29 Nisan 2024

,

Fransa-İsrail-Filistin: Güzellik Adına Çözün Şu Beş Düğümü


Tüm bu güzelliğe ne olacak?

[James Baldwin]


Ezilenin ve sömürgeleştirilenin şiddetini mahkûm edip ona dikkat çekmek
sadece ahlak dışı değil aynı zamanda ırkçı bir pratiktir.
”[1]

[Hamza Hamuşen]


Ekim 2023’te, “Amerikan Kızılderilileri” veya Avustralya ve Tazmanya yerlileri gibi ezilen ve yok olmaya mahkûm edilen bir halkın savaş güçlerinin inisiyatifiyle başlayan olaylar dizisi, Badiou’nün “olay” dediği şeye denk düşer.

“Öncesi ve sonrası vardır” sözü, 11 Eylül’den bu yana bu kadar anlamlı bir şekilde ortaya çıkmamıştı. Filistinlilerin normalleşme sürecinin gölgesinde ağır ağır öldüğü önceki huzurlu hâlden eser kalmadı. Artık bir halk, imha edilen halkların kaderini yaşamayı reddetti ve bu reddiyeyi kendisine işkence edenlerden kalan yegâne biçim altında dile getiriyor. O günden beri biz, hakikatin dil bulduğu o uzun ve acı dolu anları yaşıyoruz.

Bu her bir momentte bir düğümle yüzleşiyoruz.

Batı’da ve Fransa’da birleşmediğimiz takdirde bizi süpürüp atacak olan o dalga karşısında bir kez daha umutlanacaksak, o düğümleri çözmekle ve hakikatle tüm çıplaklığıyla yüzleşmekle işe başlamalıyız.

Benim görebildiğim beş düğüm var. Fazlası varsa eksikleri okur gidersin.

1. İdeolojik Düğüm veya Süleyman Düğümü

7 Ekim saldırılarının ertesi günü yüzlerce, belki de binlerce İsrailli, Yahudi devletinin havaalanlarına akın etti. Amerika’ya, İngiltere’ye, Fransa’ya, Almanya’ya, Polonya’ya, Rusya’ya, Fas’a kaçtı... Hepsinde geldikleri ülkelerin pasaportları vardı. Ekranlara yansıyan bir tek görüntüyle “topraksız halk efsanesi” birden çöktü. Tuz buz olan o yalan, yerini gerçeklere bıraktı: Gazzeliler, o topraklardan kaçma imkânına sahip değil. Başka bir ülkenin pasaportundan da yoksunlar. 1948’de paylaşmayı reddettikleri ata toprağında yaşıyor, hayatta kalmak için uğraşıyor ve ölüyorlar. Hakikatin dil bulduğu bir an bu.

Tevrat’ı, Nevi’im’i ve Ketuvim’i içeren İbrani kutsal kitabı Tanah’ta Kral Süleyman’ın bir bebek için kavga eden iki kadın arasındaki kavgaya akıllıca bir çözüm bulmak zorunda kalışından bahsediliyor. Bebeğin hangi kadına verileceğine karar vermeden önce Süleyman, bir kılıç istiyor ve bebeğin ikiye bölünmesini emrediyor. Devamında, parçaların iki kadına verilmesini söylüyor. Kadınlardan biri kabul ederken, diğeri bebeğinin öldüğünü görmemek için hakkından vazgeçiyor. Süleyman, o an hakkından vazgeçenin gerçek anne olduğunu söylüyor. Çocuğun hayatını kurtaran Süleyman, hakikatin bu şekilde açığa çıkmasını sağlıyor.

1948’de Filistin’in bölünmesi teklif edildiğinde Siyonistler bunu kabul, Filistinliler ise reddettiler. Hakikatin dil bulduğu bir andı bu.

Sonra bir efsane imal edildi, bir düğüm atıldı.

Oysa İsrail’in gelişip serpilmesini sağlayan şey, tam da bu hakikatin, asli hususun silinip gitmiş olmasıdır. Filistinlilerin aynı anda Yahudi, Müslüman veya Hıristiyan olabileceğini ve onların yalnızca toprakla olan tarihsel ve toplumsal bağlarıyla tanımlandıklarını, herhangi bir inançtan ari olduğunu unutmayın.

Yahudilerse toprağa ve her türden devlet milliyetçiliğine fersah fersah uzaklardı. Ama bir düğüm atıldı ve İsrail milli kimliği, diasporada yaşayan ve çoğunlukla enternasyonalist olan Yahudi kimliğine halel getiren bir seyir üzerinden oluştu.

Fransız emperyalist devleti ve 1845’teki katliamdan beri hükmünü yürüten solcu ve sağcı politik güçler, o bebeğin ikiye bölünmesi için baskı uygulayanlar arasında bulunuyorlar. Dolayısıyla, artık yaşanan çatışmayı Seine nehrinin kıyılarına taşıma fikrine karşı çıkanların hilelerine son vermenin vaktidir.

Şu korkakların ve insanların elindeki gücü çalanların fikridir: “Fransa ve Dünya’daki Yahudiler ve Müslümanlar çatışmayı yaşadıkları ülkelere taşıyorlar. Çalkantılı, kabilesel, ilkel ve arkaik içgüdülere sahip iki azınlığın uygunsuz eylemleri nedeniyle masum beyazların gündelik rutinleri bozuluyor.” Bu fikir yanlış. Çatışmanın ana kaynağı, Batılı güçlerin çıkarlarıdır. Başından beri o güçlerin eseriydi. Bu sebeple, bebeğin bölünmesi (genel manada çocukların kaybı) meselesine geri dönülmeli, ilk düğümü bilinçli bir müdahaleyle buradan çözmeliyiz.

2. Ahlaki Düğüm veya Zidane Düğümü

4 Eylül 1997’de 14 yaşındaki Smadar, İsrail’deki bombalı intihar saldırısında öldürüldü. Eski bir İsrail generalinin kızı olan annesi Nurit Peled Elhanan, Binyamin Netanyahu’nun çocukluk arkadaşıydı. Eski Başbakan Netanyahu, başsağlığı dilemek için kendisini aradığında gözyaşları içinde şunları söyledi: “Ne yaptın sen Bibi? Kızımı öldürdün!”

Hiçbir sömürgeleştirme pratiği masum değildir. Çocuklar hariç. Ne var ki 7 Ekim saldırıları sonrası İsrail’de doğmuş çocuklar öldü. Bu gerçek herkesi yaralar, en meşru direniş bile yara alır. Bu tespit, Filistin direnişi için de geçerlidir.

Zulüm, insanı vahşileştirir. Dresden, Güney Afrika, Cezayir ve Vietnam’da da yaşanan buydu. Peki ama asıl sorumlular kimler? Nurit Peled, sorunun cevabını veriyor. Sorumlu, Bibi. Devam eden etnik temizliğe ve dökülen onca kana rağmen Hamas’ı kınamayı reddeden Gazzeliler, bize sorumluyu söylüyorlar: Bu kıyımın sorumlusu Bibi. Bu da hakikatin dil bulduğu bir başka an.

Hiçbir sömürgeleştirme pratiği masum değil. Herkes Sezar’ın formülünü bilir. Edwy Plenel bile. Bu formüle göre, yerleşimci zulmettiği halkın direnişine illaki maruz kalır. Demek ki zulüm sürdükçe o halkın hayatı her daim tehlikededir. Sömürgeci genişleme pratiği devam ettiği sürece kimse güvende olamaz. Sömürgenin varolma hakkını inkâr eden sömürgeci, eylemlerinden sorumludur. Çünkü sömürge, kendisine yönelik zulmü asla kabullenmez ve uluslararası hukukun kendisine bahşettiği “her türden araçla” direnme hakkına başvurur. Dolayısıyla, istisnasız tüm çocukların masum olduğu doğrudur, ama ayrıca ebeveynleri onlara karşı sorumludur.

Nurit Peled de meseleyi bu şekilde anladı, dolayısıyla, yavan bir barış eylemcisi değil, devrimci bir barış eylemcisi hâline geldi. Bu sorumluluk, sadece İsraillilere ait değil elbette. Fransızlar da sorumlu olan bitenden. Çünkü kendisini yorulmak nedir bilmeden, masummuş gibi sunmak adına yol açtığı tüm düğümlerin üzerini örten Fransa halkına da sorumluluk düşüyor.

Bu düğümlerden biri de Zidane düğümü. Fransızlar, Zidane’ı çok seviyorlar. Öyle çok seviyorlar ki 1998’den beri hiçbir ünlü onun düzeyine erişebilmiş değil, bu hâliyle, Zidane “Fransa’nın en sevilen kişi”si unvanını kimseye bırakmıyor. Oysa Zidane, Cezayirli bir ailenin oğlu. Ailesi, bağımsızlık mücadelesi vermek suretiyle onurlarını kurtaran ve ona yeniden kavuşan bir halka mensup. Bu bağımsızlık mücadelesi, barış mücadelesi biçimini de aldı, silâhlı mücadele yürütüp Süt Barı’na düzenlenen saldırı türünden terörist saldırılar da düzenledi.

Fanon’un da dediği gibi: “Sömürgeleştirme pratiği, doğal hâliyle icra edilen şiddettir ve ancak kendisinden daha büyük bir şiddete boyun eğer.” Demek ki bugün Fransızlar, silâhlı mücadele neticesinde insan sıfatına sahip olmuş birini seviyorlar. İşte bu, önemli bir düğüm. Bu, benim attığım bir düğüm değil, Dien Bien Phu’yu kendi zaferleri olarak görmeyi reddeden ve Zidane’ı tıpkı Haneke’nin Saklı filminde Daniel Auteuil’in oynadığı, kendi geçmişinin yeniden su üstüne çıkıp hayatını kuşattığını gören karakter gibi, hiç ceza almadan ve tüm masumiyetiyle sevmeye devam etmek isteyen Fransız halkına ait. Bu Zidane düğümü bana değil, Fransızlara ait. Bu düğümü çözme konusunda Sartrcı anlamda “özgür”ler.

3. Bir Düğüm Olarak Yahudi Göstergesi

Medyadaki birçok Siyonist, aralarında çok sayıda çocuğun da bulunduğu yaklaşık 1.400 İsraillinin öldürüldüğü 7 Ekim saldırısı üzerinden yapılan İsrail yanlısı mitinglerde “Yahudi olmayanlar”ın bulunmamasıyla ilgili kaygılarını dile getirdi. Bu mitinglerde, sadece sağcı politik liderlerle Siyonizme örgütlenmiş Yahudi cemaatinin belirli bir kısmı yer alıyordu. 12 Kasım günü düzenlenen “Antisemitizm karşıtı” gösterideki toplumsal bileşim, tek bir ayrıntı dışında, diğer gösterilerdeki bileşimin aynısıydı: bu seferki gösteriye tüm antisemitik aşırı sağ katılmıştı. Ülkenin “yerli”si olan, orta ve alt sınıflara mensup yurttaşlar, eylemde yer almadılar. Peki ama neden? Çünkü eylemin içeriği bu insanları hiç ilgilendirmiyor. İşte hakikatin kendisini dile döktüğü bir an daha.

Uzun zamandır bu insanlar, koca dünyanın kaderiyle zerre ilgilenmemişler, ırkçı devletin bütünlüğü denilen mantığa duçar olmuşlar. Emperyalist hâkimiyetle ilgili olanlar, “ötekilerin ortadan kaybolması”yla hiç ilgilenmiyorlar, “hâkimiyet” teriminin Gramşici anlamına hiç bakmıyorlar. Solda ve sağda karşımıza çıkan üst ve eğitimli sınıfları tanımlayan (ve Yahudilerle de pek ilgilenmeyen) o Yahudi hayranlığından bile eser yok bunlarda. Yahudiler veya İsrailliler “ortadan kayboluyor”, ama bu insanlar, uyumaya, alışveriş yapmaya devam ediyorlar. Yaşananlara Ruanda soykırımı, Libya ve Irak’taki yıkım gibi yaklaşıyorlar. Bu kategorideki kişiler nezdinde “her şey Yahudiler için” görüşü hükmünü yitiriyor.

Diğerleri ise iki kategoriye ayrışmış durumda:

* En geniş manada sol içerisinde yer alan, Siyonizm karşıtı olmayan ama az çok sömürgecilik karşıtı olanlar: bunların büyük bir kısmı, İsrail’in “Ortadoğu’daki yegâne demokrasi” olduğu yalanının açığa çıktığı koşullarda (Ruffin, Garrido, Corbière ve Autain hariç[2]) İsrail yanlısı önyargılarını gizleyen maskeleri takma gereği duymuyorlar.

* Aşırı sağın kitle tabanını teşkil edenler. Siyonizmle sorunu olmayan, Yahudi hayranlığı maskesini iktidarı ele geçirme hedefi doğrultusunda takan antisetimist idarecilere kıyasla daha az stratejik davranan bu kesim, numara yapmıyor. Yahudilere yönelik güçlü bir nefretleri var. Gösteri sonrasında Oise’de 1914-1918 arası dönemden kalma Alman askeri mezarlığındaki Yahudi mezarlarını bunlar tahrip etti. Ulusal Birlik’teki Yahudi hayranlığı üzerine kurulu normalleşme politikasına karşı çıkanların kıçına tekme atılacak mı? Soru bu.

Tarihsel antisemitizmin genel kamuoyu nezdinde güç kaybettiği koşullarda, Yahudilerin dostları sayıca giderek azalıyor. Bunun bir sebebi, Yahudilerin Siyonizme örgütlenmesiyse bir sebebi de Batı’daki ulus devletlerde görülen yapısal antisemitizm/Yahudi hayranlığı.

Buna karşılık, Filistinlilerin dostlarının sayısı giderek artıyor.

Halkın bilincinde İsrail imajının darmaduman olduğu koşullarda, dünya genelinde, güney ve kuzeydeki birçok ülkede çok sayıda Filistin yanlısı gösteri düzenleniyor. Batı’nın ve Arap coğrafyasının egemen sınıflarının duygularıyla halkın duyguları arasında bir uçurum oluşuyor. İlk kesim İsrail’i büyük güçler veya işbirlikçi güçler olarak sahip oldukları çıkarların bekçisi olarak görüp desteklerken, halklar, kendi devletleriyle sivil toplum kuruluşları arasındaki işbirliği düzeyinden bağımsız, Filistin’i ezilen bir toplum olarak görüp destekliyorlar. Başka bir ifadeyle, halkın bilincine hükmetmek için kullandıkları ideolojik aygıtın bir ürünü olarak İsrail propagandası çöküyor. Bu propagandanın ürünleri ya ilgisizliğe ya da Yahudilere yönelik husumete yol açıyor. Bir yandan da Filistin halkının mücadelesi, halkın devrimci romantizmini beslemeye devam ediyor.

İsrail, bu süreçte Yahudileri genel insanlıktan kopartıyor. Filistin ise Filistinlileri genel insanlık ailesine dâhil ediyor. Bu anlamda, Siyonizm ayrıştırıyor, antisiyonizm birleştiriyor. İkna olamayanlar, açıp gözlerini, gerçeğe baksın: 7 Ekim’den beri beyazların medyası, soteye yatıp antisemitik, Yahudi düşmanı provokasyon bekledi durdu. Ama ne yazık ki Gazze’den korkunç görüntüler gelmesine, ölü sayısı on bini aşmasına rağmen, hiçbir gösteri ve eylemde tek bir olay bile yaşanmadı. Bu, tüm dünya için geçerli bir tespit. Dünya genelinde, Montreal’den Rabat’a, Paris’ten Şikago’ya, Londra’dan İstanbul’a, Madrid’den Brüksel’e milyonlarca insan, Filistin’e desteklerini haykırırken tek bir Yahudi karşıtı söz işitilmedi. Buradan şu sonuca ulaşmak mümkün: antisiyonizm mevzi kazandıkça o “kara cahil” veya “barbar” denilen kitleler şahsında Yahudi düşmanlığı da o ölçüde azalıyor. Kitleler politikleştikçe gerici eğilimler sahneden çekiliyor. Başka bir ifadeyle, Siyonizmi ve antisemitizmi üretenin kapitalist devletler olduğu görüldükçe bir toplum olarak Yahudiler, yalanlara bir vakitler teslim olmuş kişilerin gözünde bile aklanıyor. Asıl “Yahudiler eşittir İsrailliler” denklemini kuranlar antisemitik ve bu kişiler, Yahudi toplumu için fazlasıyla tehlikeliler. Bu kişiler antisemitik, çünkü bir toplumun farklı politik tercihlerini belirli bir öze bağlıyorlar, ayrıca Siyonizmin vücut bulmuş hâli olan İsrail devletinin somut suçları konusunda Yahudilerin suçlanmasına neden oluyorlar.

Bugün Yahudilerin kendilerini güvende hissedecekleri bir yer varsa o da dünya genelinde süren Filistin yanlısı gösterilerdir. Politik düşünme pratiği Filistin mücadelesine destek sundukça Siyonisti Yahudiye denkleyen yaklaşımı hükümsüz kılıyor. İnsanlar, adalet ve hakikat temelinde bir araya geliyorlar. Demek ki bizim ortadaki düğümü çözüp “Yahudi” denilen göstergeyi emperyalist güçlerin ve onlara ait aygıtların pençesinden kurtarmamız gerekiyor.

Bu da yetmez. Sol Siyonizm de eleştirilmeli. Fransa’da antisemitizmin yapısal bir maraz olduğu görülmeli. Bu antisemitizmin iki kaynağı var. İkisi de sömürgecilik karşıtı hareketin ve solun politika alanının dışında gelişiyor:

* Bugün beyaz olmayan kişiler Filistin yanlısı harekete katılmıyorlar, çünkü “Yahudi eşittir Siyonizm” yalanına inanıyorlar. Bu da Filistin dayanışmasının belini kırıyor. FKP’li Alain Soral’da görülen Siyonizm karşıtlığı, 7 Ekim’den sonra tekrar sahneye çıktı ve bu denklemi ısrarla savunuyor.

* Sokakta karşılık bulan antisemitik yazın üzerinden aşırı sağ ve Katolik antisemitizm gelişip serpiliyor.[3]

Bu solcu Siyonistlerin çevirdikleri dolapları ifşa etmek gerekiyor. Bu çevreler, teorisyenleriyle, yazarlarıyla, yayınlarıyla, basın kuruluşlarıyla antisemitizmi projeleri üzerinden üretiyorlar. Sırf 2023’te yüzden fazla antisemitik çalışma yayımlanmış!

Buna karşın, solda ve sömürgecilik harekette kabul gören tek bir antisemitik çalışma bile yok. Böylesi bir içeriğe sahip tek bir teorik yayın yapılmamış, tek bir program ortaya konmamış. Aksini iddia edenler, acemilikleri, tacizleri ve hassasiyetleri antisemitizm olarak takdim eden madrabazlardır. Bu kişiler, faşist güçlerle mücadele eden radikal muhalefeti siliyorlar. Bu, aptallık değil. Tehlikeli ve sorumsuzca bir davranış bu. Çünkü sağın, hatta aşırı sağın yeni bir bileşkeye kavuşmasını, onun geçmişinden kurtulmasını ve gerçek niteliğinin masum gösterilmesini sağlıyor.

Demek ki önceliklerimizden birisi de 12 Kasım günü Paris’te düzenlenecek ırkçı yürüyüşten bir gün önce sol çevrelerin dikkat çektiği karşı-devrimciliğin elinde silâha dönüşmüş olan bu kafa karışıklığıyla mücadele etmek.[4]

Öte yandan, ister gerçek isterse abartılmış olsun, Yahudilerdeki güvensizlik hissini hakir göremeyiz. Bu noktada şu sorulmalı: antisiyonist Yahudiler, Siyonist Yahudilerle benzer kaygılar taşıyorlar mı? Filistin yanlısı harekete sıklıkla destek sunan antisiyonist Yahudiler de Arap ve Müslümanlar gibi aşırı sağdan ve onun elindeki güçten korkuyor, çünkü bu kesimler, ırkçılık tanımı konusunda sömürgecilik karşıtı hareketle ortaklaşıyorlar. Birlikte eyleme gittikleri beyaz olmayan kişileri tehdit olarak görmüyorlar, onları asıl korkutan şey, antisemitizmin ürediği kurumsal mekânlar.

Şu da görülmeli: bugün Siyonist Yahudiler, devletten ve aşırı sağdan çok Araplardan korkuyorlar. Bu tür kesimler içerisinde Yahudi nefretinin özel olarak ürediği tek bir alanın bile olmadığını onlar da biliyor. Tam da bu sebeple, aşırı sağcı antisemitiklerle birlikte “Antisemitizm Karşıtı Yürüyüş”te kol kola giriyorlar. Yahudiler kadar masum olsalardı, o eyleme de sömürgeci ideolojiye de destek sunmazlardı. Alın size bir düğüm daha.

4. “Yeryüzünün Lanetlileri”nin Birleşeceği Yalanının Zirveye Ulaştığı An

Peki onca siyah, onca Afrikalı nerede? Fransa’da Filistinlilere ya Arap-Müslümanlar ya da solcular destek sunuyor. Polis şiddeti karşıtı eylemlerden farklı olarak, Filistin yanlısı gösterilere siyahlar ve ırkçılık mağduru kesimler pek katılmadılar. Bu kesimlerin bağlı oldukları örgütler, Karayipliler haricinde, eylemlerde yer almadılar. Afrika bağlamında, Güney Afrika, biraz da Nijerya haricinde gelen destek sınırlıydı, küçük bir kesim eylemlere katıldı ve süreç içerisinde katılanların sayısı da azaldı. Peki bunun sebebi ne?

Sömürgecilik karşıtı kesimlerin arasındaki dayanışma pratikleri birbirlerine denk değil. Ayrıca Siyahların onurlu halklar hiyerarşisindeki yeri de bu dayanışmaya mani oluyor. Bu da hakikatin dil bulduğu bir an.

Orada burada Arapların ve Müslümanların bu duruma dair üzüntülerini içeren ifadeler işitiyorum. Burada bir tür ahlakçılık geliştirecek değilim. Sadece yeryüzünün lanetlilerinin birleştiği o altın çağı var eden sömürgecilik karşıtı mücadelelerden miras kalmış üçüncü dünyacılıktaki geri çekilmenin üzücü bir gelişme olduğunu söylemeye çalışıyorum. Ama öte yandan, sömürge devrimi karşıtı hareketin de işini iyi yaptığı, sömürgeleştirilmiş halkları kapitalist modele entegre olma yarışında birbirine düşürüp böldüğü gerçeğini görmezden gelmemek gerekiyor.

Afrika’da birçok devletin lideri, esasında uzun zaman ince İsrail’le ilişkiler kurdu. Normalleşme süreci çok önce başladı. Arap devletlerinin liderleri gibi İsrail’le çıkarlar konusunda ortaklaştı. Ama halklar, bu türden düzenlemelerden hiçbir şekilde istifade edemediler. Halklardaki Filistinlilere yönelik sevgi eksikliğinin sebebini başka yerlerde aramak gerekiyor.

Esasında Filistin kurtuluş hareketinin niteliği Afrika’nın kurtuluşu hareketinin niteliğinden farklı. İlki yerleşimcilerin gasp ettiği sömürgelerden biri iken, ikincisi yeni sömürgecilik bağlamında bağımsızlık sonrası dönemde gelişen bir mücadele olarak vücut buluyor. İsrail’de somutluk kazanan medeniyetle alakalı ve jeostratejik mesele, bölgede Batı’nın geleceği konusunda merkezinde duruyor. Ayrıca, bitmek bilmeyen emperyalist savaşlara ve yağmaya maruz kalan Afrika halkları, kendi kaderine kayıtsız kalmış olmalarını Filistin’in destekçilerinin başına kakıyorlar. Bu insanlar, 10.000’den fazla insanın ölümüne, sadece 2014’te 3.000, 2009’da 1.500 insanın ölümüne sebep olmuş bir savaş için hiçbir uluslararası gücün kılını kıpırdatmaması karşısında belirli bir tepki ortaya koyuyorlar. Bu koşullarda, 1998-2003 arası dönemde tek başına Kongo Demokratik Cumhuriyeti 5,4 milyon insanını yitiriyor, ama kimseden ses çıkmıyor. Böylesine baş döndürücü ve şaşkına çevirici bir soykırımın yaşandığı koşullarda kimse Filistin’le dayanışma içine girme veya onunla duygusal bir bağ kurma gereği duymuyor. Ölüleri yarıştırmayalım ama, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nin verdiği rakamlara göre Filistin’de Ekim’den beri ölen insan sayısı 1.300’ün üzerinde.

Bu koşullarda bir siyahın hayatının bir Arap’ın hayatından daha değersiz olduğunu düşündüğü için bir Afrikalıya asla sitem edemeyiz. Onu Filistin meselesinden uzak durduğu için suçlayamayız. Oturup sadece aradaki kopukluğu, güvensizliği ve dünyanın sessizliğini sorgulayabiliriz.

Buna karşın, gene de Filistin halkının mücadelesine sunulacak desteğin önemli bir stratejik mesele olduğunu söylemek gerekiyor. Ama bu desteğin de insanlara tepeden bakan, küstahlık eden militan bir ahlakçılıkla sağlanabileceği zannına kapılmamalıyız. Uluslararası dayanışma, mücadeleyle hak edilip kazanılacak bir olgudur. Mandela’nın Güney Afrika’nın ancak Filistin özgür olduğunda özgür olacağına dair sözünü aktarmak yerine, onun sözünün ve eyleminin dayandığı temel formülün kapsamını genişletmek ve cümleyi “Filistin ancak Afrika özgür olduğu vakit özgür olabilir” olarak değiştirmek zorundayız.

5. Politik Düğüm

Ekim ayının ortalarında Meloni hükümetinin dışişleri bakanı Antonio Tajani, ayrıksı ve çarpıcı bir konum aldı. Kendisi faşist politik hatta mensupsa da Macron’u Filistin’e destek eylemlerine getirdiği yasakları sert bir dille eleştirdi. RTL radyosuna yaptığı açıklamada Tajani, görüşünü şu şekilde dile getirdi: “Fransa, tabii ki kendi tercihlerini kendisi yapacaktır, fakat demokratik bir ülkede gösterilerin hiçbir şiddet ihtimali bulunmamasına karşın yasaklanması, adalet konusunda soruların gündeme gelmesine neden oluyor.” Tajani, ayrıca barışçıl gösterilerin, İsrail’e sundukları destek herkesin malumu olan ABD ve İngiltere’de de devam ettiğini dile getirdi.

Macron yaptıklarını doğal karşılıyor olabilir. Bu düzlemde, ama demokratik özgürlüklere sevdalı olmayan bir faşistin Fransız devletini otoriterizme sürüklemesini sorgulamak gerekmektedir. Bu sürecin ardındaki sebepler gayet yalın ve nettir. İtalyan solunun ezildiği koşullarda faşizmin gölgesinde liberalizm, hiçbir engelle karşılaşmadan, gelişip serpilme imkânı buldu. Tajani, bu sebeple biraz muzip, sakin ve dingin bir dille konuşuyor. O, zaten zayıf olan toplumsal güçleri zapturapt altına alma gereği duymadığı için büyük efendi rolü kesebiliyor. Bu da hakikatin açığa çıktığı bir an.

Zira Fransa’da da sol, liberal projeden ve sosyal demokrat projeden kopuyor. Daha da kötüsü bu sol, aynı zamanda “İslamî solcu” görülüyor. Kendisini ırk temelli anlaşma zemininden kopartıyor. Çünkü ülkede emek kanunu karşıtı devasa bir hareket ortaya çıkıyor. Sarı Yelekliler ayaklanması yaşanıyor. Milyonlarca gösterici, emeklilik kanununun geri çekilmesi için sokaklara dökülüyor. Polis şiddeti ve İslam düşmanlığı karşıtı mahalle örgütleri kuruluyor. Filistin’le dayanışma eylemleri yapılıyor. Nahil’in ölümü sonrası kent isyanları yaşanıyor. Bu süreçte hükümet, gösteri yasaklarını artırıyor. Kargaşanın hâkim olduğu ülkede Macron’un temsil ettiği liberalizme ve yapısal ırkçılığa yönelik itirazı kuvveden fiile taşımayan politik hareket ve sendika hareketinin karşısında baskı aygıtının güçlendirilmesine, temel hak ve özgürlüklerinin kısıtlanmasına ihtiyaç duyuluyor. Bu kitle hareketi, oyların yüzde 20’sini almış olan İsyankâr Fransa partisinde temsil ediliyor.

İsyankâr Fransa, liberalizm ve ırkçılıktan kopan kitle hareketinin Avrupa’da cisimleşmiş ilk örneklerinden. “Kara cahil” ve “barbar” olarak görülen halk kitleleriyle ittifak yolları arıyor. Haziran 2023’teki isyanların, Medina olayının, abaya meselesinin, tartışıldığı koşullarda herkesi şaşırtan bir zemin buluyor kendisine. O, ayakkabı içindeki çakıl taşı. Liderlerin savaş tellâllığı ve artan terörist eylem olasılıkları karşısında önemli bir yükü omuzluyor. Politik gerilimin yüksek olduğu koşullarda gerçek bir zafere dair imkân olarak duruyor karşımızda. Parti, önemli bir politik yönelim olarak, Fransa’nın Avrupa ölçeğinde model hâline gelebileceği, liberal güçlerin yenilmesine dair ümidin yeniden yeşereceği zemini örüyor. Bu hâliyle halktan epey destek görüyor. Bu sefer de yenilirsek “sosyalizm mi barbarlık mı?” sorusuna hemen cevap verebileceğiz.

Sonuç olarak, Milonşoncu tavırdaki güzelliğin 2019’dan[5] beri güzellik adına hareket ettiği iddiasında bulunan gerici güçlerden gelen her türden ihtara hiçbir şekilde teslim olmadığını söylemem lazım: bu gerici güçler, feminist ve ilerici görünen İslam düşmanlarından, cihadist terörizmle mücadele adına otoriter olmayı göze alan kesimlerden, antisemitizmle mücadele adına Siyonist olanlardan oluşuyor.

Felâkete yol açan onca projesine rağmen emperyalistler, çirkinliklerini ahlaki bir örtüyle örtbas etme ihtiyacı duyuyorlar. Kendi güzelliklerine kendileri kıymet biçiyorlar. Burada, onların karşısına, güzelliği tekellerine alma çabalarını hükümsüz kılacak başka bir güzellik fikriyle çıkmak gerekiyor.

İdealize etmemek kaydıyla, Mélenchon’daki güzellik, gezegendeki tüm insanların eşit ölçüde onurlu olduğu gerçeği ve adalet fikri üzerine kurulu. Bu, tarihi ta Fransız Devrimi’ne ve bizim kendimize köken bildiğimiz yeryüzünün lanetlilerinin mücadelelerine dayanan bir güzellik bu.

Özetle şu söylenebilir: Boldvinci manada zulme her türden biçimle karşı koyanların sırtlarını dayadıkları direnişteki güzellik, her yerde kendi benzerlerini tanıyor, böylece her şey yeniden mümkün hâle geliyor.

Bugün güzellik konusunda rekabet eden iki hattın arasındaki çatışmaya tanıklık eden sürreel bir durumla karşı karşıyayız. Bir taraf güzelliğe ihanet ederken, diğeri onu yüceltiyor.

Mesele bu kadar basit. Dolayısıyla, artık yapılması gerekenin ne olduğunu biliyoruz: güzelliği kurtaracağız.

Savaş zamanlarında düşmanın ana önceliği, güzelliği yok etmektir.

Huriye Butelca
16 Kasım 2023
Kaynak

Huriye Butelca
Önsöz
Kurtuluş Ütopyaları

Dipnotlar:
[1] Hamza Hamouchene, “De l’Algérie à la Palestine, la fausse équivalence entre le colonisé et le colonisateur” 9 Kasım 2023, Contretemps. Türkçesi: İştirakiİştiraki.

[2] Roussel’i artık radikal sol dairesinde görmediğimi herkes anlamış olmalı.

[3] René Monzat, “Au cœur de la littérature antisémite (1) : les mythes de la domination juive”, 25 Ekim 2023, Contretemps.

[4] Lénaïg Bredoux ve Fabien Escalona, “Antisémitisme : les fautes de Jean-Luc Mélenchon”, 10 Kasım 2023, Mediapart.

[5] İslam karşıtı yürüyüş.

0 Yorum: