28 Nisan 2024

,

Cezayir’den Filistin’e: Sömürgeyle Sömürgeciyi Eşitlemedeki Yanlışlık


Hamas’ın 7 Ekim 2023’te İsrail’e yönelik olarak gerçekleştirdiği, sivil ve asker 1.400’ten fazla ölü ve yaralıya sebep olan saldırıların ardından ana akım medya, siyasi liderler ve Batılı uzmanlar, öncelikle Hamas’ın kınanması yönünde talimatlar yağdırdılar ve bu kınamayı Gazze’de sürmekte olan soykırım ve ülkede işlenen savaş suçları yanında yaşanan saldırılar konusunda görüş bildirebilmenin önkoşulu olarak sundular. Bu saldırıları açıktan kınamayanlar, olayları tarihsel bir bağlam içine oturmak için uğraşanlar, çatışma sürecinin ana sebeplerine vurgu yapanlar, Hamas’ın eylemlerine onay veriyor, ona suç ortaklığı yapıyor denilerek mahkûm edildiler ve antisemitizm yapmakla suçlandılar.

Bu kişiler, bizim İsrail-Filistin çatışmasının tarihinin 1917’de İngiliz sömürgeci hükümetinin Filistin’de “Yahudi halkı için bir milli vatan” kurulması fikrine yönelik desteğini ilân ettiği Balfour Deklarasyonu’yla değil, 7 Ekim’le başladığına ikna olmamızı istiyorlar. Söz konusu deklarasyon, 1948’de yaşanan ve Filistinlilerce ve Araplarca Nekbe (“Felâket”) olarak nitelendirilen olaya, aynı zamanda binlerce Filistinlinin yerinden yurdundan edildiği, etnik temizliğin ve kitlesel katliamların yaşandığı sürecin başlamasına, bununla birlikte, İsrail devletinin kurulmasına sebep oldu.

Nekbe’yi yeni toprakların işgali, başka şiddet olayları ve katliamlar izledi. Sonuçta halk yerinden yurdundan oldu, yasa dışı yerleşimler pıtrak gibi çoğaldı, bombalanan yer sayısı arttı, yüz binlerce Filistinli hayatını kaybetti, milyonlarcası mülteci olmak zorunda kaldı.

Bu hikâyeyi daha fazla aktarmayacağım, zira konuyu benden önce ele almış olan çok sayıda zengin araştırma mevcut. Burada benim hedefim, Cezayir’de yaşanan sömürgecilik karşıtı mücadelenin tarihiyle Filistin’deki mücadele arasındaki benzerliklere vurgu yapmak, ayrıca, sömürülenin ve sömürgeleştirilmiş olanın uyguladığı şiddeti kınamadaki anlamsızlığa, körlüğe ve insafsızlığa işaret etmek, ezenin ve sömürgeleştirenin uyguladığı şiddeti sömürülenin ve sömürgeleştirilenin uyguladığı şiddetle bir tutmanın yanlış olduğunu vurgulamaktır.

Şiddet, tartışmalara, ikilemlere yol açmış bir konu. Ezilenin veya sömürgeleştirilenin nasıl direneceği, neler yapıp neler yapamayacağı konusunda bir anlaşma olduğundan söz edilemez. Bu tartışmalar yeni değil.

Filistin denilince hemen kendi ülkem olan Cezayir’le, özellikle onun sömürge dönemiyle (1830-1962) paralellik kuruyorum. Cezayir işçi sınıfının Filistin davasına destek sunuyor oluşu, hiç de tesadüfi değil. Zira her iki ülke de dün olduğu gibi bugün de şiddet araçlarına başvuran ırkçı yerleşimci sömürgeciliğin çilesini çekiyor.

Bunun nedenini anlamak için Frantz Fanon’un Cezayir ve Afrika’daki deneyimleri ışığında kaleme aldığı önemli çalışması Yeryüzünün Lanetlileri’nde “devrimci şiddet” konusunda geliştirdiği analizlere bakmak gerekiyor. Kitap, sömürgecilik karşıtı mücadelenin referans kitabı. Yeryüzünün Lanetlileri, Cezayir’den Gine-Bisav’a, Güney Afrika’dan Filistin’e ve oradan ABD’deki siyahların kurtuluş hareketine uzanan bir hat dâhilinde tüm kurtuluş mücadeleleri için gerekli teorik zemin olarak iş görmüş bir çalışma.

Fanon kitapta, ezilen halkları boyunduruk altına almak için sömürgeciliğin başvurduğu şiddet mekanizmalarını derinlemesine analiz ediyordu.

“Sömürgecilik akılla donatılmış bir beden değil, düşünen bir makinedir. Sömürgeleştirme pratiği, doğal hâliyle icra edilen şiddettir ve ancak kendisinden daha büyük bir şiddete boyun eğer.”

Fanon’a göre sömürge dünyası, “temel mantığı dâhilinde yerli halkı insanlıktan çıkartan veya daha doğru bir ifadeyle, onu hayvanlaştıran” Maniheist bir dünyadır. Bu anlamda Fanon, “ulusal kurtuluşun, ulusun yeniden doğuşunun, millet olma vasfının halkça yeniden kazanılmasının vs. sömürge olmaktan çıkma pratiğinin her daim şiddetin ürünü olan bir olgu olduğunu” söyler.

Cezayir halkının Fransız sömürgeciliğine karşı verdiği bağımsızlık mücadelesi, yirminci yüzyılda görülen ve başka halklara en fazla ilham veren anti-emperyalist devrimlerden birisidir. İkinci Dünya Savaşı sonrası başlayan (ve Hindistan, Çin, Küba, Vietnam gibi ülkelerde açığa çıkan) sömürgelikten kurtuluş dalgasının bir parçası olarak gündeme gelen Bandung Konferansı, bu kurtuluş hareketlerinin “onlarca yıldır, hatta kimi örneklerde yüz yılı aşkın bir zamandır emperyalistlerin hâkimiyeti altında olmuş olan Güney’in halklarının uyanışı”na katkıda bulunduğu tespitinde bulunuyordu.

1 Kasım 1954’te savaş ilân edilmesi ardından Cezayir’de her iki taraftan insanlar öldü. Ölen ve yurtsuz kalan Cezayirlilerin sayısı 1,5 milyonu bulurken bu sayı Fransız tarafında on binler civarındaydı. Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN) askeri güç dengesi konusunda gerçekçi bir yaklaşıma sahipti. Cephe, söz konusu güç dengesinin Dünya’daki en güçlü dördüncü büyük orduya sahip olan Fransa’dan yana olduğunu biliyordu.

FLN’nin stratejisinin ilham kaynağı, Vietnam’ın milliyetçi lideri Ho Chi Minh’in şu ünlü sözüydü: “Siz öldürdüğümüz her bir asker karşılığında on askerimizi öldüreceksiniz, ama nihayetinde bitap düşecek olan siz olacaksınız.”

FLN, Fransızların tahammül edemeyecekleri bir şiddet ve güvensizlik ortamı yaratmak, Cezayir’in bağımsızlık mücadelesinin tüm dünyaca dikkate alınasını sağlamak suretiyle savaşı beynelmilel kılmak istiyordu.

Bu mantık uyarınca Abane Ramdane ve Larbi Ben M’Hidi, Eylül 1956’da gerilla savaşını kentlere yaymaya ve Cezayir savaşını başlatmaya karar verdi. 1966’da çekilen, gerçekçi sinemanın klasiklerinden olan, Gillo Pontecorvo’nun aynı ismi taşıyan filmi, bizim bu tarihsel dönüm noktasının acılarla ve fedakârlıklarla yüklü önemini en iyi şekilde idrak etmemizi sağlıyor.

Filmdeki önemli bir sahnede gerçekte yaşamış olan General Massu’yu temsil eden kurgu karakter Albay Mathieu, yeni yakalanmış olan FLN lideri Larbi Ben M’Hidi’yi basının önüne çıkartıyor. Orada bir gazeteci, M’Hidi’ye kadınların alışveriş sepetlerinde bomba saklamanın ahlaki olup olmadığını soruyor. “Karılarınızın çantalarını ve sepetlerini bombalarınızı taşımak için kullanmak korkakça değil mi, bu bombalar da çok sayıda masumun ölümüne sebep olmuyor mu?” sorusuna Ben M’Hidi şu cevabı veriyor:

“Korumasız köylere napalm bombaları atarak binlerce insanı öldürmek, daha alçakça değil mi? Uçaklarımız olsaydı, bizim için sömürgecileri kovmak daha kolay olurdu. Bize bombardıman uçaklarını verin, sepetler sizin olsun.”

Afrikalı-Amerikalıların basın yayın organlarında Cezayir devriminin giderek daha fazla yer bulması, ABD’de Cezayir Savaşı filminin birçok kez gösterilmesi, aynı zamanda Fanon’un yazıları sayesinde Cezayir, kendi mücadelesini Afrika’daki milletlerin bağımsızlık mücadelelerine bağlı kabul eden Afrikalı-Amerikalı insan hakları hareketinin önemli kollarının simgelerinde, dilinde ve ideolojisinde ağırlıklı bir yer işgal etme imkânı buldu.

1964’te Cezayir’i ve 1956-1957’de Fransızlara karşı Cezayir Savaşı’nın verildiği Kasbah bölgesini ziyareti ardından Malcolm X şunları söyledi:

“Cezayir’de hüküm süren ve halkı, Cezayir’in o asil halkını etlerine saplanmış dikeni çıkartmak için gerekli olan teröristlere has taktiklere başvurmak zorunda bırakan koşulların aynısı bugün Amerika’daki tüm siyahî toplulukları içerisinde hüküm sürüyor.”

Birkaç oy sonra, 1965 yılında bu tespitine şunları ekledi:

“Ben şiddetten yana değilim. Halkımızı barışçıl araçlarla yürütülen mücadele üzerinden tanıyıp ona saygı göstereceklerse bu, tabii ki hayırlı bir gelişme olarak kabul görecektir. Herkes hedeflerine barışçıl araçlarla ulaşmak ister. Ama ben aynı zamanda gerçekçi biriyim. Bu ülkede şiddet dışı araçlara başvurması istenen tek bir halk var o da siyahî halk.”

1968’de Martin Luther King, Jr.’ın suikasta uğradığı haberini alan Kara Panter Partisi lideri Eldridge Cleaver şunları söyledi:

“Savaş başladı. Siyahların kurtuluş mücadelesinin şiddetle yüklü sahnesi burada kuruldu ve ileride bu sahne daha da genişleyecek. Süreç, o mermi ve o akan kanla başladı. Amerika kızıla boyanacak. Sokakları cesetler kaplayacak, ortaya çıkacak sahneler, Fransız sömürge rejiminin nihai çöküşünden hemen önce genel şiddet olaylarının zirveye ulaştığı dönemde Cezayir’den gelen, iğrenç, korkunç ve insana kâbus gördürecek cinsten haberleri hatırlatacak.”

Filistinlileri kabahatli birer mağdurmuş gibi gösteren, mağduru suçlayan dille mücadele etmek zorundayız. Amerika’da yaşayan Filistinli akademisyen Nura İrakat’ın da dile getirdiği biçimiyle bu dil, “İsrail’in sömürgeci hâkimiyetini aklıyor, bizim ona suç ortaklığı yapmamızı sağlıyor.” Filistin tarafının uyguladığı şiddete odaklanmayı tercih etmek suretiyle biz onlara şu mesajı iletmiş oluyoruz: “Barışçıl araçlarla direnmelisiniz, zira sizin İsrail işgaline ve zulmüne direnmeye hakkınız yok.”

Ezilenin ve sömürgeleştirilenin şiddetini mahkûm edip ona dikkat çekmek, sadece ahlak dışı değil, aynı zamanda ırkçı bir pratiktir. Sömürgeleştirilmiş halklar, bilhassa tüm politik ve barışçıl tepki kanallarının tıkandığı veya yok edildiği koşullara, ellerindeki her türden gerekli araçla direnme hakkına sahiptirler.

Son 75 yıl boyunca Filistin’in barış anlaşmasını müzakere etme girişimleri ret ve sabote edildi. 2018’de ağır bir şekilde bastırılan, 200’den fazla insanın öldürüldüğü, on binlercesinin yaralandığı ve sakat kaldığı, Hamas’ın iradesiyle başlatılmış olan “geriye dönüş yürüyüşü” ve birçok Batılı ülkede Siyonist lobinin baskılarıyla yasa dışı ilân edilen uluslararası Boykot, Tecrit ve Yaptırım (BDS) kampanyası gibi şiddet dışı direnişe yönelik tüm çabalar bastırıldı, suç ilân edildi.

Sömürgeci işgalinin ve ırk ayrımcılığının o genel barbarca pratiği bağlamında sivillere yönelik şiddet olaylarında sorumluluk ve adalet ile ilgili yürütülen tüm tartışmalarda en uygun olanı, ezenin şiddetini sorgulamakla işe başlamaktır. Frantz Fanon’un isyan ve ayaklanmanın rasyonelliği ile ilgili geliştirdiği anlayış uyarınca ezilen, sırf nefes alamadığı için isyan eder.

Kendisini Filistin tarafının uyguladığı şiddeti mahkûm etmekle sınırlamayı tercih etmiş olan kişi, esasında Filistinlilerden kurbanlık koyun gibi kaderlerini kabul etmelerini, direnmeyip sessizce ölmelerini istemektedir. Böylesi bir tavır yerine bizim tüm çabalarımızı acil ateşkesin ilânına, ikinci Nekbe’nin yinelenmesine mani olmaya, işgalin ve kuşatmanın sonlandırılmasına teksif etmemiz, bir yandan da Filistinlilerle verdikleri özgürlük, adalet ve kendi kaderini tayin hakkı mücadelesinde dayanışma içinde olduğumuzu ortaya koymamız gerekmektedir. Filistinlilerin Hayatı Önemlidir!

Hamza Hamuşen
9 Kasım 2023
Kaynak

0 Yorum: