01 Ocak 2016

İslam’ın İçine Doğduğu Stratejik Ortam


Büyük davaların başarılarını veya hatalarını çoğunlukla şans ve zamanlama belirler. Bu, Muhammed ve yeni İslam dini için de geçerlidir. Her ikisinin elde ettiği ilk başarı ve hayatta kalışı, Mekke ve Medine’nin ötesinde ve tümüyle Muhammed’in kontrolü dışında oluşan bir dizi lehte stratejik koşula bağlıdır. Muhammed (MS 570-632), Arabistan içindeki ve dışındaki politik ve toplumsal koşulların İslam’ın dinî ve askerî başarısını kolay kılan bir dinamiği ürettiği dönemde yaşamıştır. Bu başarının söz konusu koşulların mevcut olmadığı bir ortamda mümkün olup olamayacağını tartışmak anlamsızdır. Önemli olan, Muhammed’in hayatının ortaya koyduğu sonuca etki eden Arabistan’daki stratejik ortamda işleyen koşulları ve bu koşulların İslam’ın tesis edilmesi ile Muhammed’in elde ettiği askerî başarıya nasıl katkı sunduğunu anlamaktır.

Kimi vakit bu koşulların Arabistan çöllerinin dayattığı tecritten ve Mekke ile Medine gibi yerlerin uzak oluşundan müteşekkil olduğu söylenir. Ancak bu tarz değerlendirmeler, sadece coğrafî manada doğrudurlar. Daha geniş bir toplumsal ve politik bağlam dâhilinde Muhammed’in yaşadığı dönem süresince Arabistan, kendisine sınırı bulunan büyük Bizans ve Pers imparatorluklarını etkileyen jeopolitik ve stratejik güçlerden tecrit edilmiş bir yer değildir. Muhammed’in doğduğu günlerde Arabistan, Bizans ve Pers siyasetinden güçlü bir biçimde etkilenen ve bu iki siyaset arasında sıkışıp kalmış bir yerdir. Arabistanlı tüccar sınıfı, her iki imparatorlukla sık sık temas kurmakta, kendi ekonomik çıkarları uyarınca büyük güçlerin elindeki şehirleri ve mahkemeleri ziyaret etmektedir. Mekke’den çıkıp Şam’a ya da Akabe Körfezi’ndeki Ayla’ya, sonrasında Gazze ve Mısır’a giden veya kuzeydoğu yönünde ilerleyerek, çölü geçip Irak’taki Hira’ya ve Pers Körfezi boyunca uzanan şehirlere giden kervanlar, Mekkeli tüccarların Bizanslı ve Persli devlet yetkilileriyle doğrudan temas kurmalarını sağlamaktadırlar. Yılda en az iki kez büyük kervanlarını imparatorluk pazarlarına gönderen Mekke, görece daha küçük kervanlarını daha sık kullanmaktadır. Muhammed döneminde, dinî ve politik fikirlerin oluşumunda imparatorluğun etkileri, Arabistan’daki ticaret kentlerinde açık biçimde gözlemlenmektedir. O’nun bu etkilerin kendisinin de bir dönem ait olduğu tüccar sınıfının diğer üyelerinden daha az bilincinde olduğunu iddia etmek için herhangi bir sebep yoktur. Üstelik, hem Bizans hem de Pers imparatorluklarında mevcut olan muhtelif Hristiyan tarikatları Arabistan’ın bir yerinde yeni bir peygamberin çıkmak üzere olduğu fikrini ortaya atmaktadırlar. O gün yerelde mevcut olan Arap dini, büyük ölçüde putperestlikten müteşekkildir. Muhammed’in doğumundan en az bir yüz yıl boyunca Kutsal Kâbe’de tapılan putlardan birisi olan Hubal, Mekkeli tüccarlarca satın alınıp o puta tapılan Nebatiye’den dönen bir Arap kervanı ile şehre getirilmiştir.[1]

Arap tüccar sınıfı, emperyalist güçlerin Arabistan’la ilgili çıkarlarının ve faaliyetlerinin bilincindedir. Güvenlik ve ekonomi ile ilgili endişeler emperyalist güçleri bu bölgede çıkarları peşinde hareket etmeye itmiştir. Arabistan’a sınırı bulunan her iki imparatorluğa ait çiftlikler ve köyler, hızla saldırıp çöle geri çekilen bedevi kabile üyelerince uzun süredir yağmalanmaktadırlar. Pers ve Bizans askerlerinin bu insanları takip etmeleri gayet güçtür. Bu çöl yağmacılarına karşı sınırlarında devriye atmaları ve bu sınırları korumaları için güvenilir Arap müttefikler bulunması gerektiğinden, Persliler ve Bizanslılar, kabile siyasetine dâhil olmak zorunda kalmışlardır. İki imparatorluğun arzuları, esasen sınır güvenliğinin ötesine geçmektedir. Persya, bazı Arap kabilelerini hak taleplerinde bulunmaları konusunda sıklıkla cesaretlendirmektedir. Burada amaç, zengin baharat ticaretindeki nüfuzu artırmaktır. Persliler, esas olarak Yemen’e odaklanırlar. Burada kendisine dost bir rejim tesis etmek için mevcut karışıklığı desteklerler. Bizanslılar, buna Etiyopya’yı (Abisinya) stratejik bir platform olarak kullanarak cevap verirler. Pers nüfuzunu kırmak için buradan Arabistan içlerine ordular gönderilir.

Bizans’ın desteğini alan Abisinya ordusu, Arabistan’ı işgal eder ve 570’te, Muhammed’in doğduğu yılda, Mekke’ye saldırır. Bu olay, Arap hafızasına “Fil Yılı” olarak kaydedilir. Mekke’de hiç kimse daha önce fil görmemiştir. Orduya kimse direnemez, kaçınılmaz olarak mağlubiyet yaşanır. Sonrasında yaşananlarsa belirsizdir. Arap metinlerine göre, büyük bir kuş sürüsü gelir, göğü karartır, yukarı bakan askerlerin yüzlerine taşlar atar. Bu çakıl taşları öyle büyük bir şiddetle düşer ki askerlerin yüzlerinde yaralar açılır. Ordu çekilir, Mekke kurtulur.[2] Mucizeye değil gerçeğe baktığımızda, muhtemelen askerler çiçek hastalığına yakalanmışlardır.

Arabistan’daki ve diğer yerlerdeki büyük güç politikası oyununda yer alan merkezî oyuncular, yedinci yüzyılın başında Bizans ve Perslilerdir. Beş yüz yılı aşkın bir süredir bu iki güçlü devlet, güvenlik sorunlarına yol açan ortak bir sınırı paylaşmaktadır. Bir taraf güçlendiğinde diğeri bunu bir tehdit olarak görmektedir. Biri zayıfladığında diğeri bunu yok etme imkânı olarak değerlendirmektedir. İki imparatorluğun bu denli birbirine yakın olması, kesintisiz süren politik, ticarî ve askerî bir husumete yol açmaktadır. Bu da büyük savaşlara ve silâhlı çatışmalara sebep olmaktadır. Beş yüz yılı aşkın süren husumete ve savaşa karşın iki büyük güç arasındaki sınır, uzun süre değişmeden kalmıştır. İki taraf da onca çabaya rağmen kısa süreli taktik avantajlar dışında herhangi bir şey kazanamamıştır.

Batı’da Roma İmparatorluğu’nun barbar istilaları sonucu yaşadığı çöküş, imparatorluğun İtalya, Galya, Britanya, İspanya ve doğu Avrupa’nın önemli bir kısmının kontrolünü kaybetmesine yol açar. Hükümetin merkezi Konstantinopol’a kayar. Batı imparatorluğunun yıkıcı darbesine karşın Roma bu şehide 1453’e kadar yaşamayı bilir.[3] Muhammed’in doğduğu dönemde Doğu Roma İmparatorluğu hâlâ büyük bir güçtür. Yunanistan’ı, Anadolu’yu, Suriye’yi ve Mısır’ı içine almaktadır. Kuzey Afrika sahili de onun elindedir. Bu eyaletler, doğu Akdeniz boyunca savunmaya dair bir rol oynarlar. Bölge, tümüyle Bizans donanmasının kontrolündedir. Güneyde ise Arabistan çölü uzanmaktadır. Yüzlerce yıldır baskınlara maruz kalan güney sınırı, stratejik bir tehditten çok genel bir sıkıntıyı teşkil etmektedir. Bizans’ın güvenliğini en fazla tehdit edense doğudaki Persya tehdididir.

Batı Romalılar, Konstantinopol’daki imparatorların elli yıldan fazla bir şeyler yapmasına, Roma’nın kaybedilen eyaletlerde yeniden kontrolü ele geçirmesine mani olurlar. İmparator Justinian (MS 527–565) Roma politikasını değiştirip batı topraklarına askerî harekât başlatır. Başında büyük saha komutanı Belisarius’un bulunduğu Doğu Roma ordusu, İtalya’nın bir kısmını ve Kuzey Afrika’yı kontrol altına alır. Pers-Roma arasındaki sınırda askerî güç dengesini yeniden tesis etmekse en zor olanıdır. İnsan gücü ve iç imkânlar hep Persliler lehinedir. Batıya saldırı düzenleyen Justinian, Pers sınırındaki insan gücünü ve kaynaklarını çekmek zorunda kalır. Bu da sınırı Pers saldırılarına açık hâle getirir. Dolayısıyla sınırda bir dizi çatışma yaşanır. Her daim stratejik açıdan realist bir isim olan Justinian, Pers işgali tehlikesini görür. Müzakere ve taviz yoluyla tehlikeyi savuşturmak için hamle yapar. İşgal tehdidini kaldırmak için Perslilerle barış müzakeresi yürütür. Anlaşmayı her iki taraf geçici kabul etmektedir. Romalılar, bazı köyleri ve toprakları karşı tarafa teslim ederler ve Perslileri köşeye sıkıştırmak için para ödemeyi vaat ederler. Bunun karşılığında Pers orduları çekilirler.

Pers İmparatorluğu, muazzam bir büyüklüğe sahiptir. Afganistan’daki Ceyhun Irmağı’ndan Kürdistan bölgesine kadar uzanmaktadır. Başında Sasani hanedanlığının bulunduğu devletin başkenti Dicle’nin doğu yakasında, Bağdat’ın güneyindeki Tizfun’dur. Bizans’ın Perslerle imzaladığı barış anlaşması, Justinian’in 565’te ölmesine dek sürer. İmparatorluk, o günden sonra kriz dönemine girer. Güçsüz bir dizi yönetici başa geçer. Sonuçta 602’de yaşanan askerî isyan karışıklığı ve zayıflığı daha da artırır. Pers İmparatoru II. Hüsrev’in gözü zengin Roma şehirlerindedir. Aynı yıl imparator, Roma topraklarına saldırır. 613’te Pers orduları Şam’ı alır, bir yıl sonra da Kudüs düşer. Hristiyanlığın en önemli kutsal emanetlerinden olan Hakiki Haç, Nesturi Hristiyan olan Perslilerce çıkartılır. 616’da Pers orduları Mısır’ı işgal eder, sonra sıra Anadolu’ya gelir. Bizans İmparatorluğu çöküş ve işgalin eşiğindedir. Askerî yenilgileri terse çevirme becerisinden artık yoksundur.

Bu ciddileşen ortamda Roma ordusu, doğuda başkentteki yozlaşmış yöneticilere karşı isyan eder. İsyanın amacı, Roma’yı selamete kavuşturmaktır. İsyanın liderlerinden olan Heraclius (MS 575–641) Bizans imparatoru Phocas’ı devirir ve 610’da iktidarı alır. O dönemde doğu eyaletlerinin tamamı Perslilerin elindedir. Heraclius, işgal altındaki toprakları yeniden ele geçirmek ve Pers ordularını yok etmek için hamle yapar. Issus (İskenderun -622), Kızılırmak Nehri (Halys -623), Seyhan Nehri (Sarus -625) ve Ninova’daki (627) dört büyük savaşta Heraclius, Pers ordularını yener ve Persya’yı istila edip yıkıma tabi tutar.[4] 628’de Hüsrev öldürülür ve Pers İmparatorluğu anarşi ile hanedan kavgasına sürüklenir. Hüsrev’in halefi II. Kavaz, Romalılarla barış yapar. Savaş yirmi altı yıl sürmüş ve her iki devleti de bitap bırakmıştır. Anlaşma sonrası sınırlar, savaştan önceki sınırlarla temelde aynı kalmıştır.

Muhammed’in isyanı, tam da bu iki büyük gücün yorulduğu döneme denk düşer. Bu tesadüf önemlidir, zira iki imparatorluk da komşu Arabistan’daki olayları etkileme becerisinden yoksundur. İki güç de yüzlerce yıldır Arabistan’da kendi çıkarlarının peşinden koşmuştur. Kimi zaman Arap kabilelerinden oluşan rakip koalisyonlar yoluyla bu iki imparatorluk kimi müdahaleler gerçekleştirmiştir. Bazen de doğrudan işgal yoluna gidilmiştir. Muhammed’in isyan bayrağını çektiği dönemde tüm bu çabaların artık hiçbir hükmü kalmamıştır. Büyük güçlerin ve vekillerinin olayları etkileme becerisi, önemli oranda azalmış durumdadır. Artık Muhammed’in isyanının karşısında duracak hiç kimse, hiçbir güç yoktur.

Büyük güçlerle vekilleri arasındaki bağların kökeni, dinî yakınlıktır. Bu, bilhassa heretik Hristiyan tarikatlara yönelik zulmün çarpıcı sonuçlara yol açtığı, devletin resmî dininin Ortodoksluk olduğu Bizans gerçekliğinde böyledir. Persliler, Bizans imparatorları sapkınlık olarak ilân ettikten sonra Nesturi Hristiyanlığını benimserler. Zulme uğrayan Nesturiler Persya’ya alınırlar. Suriyeliler, Filistinliler ve Mısırlılar Bizans yöneticilerinin heretik-sapkınlık olarak gördüğü Monofizit Hristiyanlığına mensupturlar. Tüm bu tarikatlar, imparatorlukların hırslarıyla şu veya bu şekilde bağlantılıdırlar. Hristiyanlık, Arabistan içerisinde sınırlıdır. Kabileler, çoğunlukla müttefik oldukları imparatorlukların inancını benimsemektedirler. Muhammed döneminde emperyal güçlerin zayıflığı, onların Arap müttefikleriyle kurdukları bağları kopartmıştır. Kabileler, geleneksel putlarına geri dönerler ve dinî nüfuz zayıflar. İmparatorluk desteğinden mahrum olan Hristiyan tarikatlar ve Arabistan’daki müttefikler, Muhammed’in dinî hareketini bastırılması gereken bir başka tehlikeli tehdit olarak görürler. Muhammed’in yeni inancı, Arabistan’ın hiçbir yerinde örgütlü dinî muhalefete tanık olmaz. Muhammed, İslam’ı her iki imparatorluğun sınırlarında kurmaya çalışınca, papaz sınıfından ve müttefiklerinden sert bir muhalefetle karşılaşır. Yeni din bastırılma, Muhammed’in hapse atılması veya öldürülmesi gibi bir tehditle yüzleşir.

Bedevi baskınlarından mevcut sınırları koruma noktasında Arap müttefikler, büyük güçlerin stratejisi dâhilinde önemli birer unsurdurlar. Her iki imparatorluk, Arap kabilelerle imparatorluk sınırlarını korumak amacıyla güçlü koalisyonlar kurmuştur. Bu kabilelerin şeflerine armağanlar, resmî unvanlar verilir. Burada amaç, şeflerin bağlılığını artırmaktır. Şefler de himaye sayesinde kabile üyelerinin sadakat göstermesini güvence altına alırlar. Emperyal güçler, Muhammed’i Hristiyanlığa yönelik bir tehdit olarak görüp ona karşı çıkarlar. Bu aşamada kabileleri de kullanırlar. Arap müttefiklerin birçoğu Hristiyan olmuştur. Bunlar, Muhammed’in hareketini ezmek için kullanılır. İslam, sapkınlık zemininde değerlendirilir. Bu değerlendirme, nispeten belirli bir kolaylıkla icra edilir.

Arap Beni Gassân ailesi ya da Gassânîler, Romalılara Suriye’nin ve Ürdün’ün güney sınırını bedevilerden koruma hizmeti vermektedirler. Bu kabile, Monofizittir. Sınır muhafızları olarak verdikleri hizmete muhtaç olan, Ortodoks mezhebine mensup yöneticiler, kabilenin bu yönünü görmezden gelirler. Doğuda ise Persliler, Arabistan ile aralarındaki sınırı korumak için Arap müttefiklerini parayla tutmaktadırlar. Nesturi Hristiyan Lahmî kabileleri Perslilerin müttefikidirler. Bu kabile koalisyonları, bağlı oldukları ülkelere sadık kaldıkça çöldeki hudutlar Arap yağmacılara karşı nispeten daha güvenli kalmaktadır. Bu kabileler, aynı zamanda çölden gerçekleştirilmesi muhtemel her türden büyük ölçekli işgal girişimine karşı öncelikli stratejik savunma hattı olarak iş görmektedir. Bu işgal amaçlı saldırılar, Muhammed’in vefatından kısa bir süre sonra İslam ordularınca başarıyla gerçekleştirilmiştir. İmparatorlukların Arap kabilelerle gerçekleştirdikleri bu ittifaklar, Muhammed’in doğumundan yaklaşık yüz yıl öncesinden beri sınır savunmasının başarılı bir zemini olarak katkı sunmuştur.

Sebepleri pek bilinmemekle birlikte, her iki büyük güç de aynı stratejik hatayı yapar. Bu hata, çöldeki hâkimiyeti aynı istilacı gücün saldırısına açık hâle getirir. 581 yılında Gassânîlerin şefi Monofizit, yani heretik olması sebebiyle tutuklanıp hapse atılır. Bunun üzerine Gassânîler isyan ederler. Artık yağmacı güç onlardır. 605’te Pers imparatoru, Lahmîlerin şefiyle kavga eder ve şefe verilen parayı, imtiyazları ve konumu yürürlükten kaldırır. Lahmîler isyan ederler ve Pers-Arabistan sınırı boyunca tüm köyleri yağmalarlar. Bu sağgörüsüz eylemlerin sonucunda her iki imparatorluğun sınırları askerî güçlerden mahrum kalır ve Arapların saldırılarına açık hâle gelir.

Gelgelelim imparatorluklar, söz konusu stratejik tehlikeyi ilk anda fark edemezler. Muhammed’in başkaldırısı yeni uç vermiştir, İslam ise henüz başlangıç aşamasındadır. Büyük güçlere saldırabilecek bir Arap ordusuna da henüz rastlanmamaktadır. Öngörülebilir gelecekte sınır güvenliği meselesi, bir süre ara sıra gerçekleşen, küçük ölçekli bedevi akınları şeklinde varlığını muhafaza etmektedir. Ancak 632’de Muhammed vefat ettiğinde stratejik durum önemli ölçüde değişir. O’nun miras bıraktığı en önemli hususlardan biri, sadece yağma ve talan gibi kaynaklardan istifade edebilen, dinî coşku ile motive olan büyük, eğitimli ve yetkin liderlere sahip askerî güçtür. Ayrıca yeni din, Arapların birbirlerine saldırmalarına yasak getirmiştir. İslam orduları, Arabistan sınırlarının ötesine geçmeye, yeni İslam inancını Doğu ve Batı’ya taşımaya hazır bir konumdadır. Sonuç alınamayan onlarca savaşla geçen yıllar üzerinden artık yorulmuş ve iflas etmiş olan Persliler ve Bizanslılar, kendilerini birden Arabistan’dan gelen muazzam bir askerî tehditle baş başa bulurlar.

Muhammed’in hayatının ve peygamberliğinin arka planını teşkil eden, başarı ihtimallerini artıran işte bu stratejik, dinî ve toplumsal durumdur. Bizans ve Pers imparatorluklarındaki Hristiyan tektanrıcılığı, daha Muhammed doğmazdan çok önce Arabistan’a nüfuz etmiştir. Tek Tanrı fikri, hatta yeni bir peygamberin geleceği öngörüsü, Muhammed’in isyan ettiği dönemde yaygın bir biçimde kabul görmektedir. Bizanslıların, onlardan daha az olmak üzere, Perslilerin heretik tarikatlara bazen de kendi Arap müttefiklerine yönelik uyguladıkları dinî zulüm, bu iki imparatorluğun yeni İslam inancına karşı bir güç çıkartmasını imkânsızlaştırır, böylelikle Muhammed isyana başlarken eli rahatlar ve yeni dini dış müdahale olmaksızın teşkil eder. Aynı dönemde bir de Arap tüccarlarla imparatorluk pazarları arasında ticarî temaslar söz konusudur. Bu temaslar sayesinde imparatorlukların muazzam servetlerine ilişkin hikâyeler her yana yayılır. Böylelikle köyler ve şehirler, uygun zamanda yağmanın hedefi hâline gelirler. İslam inancı, Araplara karşı yağma girişimlerini yasaklar. Birleşen Arap orduları yüzlerini Bizans ve Pers imparatorluklarına çevirir. Artık buralar, savaş alanları ve ganimet kaynaklarıdır.

İslam orduları, 633-634 kışında sınırdaki Bizans şehirlerine saldırırlar. Üç koldan ilerleyen ordu, Medine’den yola çıkar. Filistin ve Suriye’yi işgal eder. Baskınlar ve saldırılar aracılığıyla sınırdaki küçük Bizans garnizonlarını ele geçirir. Diğer yandan başka bir Arap ordusu Şam’a saldırır. Bizans’a ait bir yardımcı kuvvet şehre gelir ama geri çekilmeye zorlanır. Tüm Filistin, Arap akınları karşısında artık savunmasızdır. Bir yıl sonra Şam düşer. Doğu’ya, Irak’a doğru ilerleyen Lahmî kabileleri Fırat Nehri’ni geçer ve önemli bir ticaret kasabası olan Hira’yı ele geçirir. 26 Ağustos 636’da Suriye’deki son Bizans gücü Yermük Nehri kıyılarında mağlup edilir. Toros Dağları’na dek tüm Suriye Arapların eline geçer. Bugünkü Tel Aviv ve Hayfa arasında yer alan Kesariya ile Kudüs teslim olur. 640’ta Arap orduları Mısır’a saldırır ve Bizans’ı gene mağlup eder. Eylül 642’de Mısır’ın işgali tamamlanır. 646’da Bizans idaresinin Mezopotamya’daki son kalıntıları temizlenir. Böylelikle antik döneme ait Akdeniz dünyasının birliği sonsuza dek bozulur.

Arapların doğuda elde ettikleri bir dizi zafer sayesinde Pers Sasani İmparatorluğu yıkılır. 634’te Perslilere saldırılır. Üç yıl içerisinde Arap orduları Irak sınırına kadar ilerlerler. Persliler ise Irak kapısını açık bırakarak Zağros Dağları’nın öte yakasına çekilirler. Bir yıl sonra, Şubat 637’de büyük bir Pers ordusu Kadisiye’deki Hira kasabasının güneyinde mağlup edilir. Birkaç ay içerisinde imparatorluk başkenti Ctesiphon [Medain] dâhil tüm Irak düşer. Aynı yıl Nihavend’de bir Pers ordusu mağlup edilir. 642 yılında bir başka Arap ordusu Dicle Nehri’ni geçer. Sekiz yıl içerisinde tüm Persya Arap idaresine girer. Arap orduları, Ceyhun Nehri’ni geçerek doğuya ilerler ve nihayetinde Hindistan’a ulaşır. Batıda ise Mısır kenti İskenderiye Arapların elindeki ana donanma üssü hâline gelir. İslam’ın nüfuzu buradan Akdeniz’e yayılır. 661’de Emevî Devleti’nin kurulmasıyla Araplar tekrar batıya saldırıya geçerler. Tunus’u ve Fas sahilini işgal ederler. Yedinci yüzyılın sonunda Arap orduları İspanya’ya geçerler. Kırk yıl içerisinde küçük bir kabile koalisyonunun bileşeninden muazzam bir imparatorluğun efendileri hâline gelirler.

Arabistan’da mevcut olan geleneksel putperestlik, eski dini İslam’ın meydan okumasına karşı koruyabilecek bir din adamı sınıfı ve devlet kurumları üretmemiştir. İmparatorluk döneminde heretik Hristiyan tarikatlarının çoğunlukla katliamla sonuçlanan dinî kurumsal direnişlerine tanık olunduğu koşullarda İslam, Arabistan’da önemli bir başarı elde eder. Dinî tarikatların Arabistan dışında nüfuz elde edememeleri ve Muhammed’e karşı çıkamamaları, sonrasında İslam’ın başarılı olmasını kolaylaştırır. Bu başarıya başka koşullar da katkı sunar. Medine’deki toplumsal huzursuzluk, Muhammed’in oraya hicret etmesi ve bu şehirde etkili bir isim hâline gelmesi için gerekli fırsatı sunar. Kentte insanlar aralıksız süren savaşlardan bıkmış durumdadırlar ve bu savaşların devam etmesinden korkmaktadırlar. Tam da böylesi koşullarda, kabilevî yükümlülüklere ve korumaya dayalı sistemin çözüldüğü gerçeklikte Muhammed, yeni bir cemaatin, bir ümmetin gerekli olduğunu vaaz eder. Tüccar kesimi içerisindeki ekonomik rekabet ve biriken zenginlik toplumsal statünün ve yükümlülüklerin geleneksel temellerini aşındırmaktadır. Muhammed’in ilk müritlerinin önemli bir kısmının yeni oluşan koşulların mülksüzleştirdiği veya zulmettiği insanlar olması tesadüf değildir.

Muhammed’in başkaldırdığı dönemde Arabistan’ı biçimlendiren güçlere yönelik olarak burada yapılan vurgu, o başarının kaçınılmaz bir biçimde gerçekleştiği veya Muhammed’in bu başarıya ulaşmasının olağan olduğu şeklinde yorumlanmamalıdır. Buradaki analizde dile getirilen hiçbir şey, O’nun söz konusu güçleri tanıyıp onları kendi avantajına olacak şekilde kullanma konusunda gösterdiği dehaya asla gölge düşürmemelidir. Bu başarılı devrimci, son olarak şu hususta övülmelidir: O, tarih denilen dalganın yükselişini görmüş, ona binip davasını muzaffer kılmıştır. Muhammed, “kazara” peygamber olmamıştır. O, içinde mücadele ettiği ve her seferinde kendi lehine istifade ettiği fiilî ortamın niteliğini kavrayan parlak bir zekâya sahip, devrimci bir savaşçıdır.

Richard A. Gabriel

[Kaynak: Muhammad: Islam’s First Great General, C&C, 2007, s.11-22.]

Dipnotlar:
1. Hoyland, Arabia and the Arabs, s. 142. Bu çalışmada putun kökeninin Nebatiye olduğu söyleniyor. Ayrıca İbn-i Hişam’ın puta ilişkin tarifi ile Kâbe’de başvurulan ritüellerle ilgili olarak bkz.: Hitti, History of the Arabs, s. 100. Bu çalışmada ise putun Ürdün’deki Muablılar olduğu söyleniyor. İddialar arasında ihtilaf bulunuyor. Geleneğe göre ise Muhammed döneminde Kâbe’de binden fazla put bulunuyor.

2. Glubb, Life and Times, s. 50.

3. 1453’te Konstantinopol’un askerî manada yaşadığı çöküşün tarihi için bkz.: Gabriel, “Byzantines and Ottomans,” Empires at War, cilt. 3.

4. Heraclius’un hayatı ve savaşlarına dair kısa bir değerlendirme için bkz.: Dupuy ve Dupuy, Encyclopedia of Military History, s. 329.

0 Yorum: