Uluslararası sol, kendisini neoliberalizme karşı
sürdürülen direnişin acı gerçekliği ile meşgul olmak yerine kendi imajını
yüceltmekle yetiniyor. Onun postmodernizme iman etmesine gerek de yok, zira o,
zaten postmodernizmin ta kendisi.
Neoliberalizmin 30-40 yıl içerisinde tüm dünya
genelinde yükselişe geçmesi ve bilhassa 2007-08’de yaşanan mali krizden beri
gösterdiği direnç, bizi ona karşı nispeten daha başarılı bir direnişin neden
ortaya konulamadığı sorusunu sormaya itiyor.
Önce söze, özellikle Batı’da işçi sınıfının
yapısındaki değişimle başlayalım. Yalnız bu, kıymetli bir çaba, ama gene de
neoliberalizmin işçi sınıfı direnişini tümüyle ortadan kaldırdığını söylemeye
gerek yok. Yunanistan’da yaşanan bir dizi genel grev, bu direnişin somut
varlığını ortaya koyuyor. Buna ek olarak ABD, son dönemde polislerin siyahları
öldürmesine karşı kentlerde yaşanan isyanlara tanık oldu, binalar ateşe
verildi, polis otoları imha edildi, devletin dayattığı koşullara karşı birçok
isyan yaşandı. Bu eylemlere katılanların çoğuna kundakçılık ve başka suçlar
isnat edildi. Çoğu, hâlihazırda birkaç yıllık cezalarla hapiste.
Sorun, militanlığın muhtemel bir olgu veya
gerçekleşmesi an meselesi olan bir ihtimal olması değil. ABD’de işçi sınıfı,
polis terörizmine karşı büyük bir cesaret ortaya koydu. Avrupa sermayesi,
ülkeyi ekonomik anlamda rehin almış olmasına karşın, Yunanistan, tasarruf
tedbirlerine karşı çıkmayı bildi.
Dolayısıyla asıl soru şu: Sol, neoliberalizme karşı
direnç örme konusunda neden başarısız oldu?
Bu soruya onlarca cevap verilebilir, hepsinde de solun
varolduğu söylenecektir. Ama Yunanistan’da SYRIZA’nın tasarruf tedbirlerine
direnememesi ve pratikte bu tedbirleri benimsemesi, sorunu daha da
derinleştirdi ve belirginleştirdi. Söz konusu gelişme, insanı rahatsız eden
hakikatleri bir bir yüzümüze çarptı.
Demek ki sol, neoliberalizme karşı direnç örme
konusunda başarısız olamadı değil, belki de bunu hiç denemedi bile.
SYRIZA, radikallerin çöküş yaşayıp neoliberalizme
teslim olan sosyal demokrasiye tepki olarak kurdukları on yıllık bir ittifak
projesi değil miydi? Muhtemelen o dönemde parti, bilhassa üyelerinin önemli bir
kısmına, böyle görünüyordu. Ama tüm proje, hızla ve çarpıcı bir biçimde çöktü.
Parti, bir hafta içinde enternasyonal solun en ileri cephesi olmaktan çıkıp, en
yanlış olana evrildi.
11 Temmuz 2015 sabahının ilk saatleri, partiyi ve
uluslararası solun mevcut kuşağını tanımlayan momentti. Birçok tarihçi, bu
detayı birçok parlamento oturumundan biri olarak ele alıp hasıraltı etti, oysa
bu moment çok önemliydi. İlgili momentte, tasarruf tedbirlerine Yunan halkının
“hayır -oxi” demesinden birkaç gün sonra, partinin milletvekilleri, tasarruf
tedbirlerini kabul ettiler. Parlamentoda 149 koltuğu olan partinin sadece iki
milletvekili, halkı temsil ettiklerini söyleyip “hayır” dedi. Bu, aslında
hiçbir radikal ismin ömrünün geri kalan kısmında unutamayacağı, çarpıcı bir
momentti.
Partinin aldığı oylar, bir sonraki ay içerisinde daha
da arttı, ama 11 Temmuz’daki çöküşün öyle kolayca unutulmaması gerekiyor. Bu
moment, uluslararası solun yaşadığı sorunun önemli bir anı olarak ele alınmalı.
SYRIZA üyeleri, daha çok şu “radikal solun birleşik
koalisyonu” imajına bağlılar. Onun tasarruf tedbirlerine karşı çıkma
fırsatından istifade etmesiyse görece daha düşük bir ihtimal. Parti üyeleri, gerçeklikten
ve sonuçlarından kaçıp, inşa ettikleri imajı koruma altına aldılar. Bu ise
postmodern solun pratikte yaptığı yegâne şey, yani gerçeklikten kaçıp, imajı
koruma altına almak.
Merhamet nedir bilmeyen neoliberalizm, karşısında
uluslararası sol postmodernizmi buluyor. Bu, sadece teoride değil, pratikte de
işleyen bir süreç. Uluslararası sol, biçimi özün önüne koyuyor, kendisini iyi
hissettiği anları yüceltiyor, kapitalist sömürüye direnmenin o ağır
gerçekliğinin karşısına janjanlı liderleri çıkartıyor ve onları allayıp
pulluyor. Postmodern sol, teoride üstanlatılara veya nesnel gerçekliğe karşı
değil. Esasında o, tarihsel sürecin değiştirilmesi meselesinde kendisinin
merkezî öğe olduğuna dair üstanlatıyı benimsiyor. Ama tarihsel gelişimin
merkezine kendisini yerleştirdiğinde tarih, kimsenin bir anlam veremediği
uhrevî, biçimsiz bir leke olarak ele alınıyor. Tarih sadece gerçekleşiyor, ona
biçim verebilecek her türden olası seçenek iptal oluyor. Sol, şoför mahaline
kurulur kurulmaz, ona sistemin hilelerine pasif bir biçimde katılmaktan başka
bir seçenek kalmıyor. Bunun dışında her şey çok zormuş gibi görünüyor.
Postmodern sol, yoksullar ve mazlumlar arasında fiilî
bir güç inşa etmekten kaçınıyor, bunun yerine, tümüyle nafile ve boş olan,
kendisini mücadele ve güçmüş gibi hissettiren, kendi kendisini sergileyip duran
temaşalara odaklanıyor.
Postmodern sol, “sınıf mücadelesi sendikacılığı”ndan
bahsediyor, sonra bütçenin dengelenmesi adına, emeklilik reformu uyguluyor ve
ardından da böylesi şeyleri hiç mi hiç desteklemediğini ısrarla iddia ediyor.
Çünkü kelimeler anlamsız ve onların nesnel gerçeklikle hiçbir ilişkisi yok.
Postmodern sol gerçeklikten kopuyor, zira o kendi
gerçekliğini kuruyor.
Onun postmodernizme iman etmesine gerek de yok, zira o
zaten postmodernizmin ta kendisi.
Postmodern Solculuğun Maddî Kökleri
Postmodern sol, nesnel gerçekliğin anlam yitiminin bir
sonucu değil, aksine o, bilhassa sivil toplum örgütü formu dâhilinde,
prangalarla bağlı olduğu somut maddî bir temelden çıkış alıyor. Neoliberalizm
koşullarında sosyal yardım programları imha ediliyor, bunların yerini STK’ların
sundukları hizmetler alıyor, bu hizmetlerse para kaynağını vakıflardan ve
hükümet bağışlarından ya da doğrudan şirketlerden buluyorlar. Ayrıca işçi
sınıfı için mevcut istikrarın diğer kaynakları da ortadan kaldırılıyor. STK denilen
örgütlenme formu, hizmet sektörüne ve solun içine doğru genişliyor. Protestolar
örgütleyen hareketler, bu bağışlar üzerinden tam zamanlı çalışan üyeleri
temelinde inşa ediliyorlar. STK’lardaki sorun, faaliyetler için gerekli parayı
veren kaynaklara, o kaynaklara sahip seçkinlere karşı çıkmaksızın statükoya
itiraz edilmesi. Bu sorunun çözüme kavuşturulması imkânsız. Zira STK’lar,
neoliberalizme meydan okumak yerine, onu yeniden üretmeye yarıyorlar.
Bu gerçeğe dair bir resim sunabilmek için birkaç örnek
verilebilir.
Rosa Luxemburg Stiftung [“Rosa Luxemburg Vakfı”], merkezi Berlin ve New
York’ta bulunan, dünya genelinde faal bir örgüt ağı. Rosa Luxemburg’un hayatını
anlatmak amacıyla kurulmuş. Rosa, seçimlere bel bağlayan reformizme ve
emperyalizme destek verdiği için Alman sosyalist hareketini eleştirmesi
sebebiyle önemli bir rol oynayan Polonyalı devrimci. Sonrasında reformist
yoldaşları iktidara geldiklerinde onu katletmiş. Rosa Luxemburg Vakfı ise onun
ismini almış, ama diğer yandan da Birleşmiş Milletler’i desteklemiş, tasarruf
tedbirlerini benimsemesi ardından Aleksis Çipras’ın seçim zaferini yere göğe
sığdıramamış. Rosa’nın ismi, fonlardan gelen paraları cebe indirmek için
kullanılan bir araçtan başka bir şey değil.
DeRay McKesson, bilhassa Missouri-Ferguson’da
Siyahların Hayatı Önemlidir hareketinin yükselişi esnasında öne çıkmış
aktivistlerden. Aktivist olarak bilinen McKesson, şirket medyasından mükâfatlar
alıyor, Twitter’da muazzam bir takipçi sayısına ulaşıyor. O, aynı zamanda
Amerika İçin Öğret isimli örgütle bağları bulunan bir okul idarecisi. Söz
konusu örgütse şirket yanlısı, okulların reforma tabi tutulmasını isteyen bir
yapı. Bu yapı, okullara deneyimsiz, düşük ücretli, okuldan yeni mezun olmuş,
geçici sözleşmelere tabi öğretmenler temin ederek öğretmen sendikalarını
zayıflatıyor. Kısa süre önce McKesson işini bırakıp, Demokratlar ve
Cumhuriyetçilerle çalışan bir “tam zamanlı aktivist” hâline geldi. İşi
başkanlık tartışmalarına ev sahipliğini yapmak, bu noktada Twitter ve diğer
şirket desteklerinden istifade etmek. Aslında o, solcu bir militan değil, ama
bazen kendisini öyleymiş gibi sunuyor. Mesele, mücadele alanında bu tür
adamların sayısının çok olması. Bunlar, eylemci olmaktan çok, şirketlerin
çıkarlarına hizmet eden isimler. Bu kişiler şahsında “gerçek” militanla
“sahte”si arasında ayrım yapmak artık güç.
Bir grup kâr amacı gütmeyen örgüt,
Kaliforniya-Oakland’da barınma ve kiracı hakları ile ilgili bir konferans
düzenledi. Bu şehirde iki odalı evlerin kirası 2.000 dolar civarında. Siyahî ve
Latin işçiler hızla yerlerinden yurtlarından ediliyorlar. Destek veren
örgütlerden birisi, Oakland Emekçi Programı’na bağlı olarak 320.000 dolarlık
bir sözleşme için pazarlık yürüttü. Örgüt, işverenlere düşük ücretli göçmen
emeği sağladı. Diğer yandan, konferansın genel kurulunda konuşma yapanlardan
biri, asıl düşmanın kapitalist sistem olduğunu söyledi. O esnada seyirciler
arasında bulunan, konferansı örgütleyenlerin birçoğuyla sıkı bir ilişkisi
bulunan, görevden alınmış belediye başkanı Jean Quan, Oakland Belediye
Binası’ndaki diğer herkes gibi bu cümle karşısında kılını kıpırdatmadı, çünkü
bu cümlenin radikalizm yanılsaması yaratmak için kullanılacak bir göz boyamadan
başka bir şey olmadığını biliyordu. Belediyeden 320.000 dolar alanların, destek
verdikleri politik ittifakı tehdit etmesi mümkün değil. Burada kapitalizme yönelik
muhalefetini ne kadar yüksek sesle haykırmasının bir önemi yok.
Sol, tam da bu tür örgütlerin yarattığı STK
aktivizmine ait genel ortam dâhilinde varoluyor. Yani tüm radikaller, bu STK’cı
faaliyet biçimine teslim olmakla kalmıyorlar, aynı zamanda kendilerini onların
öncülük ettikleri aktivizme uyarlıyorlar. Bu aktivizm, militanlığın özünden
mahrum ve tek derdi, sadece önemli fon kaynaklarını ve müttefiklerini mahcup
etmekten kaçınmak. Dolayısıyla Rosa Luxemburg ve polis terörüne karşı kent
isyanları gibi temelde devrimci olan her şey, amaçları tümüyle neoliberalizmle
uyumlu kimi insanlarca birer imaj olarak kullanılabiliyor.
Postmodern solun Oakland Belediyesi’nden para almasına
ya da vergiden muaf olmasına da gerek yok. Ona sadece gerekli olan, aktivizmi,
sistemin sınırlarını tanımlamaksızın ona yönelik bir itiraz olarak sunmak, bu
konuda kafaları karıştırmak. Peki insanlar, neden böylesi eylemlere ve
faaliyetlere katılıyorlar? Çünkü bu tür bir aktivizm çok heyecan verici!
Üstelik bir de başka herkes yapıyor. Bir yerde bir şeylerin yanlış gittiğini
söyleyen kişi yalnız kalır. Özellikle gelecekte bir mücadele vermek için temel teşkil
edecek tüm umutlar etrafında insanları seferber etmek, bir zemin kurmak veya
insan kazanmak hayli meşakkatli bir iş. Oysa böylesi bir mücadele yerine,
mücadelenin kendisini bir performansa indirgemek en güzel yol.
Geçmişte Britanya Sosyalist İşçi Partisi’nin büyük
mitinglerinden katılan biri, bu örgütün performansla alakalı yönlerinin farkına
varacaktır. Yirmi-otuz yıldır varolan örgüt, bir işçi partisi inşa edememiştir.
Oysa onun bir işçi partisiymiş gibi görülmesini sağlayacak bir performans
ortaya koyması gerekir. Yoksa işçilerin ona iştirak etmesi ve “işçilerin
birliği asla mağlup edilemez!” türü sloganlar atması mümkün değildir. Artık
onların kime karşı slogan attıkları muğlâktır. Civarda tek bir patron bile yoktur,
bu nedenle sloganın ana hedefi, katılan işçilerdir veya belki de işçi sınıfına
dönük bağlılıklarını kendisine hatırlatmak zorunda olan partidir. Artık mesele,
bağlı olmaları, bağlıymış gibi yapmaları ya da buna inanmaları değil,
bağlılığın bir performans hâlini almasıdır. Bir işçi partisi inşa etmek yerine
o, işçilerin iştirak edecekleri umutlar dâhilinde, partiymiş gibi yapacaktır.
Postmodern sol, solun taklit edilmesidir. Burada
direniş eylemlerinin hiçbirisiyle ilişki kurulmaz, sadece militan solun
sloganları, pankartları ve diğer alet edevatı istismar edilir. Postmodern sol,
mücadeleyi taklit eder, ihtişamlı tahayyülün keyfini çıkartır, ardından neden
zafere ulaşamadığını merak edip durur. Oysa zafer, fiilî bir savaş verilmediği
sürece zaten imkânsızdır. Birçok kez bu savaşlar mağlubiyetle sonuçlanırlar,
dolayısıyla postmodern sol, üzücü gerçekliği değil, mutlu yanılsamayı benimser.
Elbette işçilerin kendi yaşadıkları gerçekliğin acı yanlarını gözardı etmeleri
mümkün değildir, lâkin postmodern sol, genelde bu dünyada ikamet etmediğinden,
bu durum onun için bir sorun teşkil etmez.
Postmodern solculuk, neoliberal tasarruf tedbirlerine
tümüyle karşı koyamaz. Ona bağlı tam zamanlı çalışan personelin tasarruf
tedbirlerini geçersiz kılmak için göz alıcı bir iş yapması mümkündür, ancak bu
noktada görülecektir ki bu personel, sadece kendi işlerini koruyordur.
Postmodern Toplumsal Hareketler
Arun Gupta, 2014’teki Halkın İklim Yürüyüşü’yle ilgili
yazısında, birçok toplumsal hareketin ardındaki postmodernist yöntemi ele
alıyor ve bu hareketlerde biçimin öze karşı çarpıcı bir zafer elde ettiğini
söylüyor. Tespitine göre, “bu hareketlerde ne bir talep, ne bir hedef ne de
düşman var. Örgütleyicilerinin yürüyüşe bankacıları da katılmaya teşvik
ettiklerine dair sözleri, savaş karşıtı bir gösteriye Blackwater’ın paralı
askerlerinin katılmasıyla aynı şeye denk düşüyor. Etrafında toplaşılan şey,
sadece paranın kendisi.”
Yüz binlerce insanın katıldığı bir yürüyüş, nasıl bu
denli güçsüz olabilir? Bunun nedeni, yürüyüşün kazanç kapılarını sürekli açık
tutmak isteyen STK’larca gerçekleştirilmiş olması. Onlar için tek gereken,
kitlesel yürüyüş görüntüsü vermek, bir şeyler yapıyormuş gibi hissetmek. Oysa
bu, gezegeni kapitalizmden kurtarmak denilen mesele için asla kâfi değil. Eğer
tek hedefiniz, bağış toplamak, kitap satmak ve konuşma üzerine kurulu
meşguliyetler üretmekse, ortada bir meseleden de söz edilemez. Başka bir deyişle,
bunun bir mücadele değil, mücadele formunda gerçekleştirilen bir tür pazarlama
olduğunu söylemek gerek. Yapılan, sadece simülasyon, taklit.
Ya da Gupta’nın bu mantığa dair tarifiyle:
“Markalama.
İklim krizinin bu şekilde çözüleceği düşünülüyor. Artık postmodern toplumsal
hareketler çağındayız. İdeoloji değil, imaj önce geliyor, gerçekliği o
biçimlendiriyor. Taktikleri, mesajları, örgütlenmeyi ve stratejiyi halkla
ilişkiler ve pazarlama faaliyetleri tayin ediyor.”
Yanılsamaya dayalı mücadelenin en yaygaracı
örneklerinden biri, On Beş Dolar Kampanyası. Ulusal düzeyde süren bu kampanya
fast food sektöründeki işverenlere karşı yürütülen grevlerde binlerce düşük
ücretli işçinin harekete geçmesini sağladı. Gerçekten de öyle mi? Sürece
katılanlardan biri deneyimini şu şekilde tarif ediyor:
“On
Beş Dolar Kampanyası’na Miami’de katıldım. Katılımcıların çoğu maaşlı çalışan
aktivistti, STK ve Cemaat Tabanlı Örgütler’in çalışanları ya da üye arayışında
olan sendikacılardı.”
Esasında bu eylemlere katılan birçok insan etrafına
bakıp şunu sordu: Burada gerçekten grevde olan kim? Katılarak işlerini riske
atanların sayısı çok azdı. Bu “grevler”e iştirak eden yüzlerce insan, düşük
ücretli işçilerin greve çıkması fikrini destekleyen isimlerdi. Grevci işçiler
nadiren katıldılar. Birkaçına söz verildi, diğerlerini zaten tanıyan da yoktu.
Jane Macalevy, Uluslararası Hizmet Çalışanları
Sendikası’nın (SEIU) eski personeli. Söz konusu kampanyanın arkasında bu
sendika var, ama sendikanın tek derdi, işçilerin öncülük ettiği kampanya
imajını kendince muhafaza etmek. Macalevy, bu kampanyanın gerçekte ne kadar
yanılsamalı olduğunu şu şekilde tarif ediyor:
“Mesele,
kampanyanın her türlü derinlikten yoksun olması. Buna biz, Berlin Rosen
kampanyası diyoruz. Bu medya şirketi, sosyal medya üzerinden muazzam bir
hareketmiş yanılsaması yaratmak için SEIU’dan 50 ilâ 70 milyon dolar aldı.”
Berlin Rosen, bir halkla ilişkiler şirketi.
Müşterileri arasında SEIU yanında Detroit’in iflas etme sürecinde rol oynayan
şimdiki New York belediye başkanı da var. Şirket, neoliberalizmin tam göbeğinde
duruyor. Bu şirket, ayrıca Birleşik Otomobil İşçileri Sendikası’na da hizmet
veriyor. Burada amaç, Chrysler işçilerini önerilen sözleşmeyi kabul etme
konusunda ikna etmek. İşçiler, iki kademeli ücret sisteminin iptal edilmesini
öngören önceki sözleşmeyi reddetmişlerdi. Bu örnekte postmodern aktivizm ve neoliberalizm
bir ve aynı şey olarak çıkıyor karşımıza. Berlin Rosen, postmodern toplumsal
hareketlerden çok para kazanmanın mümkün olduğunun bir kanıtı gibi.
SEIU isimli sendika, saat başına 15 dolar tutarındaki
asgari ücrete destek olmayan Hillary Clinton’a arka çıktı. Diğer yandan 15
dolar grevi 2016’da oy istenmesi ile sonuçlandırıldı. Kim için oy istendiği de
belli. Kampanya, seçim çalışması bağlamında sloganını “Gel Oyumu Al” olarak
değiştirdi. Yani hareket, Demokrat Parti’ye teslim edilecek bir kıvama
getirildi. Genelde işçi isyanı bu şekilde işlemez ama mış gibi yapan bir
hareketin nasıl yönlendirilebileceğini bu örnekte görmek mümkün.
Richard Seymour da içi boş, kendini iyi hissetmeye
dayalı aktivizme dair bir tarif sunuyor. Bu aktivizmde insanların iyi hisleri,
nihayetinde neoliberalizmin yol açtığı dehşet verici gelişmelere yönelik
muhalefetini ortaya koyuyor, ama o, bu tip gelişmeleri fiiliyatta nasıl
durdurabileceğimiz sorusunu hiç kafasına takmıyor. Yürüyüş esnasında kendisini
iyi hisseden insanlar, neden bu tür zor sorularla kafalarını meşgul etsinler
ki?
“Esasında
bu tip eylemler neşelenmek [Seymour, tasarruf tedbirlerine karşı yapılan
yürüyüşle ilgili olarak bu tabiri kullanıyor] için iyi birer fırsat aynı
zamanda. İnsanlar sokaklara doluşuyor, zaptedilmeleri gayet kolay, slogan atıp
neşeli başkaldırı şarkıları söylüyorlar. Bu tür eylemlerin ‘sıkıcı’ olduğunu
söyleyenler esasında hatalı, bunlar politik maceraperestliğe dair bir izlenim
sunuyorlar. Hep birlikte hoş vakit geçiriyoruz. Oysa asıl mesele de bu.
Sola
dair asgari bilinçlilik koşulu şu: bu protestonun felaketlere yol açabilecek
bir hatayla geçen en az beş yılın delili olduğunun görülmesi. Eğlenirmiş gibi
yürüyüş gerçekleştiren bir solun öznelliğinde güçlü ve çarpıcı bir saçmalık söz
konusu. Oysa o yürüyüşte aynı zamanda kayıplarımız ve ölülerimiz için yas
tutuyoruz. Sanki yaptığımız işin anlamını bilmiyor gibiyiz, sanki duvarları
yıkmak, dünyayı ayakta tutan sütunları parçalamak istemiyor gibiyiz, tek
istediğimiz, elimize biraz dondurma alıp eve gitmek”.
15 Şubat 2003’te karşılaşılan sorun, tam da Seymour’un
tarif ettiği şeydi. Bu tarih, postmodern aktivizmin şahikası idi. O gün tüm
dünyada milyonlar Irak’taki savaşa karşı yürüdüler, muhtemelen bu, dünya
tarihinde görülmüş en büyük gösteri idi. Sokaklara milyonlarca insan aktı.
Birçoğunda hayatlarının kendilerine en fazla güç veren anını yaşadıklarına dair
his vardı. Oysa elimizdeki güç o kadar azdı ki. Elbette milyonlarca insanda
muazzam bir güç mevcut, ama sanki sokağın ortasında bir bayrak taşıyıp politik
bir tişört giymek için bulunuyormuş gibi duruluyorsa, güçten de söz edilemezdi.
Postmodern sol, zaman zaman hâlâ Irak’taki savaşı neredeyse
durdurabileceklerini söylüyor. Hiçbir şey gerçekliğin ötesine geçemez, oysa
gerçeklik postmodern solun umurunda değil.
Marx Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i isimli
çalışmasında, “tüm ölü nesillerin geleneği bir kâbus gibi çöker yaşayanların
beyinlerine” diyor. Irak Savaşı ile ilgili yürüyüşlerde ise yaşanan, daha çok
bir gündüz düşü gibiydi. Direnişin özünden yoksun, onun imgesi ile yüklü,
hayalî bir mücadele idi yaşanan. Eğer elimizden gelenin hepsi bu ise tümüyle
kaybetmişiz demektir.
Son on yıldır bazı insanlar, 15 Şubat’taki sorunla
boğuşup duruyorlar. Diğerleri ise yaşanan sürecin tekrarlanmasından gayet
memnun. Çünkü bu süreç, onların kitap satmaya, konferanslara katılmaya,
örgütlerine insan kazanmaya ve kâr amacı gütmeyen örgütlerine para sağlamaya
devam etmelerini mümkün kılıyor. Bu numaralara süresiz devam etmek mümkün, zira
bunlar, kapitalist sistemle tümüyle uyumlular. Bu sayede kimilerinin bir tür
devrimci olarak kariyer sahibi olması ve yaşam tarzına kavuşması mümkün. Yapılan
edilen ne varsa postmodern solun sınırları dâhilinde.
SYRIZA’nın Postmodern Neoliberalizmi
Eğer yanılsamalar çağında isek, o vakit SYRIZA’nın
Yunanistan’da yükselişe geçişi geçen yıla ait bir yanılsama olmalıdır. Üzücü
olan ama önceden tahmin edilebilecek bir gerçek şu ki SYRIZA balonu patladı ve
hepimiz gerisin geri gerçeğe dönüverdik.
SYRIZA’nın tasarruf tedbirlerini kabul etmesinden beri
eski SYRIZA Merkez Komite üyesi Statis Kuvelaki, SYRIZA’nın hayaline dair bir
dizi yazı yazdı. Her şeyi ifşa eden bu makalelerden birinde Kuvelaki,
SYRIZA’nın radikal solcu herhangi bir kişinin kabul edemeyeceği birçok hamle
yaptığından bahsediyor.
Örneğin Kuvelaki, kurtarma paketi süresinin
Temmuz’daki şartlı teslim öncesi uzatılması amacıyla 20 Şubat 2015’le ilgili
ilk anlaşmanın nasıl kabul edildiğini şöyle anlatıyor:
“Bunun
ilk sonucu, 25 Ocak’taki seçim zaferini takip eden ilk haftalar içerisinde
hâkim olan iyimserliğin ve militanlığın yok edilmesi, kitlesel seferberliğin
felç edilmesi oldu. Elbette halk seferberliğinin düzeyinin bu şekilde aşağı
çekilmesi 20 Ocak veya 20 Şubat’ta başlamadı ve bilhassa hükümetin uyguladığı
bir taktiğin sonucu da değildi. Zaten önceden SYRIZA’nın stratejisinde bu hamle
mündemiçti.”
Oysa herkes, o dönemde tam tersi bir sürecin
yaşanmasını bekliyordu. Buna karşın parti, zevahiri kurtarmayı seçti. Kuvelaki,
sonrasında son birkaç yıl içinde SYRIZA içindeki demokrasinin hızla nasıl
çöküşe geçtiğini şu şekilde izah ediyor:
“Biz,
Haziran 2012 sonrası eylemlerden kaçan, merkezîleşen, lideri merkeze oturtan,
üyelerin iradesini tanımayan bir partinin adım adım ama sistematik bir biçimde
inşa edilişine tanık olduk. SYRIZA hükümete girdiğinde süreç tümüyle kontrolden
çıktı.”
Esasen tüm bunlar beklenen şeylerdi. Seçim
stratejilerinin herkesçe bilinen, doğal sonuçları bu. Marksistler yüz yıldır
bunun farkındalar. Çünkü onlar, Avrupa’da sosyal demokrasinin Birinci Dünya
Savaşı’na nasıl teslim olduğunu ve bu teslimiyeti birçok kez yinelediğini
biliyor. Onlar, SYRIZA’ya çok farklı baktılar, zira bu parti farklı bir şeye
dair bir yanılsama idi. Sonuçta bu parti, geçmişin radikal seçim
stratejilerinden biriydi. Bu yiğit Marksist aydınların ve aktivistlerin
Avrupalı güçlerle kavgaya tutuşması çok iç gıcıklayıcı bir gelişme idi.
Uluslararası sol, SYRIZA’da kendisini gördü, ama onun da benzer koşullarda,
aynı şekilde çöküş yaşayabileceğini tahayyül bile edemedi.
Mesele, bu stratejilerin, bilhassa aydın ve STK
liderleri olarak toplum içerisinde bir konum işgal eden belirli türde solculara
cazip gelmesi. Bu insanların arasında kariyerlerini seçime dayalı mücadelenin
sınırlarını izah etmekle geçirmiş olanlar da var. Seçim zaferinin cazibesi, bu
insanlar için kaya gibi sert bir reformizm eleştirisine karşı koyma noktasında
harika bir şeydi.
11 Temmuz sonrası tek bir ciddi solcunun bile ömrünün
kalan kısmı boyunca öne çıkan solcu bir simanın gözlerinin içine bakıp onun
vaatlerini yüzeysel bir biçimde ele alması mümkün değil. Kendince mühim, kendi
kendisini seçmiş liderlerin ağzından dökülen, yüksekten uçan vaatlere artık
güveniyormuş gibi yapmaya devam edemeyiz. Hâl böyle olsa da postmodern sol
işlerine devam edecek. Herkese bundan sonraki projenin SYRIZA gibi olmayacağına
dair güvenceler verecek. Oysa geçmişte bu parti için de aynı şeyi söylüyorlardı.
Yunanistan, son birkaç yıl içinde onlarca genel greve
tanıklık etti. Bunların bazıları üzerinden, işçi sınıfının SYRIZA’nın
teslimiyetine karşı bir cevap olarak ayağa kalkacağı öngörüsünde bulunuldu.
Kamu sektörü işçileri bir günlük genel greve gittiler, ama tasarruf
tedbirlerine dair görüşmelerin ilk turu 15 Temmuz’da Yunan parlamentosunca
onaylandı. Bu genel grevin parlamento üzerinde hiçbir tesiri olmaması
şaşırtıcıydı. Grevin durdurulduğunu söyleyen bir kişi nefesleri kesen bir
yorumda bulundu ve “mücadelenin süreceğini” söyledi. “Kavga bitmedi. Sadece
gölge boksu dönemi sona erdi.” Grev rüzgâr gibi gelip geçti, ama gölge boksu
devam etti.
Bize kalansa, bir genel grev bile tarihin akışını
değiştiremiyorsa, kendi hükümetlerimize işçi sınıfının kafa tutup
tutamayacağını merak etmek. Elbette bunun da bir izahı var. Bu genel grevlerin
bir kısmı genel grev taklidinden başka bir şey değil. Bunlar, sendika
liderlerince başlatılıp bitirilen, bir günlük iş bırakmanın ötesinde kimseyi
pek rahatsız etmeyen hamleler. Bu tip hamlelerin ardından nizamın kendisini
yeniden, tümüyle tesis ettiğini, kimseyi tehdit dahi etmediğini görmek gerek.
Taklitle gerçek arasındaki farktan bile söz
edemiyorsak, işçi sınıfı mücadelelerinin aldatıcı bir biçimde herhangi bir
tesire yol açmadığına inanmaya başlıyoruz. Eskiden en azından mevcut gidişata
dair sağlıklı bir kötümserliğimiz söz konusu idi.
Taklit Gerçekliğe Saldırıyor
SYRIZA, Marksist teorinin taklidi olarak iş gördü.
Sosyal demokrasinin yaşadığı çöküş seçimlerde yarışacak yeni bir gücün sahne
almasını gerekli kıldı. Adım adım kurulan SYRIZA, seçim ittifakının Avrupa’daki
mali güçlerle kavga edileceğine dair bir güvence verdi. Tüm dünya genelinde
onlarca yıl sosyal demokrasinin hallaç pamuğu gibi atıldığını ve zaman
içerisinde çürüdüğünü ayrıntılı bir biçimde izah etmiş olan Marksistler, birden
seçime dayalı reform projesinin başarılı olabileceğine inandılar. Artık geçmişin
hatalarından farklı hataların söz konusu olamayacağı vehmine kapıldılar.
Geçmişin stalinistlerinden, reformistlerinden ve diğer revizyonistlerinden,
yani tüm o “sahte” Marksist soldan arınmış olan “gerçek” Marksist sol, sahneye
çıkıp Avrupa’da yeni bir çağın başladığı müjdesini verdi. Ama bu hava sadece
birkaç ay sürdü, tüm o heyecanı ile.
Gerçekle sahte, taklitle gerçek arasındaki farkı
görmek bazen imkânsızdır. Ama bizim nihayetinde postmodern bir dünyada
yaşamadığımız da açıktır. Üzerinde yaşadığımız dünya, birçok solcunun
postmodern bir dünyada yaşadığımızı zannettiği bir dünyadır. Gene de tüm bu
taklit girişimleri, sonuçta gerçekliğin zalim maddî güçleriyle yüzleşmekte,
taklit edilen solun tümüyle kifayetsiz olduğu hakikati faş olmaktadır. Bu,
sadece SYRIZA değil, tüm sol için geçerli bir tespittir. Ferguson veya
Baltimore isyanları ile birlikte postmodern solun işçi sınıfı direnişinin
örgütlenmesi projesiyle bir alakasının bulunmadığı artık çok net bir
gerçekliktir.
Bu türden alışkanlık hâline gelmiş yönelimlerden
kurtulmanın yolu, somut maddî direniş lehine olacak şekilde, temaşa ve taklidi
reddetmektir. Boş bir merkez etrafında dönen faaliyetlerin iyi his veren zafer
sarhoşluğu, coşkulu mitingler ve sloganlar insanların ömürlerinin kalan
kısmında unutamayacakları şeylerdir. Ama bu kendini iyi hissetme hâli, fiilî
bir güce sahip bir yapı inşa etmenin önündeki en önemli engellerden birisidir.
İsyana dair o imajlar, sosyalizmden dem vurmak, “koltuklarınıza sıkı tutununuz”,
hatta başkanlık için yarışan Bernie Sanders kampanyasının sonucunda “politik
devrim” yaşanacağına dair iyi niyetli yaklaşımlar hiçbir sonuç üretmeyecektir.
Bir sınıfı ayaklanma için gerekli bir güce dönüştüren, neoliberal devletten
gelecek tepkiye verilecek tek bir cüretkâr eylem, direniş ve devrimciliktir.
Hâsılı, eğer toplumsal hareketler, iktidardaki
insanların canını doğrudan acıtmıyorlarsa ve az da olsa onları sıkıntıya
sokmuyorlarsa veya sadece ezilenleri-sömürülenleri geçici süre harekete
geçirmekle yetinmeyip onlara güç katmıyorlarsa, o vakit ortada dişe dokunur bir
stratejiden de söz edilemez. Bu tip bir hareket, sadece kendisini öyleymiş gibi
hissetmekle yetinecektir.
Başka bir deyişle, bir şey yaptığında kendini iyi
hissediyorsan, hiç yapma daha iyi.
Yanılsamaların perdesini yırtıp atmak gerek. Dışarı
bakıp tüm temaşanın bir üçkâğıtçı eliyle inşa edildiğini anladığımızda,
kendimizi sınıf savaşının siperlerinde bulacağımıza hiç şüphe yok. Neoliberal
kapitalizm, bu üçkâğıtçılara kariyer fırsatları sundukça yanılsamalardan da
kurtulmak mümkün olmayacak, burası kesin.
O vakit zevahire takılıp kalmaktan kurtulmamız,
neoliberalizmi el altından yaşamasına imkân sağlayan, bizleri köklü bir
direnişten kopartan sahte direniş imajlarına artık izin vermememiz gerek.
Dünyanın tüm SYRIZA’ları, bu yaklaşımın kendi projelerine zarar vereceğini
söyleyeceklerdir. Oysa mesele zaten tam da budur.
Scott Jay
5 Ocak 2016
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder