16 Ocak 2016

Postmodern Sol ve Neoliberalizmin Başarısı


Uluslararası sol, kendisini neoliberalizme karşı sürdürülen direnişin acı gerçekliği ile meşgul olmak yerine kendi imajını yüceltmekle yetiniyor. Onun postmodernizme iman etmesine gerek de yok, zira o, zaten postmodernizmin ta kendisi.

Neoliberalizmin 30-40 yıl içerisinde tüm dünya genelinde yükselişe geçmesi ve bilhassa 2007-08’de yaşanan mali krizden beri gösterdiği direnç, bizi ona karşı nispeten daha başarılı bir direnişin neden ortaya konulamadığı sorusunu sormaya itiyor.

Önce söze, özellikle Batı’da işçi sınıfının yapısındaki değişimle başlayalım. Yalnız bu, kıymetli bir çaba, ama gene de neoliberalizmin işçi sınıfı direnişini tümüyle ortadan kaldırdığını söylemeye gerek yok. Yunanistan’da yaşanan bir dizi genel grev, bu direnişin somut varlığını ortaya koyuyor. Buna ek olarak ABD, son dönemde polislerin siyahları öldürmesine karşı kentlerde yaşanan isyanlara tanık oldu, binalar ateşe verildi, polis otoları imha edildi, devletin dayattığı koşullara karşı birçok isyan yaşandı. Bu eylemlere katılanların çoğuna kundakçılık ve başka suçlar isnat edildi. Çoğu, hâlihazırda birkaç yıllık cezalarla hapiste.

Sorun, militanlığın muhtemel bir olgu veya gerçekleşmesi an meselesi olan bir ihtimal olması değil. ABD’de işçi sınıfı, polis terörizmine karşı büyük bir cesaret ortaya koydu. Avrupa sermayesi, ülkeyi ekonomik anlamda rehin almış olmasına karşın, Yunanistan, tasarruf tedbirlerine karşı çıkmayı bildi.

Dolayısıyla asıl soru şu: Sol, neoliberalizme karşı direnç örme konusunda neden başarısız oldu?

Bu soruya onlarca cevap verilebilir, hepsinde de solun varolduğu söylenecektir. Ama Yunanistan’da SYRIZA’nın tasarruf tedbirlerine direnememesi ve pratikte bu tedbirleri benimsemesi, sorunu daha da derinleştirdi ve belirginleştirdi. Söz konusu gelişme, insanı rahatsız eden hakikatleri bir bir yüzümüze çarptı.

Demek ki sol, neoliberalizme karşı direnç örme konusunda başarısız olamadı değil, belki de bunu hiç denemedi bile.

SYRIZA, radikallerin çöküş yaşayıp neoliberalizme teslim olan sosyal demokrasiye tepki olarak kurdukları on yıllık bir ittifak projesi değil miydi? Muhtemelen o dönemde parti, bilhassa üyelerinin önemli bir kısmına, böyle görünüyordu. Ama tüm proje, hızla ve çarpıcı bir biçimde çöktü. Parti, bir hafta içinde enternasyonal solun en ileri cephesi olmaktan çıkıp, en yanlış olana evrildi.

11 Temmuz 2015 sabahının ilk saatleri, partiyi ve uluslararası solun mevcut kuşağını tanımlayan momentti. Birçok tarihçi, bu detayı birçok parlamento oturumundan biri olarak ele alıp hasıraltı etti, oysa bu moment çok önemliydi. İlgili momentte, tasarruf tedbirlerine Yunan halkının “hayır -oxi” demesinden birkaç gün sonra, partinin milletvekilleri, tasarruf tedbirlerini kabul ettiler. Parlamentoda 149 koltuğu olan partinin sadece iki milletvekili, halkı temsil ettiklerini söyleyip “hayır” dedi. Bu, aslında hiçbir radikal ismin ömrünün geri kalan kısmında unutamayacağı, çarpıcı bir momentti.

Partinin aldığı oylar, bir sonraki ay içerisinde daha da arttı, ama 11 Temmuz’daki çöküşün öyle kolayca unutulmaması gerekiyor. Bu moment, uluslararası solun yaşadığı sorunun önemli bir anı olarak ele alınmalı.

SYRIZA üyeleri, daha çok şu “radikal solun birleşik koalisyonu” imajına bağlılar. Onun tasarruf tedbirlerine karşı çıkma fırsatından istifade etmesiyse görece daha düşük bir ihtimal. Parti üyeleri, gerçeklikten ve sonuçlarından kaçıp, inşa ettikleri imajı koruma altına aldılar. Bu ise postmodern solun pratikte yaptığı yegâne şey, yani gerçeklikten kaçıp, imajı koruma altına almak.

Merhamet nedir bilmeyen neoliberalizm, karşısında uluslararası sol postmodernizmi buluyor. Bu, sadece teoride değil, pratikte de işleyen bir süreç. Uluslararası sol, biçimi özün önüne koyuyor, kendisini iyi hissettiği anları yüceltiyor, kapitalist sömürüye direnmenin o ağır gerçekliğinin karşısına janjanlı liderleri çıkartıyor ve onları allayıp pulluyor. Postmodern sol, teoride üstanlatılara veya nesnel gerçekliğe karşı değil. Esasında o, tarihsel sürecin değiştirilmesi meselesinde kendisinin merkezî öğe olduğuna dair üstanlatıyı benimsiyor. Ama tarihsel gelişimin merkezine kendisini yerleştirdiğinde tarih, kimsenin bir anlam veremediği uhrevî, biçimsiz bir leke olarak ele alınıyor. Tarih sadece gerçekleşiyor, ona biçim verebilecek her türden olası seçenek iptal oluyor. Sol, şoför mahaline kurulur kurulmaz, ona sistemin hilelerine pasif bir biçimde katılmaktan başka bir seçenek kalmıyor. Bunun dışında her şey çok zormuş gibi görünüyor.

Postmodern sol, yoksullar ve mazlumlar arasında fiilî bir güç inşa etmekten kaçınıyor, bunun yerine, tümüyle nafile ve boş olan, kendisini mücadele ve güçmüş gibi hissettiren, kendi kendisini sergileyip duran temaşalara odaklanıyor.

Postmodern sol, “sınıf mücadelesi sendikacılığı”ndan bahsediyor, sonra bütçenin dengelenmesi adına, emeklilik reformu uyguluyor ve ardından da böylesi şeyleri hiç mi hiç desteklemediğini ısrarla iddia ediyor. Çünkü kelimeler anlamsız ve onların nesnel gerçeklikle hiçbir ilişkisi yok.

Postmodern sol gerçeklikten kopuyor, zira o kendi gerçekliğini kuruyor.

Onun postmodernizme iman etmesine gerek de yok, zira o zaten postmodernizmin ta kendisi.

Postmodern Solculuğun Maddî Kökleri

Postmodern sol, nesnel gerçekliğin anlam yitiminin bir sonucu değil, aksine o, bilhassa sivil toplum örgütü formu dâhilinde, prangalarla bağlı olduğu somut maddî bir temelden çıkış alıyor. Neoliberalizm koşullarında sosyal yardım programları imha ediliyor, bunların yerini STK’ların sundukları hizmetler alıyor, bu hizmetlerse para kaynağını vakıflardan ve hükümet bağışlarından ya da doğrudan şirketlerden buluyorlar. Ayrıca işçi sınıfı için mevcut istikrarın diğer kaynakları da ortadan kaldırılıyor. STK denilen örgütlenme formu, hizmet sektörüne ve solun içine doğru genişliyor. Protestolar örgütleyen hareketler, bu bağışlar üzerinden tam zamanlı çalışan üyeleri temelinde inşa ediliyorlar. STK’lardaki sorun, faaliyetler için gerekli parayı veren kaynaklara, o kaynaklara sahip seçkinlere karşı çıkmaksızın statükoya itiraz edilmesi. Bu sorunun çözüme kavuşturulması imkânsız. Zira STK’lar, neoliberalizme meydan okumak yerine, onu yeniden üretmeye yarıyorlar.

Bu gerçeğe dair bir resim sunabilmek için birkaç örnek verilebilir.

Rosa Luxemburg Stiftung [“Rosa Luxemburg Vakfı”], merkezi Berlin ve New York’ta bulunan, dünya genelinde faal bir örgüt ağı. Rosa Luxemburg’un hayatını anlatmak amacıyla kurulmuş. Rosa, seçimlere bel bağlayan reformizme ve emperyalizme destek verdiği için Alman sosyalist hareketini eleştirmesi sebebiyle önemli bir rol oynayan Polonyalı devrimci. Sonrasında reformist yoldaşları iktidara geldiklerinde onu katletmiş. Rosa Luxemburg Vakfı ise onun ismini almış, ama diğer yandan da Birleşmiş Milletler’i desteklemiş, tasarruf tedbirlerini benimsemesi ardından Aleksis Çipras’ın seçim zaferini yere göğe sığdıramamış. Rosa’nın ismi, fonlardan gelen paraları cebe indirmek için kullanılan bir araçtan başka bir şey değil.

DeRay McKesson, bilhassa Missouri-Ferguson’da Siyahların Hayatı Önemlidir hareketinin yükselişi esnasında öne çıkmış aktivistlerden. Aktivist olarak bilinen McKesson, şirket medyasından mükâfatlar alıyor, Twitter’da muazzam bir takipçi sayısına ulaşıyor. O, aynı zamanda Amerika İçin Öğret isimli örgütle bağları bulunan bir okul idarecisi. Söz konusu örgütse şirket yanlısı, okulların reforma tabi tutulmasını isteyen bir yapı. Bu yapı, okullara deneyimsiz, düşük ücretli, okuldan yeni mezun olmuş, geçici sözleşmelere tabi öğretmenler temin ederek öğretmen sendikalarını zayıflatıyor. Kısa süre önce McKesson işini bırakıp, Demokratlar ve Cumhuriyetçilerle çalışan bir “tam zamanlı aktivist” hâline geldi. İşi başkanlık tartışmalarına ev sahipliğini yapmak, bu noktada Twitter ve diğer şirket desteklerinden istifade etmek. Aslında o, solcu bir militan değil, ama bazen kendisini öyleymiş gibi sunuyor. Mesele, mücadele alanında bu tür adamların sayısının çok olması. Bunlar, eylemci olmaktan çok, şirketlerin çıkarlarına hizmet eden isimler. Bu kişiler şahsında “gerçek” militanla “sahte”si arasında ayrım yapmak artık güç.

Bir grup kâr amacı gütmeyen örgüt, Kaliforniya-Oakland’da barınma ve kiracı hakları ile ilgili bir konferans düzenledi. Bu şehirde iki odalı evlerin kirası 2.000 dolar civarında. Siyahî ve Latin işçiler hızla yerlerinden yurtlarından ediliyorlar. Destek veren örgütlerden birisi, Oakland Emekçi Programı’na bağlı olarak 320.000 dolarlık bir sözleşme için pazarlık yürüttü. Örgüt, işverenlere düşük ücretli göçmen emeği sağladı. Diğer yandan, konferansın genel kurulunda konuşma yapanlardan biri, asıl düşmanın kapitalist sistem olduğunu söyledi. O esnada seyirciler arasında bulunan, konferansı örgütleyenlerin birçoğuyla sıkı bir ilişkisi bulunan, görevden alınmış belediye başkanı Jean Quan, Oakland Belediye Binası’ndaki diğer herkes gibi bu cümle karşısında kılını kıpırdatmadı, çünkü bu cümlenin radikalizm yanılsaması yaratmak için kullanılacak bir göz boyamadan başka bir şey olmadığını biliyordu. Belediyeden 320.000 dolar alanların, destek verdikleri politik ittifakı tehdit etmesi mümkün değil. Burada kapitalizme yönelik muhalefetini ne kadar yüksek sesle haykırmasının bir önemi yok.

Sol, tam da bu tür örgütlerin yarattığı STK aktivizmine ait genel ortam dâhilinde varoluyor. Yani tüm radikaller, bu STK’cı faaliyet biçimine teslim olmakla kalmıyorlar, aynı zamanda kendilerini onların öncülük ettikleri aktivizme uyarlıyorlar. Bu aktivizm, militanlığın özünden mahrum ve tek derdi, sadece önemli fon kaynaklarını ve müttefiklerini mahcup etmekten kaçınmak. Dolayısıyla Rosa Luxemburg ve polis terörüne karşı kent isyanları gibi temelde devrimci olan her şey, amaçları tümüyle neoliberalizmle uyumlu kimi insanlarca birer imaj olarak kullanılabiliyor.

Postmodern solun Oakland Belediyesi’nden para almasına ya da vergiden muaf olmasına da gerek yok. Ona sadece gerekli olan, aktivizmi, sistemin sınırlarını tanımlamaksızın ona yönelik bir itiraz olarak sunmak, bu konuda kafaları karıştırmak. Peki insanlar, neden böylesi eylemlere ve faaliyetlere katılıyorlar? Çünkü bu tür bir aktivizm çok heyecan verici! Üstelik bir de başka herkes yapıyor. Bir yerde bir şeylerin yanlış gittiğini söyleyen kişi yalnız kalır. Özellikle gelecekte bir mücadele vermek için temel teşkil edecek tüm umutlar etrafında insanları seferber etmek, bir zemin kurmak veya insan kazanmak hayli meşakkatli bir iş. Oysa böylesi bir mücadele yerine, mücadelenin kendisini bir performansa indirgemek en güzel yol.

Geçmişte Britanya Sosyalist İşçi Partisi’nin büyük mitinglerinden katılan biri, bu örgütün performansla alakalı yönlerinin farkına varacaktır. Yirmi-otuz yıldır varolan örgüt, bir işçi partisi inşa edememiştir. Oysa onun bir işçi partisiymiş gibi görülmesini sağlayacak bir performans ortaya koyması gerekir. Yoksa işçilerin ona iştirak etmesi ve “işçilerin birliği asla mağlup edilemez!” türü sloganlar atması mümkün değildir. Artık onların kime karşı slogan attıkları muğlâktır. Civarda tek bir patron bile yoktur, bu nedenle sloganın ana hedefi, katılan işçilerdir veya belki de işçi sınıfına dönük bağlılıklarını kendisine hatırlatmak zorunda olan partidir. Artık mesele, bağlı olmaları, bağlıymış gibi yapmaları ya da buna inanmaları değil, bağlılığın bir performans hâlini almasıdır. Bir işçi partisi inşa etmek yerine o, işçilerin iştirak edecekleri umutlar dâhilinde, partiymiş gibi yapacaktır.

Postmodern sol, solun taklit edilmesidir. Burada direniş eylemlerinin hiçbirisiyle ilişki kurulmaz, sadece militan solun sloganları, pankartları ve diğer alet edevatı istismar edilir. Postmodern sol, mücadeleyi taklit eder, ihtişamlı tahayyülün keyfini çıkartır, ardından neden zafere ulaşamadığını merak edip durur. Oysa zafer, fiilî bir savaş verilmediği sürece zaten imkânsızdır. Birçok kez bu savaşlar mağlubiyetle sonuçlanırlar, dolayısıyla postmodern sol, üzücü gerçekliği değil, mutlu yanılsamayı benimser. Elbette işçilerin kendi yaşadıkları gerçekliğin acı yanlarını gözardı etmeleri mümkün değildir, lâkin postmodern sol, genelde bu dünyada ikamet etmediğinden, bu durum onun için bir sorun teşkil etmez.

Postmodern solculuk, neoliberal tasarruf tedbirlerine tümüyle karşı koyamaz. Ona bağlı tam zamanlı çalışan personelin tasarruf tedbirlerini geçersiz kılmak için göz alıcı bir iş yapması mümkündür, ancak bu noktada görülecektir ki bu personel, sadece kendi işlerini koruyordur.

Postmodern Toplumsal Hareketler

Arun Gupta, 2014’teki Halkın İklim Yürüyüşü’yle ilgili yazısında, birçok toplumsal hareketin ardındaki postmodernist yöntemi ele alıyor ve bu hareketlerde biçimin öze karşı çarpıcı bir zafer elde ettiğini söylüyor. Tespitine göre, “bu hareketlerde ne bir talep, ne bir hedef ne de düşman var. Örgütleyicilerinin yürüyüşe bankacıları da katılmaya teşvik ettiklerine dair sözleri, savaş karşıtı bir gösteriye Blackwater’ın paralı askerlerinin katılmasıyla aynı şeye denk düşüyor. Etrafında toplaşılan şey, sadece paranın kendisi.”

Yüz binlerce insanın katıldığı bir yürüyüş, nasıl bu denli güçsüz olabilir? Bunun nedeni, yürüyüşün kazanç kapılarını sürekli açık tutmak isteyen STK’larca gerçekleştirilmiş olması. Onlar için tek gereken, kitlesel yürüyüş görüntüsü vermek, bir şeyler yapıyormuş gibi hissetmek. Oysa bu, gezegeni kapitalizmden kurtarmak denilen mesele için asla kâfi değil. Eğer tek hedefiniz, bağış toplamak, kitap satmak ve konuşma üzerine kurulu meşguliyetler üretmekse, ortada bir meseleden de söz edilemez. Başka bir deyişle, bunun bir mücadele değil, mücadele formunda gerçekleştirilen bir tür pazarlama olduğunu söylemek gerek. Yapılan, sadece simülasyon, taklit.

Ya da Gupta’nın bu mantığa dair tarifiyle:

“Markalama. İklim krizinin bu şekilde çözüleceği düşünülüyor. Artık postmodern toplumsal hareketler çağındayız. İdeoloji değil, imaj önce geliyor, gerçekliği o biçimlendiriyor. Taktikleri, mesajları, örgütlenmeyi ve stratejiyi halkla ilişkiler ve pazarlama faaliyetleri tayin ediyor.”

Yanılsamaya dayalı mücadelenin en yaygaracı örneklerinden biri, On Beş Dolar Kampanyası. Ulusal düzeyde süren bu kampanya fast food sektöründeki işverenlere karşı yürütülen grevlerde binlerce düşük ücretli işçinin harekete geçmesini sağladı. Gerçekten de öyle mi? Sürece katılanlardan biri deneyimini şu şekilde tarif ediyor:

“On Beş Dolar Kampanyası’na Miami’de katıldım. Katılımcıların çoğu maaşlı çalışan aktivistti, STK ve Cemaat Tabanlı Örgütler’in çalışanları ya da üye arayışında olan sendikacılardı.”

Esasında bu eylemlere katılan birçok insan etrafına bakıp şunu sordu: Burada gerçekten grevde olan kim? Katılarak işlerini riske atanların sayısı çok azdı. Bu “grevler”e iştirak eden yüzlerce insan, düşük ücretli işçilerin greve çıkması fikrini destekleyen isimlerdi. Grevci işçiler nadiren katıldılar. Birkaçına söz verildi, diğerlerini zaten tanıyan da yoktu.

Jane Macalevy, Uluslararası Hizmet Çalışanları Sendikası’nın (SEIU) eski personeli. Söz konusu kampanyanın arkasında bu sendika var, ama sendikanın tek derdi, işçilerin öncülük ettiği kampanya imajını kendince muhafaza etmek. Macalevy, bu kampanyanın gerçekte ne kadar yanılsamalı olduğunu şu şekilde tarif ediyor:

“Mesele, kampanyanın her türlü derinlikten yoksun olması. Buna biz, Berlin Rosen kampanyası diyoruz. Bu medya şirketi, sosyal medya üzerinden muazzam bir hareketmiş yanılsaması yaratmak için SEIU’dan 50 ilâ 70 milyon dolar aldı.”

Berlin Rosen, bir halkla ilişkiler şirketi. Müşterileri arasında SEIU yanında Detroit’in iflas etme sürecinde rol oynayan şimdiki New York belediye başkanı da var. Şirket, neoliberalizmin tam göbeğinde duruyor. Bu şirket, ayrıca Birleşik Otomobil İşçileri Sendikası’na da hizmet veriyor. Burada amaç, Chrysler işçilerini önerilen sözleşmeyi kabul etme konusunda ikna etmek. İşçiler, iki kademeli ücret sisteminin iptal edilmesini öngören önceki sözleşmeyi reddetmişlerdi. Bu örnekte postmodern aktivizm ve neoliberalizm bir ve aynı şey olarak çıkıyor karşımıza. Berlin Rosen, postmodern toplumsal hareketlerden çok para kazanmanın mümkün olduğunun bir kanıtı gibi.

SEIU isimli sendika, saat başına 15 dolar tutarındaki asgari ücrete destek olmayan Hillary Clinton’a arka çıktı. Diğer yandan 15 dolar grevi 2016’da oy istenmesi ile sonuçlandırıldı. Kim için oy istendiği de belli. Kampanya, seçim çalışması bağlamında sloganını “Gel Oyumu Al” olarak değiştirdi. Yani hareket, Demokrat Parti’ye teslim edilecek bir kıvama getirildi. Genelde işçi isyanı bu şekilde işlemez ama mış gibi yapan bir hareketin nasıl yönlendirilebileceğini bu örnekte görmek mümkün.

Richard Seymour da içi boş, kendini iyi hissetmeye dayalı aktivizme dair bir tarif sunuyor. Bu aktivizmde insanların iyi hisleri, nihayetinde neoliberalizmin yol açtığı dehşet verici gelişmelere yönelik muhalefetini ortaya koyuyor, ama o, bu tip gelişmeleri fiiliyatta nasıl durdurabileceğimiz sorusunu hiç kafasına takmıyor. Yürüyüş esnasında kendisini iyi hisseden insanlar, neden bu tür zor sorularla kafalarını meşgul etsinler ki?

“Esasında bu tip eylemler neşelenmek [Seymour, tasarruf tedbirlerine karşı yapılan yürüyüşle ilgili olarak bu tabiri kullanıyor] için iyi birer fırsat aynı zamanda. İnsanlar sokaklara doluşuyor, zaptedilmeleri gayet kolay, slogan atıp neşeli başkaldırı şarkıları söylüyorlar. Bu tür eylemlerin ‘sıkıcı’ olduğunu söyleyenler esasında hatalı, bunlar politik maceraperestliğe dair bir izlenim sunuyorlar. Hep birlikte hoş vakit geçiriyoruz. Oysa asıl mesele de bu.

Sola dair asgari bilinçlilik koşulu şu: bu protestonun felaketlere yol açabilecek bir hatayla geçen en az beş yılın delili olduğunun görülmesi. Eğlenirmiş gibi yürüyüş gerçekleştiren bir solun öznelliğinde güçlü ve çarpıcı bir saçmalık söz konusu. Oysa o yürüyüşte aynı zamanda kayıplarımız ve ölülerimiz için yas tutuyoruz. Sanki yaptığımız işin anlamını bilmiyor gibiyiz, sanki duvarları yıkmak, dünyayı ayakta tutan sütunları parçalamak istemiyor gibiyiz, tek istediğimiz, elimize biraz dondurma alıp eve gitmek”.

15 Şubat 2003’te karşılaşılan sorun, tam da Seymour’un tarif ettiği şeydi. Bu tarih, postmodern aktivizmin şahikası idi. O gün tüm dünyada milyonlar Irak’taki savaşa karşı yürüdüler, muhtemelen bu, dünya tarihinde görülmüş en büyük gösteri idi. Sokaklara milyonlarca insan aktı. Birçoğunda hayatlarının kendilerine en fazla güç veren anını yaşadıklarına dair his vardı. Oysa elimizdeki güç o kadar azdı ki. Elbette milyonlarca insanda muazzam bir güç mevcut, ama sanki sokağın ortasında bir bayrak taşıyıp politik bir tişört giymek için bulunuyormuş gibi duruluyorsa, güçten de söz edilemezdi. Postmodern sol, zaman zaman hâlâ Irak’taki savaşı neredeyse durdurabileceklerini söylüyor. Hiçbir şey gerçekliğin ötesine geçemez, oysa gerçeklik postmodern solun umurunda değil.

Marx Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i isimli çalışmasında, “tüm ölü nesillerin geleneği bir kâbus gibi çöker yaşayanların beyinlerine” diyor. Irak Savaşı ile ilgili yürüyüşlerde ise yaşanan, daha çok bir gündüz düşü gibiydi. Direnişin özünden yoksun, onun imgesi ile yüklü, hayalî bir mücadele idi yaşanan. Eğer elimizden gelenin hepsi bu ise tümüyle kaybetmişiz demektir.

Son on yıldır bazı insanlar, 15 Şubat’taki sorunla boğuşup duruyorlar. Diğerleri ise yaşanan sürecin tekrarlanmasından gayet memnun. Çünkü bu süreç, onların kitap satmaya, konferanslara katılmaya, örgütlerine insan kazanmaya ve kâr amacı gütmeyen örgütlerine para sağlamaya devam etmelerini mümkün kılıyor. Bu numaralara süresiz devam etmek mümkün, zira bunlar, kapitalist sistemle tümüyle uyumlular. Bu sayede kimilerinin bir tür devrimci olarak kariyer sahibi olması ve yaşam tarzına kavuşması mümkün. Yapılan edilen ne varsa postmodern solun sınırları dâhilinde.

SYRIZA’nın Postmodern Neoliberalizmi

Eğer yanılsamalar çağında isek, o vakit SYRIZA’nın Yunanistan’da yükselişe geçişi geçen yıla ait bir yanılsama olmalıdır. Üzücü olan ama önceden tahmin edilebilecek bir gerçek şu ki SYRIZA balonu patladı ve hepimiz gerisin geri gerçeğe dönüverdik.

SYRIZA’nın tasarruf tedbirlerini kabul etmesinden beri eski SYRIZA Merkez Komite üyesi Statis Kuvelaki, SYRIZA’nın hayaline dair bir dizi yazı yazdı. Her şeyi ifşa eden bu makalelerden birinde Kuvelaki, SYRIZA’nın radikal solcu herhangi bir kişinin kabul edemeyeceği birçok hamle yaptığından bahsediyor.

Örneğin Kuvelaki, kurtarma paketi süresinin Temmuz’daki şartlı teslim öncesi uzatılması amacıyla 20 Şubat 2015’le ilgili ilk anlaşmanın nasıl kabul edildiğini şöyle anlatıyor:

“Bunun ilk sonucu, 25 Ocak’taki seçim zaferini takip eden ilk haftalar içerisinde hâkim olan iyimserliğin ve militanlığın yok edilmesi, kitlesel seferberliğin felç edilmesi oldu. Elbette halk seferberliğinin düzeyinin bu şekilde aşağı çekilmesi 20 Ocak veya 20 Şubat’ta başlamadı ve bilhassa hükümetin uyguladığı bir taktiğin sonucu da değildi. Zaten önceden SYRIZA’nın stratejisinde bu hamle mündemiçti.”

Oysa herkes, o dönemde tam tersi bir sürecin yaşanmasını bekliyordu. Buna karşın parti, zevahiri kurtarmayı seçti. Kuvelaki, sonrasında son birkaç yıl içinde SYRIZA içindeki demokrasinin hızla nasıl çöküşe geçtiğini şu şekilde izah ediyor:

“Biz, Haziran 2012 sonrası eylemlerden kaçan, merkezîleşen, lideri merkeze oturtan, üyelerin iradesini tanımayan bir partinin adım adım ama sistematik bir biçimde inşa edilişine tanık olduk. SYRIZA hükümete girdiğinde süreç tümüyle kontrolden çıktı.”

Esasen tüm bunlar beklenen şeylerdi. Seçim stratejilerinin herkesçe bilinen, doğal sonuçları bu. Marksistler yüz yıldır bunun farkındalar. Çünkü onlar, Avrupa’da sosyal demokrasinin Birinci Dünya Savaşı’na nasıl teslim olduğunu ve bu teslimiyeti birçok kez yinelediğini biliyor. Onlar, SYRIZA’ya çok farklı baktılar, zira bu parti farklı bir şeye dair bir yanılsama idi. Sonuçta bu parti, geçmişin radikal seçim stratejilerinden biriydi. Bu yiğit Marksist aydınların ve aktivistlerin Avrupalı güçlerle kavgaya tutuşması çok iç gıcıklayıcı bir gelişme idi. Uluslararası sol, SYRIZA’da kendisini gördü, ama onun da benzer koşullarda, aynı şekilde çöküş yaşayabileceğini tahayyül bile edemedi.

Mesele, bu stratejilerin, bilhassa aydın ve STK liderleri olarak toplum içerisinde bir konum işgal eden belirli türde solculara cazip gelmesi. Bu insanların arasında kariyerlerini seçime dayalı mücadelenin sınırlarını izah etmekle geçirmiş olanlar da var. Seçim zaferinin cazibesi, bu insanlar için kaya gibi sert bir reformizm eleştirisine karşı koyma noktasında harika bir şeydi.

11 Temmuz sonrası tek bir ciddi solcunun bile ömrünün kalan kısmı boyunca öne çıkan solcu bir simanın gözlerinin içine bakıp onun vaatlerini yüzeysel bir biçimde ele alması mümkün değil. Kendince mühim, kendi kendisini seçmiş liderlerin ağzından dökülen, yüksekten uçan vaatlere artık güveniyormuş gibi yapmaya devam edemeyiz. Hâl böyle olsa da postmodern sol işlerine devam edecek. Herkese bundan sonraki projenin SYRIZA gibi olmayacağına dair güvenceler verecek. Oysa geçmişte bu parti için de aynı şeyi söylüyorlardı.

Yunanistan, son birkaç yıl içinde onlarca genel greve tanıklık etti. Bunların bazıları üzerinden, işçi sınıfının SYRIZA’nın teslimiyetine karşı bir cevap olarak ayağa kalkacağı öngörüsünde bulunuldu. Kamu sektörü işçileri bir günlük genel greve gittiler, ama tasarruf tedbirlerine dair görüşmelerin ilk turu 15 Temmuz’da Yunan parlamentosunca onaylandı. Bu genel grevin parlamento üzerinde hiçbir tesiri olmaması şaşırtıcıydı. Grevin durdurulduğunu söyleyen bir kişi nefesleri kesen bir yorumda bulundu ve “mücadelenin süreceğini” söyledi. “Kavga bitmedi. Sadece gölge boksu dönemi sona erdi.” Grev rüzgâr gibi gelip geçti, ama gölge boksu devam etti.

Bize kalansa, bir genel grev bile tarihin akışını değiştiremiyorsa, kendi hükümetlerimize işçi sınıfının kafa tutup tutamayacağını merak etmek. Elbette bunun da bir izahı var. Bu genel grevlerin bir kısmı genel grev taklidinden başka bir şey değil. Bunlar, sendika liderlerince başlatılıp bitirilen, bir günlük iş bırakmanın ötesinde kimseyi pek rahatsız etmeyen hamleler. Bu tip hamlelerin ardından nizamın kendisini yeniden, tümüyle tesis ettiğini, kimseyi tehdit dahi etmediğini görmek gerek.

Taklitle gerçek arasındaki farktan bile söz edemiyorsak, işçi sınıfı mücadelelerinin aldatıcı bir biçimde herhangi bir tesire yol açmadığına inanmaya başlıyoruz. Eskiden en azından mevcut gidişata dair sağlıklı bir kötümserliğimiz söz konusu idi.

Taklit Gerçekliğe Saldırıyor

SYRIZA, Marksist teorinin taklidi olarak iş gördü. Sosyal demokrasinin yaşadığı çöküş seçimlerde yarışacak yeni bir gücün sahne almasını gerekli kıldı. Adım adım kurulan SYRIZA, seçim ittifakının Avrupa’daki mali güçlerle kavga edileceğine dair bir güvence verdi. Tüm dünya genelinde onlarca yıl sosyal demokrasinin hallaç pamuğu gibi atıldığını ve zaman içerisinde çürüdüğünü ayrıntılı bir biçimde izah etmiş olan Marksistler, birden seçime dayalı reform projesinin başarılı olabileceğine inandılar. Artık geçmişin hatalarından farklı hataların söz konusu olamayacağı vehmine kapıldılar. Geçmişin stalinistlerinden, reformistlerinden ve diğer revizyonistlerinden, yani tüm o “sahte” Marksist soldan arınmış olan “gerçek” Marksist sol, sahneye çıkıp Avrupa’da yeni bir çağın başladığı müjdesini verdi. Ama bu hava sadece birkaç ay sürdü, tüm o heyecanı ile.

Gerçekle sahte, taklitle gerçek arasındaki farkı görmek bazen imkânsızdır. Ama bizim nihayetinde postmodern bir dünyada yaşamadığımız da açıktır. Üzerinde yaşadığımız dünya, birçok solcunun postmodern bir dünyada yaşadığımızı zannettiği bir dünyadır. Gene de tüm bu taklit girişimleri, sonuçta gerçekliğin zalim maddî güçleriyle yüzleşmekte, taklit edilen solun tümüyle kifayetsiz olduğu hakikati faş olmaktadır. Bu, sadece SYRIZA değil, tüm sol için geçerli bir tespittir. Ferguson veya Baltimore isyanları ile birlikte postmodern solun işçi sınıfı direnişinin örgütlenmesi projesiyle bir alakasının bulunmadığı artık çok net bir gerçekliktir.

Bu türden alışkanlık hâline gelmiş yönelimlerden kurtulmanın yolu, somut maddî direniş lehine olacak şekilde, temaşa ve taklidi reddetmektir. Boş bir merkez etrafında dönen faaliyetlerin iyi his veren zafer sarhoşluğu, coşkulu mitingler ve sloganlar insanların ömürlerinin kalan kısmında unutamayacakları şeylerdir. Ama bu kendini iyi hissetme hâli, fiilî bir güce sahip bir yapı inşa etmenin önündeki en önemli engellerden birisidir. İsyana dair o imajlar, sosyalizmden dem vurmak, “koltuklarınıza sıkı tutununuz”, hatta başkanlık için yarışan Bernie Sanders kampanyasının sonucunda “politik devrim” yaşanacağına dair iyi niyetli yaklaşımlar hiçbir sonuç üretmeyecektir. Bir sınıfı ayaklanma için gerekli bir güce dönüştüren, neoliberal devletten gelecek tepkiye verilecek tek bir cüretkâr eylem, direniş ve devrimciliktir.

Hâsılı, eğer toplumsal hareketler, iktidardaki insanların canını doğrudan acıtmıyorlarsa ve az da olsa onları sıkıntıya sokmuyorlarsa veya sadece ezilenleri-sömürülenleri geçici süre harekete geçirmekle yetinmeyip onlara güç katmıyorlarsa, o vakit ortada dişe dokunur bir stratejiden de söz edilemez. Bu tip bir hareket, sadece kendisini öyleymiş gibi hissetmekle yetinecektir.

Başka bir deyişle, bir şey yaptığında kendini iyi hissediyorsan, hiç yapma daha iyi.

Yanılsamaların perdesini yırtıp atmak gerek. Dışarı bakıp tüm temaşanın bir üçkâğıtçı eliyle inşa edildiğini anladığımızda, kendimizi sınıf savaşının siperlerinde bulacağımıza hiç şüphe yok. Neoliberal kapitalizm, bu üçkâğıtçılara kariyer fırsatları sundukça yanılsamalardan da kurtulmak mümkün olmayacak, burası kesin.

O vakit zevahire takılıp kalmaktan kurtulmamız, neoliberalizmi el altından yaşamasına imkân sağlayan, bizleri köklü bir direnişten kopartan sahte direniş imajlarına artık izin vermememiz gerek. Dünyanın tüm SYRIZA’ları, bu yaklaşımın kendi projelerine zarar vereceğini söyleyeceklerdir. Oysa mesele zaten tam da budur.

Scott Jay
5 Ocak 2016
Kaynak

0 Yorum: