ve zaman dışı olan Allah’ın bireyle buluşması, fikren, bireyin mutlaklaşması ve bireyin de yersiz zamansızlaşmasına neden olur. Politika parçalı, kesikli, geçici niteliğiyle, bireyin bütünlüğüne halel getireceğinden, dışlanır.

Solda esas olarak ideolojik ve politik düzeyde seslenilen yer, birey alanıdır. Her türlü aidiyetten muaf olan bu bireye seslenmenin esprisi, toplum denilen kurgunun düşman görülmesi ile ilgilidir. Aslında “kurtuluş yok tek başına” diye başlayan slogan dahi bu alana seslenir. Özünde burada ikna gayreti vardır ve ikna edilmek istenen, kendinden menkul bireyin kendisidir. Tüm ömrü kolektif bir pratik içinde geçen bir emekçiye böyle bir laf edilmez. O bu pratiği ile söz konusu bilince zaten sahiptir.

Öyle ki feminizmin ağırlığı ile solda “bayan” ya da “hanım” kelimeleri bile yasaklanmıştır. Bireyin bir adı olarak “kadın” kelimesinin artık bir kutsiyeti vardır. Kişi olarak kadına “bayan” ya da “hanım” dendiğinde, ona küfredildiği iddia edilir ve kadın birey olarak yüceltildiği bu sol piyasaya davet ve ikna edilmiş olunur. Her şeyden münezzeh, arî, özel ve yüce olacağı bu sol piyasa böylelikle pazarlanma imkânı bulur. Bu ikna gayretinin dinî ya da seküler ifadelerle yapılması arasında bir fark yoktur. Temelde şiddet meselesi de bu birey kültü üzerinden ele alınır. Şiddetçiler de şiddet karşıtları da bireyden yola çıkarlar.

Marx ve marksizmdeki “proletarya” da verili işçi pratiğinden ayrı duran, bu bilince sahip kütleye işaret eder. O “kadın” gibi, kâmil, gelişkin, yüce ve üstün bir fikrî kurgu değil, en alttakilerin kolektif eylemidir.

“Deniliyor ki, her türlü siyasal davranış, şeylerin varolan durumunun kabul edilmesi anlamına gelir. Ama şeylerin bu durumu, bize gene o duruma karşı çıkmak, onu protesto etmek olanaklarını verdiği zaman, bu olanakları kullanmak, bu varolan durumu kabul etmek demek değildir.” [Friedrich Engels]

Engels’in buradaki tespiti, tam da siyaseti birey derekesinde ele alanlara dönük bir cevaptır. Çünkü “duruma karşı çıkmanın o durumu kabul etmek demek” olduğunu söyleyen, bireyci ideolojidir. Bu ideoloji, verili duruma karşı duracak kesimlerin, protestonun yenilen, teslim olan kısmının fikrî karşılığıdır. Varolan duruma karşı mücadele etmek, gene o durumun sunduğu imkânları görmek zorundadır. Bu imkânlar, varolan durumu birey ölçütünde reddeden ya da kabul eden özne aracılığıyla görülemez.

Bu bireyci ideoloji, işçilerin çalışmaması gerektiğini, sendikalar kurmamasını, hatta örgütlenmemesini, dikey bir hat oluşturmamasını, düşmanı görmemesini, onu tanımlamamasını, kendiliğinden geçici tepkilerin öne çıkartılmasını, döne dolaşa, varolan durumun kabul edilmesini telkin eder.

“Edeb Ya Hû”de edebe yönelik yapılan vurgu, varolan duruma teslim olmanın faziletli olduğuna dönüktür. Oysa bu şiarı dillendiren sufiler zalimlere karşı mücadele etmeyi de bilmişlerdir geçmişte. Kendini bilmek, bireysel değil, kolektif düzeyde gerçekleştiği takdirde had bilmektir, had bilen, had bildirmeyi bilecektir.

Eren Balkır
19 Temmuz 2012

0 Yorum: