20 Ekim 2009

,

Taşların Marksizmi


Taşa Örgütlenmek

Herhangi bir eylem ânında sol özneler içinde ve arasında hüküm süren zihniyet dünyası, dönem itibarıyla sorgulanmayı bekliyor. Örneğin polise taş atma konusunda ortaklaşan kadrolar, iş, o taşın her atımda açtığı mevziiye dolmak ve orayı genişleterek tekrar bir çıkış yapmak yerine, gerisin geri tekrar kendi yuvasına dönüyorlar. Eyleme ve sonuçlarına örgütlenmiyorlar. Bunu zûl kabul ediyorlar. Nesnellikle öznellik arasında bir hiyerarşi kurup, öznelliklerini yüceye yerleştiriyorlar. Oysa, Lenin’in ifadesiyle, “ancak gerçek kadar devrimci olunabiliyor.”

Düşmanın şiddetinin sol nezdinde genel kabul gördüğünü tespit etmek gerekiyor. Bu açıdan düşman başarılıdır. Bizim süreklileşmiş kadrolarımız yokken onun vardır ve her dönem farklı ihtiyaçlar uyarınca bu kadrolar zenginleştirilmektedir. Biz ise hâlâ her kuşağın, her mahalin ve her kişinin kendi iç itimine, bilincine ve adımlarına tabiyiz. Nesnele ve kolektife karşı körleştikçe bize birilerinin bahşettiği özneliği put belliyoruz.

Dönem itibarıyla sol, devlet ya da burjuvazi başlığı altında genelleştirdiği düşmana karşı mevcudiyetini muhafaza etmeyi, onu süreklileştirmeyi siyaset zannediyor. Ayrımlar, bu minvalde biçimleniyor. Bu, düşmanla kapışılan alanı terk etmekle sonuçlanıyor. Teori, bu kaçışın kılıflarını örmekten başka bir işe yaramıyor.

Sol, herhangi bir mahallede, fabrikada ya da kampüste nasıl çalışma yürütüleceğine değil, bir biçimde düşmana, ama daha çok, diğer sol öznelere fark koymak için örgüt içi teorik çalışma yapıyor. Örgütlenen yer, devrim ve sosyalizm değil, örgütün kendinden menkul, içi boş, “komünal”, apolitik-antipolitik ve huzurlu/mutlu dünyası oluyor. Eylem kılavuzu olarak Marksizm, bu orta sınıf siyasetinde liberalizm-muhafazakârlık arasındaki salınımda, lime lime oluyor.

* * *

Althusser otobiyografisinde şu tespiti yapıyor:

“Kuşkusuz, bir yazarın düşüncesini […] karşı çıktığı başka yazarlardan yola çıkarak kafamda kurmamı sağlayacak belli bir sezgi gücüm, özellikle yakınlık kurma, yani kuramsal karşıtlık yeteneğim vardı. Böylece, karşıtlıklar kurup sınırlar çizerek yapıyordum felsefemi.”[1]

Bu söylem dâhilinde, partinin ya da akademinin yerçekiminden uzak katmanlarında gezinirken özgüllük, otantiktik abartılmalı, kimi özelliklerin pazarlık payları güçlendirilmelidir. Althusser, Marksizm tarihine birey olarak kendisini sokuşturmak için bahsettiği işlemi yapıyor. Diyalektiğin, Hegel’in vs.’nin karşısına Madde’yi ve Üretim’i çıkarmasının, ölçüyü oradan çekmesinin sebebi buradadır. Zira diyalektik, onun özneliğine saygı duymayacak bir yerde konumlanmıştır.

Sol, ne eylemin ne de taşın önderliğini kabulleniyor. Buradaki reddiye, taşın ve eylemin sınıfsallığına karşı körleşmeyi beraberinde getiriyor.

Kimi çevrelerin “devlet” başlığı altında Sovyetler’i düşman kampa atmasında ve devlet başlığının kendisinde sınıfsal bir ayrım koymamasında olduğu gibi, önderlik meselesi ve onunla ilişkili politika ve örgütlülük gibi konular da sınıfsal ayrımlardan münezzeh, arınık bir düzleme taşınıyor.

Bir eylemde ortaklaştıran taşsa, önder odur. Eylemin kendisi, önderliğin örgütlendiği yerdir.

Meslekî İdeolojiler

Sol, genel anlamda küçük burjuva teorinin, ideolojinin ve politikanın halesine kapıldığı için meslekî ideoloji, belirleyici hâle geliyor. Yani, kendi meslekî ortamının sınıfsallıktan ve zulüm ilişkilerinden azade olduğunu düşünen, bu açıdan, kendi mesleğini her şeyden uzakta tutup onu güvenli bir yere yerleştiren küçük burjuvazinin kalıbına dökülen solda da devrim ve sosyalizm meslekî kimlikler olarak ediniliyor.

Küçük burjuvazi, kendisi ile başlayıp kendisi ile biten pratiğe taptığından, onun güdümündeki sol da kendisini görebileceği örgütler, kitleler ve yapılar oluşturuyor. Bu pratik, başkalarının çarpık, çatlak, aykırı, kimi zaman tali ve farklı görünen pratiklerini kendi salahiyeti ve mevcudiyeti için ezmek zorundadır. Küçük burjuva, ancak kendisi kadar yeşil ve kendisi kadar uzun bir çayırlıkta memnun olabilir.

Buradaki eşitleme (levelling), yani düzleme işlemi, ilk planda “devrimci”ymiş gibi görünebilir, ama bu “devrimcilik”, kısa vadede küçük burjuva devrimciliğine dönüşür. Zira küçük burjuva, feodal bağların dayatması ile -Kibar Feyzo’daki tespitle- “bokunun üstüne bok istemez.”

Eylemin kendisi, örgütlenme ve politik faaliyet açısından belli bir hiyerarşiyi, disiplini ve işbölümünü mecbur kılar. Partinin genel tanımı için ihtiyaç değil, zorunluluk olan bu üç olgu, eylemle birlikte toplumsal-tarihsel anlamını kazanır. “Toplumu ve/ya tarihi benden daha iyi kimseye bilemez, ol sebepten, en iyi örgüt benim örgütüm” diyen bir kişinin arabayı atın önüne bağladığı görülmelidir.

* * *

Hiyerarşi, disiplin ve işbölümü, önsel olarak sorumluluk gerektirir. Politika, sorumluluk, yani hesap sorma, hesap verme, kelime anlamıyla, sorulan sorulara cevap verme ve soru sorma iradesidir. Hiçbir şekilde hesap vermeyen, hesap sormayan, bu açıdan her türlü sorumluluktan kaçan, yüklerinden hafifleyip kendisini bularak oradan kendi mevcudiyetini rahatlatan öznenin solun içsel devrimi olarak örgütlenecek partinin oluşumuna ait maddeye ve diyalektiğe ciddî zararları olacaktır. Rahatlanılan yer homojen bir “komün” ise bu komün, küçük burjuvalara özgü bir “mastürbasyon” üretecek, onun dikkate alınması istenecek, ama bir yandan da dikkate alanlara, her daim “benim seviyeme asla gelemezsin” ikazında bulunulacaktır. Burada sorumlu bir eylem ve düşünce kesinlikle biçimlenmez.

Her şeyi kendisi ile başlatıp kendisi ile bitiren özne için sorumluluk mefhumu da aynı kalıba dökülür. Yani, ilgili özne sorumluluktan bahsetse bile, bu öz kibir ve küstahlıkla bahsi edilen sorumluluk, sadece özdeki sorumsuzluğu gizler. Sorumluluk da diğer her şey gibi onunla başlayıp onunla biten, kendisine tabi, dışsal bir meseledir. Oysa sorumluluk, içsel bir zorunluluktur ve tüm gerçekliği ile orada mevcuttur.

İngilizlerin bir atasözü, “bebeği yıkadığın suyu dökerken bebeği de çöpe atma” der. Aslında analık ve babalık açısından bebeğin kirli suyla karışır bir tarafı yoktur. İçteki güdüler, ana ve baba için böylesi bir atasözünü doğası gereği geçersizleştirir, insanlar, kesimlik koyun olmadıkları için “her koyun kendi bacağından asılır” atasözünün geçersizleştiği gibi. Yani sorumluluk, belli maddî ilişkilerin içine girmekle, o ilişkileri mülk edinmekle değil, onlara ait olmakla ilgilidir.

Örgütlerin bu sorumluluğu dıştan, emir ve telkinle dayatmaları da örgüt şeflerinin küçük burjuva hesapları ile ilgilidir. Militanların sorumluluk bilincinde bir devrime denk düşmüyorsa, örgüt ve politika koca bir yalandır. Bu açıdan, bir örgütün kadrolarının nasıl davranacaklarına ilişkin ilmihaller ve kitapçıklar hazırlaması, kendisini yalanlamasıdır. Zira örgüt, zaten belli bir sorumlulukla birlikte oluşmalıdır. Örgüt fetişleştirilince, ortaya çıkan sorunlardan gene örgüt şefleri sorumludurlar. Ama bu sorumluluktan kaçmak için de gene yeni, taze günah keçileri bulunacaktır. Örgüt şefleri, hem örgüt içinde hem de üstünde durmakla sorumsuz kadrolar üretirler, onların pisliklerini gene onlara ödetirler, sütten çıkmış ak kaşık ya da suyun üstündeki zeytinyağı misali, süreçle kendileri arasına mesafe koyarlar. Mesafe, onlar için tek çıkar yoldur.

Günah Keçisi

Yahudilerin “hukuk kitabı” olarak görülebilecek ve bir Yahudi’nin yirmi dört saatini programlayan Talmud çıkışlı bir inanışa göre Yahudiler, kendi günahlarını kolektif olarak bir keçiye yüklerler ve onu bir rit dâhilinde uçurumdan aşağı atarlar. “Günah keçisi” tabirinin kaynağı burasıdır. Sorumluluktan fellik fellik kaçan her küçük burjuva gibi bu özdeki tüm örgütler de her türden eksikliklerini, zaaflarını ve günahlarını belli unsurlara yüklerler ve uçurum kenarına doğru akın hâlinde koşarlar. Bu rit, “yeni bir dönem açıldı” tespiti ile birlikte son bulacaktır. Bu sefer geçmiş kuşaklar giyotine bağlanacak, belli teorik ve politik odaklara küfredilecek, yeni olan bütünüyle, liberal manada, fetişleştirilecektir.

Kendini yekpare bir bütünlük olarak kuran özne, bizzat gerçekliğe kendisinin yerleştirdiği aynalarda gene kendisini görmek için çabalar. Kendisi gibi olanları bulur, aykırı olanlara tahammül edemez, farklılıkları silmek, ama kendi farklarını belirginleştirmek için gayret eder.

Küçük burjuvanın sorumluluktan kaçmak için hep bir günah keçisine ihtiyacı vardır. “Şahin gibi havalanan, tavuk gibi yere çakılan” küçük burjuva, pazarlığını yüksekten açar, ama kendi hayrına, en düşüğe razı olur. Örneğin tüm dünyayı ya da tüm ülkeyi ya da tüm öğrencileri gören bir adım atar, ama ancak kendi dar ölçeğinde oluşana, kendisi ile eşdüzlemde durana razı olur. Bu açıdan kısa, orta ve uzun vadede önüne koyduğu hedefler, ancak kendisini işaretlediği ölçüde manidardırlar. O hedefler konusunda samimiyetsizdir, gerçekdışıdır. Devrim de sosyalizm de bugün’süzdür; bugün ise devrim ve sosyalizm’sizdir. Bu kişiler, gereğinden fazla ölçüde “devrim ve sosyalizm” diye bağırmak zorundadırlar.

Maddiyat bilinci diyalektiğin, bireylik bilinci toplumun, toplum bilinci tarihin karşısına kondukça çözülme kaçınılmazdır. Küçük burjuva, bir meselenin her iki yönüne ilişkin bir değerlendirmenin salt işine gelen tek yönünü alıp onu kendince istismar eder. O, sadece kendi özgül ağırlığı ölçüsünde maddeyi okur ve diyalektiği tekdüzeleştirir.

Solun iç sınıfsal devrimi için kalem sallamak zorunludur. Bu iç devrimi kendi dünyalarına halel gelmesin diye arızîleştirmek, göreceleştirmek, talileştirmek ve gereksizleştirmek isteyenler elbette çıkacaktır. Burada kimi zaman teoricilik, kimi zaman da pratikçilik devreye sokulacak; pratikle teori karşı karşıya getirilecek, küçük burjuva, salıncağını sallayacağı bir dalı gene bulacaktır.

Küçük burjuva küçük burjuvadır ve onu başka bir şey olmaya zorlamak, esasında onu burjuva olmaya itmektir ki bu, onun batında istediği, zahirde istemediği bir şeydir. Mesele, bu açıdan sol içindeki küçük burjuvalara ait bu dalları kırmaktır. Mesele, her devrimsel momentte yeni bir dal bulan küçük burjuvanın hareketi teorik, ideolojik ve politik açıdan yeni bir dala bağlamasına mani olmaktır. Mücadelenin özgürleştirilmesi için onların dalları kırılmalıdır.

İşbölümü, Disiplin, Hiyerarşi

Küçük burjuvanın memnuniyeti, kendinden menkul, kendine kapalı bir sol üreterek burjuvazi veya devletten cevaz almak için atılacak adımları koşullar. Nihilist bir üslupla bu solu tümden dinamitlemekten değil, onu çoğul bir işbölümü, disiplin ve hiyerarşiye tabi tutmaktan söz etmek gerekir. Ancak o vakit küçük burjuvaların memnuniyetleri bozulacaktır. Devrimle birlikte sol başka bir şey oluyorsa, olması zorunluysa, o zaman sözkonusu işbölümü, disiplin ve hiyerarşinin de karakteri değişmelidir.

Kapitalizmin seyri ile birlikte Türkiye’de solun işbölümü, disiplin ve hiyerarşi bağlamında ciddi bir çözülmeye maruz kaldığı aşikârdır. Bu çözülme, gruplar ve örgütler aşamasını geçip partileşme yoluna girecek solun içini boşaltmaktadır. Genç kadrolar her yükün altına girmekte, işbölümü geliştirememekte, başkasına, yoldaşına bile güvenememekte, kapalı dünyalarında kıldan tüyden kişisel meseleleri ayrım çizgisi olarak kullanmakta, sadece kendisini tanımakta ve kendisine kapanmaktadır. Tümüyle kişisel olan meseleler politikmiş gibi yutturulmakta, kişisel serbestiyet, rahatlık ve gevşeklik adına politika, gerekli güçten mahrum bir uğraş olarak biçimlenmektedir.

Politika ve güç ilişkisi, devlet ve burjuvazinin teorik, ideolojik ve politik gücüne öykünme üzerinden biçimlenmektedir. Buradaki öykünme ve tabiyetin önkoşulu, öznenin salt kendisini görmesi, kendisine kilitlenmesi, her şeyi kendisi etrafında döndürmesidir. Köksüz olan kökleri abartıyorsa, genele teslim olmak isteyen, özel’likleri yüceltiyordur. Bu yüceltme, basit anlamda bir pazarlık meselesidir. Özel’liklerin yüceltilmesi işlemini işçi sınıfına ve mazlumlara öğütleyen küçük burjuvanın tek yaptığı budur: özel’liklerini sildiğini düşündüğü egemen güce teslim ve tabi olmak.

Devlet ve burjuvazinin saldırısı karşısında özel’liklerini, özgüllüğünü ve otantikliğini öne çıkartmayı “devrimci” bir siyaset olarak satan küçük burjuva, ortaya koyduğu direncin apolitik ve/veya antipolitik olduğunu görememektedir. O, örneğin giderek işçileşen doktorlara özgül ve yüce bir meslek olarak doktorluğun muhafazasını önerebilmektedir. Özgül parçalara kilitlenmek, parçalar arası sınırları, çatlakları, kütlesel mücadele sonucunda devlet ve burjuvazinin kalelerinde oluşan yarıkları, o yarıklardan istifade etmeyi düşünmeyecektir.

Kılıç

Lenin’in Ne Yapmalı’sı, esas olarak işçi sınıfını ve işçi sınıfı siyasetini basit küçük burjuva meslekî örgütlenme zincirlerinden kurtarmakla ilgilidir. Lenin özünde, “işçi sınıfının sadece kendisini görmesine imkân verilmemelidir.” demektedir.

Bugün çeşitli siyasetler “sosyalizm aydınların işidir” demekte, en iyi niyetlisi bile “işçi aydınlar” ve “aydın işçiler”den dem vurmaktadır. Oysa Ne Yapmalı, tam da bu ayrımın taraflarını kutuplaştırmanın yanlışlığı ile ilgilidir. Kredocular, o dönemin ekonomistleri, yani Lenin’in ilgili kitapta eleştirdiği çevre, “işçiler kendi ekonomik meseleleri ile ilgilensin, aydınlar da siyasetle” demektedir. Dönem itibarıyla bu aydınların önemli bir bölümü ya liberaldir ya da siyaseti liberalizme kilitleyen birer sosyalist.

Bu açıdan Lenin, sözkonusu küçük burjuva teorisine ve siyasetine vurulmuş bir kılıç darbesidir. O Kredocuların önermesini bugün tersten olumlayanlara, yani aydın oluşlarını sürece dayatanlara da vurmaktadır.

Bugün genç kadrolarda da benzer bir kendine kilitlenme yaşanmaktadır. Teorik, pratik her konunun ve yükün altına giren kadrolar yaşlıları eleştirmekte, özünde onlara “ben sizin yaşınızdayken solcu kalmayacağım” demektedir. Bunun dışa dönük kılıfı, yalanı ise şudur: “siz beceremediniz ama ben bugün sizin olduğunuz yaşa geldiğimde sosyalizmin bana tahsis ettiği bir koltukta ya da daçada oturuyor olacağım.”

Kendine kilitlenme, taş atmaktan başka bir şey yapılmayan eylemlerde de kendisini ele vermektedir. Kitle ilk saldırıda çil yavrusu gibi dağılmaktadır.

Ayrılan, taraflaştırılan, ortadaki dala asılı salıncağa binilerek her iki uca doğru salınılan hususlardan biri de zamandır. Zaman, geçmiş ve gelecek olarak bölünür, bugün denilen dala ipler bağlanır ve salınım başlar. Gelecekte varolmak için geçmiş en kolay şekilde harcanır. Tersi de mümkündür: denilecektir ki, “geçmişin meseleleri hallolmadan geleceğe adım atamayız.” Bunun ters yöndeki ucunda şu yazar: “Geçmişin karanlığında kaybolmamak lâzım.”

Her özne, örgüt ve birey, geçmiş eleştirisini geçmişe sünger çekmek için yapar. Geçmişin tüm sorumluluğu başkalarına atılır; örneğin 12 Eylül’de esasta kendi örgütünü çözen, bir başka rakip örgüttür ya da Sovyetler, PKK gibi günah keçileri hareketin ilerlemesine mani olmuşlardır.

Sol, sınıftan, devrimden ve iktidardan ayrı ayrı bahsettiği, bu üç unsur arasına kendince kalın duvarlar çektiği ve birbirlerini besleyecek bir pratik faaliyet yürütmediği sürece bu çözülmenin derinleşmesi kaçınılmazdır.

Sınıf’tan uzaklaşan işbölümü; Devrim’den uzaklaşan disiplin; İktidar’dan uzaklaşan hiyerarşi başlıklarında kapsamlı bir dağılmaya maruz kalacaktır. Sol, bu bölünme dâhilinde her bir başlık altında birbirine küfreden grupların körlemesine mülkiyetçi ve rekabetçi pratiği ile dumura uğrayacaktır.

Salınım

Küçük burjuvanın akıl salıncağı durmasın diye salınımın hemen diğer yönü hatırlatılacaktır. Örneğin bir yazıda ya da pratikte meselenin iki yönü öne çıkartılıyorsa, küçük burjuva, bu iki yönden birini önemseyecek, iki yönün öne çıkartılmasının salıncağı durduracağını düşünecektir. KB’ye “teori” desen “pratik” diyecek; “pratik” desen “teori” diyecektir. Benzer salınımlar, evrim-devrim, legalite-illegalite, homojenlik-heterojenlik, yerellik-genellik, dünya-Türkiye, millîlik-milletlerarasılık, sömürü-zulüm ve devlet-burjuvazi için de geçerlidir. Belli bir sabitliğe, mevziiye muhtaç olan siyasetin bu salınımlarda heba olduğunu görmek için âlim olmak gerekmemektedir.

Salınım, minder dışına kaçmak, saklanacak yerler bulmak için elzemdir.

KB siyaseti idealisttir; maddeyi ve diyalektiği bilse de bu bilgi kendinden menkuldür. O, maddîliği diyalektiğin karşısına çıkartır. Madde ve diyalektik arasında salınmayı da siyaset zanneder. O madde’yi kendi mevcudiyetine, varlığına indirger, kendisi dışındaki her şeyi madde dışı, metafizik ve idealist olarak kodlar. Mesele sınıf ise sınıfı sadece kendinden olan işçi teşkil eder; sadece kendi militanlarıdır devrimi yapacak olan; sadece kendi yöneticileri, dirijanlarıdır iktidarı kuracak olan. Diyalektik ise salıncağın asılı olduğu dalın kendisinde dondurulmaktadır.

Bu kurguda sınıfın, devrimin ve iktidarın kendiliğinden tarihsel-toplumsal seyrine ait en ufak bir alan yoktur. Kendiliğindencilik-devrim’cilik ayrımını yapan ve bu ikisi arasında salınan da kendisidir. Oysa feminizme karşı olmak kadına; işçiciliğe karşı olmak işçiye karşı olmak anlamına gelmediği gibi, kendiliğindenciliğe karşı olmak da kendiliğindene karşı olmak demek değildir.

Diyalektikçilik arabuluculukla, maddîcilik ise teslimiyetle sonuçlanır. Arabuluculuk ve teslimiyet birbirlerini süreçte tamamlar: maddenin kaotik niteliğinden kaçan diyalektikçi, kendi eşit düzlemini muhafaza etmek için paralel, eski dünya algısındaki tepsi misali, düz bir maddiyat tasavvur eder; maddîcinin vatanı olan bu tasavvur oradaki huzura teslim olur.

İç Devrim

Her devrim gibi solun iç devrimi de çok boyutludur, çoklu bir nitelik arz eder. Bu devrim kaba, madde’cilik ve diyalektik’çilik kovukları içinde boğulmaktadır. Bu nesnel bir süreçtir; gelecekteki devrim, bugünde tüm özneleri belli alanlara sıkıştırmaktadır. Devrimin sınıfsal niteliği küçük burjuvaları sahip oldukları dalları sıkı sıkıya kavramaya zorlamaktadır. Altta, toprakta akan mücadele ise kendi maddesini ve diyalektiğini her momentte hatırlatmaktadır.

Küçük burjuva, üretim alanında her işi kendisinin başlattığı ve kendisinin bitirdiği bir sürece tabidir. Ayakkabıcıysa çiviyi o çakıyor, kalıbı o döküyor, deriyi o boyuyordur. Ancak yakın bir bölgeye ayakkabı fabrikası açılınca atölye kapanır, ayakkabıcı dükkâna kilit vurur ve fabrikaya girer. Ancak geçmişin seyri devam eder. Akşamları bir süre daha dükkân açılır, kendince iş yapılır. Bu gerilimli bir süreç bir süre varlığını muhafaza eder.

Bu mecaz ve analoji dâhilinde düşündüğümüzde, küçük dükkân sahibi şeflerin büyük partiye doğru akıp orada “işçi” olmayı kabullenmeleri sancılı bir süreçtir. İkna üzerine kurulu siyasetleri, o güne dek ayakkabı satma biçimleri değişmek zorundadır. En güvenli yol olan kişiye özel üretim yapmak, niteliksel açıdan başkalaşır.

Diyalektik; gerilim, çelişki ve çatışma demektir. Gerilim, çelişki ve çatışmadan kaçmak, diyalektikten kaçmak, kendinden menkul bir madde’ye sığınmak demektir. Maddiyat ise ilgili öznelerin oradaki mevcudiyetleridir. Teorik işlem olarak kimi durumların anlaşılması için yapılan ayrımın gerçekte karşılığı yoktur. İndirgemecilik çaresizliktir.

İndirgemecilik, gerilimsiz, çelişkisiz ve çatışmasız bir alan kurgular. Bu kurgu tümüyle ütopiktir. Sol, kendisini bir ütopya olarak örgütlemektedir. Tüm toplumsal-tarihsel dinamiklere böylesi bir huzur ve mutluluk alanı vaat etmektedir. Oysa bu vaatlerin çoğu zaman politik açıdan anlamı yoktur.

Örgütün gerilimsiz, çelişkisiz ve çatışmasız bir ütopik alan olduğu öntespiti, kitleleri bireylere bölüp o bireyleri bir yalana örgütlemekle sonuçlanacaktır. Bu ütopyanın eleğinden sadece huzuru arayan küçük burjuvalar geçeceklerdir. Kütlesel bağlara ait olanlar, bu aidiyetleri ile politikleşenler bu elekten asla geçemezler.

2000 ölüm oruçları sonrası batıda popüler olan BBG evleri türü programların ülkeye giriş yapması tesadüfî değildir. Böylesi bir eve aynı karakterde ve özellikte on kişiyi yerleştirsek bile gene kavga çıkacaktır. Bugün örgütlerin kendilerine kapalı dünyalarında da olan budur.

İç Huzur

Bugün örgütler dışa dönük bir adım atsa bile bu adım iç huzura uygun olarak biçimlenmektedir. Örneğin TKP içinde yeni gelmeye başlayan Kemalistlerle yaşanan çatışmalarda komünist gençlerin partiden uzaklaştırıldıklarına tanık olunmaktadır. Bir süre yakınlaşan ÖDP ve DSİP arasında Marguiles üzerinden kopan kavga da bu minvaldedir. Yani dışa açılma da yalandır. “Tartışma platformu kurduk” ya da “kriz var, gelin beraber çözelim” demek de aynı türden yalanlardır. Bu lafların arkasında önceden belirlenmiş sabit bir fikir mevcuttur, yapılan sadece balık tutmak için olta yerine ağ (serpme) ya da trol kullanmaktır.

Bu türden tartışma süreçlerinin arkasındaki kasıt budur. Kitleye nasıl bakılıyorsa sol içine de aynı şekilde bakılır. Geniş bir ağ gerip tüm öğrencileri avlayacağını düşünen, ancak sınıfsal karakterinin dayatması ile sadece kendi eşbenzerlerini kucaklayabilen bir örgüt, sol içi tartışma süreçlerinde de aynı oyunu oynar. Açıktan ya da gizli, bu düzende komün olarak konumlanmayı matah bir şey gibi satanların hamleleri sahtekârlıkla maluldür. Zira bu düzen, komünleri şehircilikteki “park ve bahçeler” türünden bir içerikle sürekli üretmektedir.

Bir devrimci homojen, stabil, çatışmasız, gerilimsiz, kendiyle barışık, kendine kapalı bir bütün olmakla övünemez. Bu özel’likler tam da devrimciliğin bittiği yerdir.

Kendine kapalı, bütünlüklü bir ürün bile olsa, onun ancak küçük bir parçasını üreten işçinin bilinci bu türden yaklaşımları, böylesi özel’liklerle övünmeyi zûl kabul eder. İşçi, üretim sürecinde ancak başkaları ile anlamlı olduğunu, yaptığı işin ancak bir işbölümü dâhilinde değer kazandığını bilir. Sömürüye karşı olmak işçi olmaya karşı olmak demek değildir. İşçi olmaktan kaçıp sığınılan yerlerin “potansiyel sosyalist” olarak görülmesi, solun ürettiği bir garabettir. Aynı garabet, mazlum olmaktan kaçıp sığınılan ve “potansiyel devrimci” olarak kodlanan yerler ve kesimler için de geçerlidir.

Sınıf

Sınıf-devrim-iktidar bağlamında gelişen bir Marksizmle oluşan parti, sınıf ayağında işbölümünü öğrenir. Sınıftan uzak alanlarda cirit atan kadroların işbölümünü “küfür”, “zûl” ve “yük” olarak kodlamaları ân meselesidir.

Zamanında “Leninist örgüt fabrikayı baz alıyor, bu açıdan kapitalist bir içerik taşır” diyen Mehmet Ali Aybar’ın söylemi, tam bir demagojidir. Kadrolaşmayı ve kitleselleşmeyi karşı karşıya getirenler, küçük burjuvalardır. Evrimle devrimin, illegal ile legal’in karşıtlığına yönelik eleştirinin izlerini Lenin’den Mahir’e takip etmek mümkündür. Aybar’ın yukarıdaki tespitte “sosyalizm” olarak anladığı şey, emek ile sermaye çelişkisinin yol açtığı marazları, püsürü temizlemektir.

Devrim

Devrim ayağında öğrenilecek olan, disiplindir. Düşmanı kendi merkezinde, tek boyutlu değil, sınıfsal-politik gerilimler, çelişkiler ve çatışmalar üzerinden çoklu anlamayı koşullayacak olan, tüm örgütlerin çok boyutlu bir mücadeleyi benimsemeleri ve düşmanın netlik kazanması, ölçüsünün, ölçeğinin belirginleşmesi ile yapılacak saldırıların sıklaşması, yoğunlaşması ve oluşan mevziler arası bağların güçlendirilmesi sürecidir. Burada bireylerin değil, örgütsel birimlerin disiplini üzerinde durmak gerekir. Bireyler, her şeyin kendileriyle başlayıp kendileriyle bittiği yanılsamasından kurtarılmalı, sorumluluk bu bilinçle birlikte derinleşmelidir.

“Birey” ve “komün” tasfiye edilmeden, solun devrimci bir güç olması mümkün değildir. Bunlar, küçük burjuvaların kendi mevcudiyetleri ile çaktıkları metafizik, gayrı maddî kazıklardır.

“Devrimci ilerleyiş, hiç de kendi doğrudan kazanımları ile kendine yol açmadı, tersine, ancak sımsıkı, katı ve güçlü bir karşı devrim ortaya çıkartarak kendisine bir düşman yaratarak ve onunla savaşarak, yıkıcı parti en sonunda gerçek devrimci bir parti oldu.”[2]

İktidar

Lenin, devrim yaptıktan bir iki yıl sonra karşılaştıkları sorunlar üzerine şu tespiti yapar: “Her devrim sorunu iktidar sorunudur.” Ama bizim başarıcı, oportünist solcularımız, bu tespiti ön tarihsel-toplumsal birikimini by-pass edip doğrudan başa alırlar. Bir ânda Ekim Devrimi devre dışı kalır, devrim sonrasının kudretine sığınmak “politik” zannedilir.

Oysa Lenin’in karşılaştığı maddî sorunlar daha önemlidir. O sorunlara çözüm olarak “her devrim sorunu, iktidar sorunudur” deyip muktedir olmadığını bilince çıkartan, ardından da iktidar ilişkilerini dönüştürecek hamleler yapan Lenin ve yoldaşlarının o verili müdahalelerini örgüt içinde ve genel siyaset alanında taklit etmek ise asla Leninizm değildir.

Troçki, aynı dönemde edebiyat ile ilgili tartışmalarda “sönmüş yıldızlara hayat götüreceğiz” diyen Mayakovski’ye şunu söyler: “Boşver yıldızları, Moskova’nın elli kilometre uzağında aç sefil köylüler var, önce oraya ekmek götür.” Gelecekte söyleyeceklerini yalanlayan sözler sarf eden Troçki, meselenin adım adım ilerleyeceğinin bilincindedir. O, ancak sıcak maddî pratiğin içinde böylesi bir bilinçle hareket edebilmektedir.

Basit bir izahla şu söylenebilir: iki madde aynı ânda aynı yerde bulunamaz. Bulunmaya çalıştığı noktada çatışma doğar. Demek ki devrim öncesinden sonrasına uzanan süreçte devrimle niteliksel ve niceliksel anlamda dönüşüme uğrayan iktidar, başka bir hâl almalıdır. Burada Lenin’e atıfla, devrimin iktidarı güvence altına almadığı görülüyorsa, hiyerarşik anlamda belli yapıların (örneğin kurucu meclisin ve sovyetlerin) düzenlenmesi zorunludur. Uzaya hayat götürmeye kilitlenmiş bir kafa için bu düzenleme baştan yanlıştır.

Aynı şekilde Antonio Negri gibi isimler için kapitalizmden komünizme geçiş aşaması olarak belirlenmiş sosyalizm de artık geçersizleşmiştir. Bu kafanın burjuvazinin, devletin ve genelde kapitalizmin tüm artıkları ile mücadele etmeye yüreği yoktur, zira bu isimler de böylesi birer artıktırlar. Kendilerini muhafaza etmek için sosyalizmi devre dışı bırakmaktadırlar.

Mülkiyet ve Rekabet

Batılı solcuların ikili bir yönelimi mevcuttur: Komintern sonrası boşluğa düşen yapılar içinde sol, ya kendi ülke bütünlüğünden Sovyetler’e ve sonrasında Çin’e; ya da tersten, Sovyetler’den ve Çin’den kendi ülke bütünlüğüne bakmıştır. Bir taraf için zamanla Fransız Devrimi ile Ekim Devrimi arasındaki ideolojik yarışta birinci devrim galip gelmiş, tüm teori ve pratiğe galebe çalmış; diğer taraf için kendi ülkelerinin salahiyeti ve mevcudiyeti Sovyetler’e ve/veya Çin’e üstün gelmiştir. Bu terazi ve bu salıncak her şeyi belirlemiştir. Örneğin kendi ülkelerinde “kültür devrimi yok” diye Çin sevilmiş, “Sovyetler'de demokrasi yok” diye kendi ülkelerindeki demokrasi kurgusu yüceltilmiştir.

Bu salınımın güvenliği için sınıf, devrim ve iktidar düz bir hat üzerine yerleştirilir, her biri arasındaki maddî ilişkiler devre dışı bırakılır, çok boyutlu olan işleyiş, salt öznenin yüce bekasının hizmetine koşulup tekdüzeleştirilir.

Sınıf’çılar, devrim’ciler ve iktidar’cılar, birbirlerine fark koymak, mülkiyet ve rekabet dünyasında faaliyet yürütmek, kendi mülklerini korumak ve diğer ekiplerle yarışmaktan başka bir şey yapmazlar.

Partinin bugündeki militanlarının iktidardan öğrenecekleri şey, hiyerarşidir. Bu hiyerarşinin kişisel tercihlerle değil, sınıfsal, devrimci zorunluluklarla biçimlenmesi gerekir. Parti her türden gerilimin, çelişkinin ve çatışmanın ortadan kalktığı, geleceğe ait bir ütopya değil, bugünde savaşan somut bir gerçekliktir.

“Bize göre komünizm, ne yaratılması gereken bir durum, ne de gerçeğin ona uydurulmak zorunda olacağı bir ülküdür. Biz, bugünkü duruma son verecek gerçek harekete komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları, şu ânda varolan öncüllerinden doğarlar.”[3]

Bu açıdan örgüt’çü değil, örgütlü olmak zorunludur. Hâkim örgüt’çülük yarışında ve ona dayalı mülkiyet ilişkilerinde kaybolmak, “adam yurdu”na konmak, kabul görmek, belli bir sıfatla piyasada arz-ı endam etmek yerine, komünist siyasetin güç olabilmesi için çalışmak gerekir. Salıncağın keyfini çıkartanlar, altta hüküm süren mücadeleleri, o mücadelelerin cefasını çekenlerin acısını, sömürülen, mazlum yığınların sınıfsal devrimci ve muktedir bir güç olarak yeniden oluşmalarını asla önemsemezler. Zira bu gelişme onların varlığına zarar verir.

“Hakikî sosyalizm, oluşumu dâhilinde her türlü gerçek parti çıkarından mahrum olan toplumsal yazın hareketlerinin mükemmel bir örneğidir ve komünist partinin oluşumu ardından bu hareketin niyeti, komünist partiye rağmen varlığını sürdürmede ısrarcı olmaktır. Şurası aşikâr ki Almanya’da gerçek bir komünist partinin ortaya çıkışı ile birlikte hakikî sosyalistlerin sahip olduğu kamuoyu giderek daha fazla küçük burjuvazi ile kendisini temsil eden kısır ve bitkin aydınlarla sınırlı kalacaktır.”[4]

Devrimci örgütler kolektifi olarak parti, yegâne mecburiyetimizdir. “Gelecekte nasıl olsa devrim olacak, sosyalizm gelecek” diye mücadeleden kaçmak olmazsa, gelecekte bugünün dinamikleri ile oluşacak partiye kadar örgütlülüğü, bu bağlamda işbölümünü, disiplini ve hiyerarşiyi boşlamak olmaz. Aksine, devrim ve sosyalizm, tam da bizim pratiğimizle tanımlı ise, kâğıttaki hâlinden çıkıp ancak bizim kolektif eylemimizle maddîleşiyorsa, parti de bizim devrimci pratiğimize ve kolektif eylemliliğimize muhtaçtır. Genel anlamda devrimle, özel olarak sol içinde, hatta genel siyaset alanında gerçekleşen devrim niteliksel açıdan aynıdır. Zira ikincisi, birincisinin somut maddî tezahürüdür. Devrim gökten zembille inmeyecekse, onun bugünde karşılığı olmalıdır.

Eren Balkır
20 Ekim 2009

Dipnotlar:
[1] Louis Althusser, Gelecek Uzun Sürer, Can Yay., Çev.: İsmet Birkan, İstanbul 1996, s. 178.

[2] Karl Marx, Fransa'da Sınıf Savaşımları, Sol Yay., Çev.: Sevim Belli, Ocak 1988, s. 38.

[3] K. Marx, F. Engels, Alman İdeolojisi, Sol Yay., Çev.: Sevim Belli, 1992, s. 58.

[4] F. Engels, “Hakikî Sosyalizm”, Nisan 2009, İştirakî.

0 Yorum: