05 Kasım 2024

,

Aşkın

Evrime göre mükemmel bir form yoktur çünkü hem evrim hem diyalektik gereği oluş süreci, aralıksız devam eder, değişim süreklidir. Bu süreç, insan yaşamı için de geçerlidir. Mükemmel insan tanımı ve nitelikleri her çağa ve sınıfa göre farklılık gösterdiğinden, mükemmellik algısının öznel yapısından kaynaklı olarak insan hep bir eksiği gidererek yaşamına devam eder.

İnsan, yaşama anlam ve değer yüklerken belirli konular, hemen her insanda çözülmesi gereken sorun olarak kalır. İnanç, yaşamda kalma nedenleri ve tutunma biçimleri, varoluşun kendi açmazları vs. Bunlara ek olarak, bir de aşk diye bilinen bir duygu, hemen her insanın yaşamda önemli bir konu olarak durur.

Aşk, akıl dışı bir duygudur. Bedelden, fedadan, cüretten geçen bir deneyim ve duygu durum içerir. Varoluşa anlam, öze değer katar.

Aşk, sanılanın aksine, iki insan arasında gelişen ve sınırı burada sabitlenen bir duygu değildir. Akıl dışılığı ve aşkın bir duygu olması nedeniyle aşk, Doğu ve Batı halklarında farklı anlamlar içerir. Divan şiiri, destanlar, halk hikâyeleri, bu aşkınlığın öyküsünü işleyen Doğu halklarının edebî üretimleri olma özelliğine sahip gelenekler ve türlerdir.

Aşkınlık, farklı biçimlerde işlense de özünde bedele, fedaya, cürete ve akıl dışılığa dayalıdır. Bir erkekle bir kadın arasında sınırlı kalan aşkın muhatapları somut varlıklardır, bu nedenle somuta duyulan duygu aşkın değildir. Aşkın olan, yayılma ve genişleme özelliğini gösterir.

Kays’ın Leyla’ya aşkı, onu da aşarak yaradana vardığında Leyla, sadece bir gerekçeye dönüşür, aşkınlaşıp taşan duygu Kays’ı Mecnun eder. Kerem Aslı’nın peşine düşer, çetin doğadan geçerken yoldaşını kaybeder, Aslı’ya ulaştığında, artık aşkın nârından kül olup tutuşur, Aslı’yı bulma yolculuğunda aslına ulaşan Kerem’in âşıklığı sınanır, olgunlaşma süreci devreye girer, Âşık Kerem’in sazından dökülenler, özünde aşkın söylettikleridir, dile gelenler, aşkın sözleridir. Ferhat’ın dağı delmeyi göze alan sınavı Şirin için değildir, aşk içindir. Tüm bu kahramanları Doğu halklarının belleğine işleyen ne Leyla ne Aslı ne Şirin ne de onların bir kadına âşık olmalarıdır, asıl işletici güç, aşktır. Batı’da ise Romeo-Juliet dışında bir aşkın akıl dışılığını işleyen bir metin tarihe geçmemiştir.

Evet, aşk akıl dışıdır. Aşk, bu yüzden aşkın aşamaya eriştiğinde militan bir ruhu gerektirir. Aşk, soyut olana yönelmediği sürece bencilliğin ve bireyci yaşamın hezeyan ve heyecanlarından öteye geçemez.

Bugün gerçek aşk kalmadığı sitemiyle eylemcinin aktiviste dönüşme süreci aynı yerde kesişir. Aktivist, aklın sınırlarında gezer ve bedeli, adanmayı, cüreti, fedayı göze alamaz. Günümüzün âşığı ve maşuku da ikili ilişkiyi tüketim nesnesine çevirip iki kişilik “dünya” aldanmasından öteye geçemez. Yine sanılanın aksine aşk bir kez yaşanmaz, her ilişkide yeni bir aşk ortaya çıkar çünkü muhatabı cismani olan âşık için yeni muhataplar her zaman vardır, her yeni ilişki, aşkın olmayan sınırlarla çevrili bir düzleme sahiptir. Aşkın olan ise gerçekte bir kere yaşanandır.

Kuşların çıktığı yolculukta âşıklık sınanır, bir kısım kuş geri döner, bir kısmı yolculuğu göze alamaz, bir kısım ise telef olur ama çok azı bu yolculuğu tamamlayıp Simurg’u gördüğünde şunu fark eder: Simurg, aslında kendi yansımalarıdır. Bu anlatı, aşkın olanın bir kere yaşanabileceğinin en iyi örneğidir. Ya bedel ödenip kendinle karşılaşmak için yola çıkılır ya yoldan dönülür ama yolculukla bir defa karşılaşınca yolun sonuna gidilmek hedeflenmediyse o yola bir daha adım atılmaz.

Aşk, aşkın olan gibi değildir. Günümüzün aşk anlayışı, kapitalizmin dayattığı metaforlar üzerinden zihinlere işlenen duygusal çarpıtmalardır, öğrenilebilen bir öze sahiptir: “İlişkimizi tükettik, bu ilişkide tükendim, birbirimizi tükettik, artık senin için zaman harcayamam, ilişkimiz yıprandı, rutine girdik, kaliteli bir insansın, karşıma çıkanların en iyisisin, kaliteli zaman geçiriyoruz, daha iyisi çıkar karşına” gibi dilsel ifadeler, zihnin düşünme sistematiğinin düzen tarafından belirlendiğinin göstergeleridir. Aşkın olanda bu tür ifadeler olmadığından, aşkın olan, özünde düzene aykırı bir yerde konumlanır.

Aktivist bireyin aşk anlayışı bu tür cümlelerle dile gelirken militan olanın aşkınlaşan duygusunda bu tür sözlere yer yoktur. Bu nedenle, bu aşkınlığı Ece Ayhan “Aşk örgütlenmektir abiler” dizesiyle ifade etmiştir. Bu yüzden Edip Cansever, bir dip balığının kimseye uymayan bir mevsim önerdiğini dizelere dökmüştür.

Bugün bir Filistinli, ülkesi uğruna cennete gideceğine inanıyorsa aşkınlığa eriştiğindendir, bencillik, aşılarak soyut bir muhatap için bedel ödenmiştir, asıl sevgili için yola girilmiştir. Emperyalist kapitalizm düzeninde bu aşkınlık, tehdit ve yok edilmesi gereken bir değer olarak görülür. Bilinir ki aşkınlığa erişenin yüzü güler, asıl mutlu olan odur. Nâzım'ın 13 yıl hapiste tutulması, onun için aşkınlığının sınavıdır. O aşkınlığa şaşkın kalanlar ise uğruna ödenecek bedeller devrinin kapandığına inanırlar.

Burjuvazinin dayattığı aşk anlayışında “kapris, cilve, engelleme” gibi çarpıklıklar varken, kurtuluş ideolojisinde maşuk olan sınıfsız sömürüsüz düzen, âşığa bu tür çarpıklıklar dayatmaz. Burjuvazinin mahrem dediği kavram, ikili bencilliğin sınırları kadardır.

Marko Marçevski, kurtuluş ideolojisinin yoluna giren militan ruhun sahip çıkması ve koruması gereken mahremiyet algısını Parti Sırrı romanında izah eder. Bu aşkınlığın karşısına ise sosyal psikoloji çıkarılır, amaç, aşkınlığı akıl dışı, aşığı “robot, deli” olarak gösterip bireyciliği güçlendirmektir.

Şimdi tekrar başa dönersek; aşk, küçük burjuva bireylerin hezeyanıdır. Bu hezeyanın altüst edilmesi gerekir. Edip Cansever “Elleri getirin elleri/ Diyorum, bir şeye karşı komaktır günümüzde aşk/ Birleşip salıverelim iki tek gölgeyi.” dizeleriyle aşkın olanın ne olduğunu tarif eder. Bu kolektifleşen karşı koyuş, aşka değil, aşkına dairdir.

Aşkına evrilemeyen aşk, güzellikte kendini çevreye kapatan, çatışmada ve rekabette çevreye kapıyı açan; birbirine sürekli heyecan verecek insanı idealize eden, o ideal hayal kırıklığına uğradığında muhatabından uzaklaştıran; duygudaşlığı bir tür sözleşmeli ortaklığa çeviren bencil bir duygudur. Sürekli talep edilen heyecanı karşılaması gereken muhatabın tekil bir insan olduğu gerçeğinin üzeri örtülür. Bu dengenin bozulmaması, aşka inancın tuzla buz olmaması, heyecan bitince yıllar geçtiği için zamanın geri alınamamasının verdiği depresif duyguların yaşanmaması imkânsızdır.

Bir insan, başka bir insana huzur, güven, anlayış dışında soyut bir güzellik veremez. Bu durumun bir rutin, önemsenmeme, alışkanlık diye algılanması, yine ben öznesinin dopamin ihtiyacının karşılanmayıp, beynin ödül mekanizmasının durgunluk seyri göstermesindendir.

Tükenmeyen heyecan bir insandan ve duygudan değil, bir mücadeleden beklenebilir. Ancak bir aşk, bir mücadelenin kolektifine dâhil olduğunda, karanfil yer çekimine yenik düşmeden elden ele gezer. En küçük kolektifin bir birim olarak aşk ilişkisinden ideale yönelen daha geniş bir kolektife ulaşamaması ikili aşk ilişkisinin sona ermesine neden olur, kaçınılmaz son her zaman ihtimal dâhilindedir.

Bir kadın ve bir erkeğin birer insan olarak birbirine katacağı güzelliklerin kapasitesi sınırlıdır. Bu sınırı aşabilecek olan ortak inanç ve mücadeledir. Bir aşkın mücadelede ideale ulaşmak için karşıt güçler arasında süren gerilim sürecinde sürekli çözülmesi gereken sorunlar her zaman güncelliğini korur, bunun karşısında çözüm üretmede bireyleri aşan bir durum mevcuttur, kolektif zekâ ve soruna çözüm arama ve bulma heyecanını hiçbir ikili ilişki vermez, yoldaşlık dışında. Eş olan yoldaş olmayınca aşk da bir ideale ulaşma sürecine girmez.

Zor zamanlardan geçiyoruz. Aşkı, arkadaşlığı, meslektaşlığı, aile olmayı bir olgunluğa dönüştüremiyoruz. Bu durum bizi aşıyor. Kolektifsiz, Kolektiften bağımsız ideoloji geliştiren, özgürlüğü sorumluluğun önüne koyan, tahammülsüz, aceleci, kaygılı, aşkın bir inanca bağlanmanın verdiği sakinlikten insanları kaçıran bir toplumsal düzende sanıyoruz ki mülk edinerek, âşık olarak, kariyer yaparak, kendimize ait dünyalar kurarak, özel alanlar oluşturarak yaşamın anlamını ve sakinliği kuracağımızı sanıyoruz.

Mücadele ediyoruz, mücadele ettiğimiz için sinirli, gergin, tahammülsüz olduğumuzu düşünüyoruz, buna kendimizi ikna etmek istiyoruz. Hâlbuki tüm sıcak ailevi ilişkilerine rağmen insanca bir düzenin gelmesi için canla, kanla, terle mücadele edenler, ruh ve akıl sağlığını koruduğu gibi yüzleri hep gülümsüyor, içten kahkaha atabiliyor, tahammülsüzlüğünü ve öfkesini düzene yöneltiyor. Oysaki bugün mücadele ettiğimiz için sinirli ve tahammülsüz olduğumuz yönündeki iddiamızın temelinde umutsuzluk, inanç boşluğu, kolektifsizlik var. Kolektifli olanın da aynı gerekçeleri sunması ortada bir yapının değil, bireyler toplamının olduğunu gösterir.

Bu düzende aşkınlaşamayan her ilişki biçimi geçici bir sakinleştiricidir. Gerçek aşkı aşkınlaştıracak kurucu özne, inancı ve değeri işleyen ideolojik kolektiftir. O kolektifi kuramadığımız sürece, yârin yanağından gayri her şeyde ortaklaşamadığımız sürece, düzen içi ilişkilerde ve bireysel ideolojik mücadele biçimlerinde anlam arayıp gerçek sakinliğe erişemeden yaşamaya devam edeceğiz. Özetle, Nâzım Usta'nın dediği gibi ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz ya dünyamıza inecek ölüm.

Ateşi çalıyoruz, çaldığımız ateşi kolektife ulaştırmadığımızdan o ateş sadece farkındalığın bilinciyle elimizi yakıyor. Bizi yakacak aşkın nârının külüne razı olmayıp o ateşten sıçrayan kıvılcımı bilincimizden gönlümüze taşımak zorundayız. Yaşam başka bir yol sunmuyor, geriye kalan yollar özünde tek yol, o da savunma mekanizmalarımız.

S. Adalı
3 Kasım 2024

0 Yorum: