Evrime
göre mükemmel bir form yoktur çünkü hem evrim hem diyalektik gereği oluş süreci,
aralıksız devam eder, değişim süreklidir. Bu süreç, insan yaşamı için de
geçerlidir. Mükemmel insan tanımı ve nitelikleri her çağa ve sınıfa göre
farklılık gösterdiğinden, mükemmellik algısının öznel yapısından kaynaklı
olarak insan hep bir eksiği gidererek yaşamına devam eder.
İnsan,
yaşama anlam ve değer yüklerken belirli konular, hemen her insanda çözülmesi
gereken sorun olarak kalır. İnanç, yaşamda kalma nedenleri ve tutunma
biçimleri, varoluşun kendi açmazları vs. Bunlara ek olarak, bir de aşk diye
bilinen bir duygu, hemen her insanın yaşamda önemli bir konu olarak durur.
Aşk,
akıl dışı bir duygudur. Bedelden, fedadan, cüretten geçen bir deneyim ve duygu
durum içerir. Varoluşa anlam, öze değer katar.
Aşk,
sanılanın aksine, iki insan arasında gelişen ve sınırı burada sabitlenen bir
duygu değildir. Akıl dışılığı ve aşkın bir duygu olması nedeniyle aşk, Doğu ve
Batı halklarında farklı anlamlar içerir. Divan şiiri, destanlar, halk
hikâyeleri, bu aşkınlığın öyküsünü işleyen Doğu halklarının edebî üretimleri
olma özelliğine sahip gelenekler ve türlerdir.
Aşkınlık,
farklı biçimlerde işlense de özünde bedele, fedaya, cürete ve akıl dışılığa
dayalıdır. Bir erkekle bir kadın arasında sınırlı kalan aşkın muhatapları somut
varlıklardır, bu nedenle somuta duyulan duygu aşkın değildir. Aşkın olan,
yayılma ve genişleme özelliğini gösterir.
Kays’ın
Leyla’ya aşkı, onu da aşarak yaradana vardığında Leyla, sadece bir gerekçeye
dönüşür, aşkınlaşıp taşan duygu Kays’ı Mecnun eder. Kerem Aslı’nın peşine
düşer, çetin doğadan geçerken yoldaşını kaybeder, Aslı’ya ulaştığında, artık
aşkın nârından kül olup tutuşur, Aslı’yı bulma yolculuğunda aslına ulaşan Kerem’in
âşıklığı sınanır, olgunlaşma süreci devreye girer, Âşık Kerem’in sazından
dökülenler, özünde aşkın söylettikleridir, dile gelenler, aşkın sözleridir.
Ferhat’ın dağı delmeyi göze alan sınavı Şirin için değildir, aşk içindir. Tüm
bu kahramanları Doğu halklarının belleğine işleyen ne Leyla ne Aslı ne Şirin ne
de onların bir kadına âşık olmalarıdır, asıl işletici güç, aşktır. Batı’da ise
Romeo-Juliet dışında bir aşkın akıl dışılığını işleyen bir metin tarihe
geçmemiştir.
Evet,
aşk akıl dışıdır. Aşk, bu yüzden aşkın aşamaya eriştiğinde militan bir ruhu
gerektirir. Aşk, soyut olana yönelmediği sürece bencilliğin ve bireyci yaşamın
hezeyan ve heyecanlarından öteye geçemez.
Bugün
gerçek aşk kalmadığı sitemiyle eylemcinin aktiviste dönüşme süreci aynı yerde
kesişir. Aktivist, aklın sınırlarında gezer ve bedeli, adanmayı, cüreti, fedayı
göze alamaz. Günümüzün âşığı ve maşuku da ikili ilişkiyi tüketim nesnesine
çevirip iki kişilik “dünya” aldanmasından öteye geçemez. Yine sanılanın aksine
aşk bir kez yaşanmaz, her ilişkide yeni bir aşk ortaya çıkar çünkü muhatabı
cismani olan âşık için yeni muhataplar her zaman vardır, her yeni ilişki, aşkın
olmayan sınırlarla çevrili bir düzleme sahiptir. Aşkın olan ise gerçekte bir
kere yaşanandır.
Kuşların
çıktığı yolculukta âşıklık sınanır, bir kısım kuş geri döner, bir kısmı
yolculuğu göze alamaz, bir kısım ise telef olur ama çok azı bu yolculuğu
tamamlayıp Simurg’u gördüğünde şunu fark eder: Simurg, aslında kendi
yansımalarıdır. Bu anlatı, aşkın olanın bir kere yaşanabileceğinin en iyi
örneğidir. Ya bedel ödenip kendinle karşılaşmak için yola çıkılır ya yoldan
dönülür ama yolculukla bir defa karşılaşınca yolun sonuna gidilmek
hedeflenmediyse o yola bir daha adım atılmaz.
Aşk,
aşkın olan gibi değildir. Günümüzün aşk anlayışı, kapitalizmin dayattığı
metaforlar üzerinden zihinlere işlenen duygusal çarpıtmalardır, öğrenilebilen
bir öze sahiptir: “İlişkimizi tükettik, bu ilişkide tükendim, birbirimizi
tükettik, artık senin için zaman harcayamam, ilişkimiz yıprandı, rutine girdik,
kaliteli bir insansın, karşıma çıkanların en iyisisin, kaliteli zaman
geçiriyoruz, daha iyisi çıkar karşına” gibi dilsel ifadeler, zihnin düşünme
sistematiğinin düzen tarafından belirlendiğinin göstergeleridir. Aşkın olanda
bu tür ifadeler olmadığından, aşkın olan, özünde düzene aykırı bir yerde
konumlanır.
Aktivist
bireyin aşk anlayışı bu tür cümlelerle dile gelirken militan olanın aşkınlaşan
duygusunda bu tür sözlere yer yoktur. Bu nedenle, bu aşkınlığı Ece Ayhan “Aşk
örgütlenmektir abiler” dizesiyle ifade etmiştir. Bu yüzden Edip Cansever, bir
dip balığının kimseye uymayan bir mevsim önerdiğini dizelere dökmüştür.
Bugün
bir Filistinli, ülkesi uğruna cennete gideceğine inanıyorsa aşkınlığa
eriştiğindendir, bencillik, aşılarak soyut bir muhatap için bedel ödenmiştir,
asıl sevgili için yola girilmiştir. Emperyalist kapitalizm düzeninde bu
aşkınlık, tehdit ve yok edilmesi gereken bir değer olarak görülür. Bilinir ki
aşkınlığa erişenin yüzü güler, asıl mutlu olan odur. Nâzım'ın 13 yıl hapiste
tutulması, onun için aşkınlığının sınavıdır. O aşkınlığa şaşkın kalanlar ise
uğruna ödenecek bedeller devrinin kapandığına inanırlar.
Burjuvazinin
dayattığı aşk anlayışında “kapris, cilve, engelleme” gibi çarpıklıklar varken,
kurtuluş ideolojisinde maşuk olan sınıfsız sömürüsüz düzen, âşığa bu tür
çarpıklıklar dayatmaz. Burjuvazinin mahrem dediği kavram, ikili bencilliğin
sınırları kadardır.
Marko
Marçevski, kurtuluş ideolojisinin yoluna giren militan ruhun sahip çıkması ve
koruması gereken mahremiyet algısını Parti Sırrı romanında izah eder. Bu
aşkınlığın karşısına ise sosyal psikoloji çıkarılır, amaç, aşkınlığı akıl dışı,
aşığı “robot, deli” olarak gösterip bireyciliği güçlendirmektir.
Şimdi
tekrar başa dönersek; aşk, küçük burjuva bireylerin hezeyanıdır. Bu hezeyanın
altüst edilmesi gerekir. Edip Cansever “Elleri getirin elleri/ Diyorum, bir
şeye karşı komaktır günümüzde aşk/ Birleşip salıverelim iki tek gölgeyi.”
dizeleriyle aşkın olanın ne olduğunu tarif eder. Bu kolektifleşen karşı koyuş,
aşka değil, aşkına dairdir.
Aşkına
evrilemeyen aşk, güzellikte kendini çevreye kapatan, çatışmada ve rekabette
çevreye kapıyı açan; birbirine sürekli heyecan verecek insanı idealize eden, o
ideal hayal kırıklığına uğradığında muhatabından uzaklaştıran; duygudaşlığı bir
tür sözleşmeli ortaklığa çeviren bencil bir duygudur. Sürekli talep edilen
heyecanı karşılaması gereken muhatabın tekil bir insan olduğu gerçeğinin üzeri
örtülür. Bu dengenin bozulmaması, aşka inancın tuzla buz olmaması, heyecan
bitince yıllar geçtiği için zamanın geri alınamamasının verdiği depresif
duyguların yaşanmaması imkânsızdır.
Bir
insan, başka bir insana huzur, güven, anlayış dışında soyut bir güzellik
veremez. Bu durumun bir rutin, önemsenmeme, alışkanlık diye algılanması, yine
ben öznesinin dopamin ihtiyacının karşılanmayıp, beynin ödül mekanizmasının
durgunluk seyri göstermesindendir.
Tükenmeyen
heyecan bir insandan ve duygudan değil, bir mücadeleden beklenebilir. Ancak bir
aşk, bir mücadelenin kolektifine dâhil olduğunda, karanfil yer çekimine yenik
düşmeden elden ele gezer. En küçük kolektifin bir birim olarak aşk ilişkisinden
ideale yönelen daha geniş bir kolektife ulaşamaması ikili aşk ilişkisinin sona
ermesine neden olur, kaçınılmaz son her zaman ihtimal dâhilindedir.
Bir
kadın ve bir erkeğin birer insan olarak birbirine katacağı güzelliklerin
kapasitesi sınırlıdır. Bu sınırı aşabilecek olan ortak inanç ve mücadeledir.
Bir aşkın mücadelede ideale ulaşmak için karşıt güçler arasında süren gerilim
sürecinde sürekli çözülmesi gereken sorunlar her zaman güncelliğini korur,
bunun karşısında çözüm üretmede bireyleri aşan bir durum mevcuttur, kolektif
zekâ ve soruna çözüm arama ve bulma heyecanını hiçbir ikili ilişki vermez,
yoldaşlık dışında. Eş olan yoldaş olmayınca aşk da bir ideale ulaşma sürecine
girmez.
Zor
zamanlardan geçiyoruz. Aşkı, arkadaşlığı, meslektaşlığı, aile olmayı bir
olgunluğa dönüştüremiyoruz. Bu durum bizi aşıyor. Kolektifsiz, Kolektiften
bağımsız ideoloji geliştiren, özgürlüğü sorumluluğun önüne koyan, tahammülsüz,
aceleci, kaygılı, aşkın bir inanca bağlanmanın verdiği sakinlikten insanları
kaçıran bir toplumsal düzende sanıyoruz ki mülk edinerek, âşık olarak, kariyer
yaparak, kendimize ait dünyalar kurarak, özel alanlar oluşturarak yaşamın
anlamını ve sakinliği kuracağımızı sanıyoruz.
Mücadele
ediyoruz, mücadele ettiğimiz için sinirli, gergin, tahammülsüz olduğumuzu
düşünüyoruz, buna kendimizi ikna etmek istiyoruz. Hâlbuki tüm sıcak ailevi
ilişkilerine rağmen insanca bir düzenin gelmesi için canla, kanla, terle
mücadele edenler, ruh ve akıl sağlığını koruduğu gibi yüzleri hep gülümsüyor,
içten kahkaha atabiliyor, tahammülsüzlüğünü ve öfkesini düzene yöneltiyor.
Oysaki bugün mücadele ettiğimiz için sinirli ve tahammülsüz olduğumuz yönündeki
iddiamızın temelinde umutsuzluk, inanç boşluğu, kolektifsizlik var. Kolektifli
olanın da aynı gerekçeleri sunması ortada bir yapının değil, bireyler
toplamının olduğunu gösterir.
Bu
düzende aşkınlaşamayan her ilişki biçimi geçici bir sakinleştiricidir. Gerçek
aşkı aşkınlaştıracak kurucu özne, inancı ve değeri işleyen ideolojik
kolektiftir. O kolektifi kuramadığımız sürece, yârin yanağından gayri her şeyde
ortaklaşamadığımız sürece, düzen içi ilişkilerde ve bireysel ideolojik mücadele
biçimlerinde anlam arayıp gerçek sakinliğe erişemeden yaşamaya devam edeceğiz.
Özetle, Nâzım Usta'nın dediği gibi ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz ya
dünyamıza inecek ölüm.
Ateşi
çalıyoruz, çaldığımız ateşi kolektife ulaştırmadığımızdan o ateş sadece
farkındalığın bilinciyle elimizi yakıyor. Bizi yakacak aşkın nârının külüne
razı olmayıp o ateşten sıçrayan kıvılcımı bilincimizden gönlümüze taşımak
zorundayız. Yaşam başka bir yol sunmuyor, geriye kalan yollar özünde tek yol, o
da savunma mekanizmalarımız.
S. Adalı
3
Kasım 2024
0 Yorum:
Yorum Gönder