Joseph Daher doğru söylüyor[1]: bölgeyle ilgili görüş
açımızı tayin eden, El-Cezire. Ve bu haber kanalı, bölgedeki Arap sermayesinin
ufkunu ele veriyor. Bu ufukta Siyonizmin bayrağı dalgalanıyor. Bölgede Arap
sermayesi, İsrail’in verdiği cevaz üzre hareket edebiliyor. Türkiyeli efendiler
de pay istiyorlar, “ben de deli dumrul olacağım, bu işin rantını yiyeceğim”
diyor. Ama Tayyib, laiklik müdafaası sonrası Mısır ulemasının tokadını yiyor.
Nahdacı Gannnuşi, gıyaben yediği tokadı halkına atıyor. Seçim sonrası ilk
olarak Katar Emiri’ni ziyaret ediyor. Şükranlarını sunuyor. Katar, İsrail’le
iktisadî ilişkilerini derinleştiriyor. Şirketler paylaşılıyor, emirlikler
acentelere dönüşüyor. United Fruits of Middle East kuruluyor.
Bu arada, bölgede devletin ulusal ya da ulusötesi bir
şirket gibi yönetilip yönetilemeyeceğine ilişkin tartışma sürgit devam ediyor.
Ama herkes, devletin şirket gibi yönetilmesi hususunda hemfikir. Benjamin
Franklin’in ifadesiyle, “paranın her şeye kadir olduğunu söyleyip duran, esasta
para için her şeyi yapacak bir kişidir.” Özetle, Allah’a imanın yerini paraya
dönük itikat alıyor.
El-Cezire, paranın ve şirketlerin demokrasisinden ve
özgürlüğünden yana saf tutuyor. Her gördüğü sakallıyı dedesi zanneden sol ve
Müslüman yayın organları da El-Cezire’nin tayin ettiği görüş açısı içinde
konuşmayı politika zannediyorlar. Para ve şirket gerçekliği ile insanî
gerçeklik arasındaki ayrım silikleşiyor. Birincisi ikincisinin arkasına
saklanıyor.
Tunus’tan Bahreyn ve Yemen’e dek uzanan hat üzerinde
yaşananlara dair solun ve Müslümanların buradan söyleyecekleri bir şey
bulunmuyor. Zira esas güç değiller. Her iki kesim de politik-ideolojik
mevcudiyetini liberal akımla tanımlıyor. Kendisini ona yamıyor.
Sol ve Müslüman, liberal olanda buluşuyor. Liberal,
sol ve Müslüman arasına bir kama gibi yerleşiyor. Sol ve Müslüman kapışırken,
kazanan liberal oluyor. Burjuva değerler her iki tarafa servis ediliyor. Sol ve
Müslüman’a liberalizm bulaşıyor. Her iki kesimi kesen apolitik hat iktidara
değdikçe antipolitizme çalıyor. Politika insana, insan bireye doğru kapanıyor.
Bu bireyin sol ve Müslüman olması, temelli bir fark arz etmiyor.
Birey, bölünmez yegâne bütünlük olarak cennet diyarına
işaret ediyor. Tüm itirazlar, karşıtlıklar, gerilimler ve kavgalar onda ve
orada son buluyor. Bunların gereksizleştirilmesi için birey putlaşıyor.
Politika geçersizleşiyor. Zamanla sadece kendisini gören solcular, sadece
kendisini gören Müslümanlara birileri kendilerini görsün diye, bağıra çağıra küfrederek
ömürlerini tüketiyorlar.
Solculuk veya Müslümanlığın hayatta kalmasının yegâne
garantisinin birey cennetinde olduğuna ikna edilmek, hayatta kalma gayreti
içinde, yaşamaktan kaçmak, hayat pratiğini ölüme tamamlıyor. Efendiler, ölümle
korkutup köleliği hayatta kalmanın yegâne biçimi hâline sokuyorlar.
Müslüman, Marksizmi insan dışı bulduğundan
eleştiriyor. Bu noktada liberal, ona gerekli besini temin ediyor. Sol, İslam’ı
insan dışı bulduğundan eleştiriyor. Liberal gene besin tedarikçisi. Marksizm
insan dışı maddî olana, İslam insan dışı manevi olana bakıyor. Bu sebeple
“insan” mahkemesinde yargılanıp idam ediliyor her ikisi de. Liberalizm, o hukukun
ideolojik ruhunu üflüyor.
Sol ve Müslüman, bugün hayatta kalmak için efendilere,
“tamam ben de sadece insana bakacağım” sözü veriyor. Efendilerin yüzlerce
yıllık insan putu sadece kendilerine işaret ediyor. Onun dışında bir yere
bakmak bile tehditkâr bulunuyor. Allah insanîleşiyor, maddiyat insanî istismara
açık olduğu ölçüde anlam kazanıyor. Salt insana ve onun hayatta kalmasına indirgenen
bir akıl ve eylem, efendilerin eteğini hiç bırakmıyor.
AKP, ülkedeki tüm taşın-toprağın mülkiyetine dair bir
temsiliyeti yükleniyor. Hayatta kalmak, toprağa daha sağlam basmayı
gerektiriyor. Toprak yarılınca, hayatta kalmak da imkânsızlaşıyor. Hayatın
altındaki halı çekiliyor. AKP, böylesi bir sarsıntı sonrası, gene hayatta
kalmaya, daha doğrusu, zamanı mekânda sabitlemeye çalışıyor. Mekâna dönük
alışkanlık, hayatta kalma pratiğine kul olmuş kölelerin zamanı yenme biçimi
oluyor.
“Bakmayın deprem olduğuna, bina yıkılmadığına göre
sağlamdır, girin” emrini veriyor AKP. Deprem bir kez daha sallıyor müstekbirin
saltanatını. İktidar, her şeyin yolunda gittiğini her ân herkese ispatlama
kaygısı ile yaşanan tüm gelişmelere elindeki havuç ve sopayla yaklaşıyor. Bu
gerilim, bu sancı, sömürülen-mazlum halkın gerilim ve sancılarını anbean
boğuyor. Yaşamak için verilen mücadele, AKP türünden iktidarların eliyle
eziliyor ve hayatta kalma gayretine kapatılıyor. Toprak ve coğrafyadaki
bütünlüğe, tutkala muhtaç onlar. Daha doğrusu, onlar, iktidarın kendilerine
toprak ve coğrafyadaki parçalanmanın giderilmesi için bahşedildiğini
biliyorlar.
AKP, kendisine ait otele sağlam raporu veriyor. Otel
bir metafor. AKP cumhuriyetini temsil ediyor. Bir milyon dolara dışarıdan
rehabilite edilen otel zarfımız ise içeri tıkılanlar, suyu çalınan köylüler,
işkence gören devrimci öğrenciler, üç kuruşa talim eden emekçiler, mazrufumuz.
AKP’yi münferit bir olgu hâlinde karşıya almamak
gerek. O, bu topraklardaki müstekbirlerin saltanat ordusunun neferi. Ordu ile
cedelleşme, sadece yeni dönemin gereklerini karşılayacak başka bir orduya
muhtaç olunduğu için gerçekleşti. AKP, temize çekme operasyonu ve belkemiğini
1920’lerden bugüne akıp gelen devletli gelenek teşkil ediyor.
Bayram Otel üzerinden bakarsak, AKP, özünde Kemalist
cumhuriyete “sağlam raporu” veriyor. “Okuyup üflüyor”, eksik metafizik
payandalarını örüyor. Kopacaklar kopamıyor, geri giriyor ana binaya. Allah
yolunda cihad, kendini Allah zannedenlere dönük korkunun önünde diz çöküyor. Bu
amaçla AKP, başörtülü kızlar için üniversite kapılarında kurulan ikna odalarını
tüm ülke genelinde kuruyor. Efendilerin develeri güdülsün diye ikna ediyor,
diyarda göçmen olanları.
Kolombiya devleti gibi AKP devleti de insanları
hayatla tehdit ediyor. Hayat ise her kolektif hareketinde bir fazla üretiyor,
yaşamaya yazgılı. Efendiler onu ezemediler, ezemiyorlar.
İnsan bir metafor. Mecaz. İktisadî, coğrafî ve
biyolojik bir bütünlüğü işaretliyor. Muktedir ve müstekbir, ona hüküm koymak
zorunda. Müstekbir, herkesin kendisinin insan dışı şartların oyuncağı olduğunu
görmesine mani olmak için alabildiğine insana abanıyor. İzmir-Antalya arası,
özellikle kaçakçılıkla ve kompradorlukla palazlanmış Anadolu sermayesi,
tüccarlar ve yeni burjuvazi nasıl ki Kemalizm aracılığıyla kendi hayat tarzını
kamusallaştırdı ise, her dönemin müstekbiri de kendi insan dışı doğasını örtbas
edecek kültürel, ideolojik ve politik araçlar geliştirmeyi biliyor. Zorla ikna
ediyor, o araçların mağdurlarını. İzmirli, batılı tüccarların hayatlarından
etkilenip açık geziyorsa, neticede Kemalizme kılık kıyafet “devrim”i
yaptırtıyor.
İnsan, Kemalistse insan. Değilse değil. İnsan, ancak
Tayyibî ise insan. İnsan, gene insan. Gerisi, berisi hayvan ve güdülmeyi,
kıyımı, kurban edilmeyi yazgısı olarak alnında taşıyor. Hayatta kalmanın
ötesine geçip hayatın tohumlarından fışkıran akıl ve vicdan, onlar eliyle,
eziliyor.
Gözleri insan dışına çevirmek, insan dışılık
zannediliyor. Marksizmin de kaderi bu. Üretici güçler, sömürü, zulmün maddî
zemini, tarihin yasaları dediğinde, insana hüküm koyanlar, onu ipotek altına
alanlar sinirleniyorlar. İslam da Marksizm de ortak bir kaderi paylaşıyor.
İnsan’cıların ipine tutunmakla hayvan sürüsünden sayılmak arasında salınıyor.
“Sivil ve insan” medya, kendisine verilen ölçü ve
ölçek dâhilinde iş görüyor. Kitleleri hayatta kalma gayretine kilitliyor. Ölçü
şu: tüketimin kölesi olan bireyin kendini vazgeçilmez görme yanılgısının
sürekliliği. Şiddet, sınır çekmek. Sivil olmak, bu türden sınırları silmek
demek. İnsan olmak, imanına koruduğu toprağın ve mülkün kulu olmak demek.
Liberal hoşgörü ve faşist zorbalık, içten ve dıştan, birbirlerini tamamlayarak
ilerliyor.
Misal, TV programcısı Cüneyt Özdemir Şam’a gidiyor ve
deprem konusunda yaptığı yayıncılıkla incittiği Tayyib abisinden özür diliyor.
Lüks mahallelerde gezip “buralarda devrim mevrim yok” diyor. Akla şu soru
geliyor: “oralarda görünür hâle gelmişse devrim, zaten olmuş demek değil
midir?”
Son deniz otobüsü hadisesinde içine Tayyib kaçtığını
ikrar ediyor Özdemir:
“Sivillere
yönelik eyleme giderken aklında medyayı çatır çatır kullanırım diye
düşünenlerin de artık o devrin bittiğini bilmesi gerekiyor. Bunun için
Başbakan’ın huzuruna gidip ‘nasıl yayın yapılır’ ayarı almaya ya da Ankara’dan
birilerinin telefon etmesine de gerek yok. Sivillere yönelik terör eyleminden
nemalanmak isteyen bu insanlara verilecek en büyük ceza, özgür ve bağımsız
yayıncıların bu eylemleri hiç görmemesi değil, hak ettiği kadar görmesidir.”[2]
Sivil ne, terör ne, “özgür ve bağımsız yayıncı” kim,
başbakana “sen yorulma, biz senin borazanınız zaten” demek ne demek, haberin
hak ettiği değeri tayin eden kim vs… Öz itibariyle Özdemir ve bilcümle zevat
havuç oluyor, Müge Anlı’lar sopa. AKP cumhuriyetinin İnsan’ına hizmet
ediyorlar.
Kimse, askerin elindeki “enstrüman”ı sorgulamıyor,
herkes, mazlumun öfkeli dilini kesmek için birbiriyle yarışıyor.
Bu ortamda, insanın bireye, bireyin ülkeye
indirgenmesinin açık timsali olan Ülke TV’de Hilal Kaplan ve Kenan Alpay,
şizofren bir Kemalistle cedelleşiyor. Kaplan, M. Kemal’in “diktatör” olduğunu
örtük olarak söylüyor ve bir diktatör tarifi veriyor: “ekonomik, politik ve
sosyal alanda tekeli elinde bulundurmak”. Kaplan ikrar ediyor: Tayyib abisi,
diktatör olmayı M. Kemal’den öğrenmiş!
Kaplan, “mazlumun zulmü varsa, bizim de Tayyibimiz
var” diyor ve devam ediyor, o güzel insanın, Ahmet abimizin adını, “besmelesiz”,
ağzına alarak:
“Kürtçe,
sadece zulümlerini yakından bildiğimiz PKK’nın tekelinde olan bir dil midir?
Bir dilin ne olduğunu sadece o dili konuşan zalimler belirleyebilir mi? Öyleyse
referandum zamanı yerden yere vurduğunuz darbeciler hangi dilde zulmettiler
diye sormazlar mı?”[3]
Mazluma direnişinde kullandığı silâhı bırak demek,
daha sinsi bir zulüm değil midir?
Ahmet abinin Hasan Hüseyin şiirine düştüğü Lübnan
ezgisi ile, “bu şiddet olmazsa hiç olmaz” değil midir? Yağmur çamur değmemiş
yüreklere “zalim” demek hak mıdır? Dört yanımız puşt zulası iken, fark koymasın
mı başkaldırmak? Sussun mu çiğdem çiçek, kardelenler, mavinin türküsü, turuncu
gemi ve kılıç balığı?
Sussun tabiî, sussun ki haksözlü Kenan Alpay konuşsun:
“Mustafa Kemal’e muhalif olan hemen herkesi işbirlikçilikle, ihanetle, ajan
olmakla suçlamak, Cumhuriyet’in başından beri devam eden ve kaynağında devlet
olan bir kara propagandadır.”
Sormak gerekiyor: bugünün AKP cumhuriyetinde Tayyib
abinize muhalif olmak da “işbirlikçilik, ihanet ve ajan olmak”la suçlanmıyor
mu? M. Kemal, her şeyi sorgulanamayacak bir yere çekip o yere kendi sarayını
inşa ettiyse, Tayyib de o saraya girip her şeyi kendi mevcudiyetine bağlamıyor
mu?
Bugün fukara bir Müslüman’ın ağzından dökülen “ona
küfreden Peygamber’e küfretmiş gibidir” lafı, Müslüman olmanın da Kemalist
nizamın iki dudağına sıkıştığının delili. Doğası itibariyle politik olan İslam,
bu doğadan uzaklaşıyor. Uzaklaşma sonucu ondan olduğunu iddia eden kimileri,
Papa’nın elini öpüyor, İsrail’le gizli anlaşmalar imzalıyor, ABD’den gelen
emirlere itaat ediyor vs. Mazlum ve fukara Müslüman ise olan bitene “İslam
içindir” yanılgısı ile ses etmiyor.
Tayyib, ekonomisinin güçlülüğünü göstermek için
herkese “Üç çocuk yapın” diyor. Duble yollar, kanal projeleri, heybetli,
gösterişli adımlar, napalm bombaları, misket bombaları, operasyonlar…
Onca haksızlığa rağmen, haksözden “çıt” yok.
Efendiler, hayatta kalmanın yaşamak olduğuna ikna
ediyorlar kitleleri. İnsan, buradan tarif ediliyor. Hayatta kalma gayreti,
hayat mücadelesini ve yaşama arzusunu ele geçiriyor. Kış soğuğunda donmamaya
çalışanlara doğum günü pastaları kesiliyor. Dualar okunuyor üstüne.
Hayatta kalan, bireysel bir kavganın neferi olarak,
göklere çıkartılıyor. Yaşama iradesi ise her daim kolektif olana bakıyor. Zira
hayat, tekil şahsa eksikliklerini hatırlatıp başkalarını görmeye mecbur ediyor.
İlkine tabi olan bir işçi, işten atıldığında, bir masanın başına geçip iş
ilânlarında umut kapısı bulmak istiyor. İkincisine tabi olan ise soluğu, en
azından bir kahvede alıyor, yoldaş arıyor kendisine.
[…] Aylar öncesinde “demokrasiyi biz Kürdlerden mi,
hele hele Libyalı birkaç kabile şefinden mi öğreneceğiz, biz büyük ve güçlü bir
devletiz” diyen, Sakarya-Fırat dizisinin senaristi Sülüman Çobanoğlu,
mealen Kürdleri küçük bir kabile olarak gördüğünü söylüyordu. Aylar sonra o
büyük ve güçlü devletin malumat satıcısı bir gasteci, Hz. Muhammed’e “kabile
şefi” deyince kıyamet koptu.
Libyalı kabileler, bugün birbirlerine düşmüş
durumdalar. “Baba”larını katlettikten sonra üvey analarının kucağında ne
yapacaklarını bilmez bir hâldeler. İslamcılar, müstekbire karşı mücadelenin
öncü gücü olan Peygamber’i taklid etmeyi büyük ve güçlü devletlerin hizmetine sunmakta
beis görmüyorlar. Muhammedî kavganın harı, liberal ve emperyalist sularda
söndürülüyor.
Sol, Kemalist, demokrat, liberal vs. de Peygamber’i
görmek istemiyor ama Kanuni karşısında da huşu içinde titriyor. Özünde Kanuni
ve Peygamber arasında yapılan hadsiz kıyas, Tayyib’e dönük bir mesajı içeriyor.
“Devletli kal, devlet yıkan Muhammedî pratiği terk et!”
Hakkı Devrim özür diliyor sonra ve “insan” olarak
Peygamber’e saygı duyduğunu söylüyor.
Müslüman’ın insana indirgenmesi, insanın da iktidarın
belkemiği kılınmasını ifade eden AKP devletinin tebaasının, Peygamber’i salt
insana indirgeyip ona ancak “saygı” duyabilen Hakkı Amca’ya kızmaya hakkı yok
esasen. Onlar yaptı, Muhammed’i bireylerden bir birey, onlar devleti kutsadı,
devletlerden bir devlet olarak. “Birey merkezli” anayasa hazırlamayı vaad eden
“kabile şefi”, Allah’ın Afrikalısına Türkçe öğretmekle övünen vaizi ile kol
kola, Kürd’ün üzerine ölüm fermanları savuruyor bugünlerde.
Bu zulüm karşısında gene de tutuşuyor dizeler, şarkı
oluyor, yüzlere çarpıyor ve dirhem dirhem eksiltiyor düşmanı.
Eren Balkır
14 Kasım 2011
Dipnotlar:
[1] Joseph Daher, “Where Does Al Jazeera Stand?”, 5 Ekim 2011, Counterfire. Türkçesi: İştirakî.
[2] Cüneyt Özdemir, “Kartepe Canlı Yayını”, 13 Kasım
2011, Radikal.
[3] Hilal Kaplan, “Ahmet Kaya ve Tayyip Erdoğan”, 14
Kasım 2011, İlke.
0 Yorum:
Yorum Gönder