Kurtuba’ya Kudüs’ü Savunmak İçin Gittim:
Bir Filistinli Komünistin İspanyol Enternasyonal Tugayları Anıları
Editörün
Notu:
Necati Sıtkı (1905–1979) Arap ve Filistin komünizminin önde gelen
isimlerinden biriydi. Yirmilerde ve otuzlarda Filistin’de faal olan sendika
hareketine liderlik eden Sıtkı, Filistin Komünist Partisi’ni Komintern’de
temsil etti. Kendi iddiasına göre, İspanya’da verilen antifaşist mücadeleye
katılan az sayıda Arap sosyalistinden biriydi. Necati Sıtkı, Suriye, Lübnan ve
Filistin’de solun yürüttüğü politik ve kültürel gazetecilik faaliyetlerine
önemli katkılar sundu. Sıtkı, sonrasında İspanya’daki deneyimini kaleme aldı.
Bu çalışma, Beyrut’ta çıkan Talya (“Öncü”) isimli derginin Haziran 1938
tarihli sayısında “Cumhuriyetçi İspanya’da Beş Ay: Bir Arap Savaşçının
Enternasyonal Tugaylar’daki Anıları” başlığıyla yayımlandı. Görebildiğimiz
kadarıyla Sıtkı, adı geçen dergiye bu makale dışında başka makaleler de yazdı.
Fakat ne yazık ki derginin o nüshaları bugün elimizde yok. Buna karşılık,
Sıtkı’nın dönemle ilgili değerlendirmelerinin eksiksiz hâline 2001’de Filistin
Çalışmaları Enstitüsü’nün Arapça olarak yayımladığı Müzekkirat Necati Sıdki
isimli hatıratta bulmak mümkün. Alex Winder’ın tercüme edip burada aktardığı,
Sıtkı’nın 1938 tarihli makalesi, hâlen daha döneme ait kıymetli bir kayıt
olarak varlığını muhafaza ediyor. Makaleyi ne İspanya İç Savaşı’nın sonucuna
ait bilgiler ne de Sıtkı’nın sonrasında komünist parti içerisinde edindiği
deneyimleri etkiliyor. Ağustos 1936’daki durumu, yani Birleşik Sosyalist
Parti’nin kuruluşundan iki ay sonrasını temel alan değerlendirme idealist bir
içeriğe sahip olsa da savaşın ilk günlerinde Enternasyonal Tugaylar’ın
saflarında hâkim olan iyimserliği yansıtıyor. Makale, sol güçler içerisinde
ölümcül sonuçlara yol açacak olan, neticede Cumhuriyetçileri yenilgiye
sürükleyecek hizipçiliğe hiç değinmiyor. Sıtkı muhalefeti eleştiriyor, ama
sadece anarşist güçlere ve onların sendikal hareket içerisindeki “bölücü
işlevler”ine yönelik usturuplu bir eleştiri yöneltiyor. Bu eleştiri dâhilinde
Sıtkı şunu söylüyor: “Anarşistler aslında boşa kürek çekiyorlar. […] Gelecek,
onlardaki sorunları illaki çözüme kavuşturacaktır.”
* * *
Arapların Hürriyetini Madrid Cephesi’nde Savundum
İspanya
İç Savaşı patlak verdiğinde, ben Paris’teydim. Birçok insan gibi ben de bu
savaşın ciddiyetini ilk anda gördüm, bir bütün olarak insanlığın kaderinin
önemli ölçüde bu savaşa bağlı olduğunu anladım. Alman ve İtalyan faşizminin
uşağı olan Franco’nun İspanyol demokrasisine karşı bir ayaklanma, kendi halkına
karşı bir isyan çağrısı yaptığını yakından biliyordum. O, kendi ülkesini hiç
tereddüt etmeden yabancı sömürgecilerin önüne atıp onu kolayca yağmalamalarına
izin verecek, bunun karşılığında ikmal maddeleri, cephane ve asker konusunda
yardım alacak biriydi.
Cumhuriyetçilerin
saflarında gönüllülerin toplandığını, bu insanların Fransızlardan,
İngilizlerden, İtalyanlardan, Etiyopyalılardan, Amerikalılardan, Çinlilerden ve
Japonlardan oluşan Enternasyonal Tugaylar’ı meydana getirdiklerini gördüm. Farklı
Arap ülkelerinden gelen isimler de kendi Arap tugayını kurmuşlardı. Bunu
görünce kendime şunu dedim: “Araplar, gönüllülerin mücadelesinin dışında
kalamazlar. Biz de özgürlük ve demokrasi talep etmiyor muyuz? Arap mağribi,
faşist generaller yenilgiye uğratılmaları durumunda ulusal özgürlüklerine
kavuşamaz mı? İtalya’daki faşist güçler İspanya’daki halkçı demokratik güçler
eliyle mağlup edilecek olursa, Arap Trablusu da zalim Mussolini’nin
pençelerinden kurtulma imkânı bulmaz mı? İspanya’daki Cumhuriyetçilerin Alman
ve İtalyan sömürgeciler karşısında elde edeceği zafer, tüm dünya genelinde
demokrasiye ve ezilen halklara destek olanların elini güçlendirmez mi?”
Hiç
tereddüt etmeden, birkaç gün içerisinde İspanya’ya gitmek üzere yola koyuldum.
* * *
Sınırdan
geçip İspanya’ya vardığımda saat gece birdi. Bir evin önünde durduk, ışık vardı
evde, tepesinde mavi sarı kırmızı Cumhuriyet bayrağı, aynı zamanda
sosyalistlerin, komünistlerin ve sendikacıların kızıl bayrağı dalgalanıyordu.
Eve
girdiğimizde içeride tepeden tırnağa silâhlı, Halk Ordusu’na mensup
Cumhuriyetçi milislerle karşılaştık. Bu gençlerin önemli bir bölümünün üzerinde
mavi işçi tulumları, başlarında ise Iraklıların kullandığı sidara
denilen, ön kısmında kırmızı bir püskül bulunan siyah şapkalar vardı. Sürekli
hareket hâlindeydi ev. Delikanlılar, genç kızlar, yetişkin erkek ve kadınlar…
hepsinin de içinde coşku alev alevdi. Biri silâhını temizliyor, diğeri
daktiloda bir şeyler yazıyor, bir başkası yeni gelen kişinin sınırdan geçiş
kartını inceliyor, savaş sahasından dün gelmiş olan diğer bir adam haberleri
aktarıyor, eğlenceli hikâyeler anlatıyor, sonra bir üçüncü kişi gelip
talimatları alıyor.
Bu
öyle bir sahne ki kalbimiz insanların duyduğu zevk ve şevk karşısında titriyor.
Üzerinde milis üniforması olan, omzuna astığı tüfeği ve beline sardığı mermi
şeridiyle İspanyol erkeklerle çıkıp kutsal özgürlüğü savunuyor! Üzerindeki kaba
saba kıyafetler ve yaşadığı zor hayat ile bu genç kızın Avrupa’daki tiyatro
sahnelerinde gördüğümüz kibar İberli Carmen’e benzer hiçbir yanı yok. Saçları
kıvır kıvır, göğsüne incisi parıl parıldayan büyük bir broş iliştirmiş, omzuna
siyah bir şal atmış, yüksek sesle şarkılar söylüyor, şampanya şişeleri arasında
milyonerlerin aklıyla oynuyor, eğlenceden, hoppalıktan ve sıradanlıktan gayrı
hiçbir şey bilmiyor, o yumuşacık teni, ince beli, dalgalı saçları ile bir o
yana bir bu yana gezinip duruyor!
Hayır!
Carmen, artık İspanya’yı temsil etmiyor, hiçbir zaman gerçek İspanya’ya ait bir
temsil olmadı o. Carmen, eski İspanyol feodal ağalar ondan ne olmasını
istiyorsa o oldu, o hâliyle İspanya’yı temsil etti.[2] Gerçek İspanya gibi
Carmen de artık milislere katılan, medeniyete ve ilerlemeye ait bir simge!
Dün
İspanyol yöneticileri eğlendiren kahpe Carmen, yerini bugün kendisindeki
kudret, iyimserlik ve fikirler ile özgürlüğün kahramanlarına cesaret veren
silâhlı Carmen’e bırakmış. O, yaralı savaşçıları teselli ediyor, Hitlerci ve
Mussolinici sömürgeciliğin tehdidi karşısında ulusu ve ulusun bağımsızlığını
korumak için mücadele eden gönüllülerin göğüslerinde tutkunun ve ruhun ateşini
harlıyor.
Trene
binip Barselona’ya gittim. Yolcular arasında birçok gönüllü vardı. Onlarla
birlikte biriktirdiğim anılarım, ömrümün sonuna dek benimle yaşayacak.
Yaşlı
bir kadın vardı, büyük bir kahır içerisinde olduğu belliydi. Yanındaki oğluna,
kendi canından kanından olan evladına o bitap düşmüş gözlerinden dökülen
gözyaşlarıyla veda ediyor, ona cesaret veriyor, ondan cumhuriyeti faşist
çetelerin yol açtığı dehşetten kurtarmak için dövüşmesini istiyordu.
Gençliğinin
baharında olan bir kız, sevgilisiyle ayakta duruyor, ona kısık sesle, tarifi
mümkün olmayan bir şefkatle bir şeyler söylüyor, boynundaki kolyeyi çıkartıp
sevgilisine takıyordu. Çift, sonra uzun uzun sarıldı, yolculuğuna başlamış olan
trenin harekete geçmesi üzerine yavaşça birbirlerinden ayrıldı. İkisi de
demokratik İspanya özgürlüğüne yeniden kavuşana dek tekrar bir araya
gelemeyeceklerini biliyordu. Özgürlük gelmediği takdirde birbirlerini bir daha
görmeleri mümkün değildi!
Trenin
içi ana baba günüydü. Her yanında, her bir duvarında afişler asılıydı. Üzerinde
pantolon olan, gömlek kolları kıvrılı, tepesinde kırmızı püskülü bulunan bir
kep giymiş bir kız vardı birinde. Sol elindeki tüfeği havaya kaldırmış, sağ
eliyle ileriyi gösteriyor ve şunu söylüyordu: “Yurttaşlar! Ele silâh
alabilirsiniz, ülkenin size ihtiyacı var, o zaman neden milislere
katılmıyorsunuz?”
Bir
başka afişte ise güneşten esmerleşmiş kolları, sıkılı, havaya kaldırılmış
yumrukları ile bir grup insan vardı. Bu resmin altında şu yazılıydı:
“Birlikteysek Güçlüyüz!”
Üçüncü
afişse bir elinde havaya kaldırdığı tüfeği diğer elinde korkudan tir tir
titreyen bir adamın elini tutan bir işçi vardı. İşçi, o adama şunu söylüyordu:
“Yağma şerefsizliktir, seni bunun için ağır bir biçimde cezalandıracağım!”
Bu
afişler, ruhu canlandıran, uykusundan uyandıran cinstendi! Bu insanlar, önceden
eğitim almadan veya herhangi bir hazırlık yürütmeden, kendiliğinden
örgütleniyor, bir kültür meydana getiriyorlar. Bu nitelikte bir halkın
karşısına en insafsız, en mücrim faşist güçler bile çıksa, onu yenemez.
* * *
Barselona’dayım.
İnsanı uykusundan uyandırıp özgürleştiren eylemlerle yüklü tarihiyle
medeniyetle yoğrulmuş Muhteşem Barselona. Çıkıp sokakları dolaştım, attığım her
adımda bir şeyler dikkatimi çekiyor, merak, takdir ve şaşkınlıkla yürüyordum.
Karşıma kavgaya büyük bir şevkle girmiş milislerden oluşan bir birlik çıktı.
Bana doğru yaklaştılar, bana baktılar, gözlerinde güzel ve tuhaf bir parıltı,
kudretin ve eylemin bahşettiği bir ışıltı, güven ve iyimserlik vardı.
Komutanları yanıma geldi, benim İspanyol olduğumu düşünerek İspanyolca,
“milislerin safına neden katılmadın?” diye sordu. Ben gülümseyerek, Fransızca
şu cevabı verdim: “Ben Arap gönüllüyüm, Arapların özgürlüğünü Madrid
Cephesi’nde savunmak için geldim! Şam’ı Guadalajara’da, Kudüs’ü Kurtuba’da,
Bağdat’ı Toledo’da, Kahire’yi Endülüs’te, Tetuan’ı Burgos’ta savunmak için
geldim!” Komutan, şaşkınlıkla, bana orta düzey bir Fransızcayla, “Sen gerçekten
de Arap mısın? Faslı mısın? İyi ama bu imkânsız, Faslılar faşist çetelerle
birlikte hareket ediyor, şehirlerimize saldırıyor, bizi katlediyor, her
şeyimizi yağmalıyor, kadınlarımıza tecavüz ediyor” dedi.
Ben
şu cevabı verdim: “Bugün Faslıların gerici generallerle, 1925’te Abdülkerim
isyanını bastıran, isyancıların ailelerinin kafalarını kesen[3], topraklarını
yağmalayan, eylemleriyle Araplara ve İslam’a hakaret eden güçlerle birlikte
yürüdüğü doğrudur. Bu insanlar, Arapları da İslam’ı da temsil etmiyorlar. Onlar
kandırılmış. Franco ve kana susamış yaverleri, Faslıları Fas’ın başındaki suça
bulaşmış, halkı satmış, Arap olduğunu unutmuş, İslam’ın ruhuna ihanet etmiş
liderlerin[4] yardımıyla kandırmış. […] Bu liderler, kendi insanını en büyük ve
en kötü sömürgecilere hizmet etsin diye onların yanına göndermiş.”
Milis
komutanı, söylediklerim karşısında epey şaşırdı, bu sözlerin bir Arap’ın
ağzından çıktığından emin olmayan bir hâlde, kafasını sağa sola sallamaya
başladı. Ben de bunun üzerine kendisine şunu söyledim: “Buradaki tek Arap ben
değilim! Enternasyonal Tugaylar içinde bugün birçok Arap var, başkaları da
gelecek. Hatta bugün Franco’nun yanında olan Araplar bile gözlerini açacak,
Franco güçlerini terk edip sizin safınıza katılacak. Öğrendiğim kadarıyla
birçoğunun gözü açıldı, gerçekleri görmeye başladı, Cumhuriyetçilerin safına geçmek
için fırsat kolluyor. Arap ülkelerinde İspanyol Cumhuriyeti’ne yakın duran
yetmiş milyon Arap var, bu insanlar demokrasiyi savunuyorlar, çünkü saygıyı hak
eden tarihsel gelenekleriyle Arap medeniyeti, gerçek demokrasi temeli üzerine
inşa edilmiştir.”
Milislerin
ve liderlerinin yüzünde bir sevinç ifadesi belirdi. Bir süre sonra kucaklaştık.
O güzel ve takdire şayan gelenekleri uyarınca beni omuzlara alarak
selamladılar. Elimi sıkıp bana “cephede, Toledo’da buluşana dek hoşça kal.
Sakın unutma, sen Toledo’yu savunduğunda ecdadının, Arapların geride bıraktığı
ebedi anıtların en güzelini savunmuş olacaksın!”
Barselona’dan
geçerken bu harika şehirdeki hayatın içinde akan enerjiyi hissettim. Bu şehir,
tarif edilmesi mümkün olmayan bir ruha, bir cana sahip. Her yerde Cumhuriyetçilerin
bayrakları yanında kızıl bayraklar dalgalanıyor. Kaldırımlarda yeni ürünler,
püsküllü şapkalar, düğmeler, yıldızlar, farklı politik partileri temsil eden
renklerde ipek kuşaklar satılıyor. Duvarlara asılmış, üzerinde İspanya haritasının
bulunduğu afişlere rastlıyorsunuz. Haritanın üzerinde Cumhuriyetçilere ait
yerler kırmızıyla, faşistlere ait yerlerse siyahla işaretlenmiş. Bu afişlerin
önünde toplanmış yığınla insan, askeri alanda yaşanan gelişmeleri hararetle
tartışıyorlar.
Yüz
metre gitmemiştim ki Barselona şehrinin merkezinde bulunan, ticari hayatının
kalbi olan Plaza de Catalonia [“Katalunya Pazarı”] ile karşılaştım. Burası
bankaların, mağazaların, milyoner idarecilerin malikânelerinin, ticaret
ajanslarının ve ülke ülke gezen kodamanlar için inşa edilmiş otellerin
bulunduğu bir yerdi. Meydanın kuzeyinde Colón Oteli denilen devasa bir bina
vardı. Faşistlerin başkaldırısı başladığında bu otel ülkedeki kraliyet
muhafızlarının ve isyan etmiş olan faşist birliklerin kalesi olarak iş gördü.
Ancak halk hainleri mağlup edince Katalunya hükümeti bir açıklama yayınlayarak
bu otelin Katalunya’da faal olan Birleşik Sosyalist Parti’ye devredildiğini
duyurdu. Binanın üzerine yirmi metre uzunluğunda bir pankart asıldı. Üzerinde
“Birleşik Sosyalist Parti, Komünist Enternasyonal Şubesi P.S.O. – P.C.E. –
U.S.C. – P.O.C.” yazılıydı. “Birleşik” adını almasının sebebi partinin dört
işçi partisinin birleşmesi neticesinde oluşmuş olmasıydı. Faşistlerin saldırısı
neticesinde bir araya gelen bu partiler Üçüncü Enternasyonal’e katıldılar.
Pankartın üzerindeki kısaltmalar işte bu partilerin adlarını ifade ediyordu:
İkinci Enternasyonal’den kopmuş olan Sosyalist İşçi Partisi, Katalan Komünist
Partisi, Katalan Sosyalist Birliği ve Proleter Parti.[5]
Yabancı
bir gönüllü olarak kalmak üzere Colón Oteli’ne girdim. Kısa süre sonra, girişe
adımımı atar atmaz silâhlı muhafız yolumu kesip evrakımı istedi. Evrakı
çıkartıp kendisine verdim. Muhafız, evrakı inceledikten sonra girmeme izin
verdi. Birinci, sonra ikinci, ardından da üçüncü kata çıktım. Üçüncü katta
gördüğüm şey beni epey sarstı: eli silâhlı bir genç, yüreğinde yanan ateş ile
devrimci sloganlar atıyor, emirler yağdırıyor, hiçbir düzene riayet etmeden,
duvarlara afişler asıyordu. Muhteşem bir hareketlilik vardı, her şey belirli
bir ivmeyle hareket ediyordu, ne yana dönseniz “camarada, collega,
companyona”dan [“Yoldaşım, ortağım, dostum”] gayrı bir şey işitmiyordunuz.
Bu
gençlerden biri durdu ve benden, hükümeti savunanlara destek sunmak için gelmiş
Arap bir gönüllü olduğumu sekretere veya yardımcısına bildirmemi istedi. Beni
sekreter yardımcısının odasına götürdü, izin istedikten sonra odaya girdim.
Odadaki adam, beni asker selamıyla selamladı, selamı duygusuzdu sanki
varlığımdan hoşnut değil gibiydi.
Kendisine
“Arap gönüllüyüm, bugün geldim. Mevcut durum konusunda bir bilgim yok. Ağustos
1936 itibarıyla Katalunya’da ne bir tür süreç başladı, bilmiyorum. Umarım, bu
konuda beni biraz bilgilendirirsiniz” dedim.
O
an yüzünde hafif ama hoş bir gülümseme belirdi ve bana şunu söyledi: “Hoş
geldin, o asil varlığıyla Arap gönüllüsü, Elhambra’yı inşa edenlerin torunu,
hoş geldin. 800 yıl boyunca yurdumuzda yaşamış olanların torunu, hoş geldin!
İzin verirsen, aklındaki sorulara cevap vereyim: Baksana bana, ben senden daha
Arap görünüyorum. Benim de soyum Arap, adım İsmail Ribares.”
Ona
şu cevabı verdim: “Bunu duyduğuma çok sevindim. Sizinle tanışmak benim için
onurdur.”
Bunun
üzerine sekreter yardımcısı şunu söyledi: “Evet şimdi ne bilmek istiyorsun?”
“Katalan
kurtuluş hareketinin tarihi ve bugünkü askeri durum konusunda genel bir
değerlendirme yapmanızı istiyorum.”
Şu
cevabı verdi: “Gerekli cevabı vereceğim. Biz Katalanlar, nevi şahsına münhasır
bir halkız. Kendi kültürümüz, kendi lehçemiz var. Kastilyalı efendilere karşı
uzun zamandır mücadele ediyoruz. Bu uğurda, ulusal bağımsızlık aşkına çokça kan
döktük. Ama Katalunya’nın İspanya’nın iç müdahalesi olmaksızın hayatta kalması
imkânsız. Biz, içte bağımsız olmak, merkezi kurumların uyguladığı genel
politikalara etkin bir biçimde katılmamıza imkân sağlayan bir tür özerklik
istiyoruz.
Ülkemizde
güçlü bir sanayi var. Proletarya için önemli bir memba burası. Sendikal hareket
için verimli bir kaynak aynı zamanda. Şu herkesin bildiği bir gerçek:
İspanya’daki tüm şehirler içerisinde burası işçi partilerinin ve sendikaların
ilk kurulduğu yer. Kendi işçi hareketimizin özgül yanları dikkate alındığında
sınıf, Mihail Bakunin’in öğretileriyle ve onun halefi olan Kropotkin’in
öğretilerinden beslenmiş anarşizmi benimsemeden gözünü açamazdı.
Bugünün
dünyasında farklı teorilere sahip farklı partiler var, ama bunlar, faşizme
karşı silâhla mücadele etmek için tek bir parti içerisinde bir araya geldiler.
Ömrüm boyunca hayalini kurduğum bu birliğe kendi gözlerimle şahit olmanın beni
epey mutlu kıldığını söylemeliyim. Ama buna karşın, tüm kalbimle bir hususla
ilgili olarak şu pişmanlığımı dile getirmeliyim: anarşist işçi örgütleri bizden
çok uzaklaştılar.
Faşistler
iktidarı alma çabası içine girdikten sonra biz, güç kullanıp onların bu
çabalarını boşa düşürdük. Ama bunun üzerine büyük sanayicilerin tamamı onların
safına geçti. Onlara feodal ağalar, bankaların sahibi olan para babaları ve
haksız yere imtiyazlara kavuşmuş olan diğer güçler katıldı. Bunlar sokaklarda
işçilerle savaştı, saraylarının pencerelerinden kalabalıkların üzerine ateş
açtılar. Kitleler kendilerini savunmaya çalıştılar, bazıları katledildi,
bazıları hapse atıldı, bazıları ise kaçmak zorunda kaldı.
Güvenlik
yeniden tesis edilip sular durulunca Cumhuriyetçi hükümet gerçeği gördü. Artık
kapitalistler, kendisini terk etmiş, ülkeyi sırtından bıçaklamış, düşmanın
safına katılmıştı. Ağır sanayide çarkları artık sendikalar döndürüyordu, işleri
işçi komiteleri yönetiyordu. Sonuçta Katalunya’daki ağır sanayiye el konuldu.
Hükümet, ürünlerin üretim ve dağıtım işini üstlendi.
Gelgelelim,
bu durumun ve alınan tedbirlerin hakiki sosyalizme işaret etmediğini biz de
biliyoruz. Burada iç savaşın yol açtığı özel bir durum söz konusu. İç savaş,
doğrudan büyük kapitalistlerin faşist yargıçlardan yana saf tutmasına sebep
oldu. Bu yaşadığımız şey sosyalizm değil, çünkü bugün Katalunya’daki mevcut
sistem, işkollarında özel mülkiyet ilkesini işletmeyen, cumhuriyetçi bir
sistem. Daha önce dediğim gibi, işletmelere, ağır sanayiye el konuldu ama bu
işlem, esasen halk düşmanlarının safına katılan hainleri cezalandırmak için
devreye sokulmuştu.
Juan
March örneğini ele alalım. Bu adam, İspanya, Fas ve Cebelitarık’taki birçok
ticaret ve sanayi şirketinin sahibi, aynı zamanda önemli bir finansçı. Ayrıca Cumhuriyetçilerin
düşmanlarına para temin eden biri. Hükümet, böyle birinin mallarına el koymasın
da ne yapsın?[6]
Emin
olun, kimse küçük işletme sahibi ailelere veya ufak işyerlerine müdahale
etmiyor, çünkü buraların sahipleri hükümete isyan etmiş olan generallere karşı halkın
safında dövüşen demokrat Cumhuriyetçiler.”
Konuştuğum
kişi bir an durup sessizce bana baktı, başka sorular sormamı bekliyor gibiydi. Bunu
fark ettiğim anda ona “Zaragoza cephesinde durum nasıl?” diye sordum.
–
Çok iyi, kısa süre içerisinde savunma konumunu terk edip saldırı konumuna
geçeceğiz.
–
Savaş geleceği hakkında ne düşünüyorsun, sence zafer kimin olacak?
–
İç savaş, Almanya ve İtalya’nın müdahalesi sebebiyle devam edecek. Ama nihayetinde
zafer hiç şüphe yok ki bizim olacak.
–
Savaş malzemeleri konusunda merkezi hükümete yardım ediyor musunuz?
–
Birleşik Sosyalist Parti, merkezi hükümete yardım konusunda elinden geleni
yapıyor, fabrikalarımızın ürettiği tanklar, zırhlı araçlar, toplar ve bombalar
temin ediliyor. Ancak anarşistler yardımların ulaştığı ölçek konusunda
itirazlar dile getiriyorlar, bu şeylerin Katalunya’nın savunulması için lazım
olduğunu söylüyorlar.
–
İspanya anarşizminin geleceğiyle ilgili görüşünüz nedir?
–
Anarşizm burada önemli bir güç. Ama bence boşa kürek çekiyorlar[7], gelecek,
onlardaki sorunları illaki çözüme kavuşturacaktır.
Señor
Ismael Ribares ile söyleşim bu şekilde sona erdi. Ona veda etmeden önce bana
verdiği kıymetli bilgiler sebebiyle kendisine şükranlarımı sundum. Odadan çıkarken
beni tutup gülerek, “Arapça bilen bir gençle röportaj yapmak ister misin?” diye
sordu. Ben de bunun beni fazlasıyla memnun edeceğini söyledim. Birkaç dakika
sonra yirmilerinde genç bir adam çıkageldi. Yüzündeki gülümsemeyle bana “Arapça
biliyor musun?” diye sordu. “Evet” cevabı ardından “Sen biliyor musun? Nereden
biliyorsun?” diye sordum. Genç adam, kırık Arapçasıyla, annesinin Arap,
babasının İspanyol olduğunu söyledi. Fas’ta (Marakeş’te), Cezayir’de ve Malta’da
bulunmuş. Aramızda epey ilginç bir konuşma geçti.
Necati Sıtkı
1938
[Kaynak: Jerusalem Quarterly, Sayı 62 (Bahar 2015)]
Dipnotlar:
[1] İtalyan güçleri Osmanlı ile İtalya arasında 1910-1912 yılları arasında yaşanan
savaşta Libya’nın sahip bölgesini ele geçirdi. 1912 tarihli Lozan Anlaşması
uyarınca Osmanlı, Trablusgarp ve Sirenayka şehirlerini İtalyanlara bıraktı. Mussolini’nin
1922’de iktidara gelmesi ardından İtalyan ordusunun Libya’daki sömürgecilik
karşıtı direnişi bastırma amaçlı harekâtı yoğunlaştı. İtalya, halkı göç etmeye zorladı.
İnsanları toplama kamplarına kapattı. Otuzların ortasında İtalyan güçleri Libya
direnişini bastırdı, İtalya Libya’ya yerleşti. Ülkeye yerleşen İtalyan sayısı yüz
bini aştı. Necati Sıtkı tam da bu dönemde İspanya’daki cumhuriyetçi güçlere
katıldı. İtalya’nın Libya’yı sömürgeleştirmesi ve İtalyanların bu ülkeye
yerleşmesi konusunda bkz.: Nicola
Labanca, La guerra italiana per la Libia: 1911–1931 (Bolonya: Il
Mulino, 2012) ve Claudio G. Segrè, Fourth Shore: The Italian Colonization of
Libya (Şikago: University of Chicago Press, 1974).
[2]
Karmen ve operanın İspanyol tiyatrosuna girişinden bugüne dek uzanan süreçte İspanyol
kimliğinin inşası ile ilgili bir tartışma için bkz.: Elizabeth Kertesz ve
Michael Christoforidis, “Confronting Carmen beyond the Pyrenees: Bizet’s Opera
in Madrid, 1887–1888,” Cambridge Opera Journal 20, Sayı. 1 (Mart 2008): s.
79–110; ve José F. Colmeiro, “Exorcising Excoticism: ‘Carmen’ and the Construction
of Oriental Spain,” Comparative Literature 54, Sayı. 2 (Bahar 2002): s. 127–144.
[3]
Muhammad ibn Abdülkerim Hattabi (1882/83–1963): Kuzey Fas’ın Rif bölgesinde
faaliyet yürütmüş politik ve askeri lider. Haziran 1921’de İspanyol ordusu Rif’te
önceden işgal etmediği bölgelere girince Abdülkerim elindeki silâhlı birliklerle
İspanyol güçlerine saldırdı. Riflilerin elde ettiği çarpıcı bir dizi zaferin
ardından Abdülkerim Eylül 1921’de bağımsız Rif Cumhuriyeti’ni ilân etti. Rif
isyanı geride önemli bir miras bıraktı. Eylül 1923’te General Miguel Primo de
Rivera’nın gerçekleştirdiği darbe ile 1923-1930 arası dönemde inşa edilen
askeri diktatörlük bu yenilginin sonucu. İspanyol güçleri ardı ardına yenilgiler
yaşatan Abdülkerim ve güçleri Fransa’nın işgali altında olan Fas’a doğru
ilerledi. Hatta Nisan 1925’te bu güçler Fes şehrine kadar ulaştılar. Fransızlar
isyanı bastırmak için büyük bir askeri gücü bölgeye gönderdiler. 250 binden
fazla Fransız ve İspanyol askeri Abdülkerim’i Mayıs 1926’da teslim olmaya
mecbur etti. Abdülkerim ve Rif’teki sömürgecilik karşıtı isyan konusunda bkz.:
Yayına Hz.: Rene Gallissot, Abd el-Krim et la République du Rif: actes du colloque
international d’études historiques et sociologiques, 18–20 janvier 1973 (Paris: F. Maspero, 1976);
Charles R. Pennell, A Country with a Government and a Flag: The Rif War in
Morocco, 1921–1926 (Boulder, CO: Lynne
Rienner, 1986); David S. Woolman, Rebels in the Rif: Abd el Krim and
the Rif Rebellion (Stanford: Stanford University Press, 1968).
[4]
Hatıratında Necati Sıtkı, bu liderlere örnek olarak Abdülhalik Tureysi’nin
ismini veriyor. Tureysi (1909–1970) Fas’ta Franco’ya destek veren ve Faslıları
Franco yanlısı güçlere örgütleyen önemli liderlerden biri. 1937’de Ulusal
Reform Partisi’ni kuran Tureysi, faşist İspanya’nın himayesinde olacak özerk
bir Fas’ın inşa edilmesi fikrini savundu. 1956’da Fas’ın bağımsız olması
ardından parti, İstiklâl Partisi ile birleşti, Tureysi adalet bakanı oldu.
Ardından Tureysi Kahire büyükelçiliği görevine getirildi. Bkz.: Najati Sidqi, Mudhakkirat
Najati Sidqi (Beyrut: Institute for Palestine Studies, 2001), s. 127.
[5]
Katalunya Birleşik Sosyalist Partisi, 23 Temmuz 1936’da bir dizi partinin
birleşmesiyle kuruldu. Birlik sürecine İkinci Enternasyonal’in devamı olarak 1923’te
kurulan İşçi ve Sosyalist Enternasyonal’in üyesi İspanyol Sosyalist İşçi
Partisi’ne bağlı Katalan Federasyonu, İspanya Komünist Partisi’nin yerel şubesi
olarak Katalan Komünist Partisi, 1923’te Sosyalist İşçi Partisi’nden kopan
Katalunya Sosyalist Birliği ve Ticaret ve Sanayi Çalışanları Otonomcu Merkezi
isimli sendikanın arkasında olduğu Proleter Katalan Partisi bulunuyordu.
[6]
İşadamı Juan March Ordinas, March Bankası’nın kurucusuydu. Zenginliğini Kuzey
Afrika ile İspanya arasındaki kaçakçılık faaliyetlerine borçluydu. Birinci Dünya
Savaşı süresince her iki tarafta büyük bir servete ve nüfuza kavuştu. Kral
XIII. Alfonso döneminde önemli bir güç hâline gelen Juan March, cumhuriyetçi
dönemde hapse atıldı. Hapisten kaçtı, Cebelitarık’a gitti. Burada İngiliz
hükümeti içerisindeki bağlantılarınca korundu. 1936’da cumhuriyete karşı
gerçekleştirilen isyana destek verdi, Franco’nun Kanarya Adaları’ndan İspanya’nın
elindeki Fas topraklarına geçiş sürecini bizzat örgütledi. İtalyanların
sömürgelerden topladığı askerlerini Fas’tan Güney İspanya’ya uçak yoluyla
taşınması işlemini finans etti. İspanya İç Savaşı’nda faşistlerin elde ettiği
zaferin ardından Juan March, İspanya’da yeniden zengin ve nüfuzlu bir isim
hâline geldi. İkinci Dünya Savaşı sonunda dünyadaki en zengin yedinci insan
kabul ediliyordu. Kendisiyle ilgili bir dizi İspanyolca biyografi kaleme
alındı: Manuel D. Benavides, El ultimo pirata del Mediterráneo (Meksika:
Roca, 1976); Arturo Dixon, Señ or monopolio: la asombrosa vida de Juan March
(Barselona: Planeta, 1985); ve Ramón Garriga, Juan March y su tiempo (Barselona:
Planeta, 1976).
[7] Özgün metinde Necati Sıtkı, ennehum yemsekuna bi-l-quşur duna al-lubab [““meyvenin kabuğunu alıp içini çöpe atıyor”] tabirini kullanıyor.
0 Yorum:
Yorum Gönder