Büyük davaların başarılarını veya hatalarını
çoğunlukla şans ve zamanlama belirler. Bu, Muhammed ve yeni İslam dini için de
geçerlidir. Her ikisinin elde ettiği ilk başarı ve hayatta kalışı, Mekke ve
Medine’nin ötesinde ve tümüyle Muhammed’in kontrolü dışında oluşan bir dizi
lehte stratejik koşula bağlıdır. Muhammed (MS 570-632), Arabistan içindeki ve
dışındaki politik ve toplumsal koşulların İslam’ın dinî ve askerî başarısını
kolay kılan bir dinamiği ürettiği dönemde yaşamıştır. Bu başarının söz konusu
koşulların mevcut olmadığı bir ortamda mümkün olup olamayacağını tartışmak
anlamsızdır. Önemli olan, Muhammed’in hayatının ortaya koyduğu sonuca etki eden
Arabistan’daki stratejik ortamda işleyen koşulları ve bu koşulların İslam’ın
tesis edilmesi ile Muhammed’in elde ettiği askerî başarıya nasıl katkı
sunduğunu anlamaktır.
Kimi vakit bu koşulların Arabistan çöllerinin
dayattığı tecritten ve Mekke ile Medine gibi yerlerin uzak oluşundan müteşekkil
olduğu söylenir. Ancak bu tarz değerlendirmeler, sadece coğrafî manada
doğrudurlar. Daha geniş bir toplumsal ve politik bağlam dâhilinde Muhammed’in
yaşadığı dönem süresince Arabistan, kendisine sınırı bulunan büyük Bizans ve
Pers imparatorluklarını etkileyen jeopolitik ve stratejik güçlerden tecrit
edilmiş bir yer değildir. Muhammed’in doğduğu günlerde Arabistan, Bizans ve
Pers siyasetinden güçlü bir biçimde etkilenen ve bu iki siyaset arasında
sıkışıp kalmış bir yerdir. Arabistanlı tüccar sınıfı, her iki imparatorlukla
sık sık temas kurmakta, kendi ekonomik çıkarları uyarınca büyük güçlerin
elindeki şehirleri ve mahkemeleri ziyaret etmektedir. Mekke’den çıkıp Şam’a ya
da Akabe Körfezi’ndeki Ayla’ya, sonrasında Gazze ve Mısır’a giden veya
kuzeydoğu yönünde ilerleyerek, çölü geçip Irak’taki Hira’ya ve Pers Körfezi
boyunca uzanan şehirlere giden kervanlar, Mekkeli tüccarların Bizanslı ve
Persli devlet yetkilileriyle doğrudan temas kurmalarını sağlamaktadırlar. Yılda
en az iki kez büyük kervanlarını imparatorluk pazarlarına gönderen Mekke,
görece daha küçük kervanlarını daha sık kullanmaktadır. Muhammed döneminde,
dinî ve politik fikirlerin oluşumunda imparatorluğun etkileri, Arabistan’daki
ticaret kentlerinde açık biçimde gözlemlenmektedir. O’nun bu etkilerin
kendisinin de bir dönem ait olduğu tüccar sınıfının diğer üyelerinden daha az
bilincinde olduğunu iddia etmek için herhangi bir sebep yoktur. Üstelik, hem
Bizans hem de Pers imparatorluklarında mevcut olan muhtelif Hristiyan
tarikatları Arabistan’ın bir yerinde yeni bir peygamberin çıkmak üzere olduğu
fikrini ortaya atmaktadırlar. O gün yerelde mevcut olan Arap dini, büyük ölçüde
putperestlikten müteşekkildir. Muhammed’in doğumundan en az bir yüz yıl boyunca
Kutsal Kâbe’de tapılan putlardan birisi olan Hubal, Mekkeli tüccarlarca satın
alınıp o puta tapılan Nebatiye’den dönen bir Arap kervanı ile şehre
getirilmiştir.[1]
Arap tüccar sınıfı, emperyalist güçlerin Arabistan’la
ilgili çıkarlarının ve faaliyetlerinin bilincindedir. Güvenlik ve ekonomi ile
ilgili endişeler emperyalist güçleri bu bölgede çıkarları peşinde hareket
etmeye itmiştir. Arabistan’a sınırı bulunan her iki imparatorluğa ait
çiftlikler ve köyler, hızla saldırıp çöle geri çekilen bedevi kabile üyelerince
uzun süredir yağmalanmaktadırlar. Pers ve Bizans askerlerinin bu insanları
takip etmeleri gayet güçtür. Bu çöl yağmacılarına karşı sınırlarında devriye atmaları
ve bu sınırları korumaları için güvenilir Arap müttefikler bulunması
gerektiğinden, Persliler ve Bizanslılar, kabile siyasetine dâhil olmak zorunda
kalmışlardır. İki imparatorluğun arzuları, esasen sınır güvenliğinin ötesine
geçmektedir. Persya, bazı Arap kabilelerini hak taleplerinde bulunmaları
konusunda sıklıkla cesaretlendirmektedir. Burada amaç, zengin baharat
ticaretindeki nüfuzu artırmaktır. Persliler, esas olarak Yemen’e odaklanırlar.
Burada kendisine dost bir rejim tesis etmek için mevcut karışıklığı
desteklerler. Bizanslılar, buna Etiyopya’yı (Abisinya) stratejik bir platform
olarak kullanarak cevap verirler. Pers nüfuzunu kırmak için buradan Arabistan
içlerine ordular gönderilir.
Bizans’ın desteğini alan Abisinya ordusu, Arabistan’ı
işgal eder ve 570’te, Muhammed’in doğduğu yılda, Mekke’ye saldırır. Bu olay,
Arap hafızasına “Fil Yılı” olarak kaydedilir. Mekke’de hiç kimse daha önce fil
görmemiştir. Orduya kimse direnemez, kaçınılmaz olarak mağlubiyet yaşanır.
Sonrasında yaşananlarsa belirsizdir. Arap metinlerine göre, büyük bir kuş
sürüsü gelir, göğü karartır, yukarı bakan askerlerin yüzlerine taşlar atar. Bu
çakıl taşları öyle büyük bir şiddetle düşer ki askerlerin yüzlerinde yaralar
açılır. Ordu çekilir, Mekke kurtulur.[2] Mucizeye değil gerçeğe baktığımızda,
muhtemelen askerler çiçek hastalığına yakalanmışlardır.
Arabistan’daki ve diğer yerlerdeki büyük güç
politikası oyununda yer alan merkezî oyuncular, yedinci yüzyılın başında Bizans
ve Perslilerdir. Beş yüz yılı aşkın bir süredir bu iki güçlü devlet, güvenlik
sorunlarına yol açan ortak bir sınırı paylaşmaktadır. Bir taraf güçlendiğinde
diğeri bunu bir tehdit olarak görmektedir. Biri zayıfladığında diğeri bunu yok
etme imkânı olarak değerlendirmektedir. İki imparatorluğun bu denli birbirine
yakın olması, kesintisiz süren politik, ticarî ve askerî bir husumete yol açmaktadır.
Bu da büyük savaşlara ve silâhlı çatışmalara sebep olmaktadır. Beş yüz yılı
aşkın süren husumete ve savaşa karşın iki büyük güç arasındaki sınır, uzun süre
değişmeden kalmıştır. İki taraf da onca çabaya rağmen kısa süreli taktik
avantajlar dışında herhangi bir şey kazanamamıştır.
Batı’da Roma İmparatorluğu’nun barbar istilaları
sonucu yaşadığı çöküş, imparatorluğun İtalya, Galya, Britanya, İspanya ve doğu
Avrupa’nın önemli bir kısmının kontrolünü kaybetmesine yol açar. Hükümetin
merkezi Konstantinopol’a kayar. Batı imparatorluğunun yıkıcı darbesine karşın
Roma bu şehide 1453’e kadar yaşamayı bilir.[3] Muhammed’in doğduğu dönemde Doğu
Roma İmparatorluğu hâlâ büyük bir güçtür. Yunanistan’ı, Anadolu’yu, Suriye’yi
ve Mısır’ı içine almaktadır. Kuzey Afrika sahili de onun elindedir. Bu eyaletler,
doğu Akdeniz boyunca savunmaya dair bir rol oynarlar. Bölge, tümüyle Bizans
donanmasının kontrolündedir. Güneyde ise Arabistan çölü uzanmaktadır. Yüzlerce
yıldır baskınlara maruz kalan güney sınırı, stratejik bir tehditten çok genel
bir sıkıntıyı teşkil etmektedir. Bizans’ın güvenliğini en fazla tehdit edense
doğudaki Persya tehdididir.
Batı Romalılar, Konstantinopol’daki imparatorların
elli yıldan fazla bir şeyler yapmasına, Roma’nın kaybedilen eyaletlerde yeniden
kontrolü ele geçirmesine mani olurlar. İmparator Justinian (MS 527–565) Roma
politikasını değiştirip batı topraklarına askerî harekât başlatır. Başında
büyük saha komutanı Belisarius’un bulunduğu Doğu Roma ordusu, İtalya’nın bir
kısmını ve Kuzey Afrika’yı kontrol altına alır. Pers-Roma arasındaki sınırda
askerî güç dengesini yeniden tesis etmekse en zor olanıdır. İnsan gücü ve iç
imkânlar hep Persliler lehinedir. Batıya saldırı düzenleyen Justinian, Pers
sınırındaki insan gücünü ve kaynaklarını çekmek zorunda kalır. Bu da sınırı
Pers saldırılarına açık hâle getirir. Dolayısıyla sınırda bir dizi çatışma
yaşanır. Her daim stratejik açıdan realist bir isim olan Justinian, Pers işgali
tehlikesini görür. Müzakere ve taviz yoluyla tehlikeyi savuşturmak için hamle
yapar. İşgal tehdidini kaldırmak için Perslilerle barış müzakeresi yürütür.
Anlaşmayı her iki taraf geçici kabul etmektedir. Romalılar, bazı köyleri ve
toprakları karşı tarafa teslim ederler ve Perslileri köşeye sıkıştırmak için
para ödemeyi vaat ederler. Bunun karşılığında Pers orduları çekilirler.
Pers İmparatorluğu, muazzam bir büyüklüğe sahiptir.
Afganistan’daki Ceyhun Irmağı’ndan Kürdistan bölgesine kadar uzanmaktadır.
Başında Sasani hanedanlığının bulunduğu devletin başkenti Dicle’nin doğu
yakasında, Bağdat’ın güneyindeki Tizfun’dur. Bizans’ın Perslerle imzaladığı
barış anlaşması, Justinian’in 565’te ölmesine dek sürer. İmparatorluk, o günden
sonra kriz dönemine girer. Güçsüz bir dizi yönetici başa geçer. Sonuçta 602’de
yaşanan askerî isyan karışıklığı ve zayıflığı daha da artırır. Pers İmparatoru
II. Hüsrev’in gözü zengin Roma şehirlerindedir. Aynı yıl imparator, Roma
topraklarına saldırır. 613’te Pers orduları Şam’ı alır, bir yıl sonra da Kudüs
düşer. Hristiyanlığın en önemli kutsal emanetlerinden olan Hakiki Haç, Nesturi
Hristiyan olan Perslilerce çıkartılır. 616’da Pers orduları Mısır’ı işgal eder,
sonra sıra Anadolu’ya gelir. Bizans İmparatorluğu çöküş ve işgalin eşiğindedir.
Askerî yenilgileri terse çevirme becerisinden artık yoksundur.
Bu ciddileşen ortamda Roma ordusu, doğuda başkentteki
yozlaşmış yöneticilere karşı isyan eder. İsyanın amacı, Roma’yı selamete
kavuşturmaktır. İsyanın liderlerinden olan Heraclius (MS 575–641) Bizans
imparatoru Phocas’ı devirir ve 610’da iktidarı alır. O dönemde doğu
eyaletlerinin tamamı Perslilerin elindedir. Heraclius, işgal altındaki
toprakları yeniden ele geçirmek ve Pers ordularını yok etmek için hamle yapar.
Issus (İskenderun -622), Kızılırmak Nehri (Halys -623), Seyhan Nehri (Sarus
-625) ve Ninova’daki (627) dört büyük savaşta Heraclius, Pers ordularını yener
ve Persya’yı istila edip yıkıma tabi tutar.[4] 628’de Hüsrev öldürülür ve Pers
İmparatorluğu anarşi ile hanedan kavgasına sürüklenir. Hüsrev’in halefi II.
Kavaz, Romalılarla barış yapar. Savaş yirmi altı yıl sürmüş ve her iki devleti
de bitap bırakmıştır. Anlaşma sonrası sınırlar, savaştan önceki sınırlarla
temelde aynı kalmıştır.
Muhammed’in isyanı, tam da bu iki büyük gücün
yorulduğu döneme denk düşer. Bu tesadüf önemlidir, zira iki imparatorluk da
komşu Arabistan’daki olayları etkileme becerisinden yoksundur. İki güç de
yüzlerce yıldır Arabistan’da kendi çıkarlarının peşinden koşmuştur. Kimi zaman
Arap kabilelerinden oluşan rakip koalisyonlar yoluyla bu iki imparatorluk kimi
müdahaleler gerçekleştirmiştir. Bazen de doğrudan işgal yoluna gidilmiştir.
Muhammed’in isyan bayrağını çektiği dönemde tüm bu çabaların artık hiçbir hükmü
kalmamıştır. Büyük güçlerin ve vekillerinin olayları etkileme becerisi, önemli
oranda azalmış durumdadır. Artık Muhammed’in isyanının karşısında duracak hiç
kimse, hiçbir güç yoktur.
Büyük güçlerle vekilleri arasındaki bağların kökeni,
dinî yakınlıktır. Bu, bilhassa heretik Hristiyan tarikatlara yönelik zulmün
çarpıcı sonuçlara yol açtığı, devletin resmî dininin Ortodoksluk olduğu Bizans
gerçekliğinde böyledir. Persliler, Bizans imparatorları sapkınlık olarak ilân
ettikten sonra Nesturi Hristiyanlığını benimserler. Zulme uğrayan Nesturiler
Persya’ya alınırlar. Suriyeliler, Filistinliler ve Mısırlılar Bizans
yöneticilerinin heretik-sapkınlık olarak gördüğü Monofizit Hristiyanlığına mensupturlar.
Tüm bu tarikatlar, imparatorlukların hırslarıyla şu veya bu şekilde
bağlantılıdırlar. Hristiyanlık, Arabistan içerisinde sınırlıdır. Kabileler,
çoğunlukla müttefik oldukları imparatorlukların inancını benimsemektedirler.
Muhammed döneminde emperyal güçlerin zayıflığı, onların Arap müttefikleriyle
kurdukları bağları kopartmıştır. Kabileler, geleneksel putlarına geri dönerler
ve dinî nüfuz zayıflar. İmparatorluk desteğinden mahrum olan Hristiyan
tarikatlar ve Arabistan’daki müttefikler, Muhammed’in dinî hareketini
bastırılması gereken bir başka tehlikeli tehdit olarak görürler. Muhammed’in
yeni inancı, Arabistan’ın hiçbir yerinde örgütlü dinî muhalefete tanık olmaz.
Muhammed, İslam’ı her iki imparatorluğun sınırlarında kurmaya çalışınca, papaz
sınıfından ve müttefiklerinden sert bir muhalefetle karşılaşır. Yeni din
bastırılma, Muhammed’in hapse atılması veya öldürülmesi gibi bir tehditle
yüzleşir.
Bedevi baskınlarından mevcut sınırları koruma
noktasında Arap müttefikler, büyük güçlerin stratejisi dâhilinde önemli birer
unsurdurlar. Her iki imparatorluk, Arap kabilelerle imparatorluk sınırlarını
korumak amacıyla güçlü koalisyonlar kurmuştur. Bu kabilelerin şeflerine
armağanlar, resmî unvanlar verilir. Burada amaç, şeflerin bağlılığını
artırmaktır. Şefler de himaye sayesinde kabile üyelerinin sadakat göstermesini
güvence altına alırlar. Emperyal güçler, Muhammed’i Hristiyanlığa yönelik bir
tehdit olarak görüp ona karşı çıkarlar. Bu aşamada kabileleri de kullanırlar.
Arap müttefiklerin birçoğu Hristiyan olmuştur. Bunlar, Muhammed’in hareketini
ezmek için kullanılır. İslam, sapkınlık zemininde değerlendirilir. Bu
değerlendirme, nispeten belirli bir kolaylıkla icra edilir.
Arap Beni Gassân ailesi ya da Gassânîler, Romalılara
Suriye’nin ve Ürdün’ün güney sınırını bedevilerden koruma hizmeti
vermektedirler. Bu kabile, Monofizittir. Sınır muhafızları olarak verdikleri
hizmete muhtaç olan, Ortodoks mezhebine mensup yöneticiler, kabilenin bu yönünü
görmezden gelirler. Doğuda ise Persliler, Arabistan ile aralarındaki sınırı
korumak için Arap müttefiklerini parayla tutmaktadırlar. Nesturi Hristiyan
Lahmî kabileleri Perslilerin müttefikidirler. Bu kabile koalisyonları, bağlı
oldukları ülkelere sadık kaldıkça çöldeki hudutlar Arap yağmacılara karşı
nispeten daha güvenli kalmaktadır. Bu kabileler, aynı zamanda çölden
gerçekleştirilmesi muhtemel her türden büyük ölçekli işgal girişimine karşı
öncelikli stratejik savunma hattı olarak iş görmektedir. Bu işgal amaçlı
saldırılar, Muhammed’in vefatından kısa bir süre sonra İslam ordularınca
başarıyla gerçekleştirilmiştir. İmparatorlukların Arap kabilelerle
gerçekleştirdikleri bu ittifaklar, Muhammed’in doğumundan yaklaşık yüz yıl
öncesinden beri sınır savunmasının başarılı bir zemini olarak katkı sunmuştur.
Sebepleri pek bilinmemekle birlikte, her iki büyük güç
de aynı stratejik hatayı yapar. Bu hata, çöldeki hâkimiyeti aynı istilacı gücün
saldırısına açık hâle getirir. 581 yılında Gassânîlerin şefi Monofizit, yani
heretik olması sebebiyle tutuklanıp hapse atılır. Bunun üzerine Gassânîler
isyan ederler. Artık yağmacı güç onlardır. 605’te Pers imparatoru, Lahmîlerin
şefiyle kavga eder ve şefe verilen parayı, imtiyazları ve konumu yürürlükten
kaldırır. Lahmîler isyan ederler ve Pers-Arabistan sınırı boyunca tüm köyleri
yağmalarlar. Bu sağgörüsüz eylemlerin sonucunda her iki imparatorluğun
sınırları askerî güçlerden mahrum kalır ve Arapların saldırılarına açık hâle
gelir.
Gelgelelim imparatorluklar, söz konusu stratejik
tehlikeyi ilk anda fark edemezler. Muhammed’in başkaldırısı yeni uç vermiştir,
İslam ise henüz başlangıç aşamasındadır. Büyük güçlere saldırabilecek bir Arap
ordusuna da henüz rastlanmamaktadır. Öngörülebilir gelecekte sınır güvenliği
meselesi, bir süre ara sıra gerçekleşen, küçük ölçekli bedevi akınları şeklinde
varlığını muhafaza etmektedir. Ancak 632’de Muhammed vefat ettiğinde stratejik
durum önemli ölçüde değişir. O’nun miras bıraktığı en önemli hususlardan biri,
sadece yağma ve talan gibi kaynaklardan istifade edebilen, dinî coşku ile
motive olan büyük, eğitimli ve yetkin liderlere sahip askerî güçtür. Ayrıca
yeni din, Arapların birbirlerine saldırmalarına yasak getirmiştir. İslam
orduları, Arabistan sınırlarının ötesine geçmeye, yeni İslam inancını Doğu ve
Batı’ya taşımaya hazır bir konumdadır. Sonuç alınamayan onlarca savaşla geçen
yıllar üzerinden artık yorulmuş ve iflas etmiş olan Persliler ve Bizanslılar,
kendilerini birden Arabistan’dan gelen muazzam bir askerî tehditle baş başa
bulurlar.
Muhammed’in hayatının ve peygamberliğinin arka planını
teşkil eden, başarı ihtimallerini artıran işte bu stratejik, dinî ve toplumsal
durumdur. Bizans ve Pers imparatorluklarındaki Hristiyan tektanrıcılığı, daha
Muhammed doğmazdan çok önce Arabistan’a nüfuz etmiştir. Tek Tanrı fikri, hatta
yeni bir peygamberin geleceği öngörüsü, Muhammed’in isyan ettiği dönemde yaygın
bir biçimde kabul görmektedir. Bizanslıların, onlardan daha az olmak üzere,
Perslilerin heretik tarikatlara bazen de kendi Arap müttefiklerine yönelik
uyguladıkları dinî zulüm, bu iki imparatorluğun yeni İslam inancına karşı bir
güç çıkartmasını imkânsızlaştırır, böylelikle Muhammed isyana başlarken eli
rahatlar ve yeni dini dış müdahale olmaksızın teşkil eder. Aynı dönemde bir de
Arap tüccarlarla imparatorluk pazarları arasında ticarî temaslar söz konusudur.
Bu temaslar sayesinde imparatorlukların muazzam servetlerine ilişkin hikâyeler
her yana yayılır. Böylelikle köyler ve şehirler, uygun zamanda yağmanın hedefi
hâline gelirler. İslam inancı, Araplara karşı yağma girişimlerini yasaklar.
Birleşen Arap orduları yüzlerini Bizans ve Pers imparatorluklarına çevirir.
Artık buralar, savaş alanları ve ganimet kaynaklarıdır.
İslam orduları, 633-634 kışında sınırdaki Bizans
şehirlerine saldırırlar. Üç koldan ilerleyen ordu, Medine’den yola çıkar.
Filistin ve Suriye’yi işgal eder. Baskınlar ve saldırılar aracılığıyla
sınırdaki küçük Bizans garnizonlarını ele geçirir. Diğer yandan başka bir Arap
ordusu Şam’a saldırır. Bizans’a ait bir yardımcı kuvvet şehre gelir ama geri
çekilmeye zorlanır. Tüm Filistin, Arap akınları karşısında artık savunmasızdır.
Bir yıl sonra Şam düşer. Doğu’ya, Irak’a doğru ilerleyen Lahmî kabileleri Fırat
Nehri’ni geçer ve önemli bir ticaret kasabası olan Hira’yı ele geçirir. 26
Ağustos 636’da Suriye’deki son Bizans gücü Yermük Nehri kıyılarında mağlup
edilir. Toros Dağları’na dek tüm Suriye Arapların eline geçer. Bugünkü Tel Aviv
ve Hayfa arasında yer alan Kesariya ile Kudüs teslim olur. 640’ta Arap orduları
Mısır’a saldırır ve Bizans’ı gene mağlup eder. Eylül 642’de Mısır’ın işgali
tamamlanır. 646’da Bizans idaresinin Mezopotamya’daki son kalıntıları
temizlenir. Böylelikle antik döneme ait Akdeniz dünyasının birliği sonsuza dek
bozulur.
Arapların doğuda elde ettikleri bir dizi zafer
sayesinde Pers Sasani İmparatorluğu yıkılır. 634’te Perslilere saldırılır. Üç
yıl içerisinde Arap orduları Irak sınırına kadar ilerlerler. Persliler ise Irak
kapısını açık bırakarak Zağros Dağları’nın öte yakasına çekilirler. Bir yıl
sonra, Şubat 637’de büyük bir Pers ordusu Kadisiye’deki Hira kasabasının
güneyinde mağlup edilir. Birkaç ay içerisinde imparatorluk başkenti Ctesiphon
[Medain] dâhil tüm Irak düşer. Aynı yıl Nihavend’de bir Pers ordusu mağlup edilir.
642 yılında bir başka Arap ordusu Dicle Nehri’ni geçer. Sekiz yıl içerisinde
tüm Persya Arap idaresine girer. Arap orduları, Ceyhun Nehri’ni geçerek doğuya
ilerler ve nihayetinde Hindistan’a ulaşır. Batıda ise Mısır kenti İskenderiye
Arapların elindeki ana donanma üssü hâline gelir. İslam’ın nüfuzu buradan
Akdeniz’e yayılır. 661’de Emevî Devleti’nin kurulmasıyla Araplar tekrar batıya
saldırıya geçerler. Tunus’u ve Fas sahilini işgal ederler. Yedinci yüzyılın
sonunda Arap orduları İspanya’ya geçerler. Kırk yıl içerisinde küçük bir kabile
koalisyonunun bileşeninden muazzam bir imparatorluğun efendileri hâline
gelirler.
Arabistan’da mevcut olan geleneksel putperestlik, eski
dini İslam’ın meydan okumasına karşı koruyabilecek bir din adamı sınıfı ve
devlet kurumları üretmemiştir. İmparatorluk döneminde heretik Hristiyan
tarikatlarının çoğunlukla katliamla sonuçlanan dinî kurumsal direnişlerine
tanık olunduğu koşullarda İslam, Arabistan’da önemli bir başarı elde eder. Dinî
tarikatların Arabistan dışında nüfuz elde edememeleri ve Muhammed’e karşı
çıkamamaları, sonrasında İslam’ın başarılı olmasını kolaylaştırır. Bu başarıya
başka koşullar da katkı sunar. Medine’deki toplumsal huzursuzluk, Muhammed’in
oraya hicret etmesi ve bu şehirde etkili bir isim hâline gelmesi için gerekli
fırsatı sunar. Kentte insanlar aralıksız süren savaşlardan bıkmış durumdadırlar
ve bu savaşların devam etmesinden korkmaktadırlar. Tam da böylesi koşullarda,
kabilevî yükümlülüklere ve korumaya dayalı sistemin çözüldüğü gerçeklikte
Muhammed, yeni bir cemaatin, bir ümmetin gerekli olduğunu vaaz eder. Tüccar
kesimi içerisindeki ekonomik rekabet ve biriken zenginlik toplumsal statünün ve
yükümlülüklerin geleneksel temellerini aşındırmaktadır. Muhammed’in ilk
müritlerinin önemli bir kısmının yeni oluşan koşulların mülksüzleştirdiği veya
zulmettiği insanlar olması tesadüf değildir.
Muhammed’in başkaldırdığı dönemde Arabistan’ı
biçimlendiren güçlere yönelik olarak burada yapılan vurgu, o başarının
kaçınılmaz bir biçimde gerçekleştiği veya Muhammed’in bu başarıya ulaşmasının
olağan olduğu şeklinde yorumlanmamalıdır. Buradaki analizde dile getirilen
hiçbir şey, O’nun söz konusu güçleri tanıyıp onları kendi avantajına olacak
şekilde kullanma konusunda gösterdiği dehaya asla gölge düşürmemelidir. Bu
başarılı devrimci, son olarak şu hususta övülmelidir: O, tarih denilen dalganın
yükselişini görmüş, ona binip davasını muzaffer kılmıştır. Muhammed, “kazara”
peygamber olmamıştır. O, içinde mücadele ettiği ve her seferinde kendi lehine
istifade ettiği fiilî ortamın niteliğini kavrayan parlak bir zekâya sahip,
devrimci bir savaşçıdır.
Richard A. Gabriel
[Kaynak: Muhammad: Islam’s First Great
General, C&C, 2007, s.11-22.]
Dipnotlar:
1. Hoyland, Arabia and the Arabs, s. 142. Bu çalışmada putun kökeninin
Nebatiye olduğu söyleniyor. Ayrıca İbn-i Hişam’ın puta ilişkin tarifi ile
Kâbe’de başvurulan ritüellerle ilgili olarak bkz.: Hitti, History of the
Arabs, s. 100. Bu çalışmada ise putun Ürdün’deki Muablılar olduğu
söyleniyor. İddialar arasında ihtilaf bulunuyor. Geleneğe göre ise Muhammed
döneminde Kâbe’de binden fazla put bulunuyor.
2. Glubb, Life and Times, s. 50.
3. 1453’te Konstantinopol’un askerî manada yaşadığı
çöküşün tarihi için bkz.: Gabriel, “Byzantines and Ottomans,” Empires at War,
cilt. 3.
4. Heraclius’un hayatı ve savaşlarına dair kısa bir
değerlendirme için bkz.: Dupuy ve Dupuy, Encyclopedia of Military History,
s. 329.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder