“Tüm bu güzelliğe ne olacak?”
[James Baldwin]
“Ezilenin ve sömürgeleştirilenin şiddetini mahkûm edip ona
dikkat çekmek
sadece ahlak dışı değil aynı zamanda ırkçı bir pratiktir.”[1]
[Hamza Hamuşen]
Ekim
2023’te, “Amerikan Kızılderilileri” veya Avustralya ve Tazmanya yerlileri gibi
ezilen ve yok olmaya mahkûm edilen bir halkın savaş güçlerinin inisiyatifiyle
başlayan olaylar dizisi, Badiou’nün “olay” dediği şeye denk düşer.
“Öncesi
ve sonrası vardır” sözü, 11 Eylül’den bu yana bu kadar anlamlı bir şekilde
ortaya çıkmamıştı. Filistinlilerin normalleşme sürecinin gölgesinde ağır ağır
öldüğü önceki huzurlu hâlden eser kalmadı. Artık bir halk, imha edilen
halkların kaderini yaşamayı reddetti ve bu reddiyeyi kendisine işkence
edenlerden kalan yegâne biçim altında dile getiriyor. O günden beri biz,
hakikatin dil bulduğu o uzun ve acı dolu anları yaşıyoruz.
Bu
her bir momentte bir düğümle yüzleşiyoruz.
Batı’da
ve Fransa’da birleşmediğimiz takdirde bizi süpürüp atacak olan o dalga
karşısında bir kez daha umutlanacaksak, o düğümleri çözmekle ve hakikatle tüm
çıplaklığıyla yüzleşmekle işe başlamalıyız.
Benim
görebildiğim beş düğüm var. Fazlası varsa eksikleri okur gidersin.
1.
İdeolojik Düğüm veya Süleyman Düğümü
7
Ekim saldırılarının ertesi günü yüzlerce, belki de binlerce İsrailli, Yahudi
devletinin havaalanlarına akın etti. Amerika’ya, İngiltere’ye, Fransa’ya,
Almanya’ya, Polonya’ya, Rusya’ya, Fas’a kaçtı... Hepsinde geldikleri ülkelerin pasaportları
vardı. Ekranlara yansıyan bir tek görüntüyle “topraksız halk efsanesi” birden
çöktü. Tuz buz olan o yalan, yerini gerçeklere bıraktı: Gazzeliler, o
topraklardan kaçma imkânına sahip değil. Başka bir ülkenin pasaportundan da
yoksunlar. 1948’de paylaşmayı reddettikleri ata toprağında yaşıyor, hayatta
kalmak için uğraşıyor ve ölüyorlar. Hakikatin dil bulduğu bir an bu.
Tevrat’ı,
Nevi’im’i ve Ketuvim’i içeren İbrani kutsal kitabı Tanah’ta Kral Süleyman’ın
bir bebek için kavga eden iki kadın arasındaki kavgaya akıllıca bir çözüm
bulmak zorunda kalışından bahsediliyor. Bebeğin hangi kadına verileceğine karar
vermeden önce Süleyman, bir kılıç istiyor ve bebeğin ikiye bölünmesini
emrediyor. Devamında, parçaların iki kadına verilmesini söylüyor. Kadınlardan
biri kabul ederken, diğeri bebeğinin öldüğünü görmemek için hakkından
vazgeçiyor. Süleyman, o an hakkından vazgeçenin gerçek anne olduğunu söylüyor.
Çocuğun hayatını kurtaran Süleyman, hakikatin bu şekilde açığa çıkmasını
sağlıyor.
1948’de
Filistin’in bölünmesi teklif edildiğinde Siyonistler bunu kabul, Filistinliler
ise reddettiler. Hakikatin dil bulduğu bir andı bu.
Sonra
bir efsane imal edildi, bir düğüm atıldı.
Oysa
İsrail’in gelişip serpilmesini sağlayan şey, tam da bu hakikatin, asli hususun
silinip gitmiş olmasıdır. Filistinlilerin aynı anda Yahudi, Müslüman veya
Hıristiyan olabileceğini ve onların yalnızca toprakla olan tarihsel ve
toplumsal bağlarıyla tanımlandıklarını, herhangi bir inançtan ari olduğunu
unutmayın.
Yahudilerse
toprağa ve her türden devlet milliyetçiliğine fersah fersah uzaklardı. Ama bir
düğüm atıldı ve İsrail milli kimliği, diasporada yaşayan ve çoğunlukla
enternasyonalist olan Yahudi kimliğine halel getiren bir seyir üzerinden
oluştu.
Fransız
emperyalist devleti ve 1845’teki katliamdan beri hükmünü yürüten solcu ve sağcı
politik güçler, o bebeğin ikiye bölünmesi için baskı uygulayanlar arasında
bulunuyorlar. Dolayısıyla, artık yaşanan çatışmayı Seine nehrinin kıyılarına
taşıma fikrine karşı çıkanların hilelerine son vermenin vaktidir.
Şu
korkakların ve insanların elindeki gücü çalanların fikridir: “Fransa ve
Dünya’daki Yahudiler ve Müslümanlar çatışmayı yaşadıkları ülkelere taşıyorlar. Çalkantılı,
kabilesel, ilkel ve arkaik içgüdülere sahip iki azınlığın uygunsuz eylemleri
nedeniyle masum beyazların gündelik rutinleri bozuluyor.” Bu fikir yanlış.
Çatışmanın ana kaynağı, Batılı güçlerin çıkarlarıdır. Başından beri o güçlerin
eseriydi. Bu sebeple, bebeğin bölünmesi (genel manada çocukların kaybı)
meselesine geri dönülmeli, ilk düğümü bilinçli bir müdahaleyle buradan
çözmeliyiz.
2. Ahlaki
Düğüm veya Zidane Düğümü
4
Eylül 1997’de 14 yaşındaki Smadar, İsrail’deki bombalı intihar saldırısında
öldürüldü. Eski bir İsrail generalinin kızı olan annesi Nurit Peled Elhanan,
Binyamin Netanyahu’nun çocukluk arkadaşıydı. Eski Başbakan Netanyahu,
başsağlığı dilemek için kendisini aradığında gözyaşları içinde şunları söyledi:
“Ne yaptın sen Bibi? Kızımı öldürdün!”
Hiçbir
sömürgeleştirme pratiği masum değildir. Çocuklar hariç. Ne var ki 7 Ekim
saldırıları sonrası İsrail’de doğmuş çocuklar öldü. Bu gerçek herkesi yaralar,
en meşru direniş bile yara alır. Bu tespit, Filistin direnişi için de
geçerlidir.
Zulüm,
insanı vahşileştirir. Dresden, Güney Afrika, Cezayir ve Vietnam’da da yaşanan
buydu. Peki ama asıl sorumlular kimler? Nurit Peled, sorunun cevabını veriyor.
Sorumlu, Bibi. Devam eden etnik temizliğe ve dökülen onca kana rağmen Hamas’ı
kınamayı reddeden Gazzeliler, bize sorumluyu söylüyorlar: Bu kıyımın sorumlusu
Bibi. Bu da hakikatin dil bulduğu bir başka an.
Hiçbir
sömürgeleştirme pratiği masum değil. Herkes Sezar’ın formülünü bilir. Edwy
Plenel bile. Bu formüle göre, yerleşimci zulmettiği halkın direnişine illaki
maruz kalır. Demek ki zulüm sürdükçe o halkın hayatı her daim tehlikededir.
Sömürgeci genişleme pratiği devam ettiği sürece kimse güvende olamaz.
Sömürgenin varolma hakkını inkâr eden sömürgeci, eylemlerinden sorumludur.
Çünkü sömürge, kendisine yönelik zulmü asla kabullenmez ve uluslararası hukukun
kendisine bahşettiği “her türden araçla” direnme hakkına başvurur. Dolayısıyla,
istisnasız tüm çocukların masum olduğu doğrudur, ama ayrıca ebeveynleri onlara
karşı sorumludur.
Nurit
Peled de meseleyi bu şekilde anladı, dolayısıyla, yavan bir barış eylemcisi
değil, devrimci bir barış eylemcisi hâline geldi. Bu sorumluluk, sadece
İsraillilere ait değil elbette. Fransızlar da sorumlu olan bitenden. Çünkü
kendisini yorulmak nedir bilmeden, masummuş gibi sunmak adına yol açtığı tüm
düğümlerin üzerini örten Fransa halkına da sorumluluk düşüyor.
Bu
düğümlerden biri de Zidane düğümü. Fransızlar, Zidane’ı çok seviyorlar. Öyle
çok seviyorlar ki 1998’den beri hiçbir ünlü onun düzeyine erişebilmiş değil, bu
hâliyle, Zidane “Fransa’nın en sevilen kişi”si unvanını kimseye bırakmıyor.
Oysa Zidane, Cezayirli bir ailenin oğlu. Ailesi, bağımsızlık mücadelesi vermek
suretiyle onurlarını kurtaran ve ona yeniden kavuşan bir halka mensup. Bu
bağımsızlık mücadelesi, barış mücadelesi biçimini de aldı, silâhlı mücadele
yürütüp Süt Barı’na düzenlenen saldırı türünden terörist saldırılar da
düzenledi.
Fanon’un
da dediği gibi: “Sömürgeleştirme pratiği, doğal hâliyle icra edilen şiddettir
ve ancak kendisinden daha büyük bir şiddete boyun eğer.” Demek ki bugün
Fransızlar, silâhlı mücadele neticesinde insan sıfatına sahip olmuş birini
seviyorlar. İşte bu, önemli bir düğüm. Bu, benim attığım bir düğüm değil, Dien
Bien Phu’yu kendi zaferleri olarak görmeyi reddeden ve Zidane’ı tıpkı
Haneke’nin Saklı filminde Daniel Auteuil’in oynadığı, kendi geçmişinin
yeniden su üstüne çıkıp hayatını kuşattığını gören karakter gibi, hiç ceza
almadan ve tüm masumiyetiyle sevmeye devam etmek isteyen Fransız halkına ait.
Bu Zidane düğümü bana değil, Fransızlara ait. Bu düğümü çözme konusunda Sartrcı
anlamda “özgür”ler.
3.
Bir Düğüm Olarak Yahudi Göstergesi
Medyadaki
birçok Siyonist, aralarında çok sayıda çocuğun da bulunduğu yaklaşık 1.400
İsraillinin öldürüldüğü 7 Ekim saldırısı üzerinden yapılan İsrail yanlısı
mitinglerde “Yahudi olmayanlar”ın bulunmamasıyla ilgili kaygılarını dile
getirdi. Bu mitinglerde, sadece sağcı politik liderlerle Siyonizme örgütlenmiş
Yahudi cemaatinin belirli bir kısmı yer alıyordu. 12 Kasım günü düzenlenen
“Antisemitizm karşıtı” gösterideki toplumsal bileşim, tek bir ayrıntı dışında,
diğer gösterilerdeki bileşimin aynısıydı: bu seferki gösteriye tüm antisemitik
aşırı sağ katılmıştı. Ülkenin “yerli”si olan, orta ve alt sınıflara mensup
yurttaşlar, eylemde yer almadılar. Peki ama neden? Çünkü eylemin içeriği bu
insanları hiç ilgilendirmiyor. İşte hakikatin kendisini dile döktüğü bir an
daha.
Uzun
zamandır bu insanlar, koca dünyanın kaderiyle zerre ilgilenmemişler, ırkçı
devletin bütünlüğü denilen mantığa duçar olmuşlar. Emperyalist hâkimiyetle
ilgili olanlar, “ötekilerin ortadan kaybolması”yla hiç ilgilenmiyorlar,
“hâkimiyet” teriminin Gramşici anlamına hiç bakmıyorlar. Solda ve sağda
karşımıza çıkan üst ve eğitimli sınıfları tanımlayan (ve Yahudilerle de pek
ilgilenmeyen) o Yahudi hayranlığından bile eser yok bunlarda. Yahudiler veya
İsrailliler “ortadan kayboluyor”, ama bu insanlar, uyumaya, alışveriş yapmaya
devam ediyorlar. Yaşananlara Ruanda soykırımı, Libya ve Irak’taki yıkım gibi
yaklaşıyorlar. Bu kategorideki kişiler nezdinde “her şey Yahudiler için” görüşü
hükmünü yitiriyor.
Diğerleri
ise iki kategoriye ayrışmış durumda:
*
En geniş manada sol içerisinde yer alan, Siyonizm karşıtı olmayan ama az çok
sömürgecilik karşıtı olanlar: bunların büyük bir kısmı, İsrail’in
“Ortadoğu’daki yegâne demokrasi” olduğu yalanının açığa çıktığı koşullarda
(Ruffin, Garrido, Corbière ve Autain hariç[2]) İsrail yanlısı önyargılarını
gizleyen maskeleri takma gereği duymuyorlar.
*
Aşırı sağın kitle tabanını teşkil edenler. Siyonizmle sorunu olmayan, Yahudi
hayranlığı maskesini iktidarı ele geçirme hedefi doğrultusunda takan
antisetimist idarecilere kıyasla daha az stratejik davranan bu kesim, numara
yapmıyor. Yahudilere yönelik güçlü bir nefretleri var. Gösteri sonrasında
Oise’de 1914-1918 arası dönemden kalma Alman askeri mezarlığındaki Yahudi
mezarlarını bunlar tahrip etti. Ulusal Birlik’teki Yahudi hayranlığı üzerine
kurulu normalleşme politikasına karşı çıkanların kıçına tekme atılacak mı? Soru
bu.
Tarihsel
antisemitizmin genel kamuoyu nezdinde güç kaybettiği koşullarda, Yahudilerin
dostları sayıca giderek azalıyor. Bunun bir sebebi, Yahudilerin Siyonizme
örgütlenmesiyse bir sebebi de Batı’daki ulus devletlerde görülen yapısal
antisemitizm/Yahudi hayranlığı.
Buna
karşılık, Filistinlilerin dostlarının sayısı giderek artıyor.
Halkın
bilincinde İsrail imajının darmaduman olduğu koşullarda, dünya genelinde, güney
ve kuzeydeki birçok ülkede çok sayıda Filistin yanlısı gösteri düzenleniyor.
Batı’nın ve Arap coğrafyasının egemen sınıflarının duygularıyla halkın
duyguları arasında bir uçurum oluşuyor. İlk kesim İsrail’i büyük güçler veya
işbirlikçi güçler olarak sahip oldukları çıkarların bekçisi olarak görüp
desteklerken, halklar, kendi devletleriyle sivil toplum kuruluşları arasındaki
işbirliği düzeyinden bağımsız, Filistin’i ezilen bir toplum olarak görüp
destekliyorlar. Başka bir ifadeyle, halkın bilincine hükmetmek için
kullandıkları ideolojik aygıtın bir ürünü olarak İsrail propagandası çöküyor. Bu
propagandanın ürünleri ya ilgisizliğe ya da Yahudilere yönelik husumete yol
açıyor. Bir yandan da Filistin halkının mücadelesi, halkın devrimci
romantizmini beslemeye devam ediyor.
İsrail,
bu süreçte Yahudileri genel insanlıktan kopartıyor. Filistin ise Filistinlileri
genel insanlık ailesine dâhil ediyor. Bu anlamda, Siyonizm ayrıştırıyor, antisiyonizm
birleştiriyor. İkna olamayanlar, açıp gözlerini, gerçeğe baksın: 7 Ekim’den
beri beyazların medyası, soteye yatıp antisemitik, Yahudi düşmanı provokasyon
bekledi durdu. Ama ne yazık ki Gazze’den korkunç görüntüler gelmesine, ölü
sayısı on bini aşmasına rağmen, hiçbir gösteri ve eylemde tek bir olay bile
yaşanmadı. Bu, tüm dünya için geçerli bir tespit. Dünya genelinde, Montreal’den
Rabat’a, Paris’ten Şikago’ya, Londra’dan İstanbul’a, Madrid’den Brüksel’e
milyonlarca insan, Filistin’e desteklerini haykırırken tek bir Yahudi karşıtı
söz işitilmedi. Buradan şu sonuca ulaşmak mümkün: antisiyonizm mevzi kazandıkça
o “kara cahil” veya “barbar” denilen kitleler şahsında Yahudi düşmanlığı da o
ölçüde azalıyor. Kitleler politikleştikçe gerici eğilimler sahneden çekiliyor. Başka
bir ifadeyle, Siyonizmi ve antisemitizmi üretenin kapitalist devletler olduğu
görüldükçe bir toplum olarak Yahudiler, yalanlara bir vakitler teslim olmuş
kişilerin gözünde bile aklanıyor. Asıl “Yahudiler eşittir İsrailliler”
denklemini kuranlar antisemitik ve bu kişiler, Yahudi toplumu için fazlasıyla
tehlikeliler. Bu kişiler antisemitik, çünkü bir toplumun farklı politik
tercihlerini belirli bir öze bağlıyorlar, ayrıca Siyonizmin vücut bulmuş hâli
olan İsrail devletinin somut suçları konusunda Yahudilerin suçlanmasına neden
oluyorlar.
Bugün
Yahudilerin kendilerini güvende hissedecekleri bir yer varsa o da dünya genelinde
süren Filistin yanlısı gösterilerdir. Politik düşünme pratiği Filistin
mücadelesine destek sundukça Siyonisti Yahudiye denkleyen yaklaşımı hükümsüz
kılıyor. İnsanlar, adalet ve hakikat temelinde bir araya geliyorlar. Demek ki
bizim ortadaki düğümü çözüp “Yahudi” denilen göstergeyi emperyalist güçlerin ve
onlara ait aygıtların pençesinden kurtarmamız gerekiyor.
Bu
da yetmez. Sol Siyonizm de eleştirilmeli. Fransa’da antisemitizmin yapısal bir
maraz olduğu görülmeli. Bu antisemitizmin iki kaynağı var. İkisi de
sömürgecilik karşıtı hareketin ve solun politika alanının dışında gelişiyor:
*
Bugün beyaz olmayan kişiler Filistin yanlısı harekete katılmıyorlar, çünkü “Yahudi
eşittir Siyonizm” yalanına inanıyorlar. Bu da Filistin dayanışmasının belini kırıyor.
FKP’li Alain Soral’da görülen Siyonizm karşıtlığı, 7 Ekim’den sonra tekrar sahneye
çıktı ve bu denklemi ısrarla savunuyor.
*
Sokakta karşılık bulan antisemitik yazın üzerinden aşırı sağ ve Katolik
antisemitizm gelişip serpiliyor.[3]
Bu
solcu Siyonistlerin çevirdikleri dolapları ifşa etmek gerekiyor. Bu çevreler,
teorisyenleriyle, yazarlarıyla, yayınlarıyla, basın kuruluşlarıyla antisemitizmi
projeleri üzerinden üretiyorlar. Sırf 2023’te yüzden fazla antisemitik çalışma
yayımlanmış!
Buna
karşın, solda ve sömürgecilik harekette kabul gören tek bir antisemitik çalışma
bile yok. Böylesi bir içeriğe sahip tek bir teorik yayın yapılmamış, tek bir
program ortaya konmamış. Aksini iddia edenler, acemilikleri, tacizleri ve
hassasiyetleri antisemitizm olarak takdim eden madrabazlardır. Bu kişiler, faşist
güçlerle mücadele eden radikal muhalefeti siliyorlar. Bu, aptallık değil. Tehlikeli
ve sorumsuzca bir davranış bu. Çünkü sağın, hatta aşırı sağın yeni bir
bileşkeye kavuşmasını, onun geçmişinden kurtulmasını ve gerçek niteliğinin
masum gösterilmesini sağlıyor.
Demek
ki önceliklerimizden birisi de 12 Kasım günü Paris’te düzenlenecek ırkçı yürüyüşten
bir gün önce sol çevrelerin dikkat çektiği karşı-devrimciliğin elinde silâha
dönüşmüş olan bu kafa karışıklığıyla mücadele etmek.[4]
Öte
yandan, ister gerçek isterse abartılmış olsun, Yahudilerdeki güvensizlik
hissini hakir göremeyiz. Bu noktada şu sorulmalı: antisiyonist Yahudiler,
Siyonist Yahudilerle benzer kaygılar taşıyorlar mı? Filistin yanlısı harekete
sıklıkla destek sunan antisiyonist Yahudiler de Arap ve Müslümanlar gibi aşırı
sağdan ve onun elindeki güçten korkuyor, çünkü bu kesimler, ırkçılık tanımı
konusunda sömürgecilik karşıtı hareketle ortaklaşıyorlar. Birlikte eyleme
gittikleri beyaz olmayan kişileri tehdit olarak görmüyorlar, onları asıl
korkutan şey, antisemitizmin ürediği kurumsal mekânlar.
Şu
da görülmeli: bugün Siyonist Yahudiler, devletten ve aşırı sağdan çok
Araplardan korkuyorlar. Bu tür kesimler içerisinde Yahudi nefretinin özel
olarak ürediği tek bir alanın bile olmadığını onlar da biliyor. Tam da bu
sebeple, aşırı sağcı antisemitiklerle birlikte “Antisemitizm Karşıtı Yürüyüş”te
kol kola giriyorlar. Yahudiler kadar masum olsalardı, o eyleme de sömürgeci
ideolojiye de destek sunmazlardı. Alın size bir düğüm daha.
4.
“Yeryüzünün Lanetlileri”nin Birleşeceği Yalanının Zirveye Ulaştığı An
Peki
onca siyah, onca Afrikalı nerede? Fransa’da Filistinlilere ya Arap-Müslümanlar
ya da solcular destek sunuyor. Polis şiddeti karşıtı eylemlerden farklı olarak,
Filistin yanlısı gösterilere siyahlar ve ırkçılık mağduru kesimler pek
katılmadılar. Bu kesimlerin bağlı oldukları örgütler, Karayipliler haricinde,
eylemlerde yer almadılar. Afrika bağlamında, Güney Afrika, biraz da Nijerya
haricinde gelen destek sınırlıydı, küçük bir kesim eylemlere katıldı ve süreç
içerisinde katılanların sayısı da azaldı. Peki bunun sebebi ne?
Sömürgecilik
karşıtı kesimlerin arasındaki dayanışma pratikleri birbirlerine denk değil. Ayrıca
Siyahların onurlu halklar hiyerarşisindeki yeri de bu dayanışmaya mani oluyor.
Bu da hakikatin dil bulduğu bir an.
Orada
burada Arapların ve Müslümanların bu duruma dair üzüntülerini içeren ifadeler
işitiyorum. Burada bir tür ahlakçılık geliştirecek değilim. Sadece yeryüzünün
lanetlilerinin birleştiği o altın çağı var eden sömürgecilik karşıtı
mücadelelerden miras kalmış üçüncü dünyacılıktaki geri çekilmenin üzücü bir
gelişme olduğunu söylemeye çalışıyorum. Ama öte yandan, sömürge devrimi karşıtı
hareketin de işini iyi yaptığı, sömürgeleştirilmiş halkları kapitalist modele
entegre olma yarışında birbirine düşürüp böldüğü gerçeğini görmezden gelmemek
gerekiyor.
Afrika’da
birçok devletin lideri, esasında uzun zaman ince İsrail’le ilişkiler kurdu. Normalleşme
süreci çok önce başladı. Arap devletlerinin liderleri gibi İsrail’le çıkarlar
konusunda ortaklaştı. Ama halklar, bu türden düzenlemelerden hiçbir şekilde
istifade edemediler. Halklardaki Filistinlilere yönelik sevgi eksikliğinin
sebebini başka yerlerde aramak gerekiyor.
Esasında
Filistin kurtuluş hareketinin niteliği Afrika’nın kurtuluşu hareketinin
niteliğinden farklı. İlki yerleşimcilerin gasp ettiği sömürgelerden biri iken,
ikincisi yeni sömürgecilik bağlamında bağımsızlık sonrası dönemde gelişen bir
mücadele olarak vücut buluyor. İsrail’de somutluk kazanan medeniyetle alakalı
ve jeostratejik mesele, bölgede Batı’nın geleceği konusunda merkezinde duruyor.
Ayrıca, bitmek bilmeyen emperyalist savaşlara ve yağmaya maruz kalan Afrika
halkları, kendi kaderine kayıtsız kalmış olmalarını Filistin’in destekçilerinin
başına kakıyorlar. Bu insanlar, 10.000’den fazla insanın ölümüne, sadece 2014’te
3.000, 2009’da 1.500 insanın ölümüne sebep olmuş bir savaş için hiçbir uluslararası
gücün kılını kıpırdatmaması karşısında belirli bir tepki ortaya koyuyorlar. Bu
koşullarda, 1998-2003 arası dönemde tek başına Kongo Demokratik Cumhuriyeti 5,4
milyon insanını yitiriyor, ama kimseden ses çıkmıyor. Böylesine baş döndürücü
ve şaşkına çevirici bir soykırımın yaşandığı koşullarda kimse Filistin’le
dayanışma içine girme veya onunla duygusal bir bağ kurma gereği duymuyor.
Ölüleri yarıştırmayalım ama, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek
Komiserliği’nin verdiği rakamlara göre Filistin’de Ekim’den beri ölen insan
sayısı 1.300’ün üzerinde.
Bu
koşullarda bir siyahın hayatının bir Arap’ın hayatından daha değersiz olduğunu
düşündüğü için bir Afrikalıya asla sitem edemeyiz. Onu Filistin meselesinden
uzak durduğu için suçlayamayız. Oturup sadece aradaki kopukluğu, güvensizliği
ve dünyanın sessizliğini sorgulayabiliriz.
Buna
karşın, gene de Filistin halkının mücadelesine sunulacak desteğin önemli bir
stratejik mesele olduğunu söylemek gerekiyor. Ama bu desteğin de insanlara
tepeden bakan, küstahlık eden militan bir ahlakçılıkla sağlanabileceği zannına
kapılmamalıyız. Uluslararası dayanışma, mücadeleyle hak edilip kazanılacak bir
olgudur. Mandela’nın Güney Afrika’nın ancak Filistin özgür olduğunda özgür
olacağına dair sözünü aktarmak yerine, onun sözünün ve eyleminin dayandığı
temel formülün kapsamını genişletmek ve cümleyi “Filistin ancak Afrika özgür
olduğu vakit özgür olabilir” olarak değiştirmek zorundayız.
5.
Politik Düğüm
Ekim
ayının ortalarında Meloni hükümetinin dışişleri bakanı Antonio Tajani, ayrıksı
ve çarpıcı bir konum aldı. Kendisi faşist politik hatta mensupsa da Macron’u
Filistin’e destek eylemlerine getirdiği yasakları sert bir dille eleştirdi. RTL
radyosuna yaptığı açıklamada Tajani, görüşünü şu şekilde dile getirdi: “Fransa,
tabii ki kendi tercihlerini kendisi yapacaktır, fakat demokratik bir ülkede
gösterilerin hiçbir şiddet ihtimali bulunmamasına karşın yasaklanması, adalet
konusunda soruların gündeme gelmesine neden oluyor.” Tajani, ayrıca barışçıl
gösterilerin, İsrail’e sundukları destek herkesin malumu olan ABD ve İngiltere’de
de devam ettiğini dile getirdi.
Macron
yaptıklarını doğal karşılıyor olabilir. Bu düzlemde, ama demokratik
özgürlüklere sevdalı olmayan bir faşistin Fransız devletini otoriterizme
sürüklemesini sorgulamak gerekmektedir. Bu sürecin ardındaki sebepler gayet
yalın ve nettir. İtalyan solunun ezildiği koşullarda faşizmin gölgesinde
liberalizm, hiçbir engelle karşılaşmadan, gelişip serpilme imkânı buldu. Tajani,
bu sebeple biraz muzip, sakin ve dingin bir dille konuşuyor. O, zaten zayıf
olan toplumsal güçleri zapturapt altına alma gereği duymadığı için büyük efendi
rolü kesebiliyor. Bu da hakikatin açığa çıktığı bir an.
Zira
Fransa’da da sol, liberal projeden ve sosyal demokrat projeden kopuyor. Daha da
kötüsü bu sol, aynı zamanda “İslamî solcu” görülüyor. Kendisini ırk temelli
anlaşma zemininden kopartıyor. Çünkü ülkede emek kanunu karşıtı devasa bir hareket
ortaya çıkıyor. Sarı Yelekliler ayaklanması yaşanıyor. Milyonlarca gösterici,
emeklilik kanununun geri çekilmesi için sokaklara dökülüyor. Polis şiddeti ve
İslam düşmanlığı karşıtı mahalle örgütleri kuruluyor. Filistin’le dayanışma
eylemleri yapılıyor. Nahil’in ölümü sonrası kent isyanları yaşanıyor. Bu süreçte
hükümet, gösteri yasaklarını artırıyor. Kargaşanın hâkim olduğu ülkede Macron’un
temsil ettiği liberalizme ve yapısal ırkçılığa yönelik itirazı kuvveden fiile
taşımayan politik hareket ve sendika hareketinin karşısında baskı aygıtının
güçlendirilmesine, temel hak ve özgürlüklerinin kısıtlanmasına ihtiyaç duyuluyor.
Bu kitle hareketi, oyların yüzde 20’sini almış olan İsyankâr Fransa partisinde
temsil ediliyor.
İsyankâr
Fransa, liberalizm ve ırkçılıktan kopan kitle hareketinin Avrupa’da cisimleşmiş
ilk örneklerinden. “Kara cahil” ve “barbar” olarak görülen halk kitleleriyle
ittifak yolları arıyor. Haziran 2023’teki isyanların, Medina olayının, abaya
meselesinin, tartışıldığı koşullarda herkesi şaşırtan bir zemin buluyor
kendisine. O, ayakkabı içindeki çakıl taşı. Liderlerin savaş tellâllığı ve
artan terörist eylem olasılıkları karşısında önemli bir yükü omuzluyor. Politik
gerilimin yüksek olduğu koşullarda gerçek bir zafere dair imkân olarak duruyor
karşımızda. Parti, önemli bir politik yönelim olarak, Fransa’nın Avrupa
ölçeğinde model hâline gelebileceği, liberal güçlerin yenilmesine dair ümidin
yeniden yeşereceği zemini örüyor. Bu hâliyle halktan epey destek görüyor. Bu sefer
de yenilirsek “sosyalizm mi barbarlık mı?” sorusuna hemen cevap verebileceğiz.
Sonuç
olarak, Milonşoncu tavırdaki güzelliğin 2019’dan[5] beri güzellik adına hareket
ettiği iddiasında bulunan gerici güçlerden gelen her türden ihtara hiçbir
şekilde teslim olmadığını söylemem lazım: bu gerici güçler, feminist ve ilerici
görünen İslam düşmanlarından, cihadist terörizmle mücadele adına otoriter
olmayı göze alan kesimlerden, antisemitizmle mücadele adına Siyonist olanlardan
oluşuyor.
Felâkete
yol açan onca projesine rağmen emperyalistler, çirkinliklerini ahlaki bir örtüyle
örtbas etme ihtiyacı duyuyorlar. Kendi güzelliklerine kendileri kıymet
biçiyorlar. Burada, onların karşısına, güzelliği tekellerine alma çabalarını hükümsüz
kılacak başka bir güzellik fikriyle çıkmak gerekiyor.
İdealize
etmemek kaydıyla, Mélenchon’daki güzellik, gezegendeki tüm insanların eşit
ölçüde onurlu olduğu gerçeği ve adalet fikri üzerine kurulu. Bu, tarihi ta
Fransız Devrimi’ne ve bizim kendimize köken bildiğimiz yeryüzünün lanetlilerinin
mücadelelerine dayanan bir güzellik bu.
Özetle
şu söylenebilir: Boldvinci manada zulme her türden biçimle karşı koyanların
sırtlarını dayadıkları direnişteki güzellik, her yerde kendi benzerlerini
tanıyor, böylece her şey yeniden mümkün hâle geliyor.
Bugün
güzellik konusunda rekabet eden iki hattın arasındaki çatışmaya tanıklık eden
sürreel bir durumla karşı karşıyayız. Bir taraf güzelliğe ihanet ederken,
diğeri onu yüceltiyor.
Mesele
bu kadar basit. Dolayısıyla, artık yapılması gerekenin ne olduğunu biliyoruz:
güzelliği kurtaracağız.
Savaş
zamanlarında düşmanın ana önceliği, güzelliği yok etmektir.
Huriye Butelca
16
Kasım 2023
Kaynak
Huriye Butelca
Önsöz
Kurtuluş Ütopyaları
Dipnotlar:
[1]
Hamza Hamouchene, “De l’Algérie à la Palestine, la fausse équivalence entre le
colonisé et le colonisateur” 9 Kasım 2023, Contretemps. Türkçesi: İştirakiİştiraki.
[2]
Roussel’i artık radikal sol dairesinde görmediğimi herkes anlamış olmalı.
[3]
René Monzat, “Au cœur de la littérature antisémite (1) : les mythes de la
domination juive”, 25 Ekim 2023, Contretemps.
[4]
Lénaïg Bredoux ve Fabien Escalona, “Antisémitisme : les fautes de Jean-Luc
Mélenchon”, 10 Kasım 2023, Mediapart.
[5] İslam karşıtı yürüyüş.
0 Yorum:
Yorum Gönder