18 Kasım 2024

, ,

Kurtuba’ya Kudüs’ü Savunmak İçin Gittim

Kurtuba’ya Kudüs’ü Savunmak İçin Gittim:

Bir Filistinli Komünistin İspanyol Enternasyonal Tugayları Anıları

 

Editörün Notu: Necati Sıtkı (1905–1979) Arap ve Filistin komünizminin önde gelen isimlerinden biriydi. Yirmilerde ve otuzlarda Filistin’de faal olan sendika hareketine liderlik eden Sıtkı, Filistin Komünist Partisi’ni Komintern’de temsil etti. Kendi iddiasına göre, İspanya’da verilen antifaşist mücadeleye katılan az sayıda Arap sosyalistinden biriydi. Necati Sıtkı, Suriye, Lübnan ve Filistin’de solun yürüttüğü politik ve kültürel gazetecilik faaliyetlerine önemli katkılar sundu. Sıtkı, sonrasında İspanya’daki deneyimini kaleme aldı. Bu çalışma, Beyrut’ta çıkan Talya (“Öncü”) isimli derginin Haziran 1938 tarihli sayısında “Cumhuriyetçi İspanya’da Beş Ay: Bir Arap Savaşçının Enternasyonal Tugaylar’daki Anıları” başlığıyla yayımlandı. Görebildiğimiz kadarıyla Sıtkı, adı geçen dergiye bu makale dışında başka makaleler de yazdı. Fakat ne yazık ki derginin o nüshaları bugün elimizde yok. Buna karşılık, Sıtkı’nın dönemle ilgili değerlendirmelerinin eksiksiz hâline 2001’de Filistin Çalışmaları Enstitüsü’nün Arapça olarak yayımladığı Müzekkirat Necati Sıdki isimli hatıratta bulmak mümkün. Alex Winder’ın tercüme edip burada aktardığı, Sıtkı’nın 1938 tarihli makalesi, hâlen daha döneme ait kıymetli bir kayıt olarak varlığını muhafaza ediyor. Makaleyi ne İspanya İç Savaşı’nın sonucuna ait bilgiler ne de Sıtkı’nın sonrasında komünist parti içerisinde edindiği deneyimleri etkiliyor. Ağustos 1936’daki durumu, yani Birleşik Sosyalist Parti’nin kuruluşundan iki ay sonrasını temel alan değerlendirme idealist bir içeriğe sahip olsa da savaşın ilk günlerinde Enternasyonal Tugaylar’ın saflarında hâkim olan iyimserliği yansıtıyor. Makale, sol güçler içerisinde ölümcül sonuçlara yol açacak olan, neticede Cumhuriyetçileri yenilgiye sürükleyecek hizipçiliğe hiç değinmiyor. Sıtkı muhalefeti eleştiriyor, ama sadece anarşist güçlere ve onların sendikal hareket içerisindeki “bölücü işlevler”ine yönelik usturuplu bir eleştiri yöneltiyor. Bu eleştiri dâhilinde Sıtkı şunu söylüyor: “Anarşistler aslında boşa kürek çekiyorlar. […] Gelecek, onlardaki sorunları illaki çözüme kavuşturacaktır.”

* * *

Arapların Hürriyetini Madrid Cephesi’nde Savundum

 

İspanya İç Savaşı patlak verdiğinde, ben Paris’teydim. Birçok insan gibi ben de bu savaşın ciddiyetini ilk anda gördüm, bir bütün olarak insanlığın kaderinin önemli ölçüde bu savaşa bağlı olduğunu anladım. Alman ve İtalyan faşizminin uşağı olan Franco’nun İspanyol demokrasisine karşı bir ayaklanma, kendi halkına karşı bir isyan çağrısı yaptığını yakından biliyordum. O, kendi ülkesini hiç tereddüt etmeden yabancı sömürgecilerin önüne atıp onu kolayca yağmalamalarına izin verecek, bunun karşılığında ikmal maddeleri, cephane ve asker konusunda yardım alacak biriydi.

Cumhuriyetçilerin saflarında gönüllülerin toplandığını, bu insanların Fransızlardan, İngilizlerden, İtalyanlardan, Etiyopyalılardan, Amerikalılardan, Çinlilerden ve Japonlardan oluşan Enternasyonal Tugaylar’ı meydana getirdiklerini gördüm. Farklı Arap ülkelerinden gelen isimler de kendi Arap tugayını kurmuşlardı. Bunu görünce kendime şunu dedim: “Araplar, gönüllülerin mücadelesinin dışında kalamazlar. Biz de özgürlük ve demokrasi talep etmiyor muyuz? Arap mağribi, faşist generaller yenilgiye uğratılmaları durumunda ulusal özgürlüklerine kavuşamaz mı? İtalya’daki faşist güçler İspanya’daki halkçı demokratik güçler eliyle mağlup edilecek olursa, Arap Trablusu da zalim Mussolini’nin pençelerinden kurtulma imkânı bulmaz mı? İspanya’daki Cumhuriyetçilerin Alman ve İtalyan sömürgeciler karşısında elde edeceği zafer, tüm dünya genelinde demokrasiye ve ezilen halklara destek olanların elini güçlendirmez mi?”

Hiç tereddüt etmeden, birkaç gün içerisinde İspanya’ya gitmek üzere yola koyuldum.

* * *

Sınırdan geçip İspanya’ya vardığımda saat gece birdi. Bir evin önünde durduk, ışık vardı evde, tepesinde mavi sarı kırmızı Cumhuriyet bayrağı, aynı zamanda sosyalistlerin, komünistlerin ve sendikacıların kızıl bayrağı dalgalanıyordu.

Eve girdiğimizde içeride tepeden tırnağa silâhlı, Halk Ordusu’na mensup Cumhuriyetçi milislerle karşılaştık. Bu gençlerin önemli bir bölümünün üzerinde mavi işçi tulumları, başlarında ise Iraklıların kullandığı sidara denilen, ön kısmında kırmızı bir püskül bulunan siyah şapkalar vardı. Sürekli hareket hâlindeydi ev. Delikanlılar, genç kızlar, yetişkin erkek ve kadınlar… hepsinin de içinde coşku alev alevdi. Biri silâhını temizliyor, diğeri daktiloda bir şeyler yazıyor, bir başkası yeni gelen kişinin sınırdan geçiş kartını inceliyor, savaş sahasından dün gelmiş olan diğer bir adam haberleri aktarıyor, eğlenceli hikâyeler anlatıyor, sonra bir üçüncü kişi gelip talimatları alıyor.

Bu öyle bir sahne ki kalbimiz insanların duyduğu zevk ve şevk karşısında titriyor. Üzerinde milis üniforması olan, omzuna astığı tüfeği ve beline sardığı mermi şeridiyle İspanyol erkeklerle çıkıp kutsal özgürlüğü savunuyor! Üzerindeki kaba saba kıyafetler ve yaşadığı zor hayat ile bu genç kızın Avrupa’daki tiyatro sahnelerinde gördüğümüz kibar İberli Carmen’e benzer hiçbir yanı yok. Saçları kıvır kıvır, göğsüne incisi parıl parıldayan büyük bir broş iliştirmiş, omzuna siyah bir şal atmış, yüksek sesle şarkılar söylüyor, şampanya şişeleri arasında milyonerlerin aklıyla oynuyor, eğlenceden, hoppalıktan ve sıradanlıktan gayrı hiçbir şey bilmiyor, o yumuşacık teni, ince beli, dalgalı saçları ile bir o yana bir bu yana gezinip duruyor!

Hayır! Carmen, artık İspanya’yı temsil etmiyor, hiçbir zaman gerçek İspanya’ya ait bir temsil olmadı o. Carmen, eski İspanyol feodal ağalar ondan ne olmasını istiyorsa o oldu, o hâliyle İspanya’yı temsil etti.[2] Gerçek İspanya gibi Carmen de artık milislere katılan, medeniyete ve ilerlemeye ait bir simge!

Dün İspanyol yöneticileri eğlendiren kahpe Carmen, yerini bugün kendisindeki kudret, iyimserlik ve fikirler ile özgürlüğün kahramanlarına cesaret veren silâhlı Carmen’e bırakmış. O, yaralı savaşçıları teselli ediyor, Hitlerci ve Mussolinici sömürgeciliğin tehdidi karşısında ulusu ve ulusun bağımsızlığını korumak için mücadele eden gönüllülerin göğüslerinde tutkunun ve ruhun ateşini harlıyor.

Trene binip Barselona’ya gittim. Yolcular arasında birçok gönüllü vardı. Onlarla birlikte biriktirdiğim anılarım, ömrümün sonuna dek benimle yaşayacak.

Yaşlı bir kadın vardı, büyük bir kahır içerisinde olduğu belliydi. Yanındaki oğluna, kendi canından kanından olan evladına o bitap düşmüş gözlerinden dökülen gözyaşlarıyla veda ediyor, ona cesaret veriyor, ondan cumhuriyeti faşist çetelerin yol açtığı dehşetten kurtarmak için dövüşmesini istiyordu.

Gençliğinin baharında olan bir kız, sevgilisiyle ayakta duruyor, ona kısık sesle, tarifi mümkün olmayan bir şefkatle bir şeyler söylüyor, boynundaki kolyeyi çıkartıp sevgilisine takıyordu. Çift, sonra uzun uzun sarıldı, yolculuğuna başlamış olan trenin harekete geçmesi üzerine yavaşça birbirlerinden ayrıldı. İkisi de demokratik İspanya özgürlüğüne yeniden kavuşana dek tekrar bir araya gelemeyeceklerini biliyordu. Özgürlük gelmediği takdirde birbirlerini bir daha görmeleri mümkün değildi!

Trenin içi ana baba günüydü. Her yanında, her bir duvarında afişler asılıydı. Üzerinde pantolon olan, gömlek kolları kıvrılı, tepesinde kırmızı püskülü bulunan bir kep giymiş bir kız vardı birinde. Sol elindeki tüfeği havaya kaldırmış, sağ eliyle ileriyi gösteriyor ve şunu söylüyordu: “Yurttaşlar! Ele silâh alabilirsiniz, ülkenin size ihtiyacı var, o zaman neden milislere katılmıyorsunuz?”

Bir başka afişte ise güneşten esmerleşmiş kolları, sıkılı, havaya kaldırılmış yumrukları ile bir grup insan vardı. Bu resmin altında şu yazılıydı: “Birlikteysek Güçlüyüz!”

Üçüncü afişse bir elinde havaya kaldırdığı tüfeği diğer elinde korkudan tir tir titreyen bir adamın elini tutan bir işçi vardı. İşçi, o adama şunu söylüyordu: “Yağma şerefsizliktir, seni bunun için ağır bir biçimde cezalandıracağım!”

Bu afişler, ruhu canlandıran, uykusundan uyandıran cinstendi! Bu insanlar, önceden eğitim almadan veya herhangi bir hazırlık yürütmeden, kendiliğinden örgütleniyor, bir kültür meydana getiriyorlar. Bu nitelikte bir halkın karşısına en insafsız, en mücrim faşist güçler bile çıksa, onu yenemez.

* * *

Barselona’dayım. İnsanı uykusundan uyandırıp özgürleştiren eylemlerle yüklü tarihiyle medeniyetle yoğrulmuş Muhteşem Barselona. Çıkıp sokakları dolaştım, attığım her adımda bir şeyler dikkatimi çekiyor, merak, takdir ve şaşkınlıkla yürüyordum. Karşıma kavgaya büyük bir şevkle girmiş milislerden oluşan bir birlik çıktı. Bana doğru yaklaştılar, bana baktılar, gözlerinde güzel ve tuhaf bir parıltı, kudretin ve eylemin bahşettiği bir ışıltı, güven ve iyimserlik vardı. Komutanları yanıma geldi, benim İspanyol olduğumu düşünerek İspanyolca, “milislerin safına neden katılmadın?” diye sordu. Ben gülümseyerek, Fransızca şu cevabı verdim: “Ben Arap gönüllüyüm, Arapların özgürlüğünü Madrid Cephesi’nde savunmak için geldim! Şam’ı Guadalajara’da, Kudüs’ü Kurtuba’da, Bağdat’ı Toledo’da, Kahire’yi Endülüs’te, Tetuan’ı Burgos’ta savunmak için geldim!” Komutan, şaşkınlıkla, bana orta düzey bir Fransızcayla, “Sen gerçekten de Arap mısın? Faslı mısın? İyi ama bu imkânsız, Faslılar faşist çetelerle birlikte hareket ediyor, şehirlerimize saldırıyor, bizi katlediyor, her şeyimizi yağmalıyor, kadınlarımıza tecavüz ediyor” dedi.

Ben şu cevabı verdim: “Bugün Faslıların gerici generallerle, 1925’te Abdülkerim isyanını bastıran, isyancıların ailelerinin kafalarını kesen[3], topraklarını yağmalayan, eylemleriyle Araplara ve İslam’a hakaret eden güçlerle birlikte yürüdüğü doğrudur. Bu insanlar, Arapları da İslam’ı da temsil etmiyorlar. Onlar kandırılmış. Franco ve kana susamış yaverleri, Faslıları Fas’ın başındaki suça bulaşmış, halkı satmış, Arap olduğunu unutmuş, İslam’ın ruhuna ihanet etmiş liderlerin[4] yardımıyla kandırmış. […] Bu liderler, kendi insanını en büyük ve en kötü sömürgecilere hizmet etsin diye onların yanına göndermiş.”

Milis komutanı, söylediklerim karşısında epey şaşırdı, bu sözlerin bir Arap’ın ağzından çıktığından emin olmayan bir hâlde, kafasını sağa sola sallamaya başladı. Ben de bunun üzerine kendisine şunu söyledim: “Buradaki tek Arap ben değilim! Enternasyonal Tugaylar içinde bugün birçok Arap var, başkaları da gelecek. Hatta bugün Franco’nun yanında olan Araplar bile gözlerini açacak, Franco güçlerini terk edip sizin safınıza katılacak. Öğrendiğim kadarıyla birçoğunun gözü açıldı, gerçekleri görmeye başladı, Cumhuriyetçilerin safına geçmek için fırsat kolluyor. Arap ülkelerinde İspanyol Cumhuriyeti’ne yakın duran yetmiş milyon Arap var, bu insanlar demokrasiyi savunuyorlar, çünkü saygıyı hak eden tarihsel gelenekleriyle Arap medeniyeti, gerçek demokrasi temeli üzerine inşa edilmiştir.”

Milislerin ve liderlerinin yüzünde bir sevinç ifadesi belirdi. Bir süre sonra kucaklaştık. O güzel ve takdire şayan gelenekleri uyarınca beni omuzlara alarak selamladılar. Elimi sıkıp bana “cephede, Toledo’da buluşana dek hoşça kal. Sakın unutma, sen Toledo’yu savunduğunda ecdadının, Arapların geride bıraktığı ebedi anıtların en güzelini savunmuş olacaksın!”

Barselona’dan geçerken bu harika şehirdeki hayatın içinde akan enerjiyi hissettim. Bu şehir, tarif edilmesi mümkün olmayan bir ruha, bir cana sahip. Her yerde Cumhuriyetçilerin bayrakları yanında kızıl bayraklar dalgalanıyor. Kaldırımlarda yeni ürünler, püsküllü şapkalar, düğmeler, yıldızlar, farklı politik partileri temsil eden renklerde ipek kuşaklar satılıyor. Duvarlara asılmış, üzerinde İspanya haritasının bulunduğu afişlere rastlıyorsunuz. Haritanın üzerinde Cumhuriyetçilere ait yerler kırmızıyla, faşistlere ait yerlerse siyahla işaretlenmiş. Bu afişlerin önünde toplanmış yığınla insan, askeri alanda yaşanan gelişmeleri hararetle tartışıyorlar.

Yüz metre gitmemiştim ki Barselona şehrinin merkezinde bulunan, ticari hayatının kalbi olan Plaza de Catalonia [“Katalunya Pazarı”] ile karşılaştım. Burası bankaların, mağazaların, milyoner idarecilerin malikânelerinin, ticaret ajanslarının ve ülke ülke gezen kodamanlar için inşa edilmiş otellerin bulunduğu bir yerdi. Meydanın kuzeyinde Colón Oteli denilen devasa bir bina vardı. Faşistlerin başkaldırısı başladığında bu otel ülkedeki kraliyet muhafızlarının ve isyan etmiş olan faşist birliklerin kalesi olarak iş gördü. Ancak halk hainleri mağlup edince Katalunya hükümeti bir açıklama yayınlayarak bu otelin Katalunya’da faal olan Birleşik Sosyalist Parti’ye devredildiğini duyurdu. Binanın üzerine yirmi metre uzunluğunda bir pankart asıldı. Üzerinde “Birleşik Sosyalist Parti, Komünist Enternasyonal Şubesi P.S.O. – P.C.E. – U.S.C. – P.O.C.” yazılıydı. “Birleşik” adını almasının sebebi partinin dört işçi partisinin birleşmesi neticesinde oluşmuş olmasıydı. Faşistlerin saldırısı neticesinde bir araya gelen bu partiler Üçüncü Enternasyonal’e katıldılar. Pankartın üzerindeki kısaltmalar işte bu partilerin adlarını ifade ediyordu: İkinci Enternasyonal’den kopmuş olan Sosyalist İşçi Partisi, Katalan Komünist Partisi, Katalan Sosyalist Birliği ve Proleter Parti.[5]

Yabancı bir gönüllü olarak kalmak üzere Colón Oteli’ne girdim. Kısa süre sonra, girişe adımımı atar atmaz silâhlı muhafız yolumu kesip evrakımı istedi. Evrakı çıkartıp kendisine verdim. Muhafız, evrakı inceledikten sonra girmeme izin verdi. Birinci, sonra ikinci, ardından da üçüncü kata çıktım. Üçüncü katta gördüğüm şey beni epey sarstı: eli silâhlı bir genç, yüreğinde yanan ateş ile devrimci sloganlar atıyor, emirler yağdırıyor, hiçbir düzene riayet etmeden, duvarlara afişler asıyordu. Muhteşem bir hareketlilik vardı, her şey belirli bir ivmeyle hareket ediyordu, ne yana dönseniz “camarada, collega, companyona”dan [“Yoldaşım, ortağım, dostum”] gayrı bir şey işitmiyordunuz.

Bu gençlerden biri durdu ve benden, hükümeti savunanlara destek sunmak için gelmiş Arap bir gönüllü olduğumu sekretere veya yardımcısına bildirmemi istedi. Beni sekreter yardımcısının odasına götürdü, izin istedikten sonra odaya girdim. Odadaki adam, beni asker selamıyla selamladı, selamı duygusuzdu sanki varlığımdan hoşnut değil gibiydi.

Kendisine “Arap gönüllüyüm, bugün geldim. Mevcut durum konusunda bir bilgim yok. Ağustos 1936 itibarıyla Katalunya’da ne bir tür süreç başladı, bilmiyorum. Umarım, bu konuda beni biraz bilgilendirirsiniz” dedim.

O an yüzünde hafif ama hoş bir gülümseme belirdi ve bana şunu söyledi: “Hoş geldin, o asil varlığıyla Arap gönüllüsü, Elhambra’yı inşa edenlerin torunu, hoş geldin. 800 yıl boyunca yurdumuzda yaşamış olanların torunu, hoş geldin! İzin verirsen, aklındaki sorulara cevap vereyim: Baksana bana, ben senden daha Arap görünüyorum. Benim de soyum Arap, adım İsmail Ribares.”

Ona şu cevabı verdim: “Bunu duyduğuma çok sevindim. Sizinle tanışmak benim için onurdur.”

Bunun üzerine sekreter yardımcısı şunu söyledi: “Evet şimdi ne bilmek istiyorsun?”

“Katalan kurtuluş hareketinin tarihi ve bugünkü askeri durum konusunda genel bir değerlendirme yapmanızı istiyorum.”

Şu cevabı verdi: “Gerekli cevabı vereceğim. Biz Katalanlar, nevi şahsına münhasır bir halkız. Kendi kültürümüz, kendi lehçemiz var. Kastilyalı efendilere karşı uzun zamandır mücadele ediyoruz. Bu uğurda, ulusal bağımsızlık aşkına çokça kan döktük. Ama Katalunya’nın İspanya’nın iç müdahalesi olmaksızın hayatta kalması imkânsız. Biz, içte bağımsız olmak, merkezi kurumların uyguladığı genel politikalara etkin bir biçimde katılmamıza imkân sağlayan bir tür özerklik istiyoruz.

Ülkemizde güçlü bir sanayi var. Proletarya için önemli bir memba burası. Sendikal hareket için verimli bir kaynak aynı zamanda. Şu herkesin bildiği bir gerçek: İspanya’daki tüm şehirler içerisinde burası işçi partilerinin ve sendikaların ilk kurulduğu yer. Kendi işçi hareketimizin özgül yanları dikkate alındığında sınıf, Mihail Bakunin’in öğretileriyle ve onun halefi olan Kropotkin’in öğretilerinden beslenmiş anarşizmi benimsemeden gözünü açamazdı.

Bugünün dünyasında farklı teorilere sahip farklı partiler var, ama bunlar, faşizme karşı silâhla mücadele etmek için tek bir parti içerisinde bir araya geldiler. Ömrüm boyunca hayalini kurduğum bu birliğe kendi gözlerimle şahit olmanın beni epey mutlu kıldığını söylemeliyim. Ama buna karşın, tüm kalbimle bir hususla ilgili olarak şu pişmanlığımı dile getirmeliyim: anarşist işçi örgütleri bizden çok uzaklaştılar.

Faşistler iktidarı alma çabası içine girdikten sonra biz, güç kullanıp onların bu çabalarını boşa düşürdük. Ama bunun üzerine büyük sanayicilerin tamamı onların safına geçti. Onlara feodal ağalar, bankaların sahibi olan para babaları ve haksız yere imtiyazlara kavuşmuş olan diğer güçler katıldı. Bunlar sokaklarda işçilerle savaştı, saraylarının pencerelerinden kalabalıkların üzerine ateş açtılar. Kitleler kendilerini savunmaya çalıştılar, bazıları katledildi, bazıları hapse atıldı, bazıları ise kaçmak zorunda kaldı.

Güvenlik yeniden tesis edilip sular durulunca Cumhuriyetçi hükümet gerçeği gördü. Artık kapitalistler, kendisini terk etmiş, ülkeyi sırtından bıçaklamış, düşmanın safına katılmıştı. Ağır sanayide çarkları artık sendikalar döndürüyordu, işleri işçi komiteleri yönetiyordu. Sonuçta Katalunya’daki ağır sanayiye el konuldu. Hükümet, ürünlerin üretim ve dağıtım işini üstlendi.

Gelgelelim, bu durumun ve alınan tedbirlerin hakiki sosyalizme işaret etmediğini biz de biliyoruz. Burada iç savaşın yol açtığı özel bir durum söz konusu. İç savaş, doğrudan büyük kapitalistlerin faşist yargıçlardan yana saf tutmasına sebep oldu. Bu yaşadığımız şey sosyalizm değil, çünkü bugün Katalunya’daki mevcut sistem, işkollarında özel mülkiyet ilkesini işletmeyen, cumhuriyetçi bir sistem. Daha önce dediğim gibi, işletmelere, ağır sanayiye el konuldu ama bu işlem, esasen halk düşmanlarının safına katılan hainleri cezalandırmak için devreye sokulmuştu.

Juan March örneğini ele alalım. Bu adam, İspanya, Fas ve Cebelitarık’taki birçok ticaret ve sanayi şirketinin sahibi, aynı zamanda önemli bir finansçı. Ayrıca Cumhuriyetçilerin düşmanlarına para temin eden biri. Hükümet, böyle birinin mallarına el koymasın da ne yapsın?[6]

Emin olun, kimse küçük işletme sahibi ailelere veya ufak işyerlerine müdahale etmiyor, çünkü buraların sahipleri hükümete isyan etmiş olan generallere karşı halkın safında dövüşen demokrat Cumhuriyetçiler.”

Konuştuğum kişi bir an durup sessizce bana baktı, başka sorular sormamı bekliyor gibiydi. Bunu fark ettiğim anda ona “Zaragoza cephesinde durum nasıl?” diye sordum.

– Çok iyi, kısa süre içerisinde savunma konumunu terk edip saldırı konumuna geçeceğiz.

– Savaş geleceği hakkında ne düşünüyorsun, sence zafer kimin olacak?

– İç savaş, Almanya ve İtalya’nın müdahalesi sebebiyle devam edecek. Ama nihayetinde zafer hiç şüphe yok ki bizim olacak.

– Savaş malzemeleri konusunda merkezi hükümete yardım ediyor musunuz?

– Birleşik Sosyalist Parti, merkezi hükümete yardım konusunda elinden geleni yapıyor, fabrikalarımızın ürettiği tanklar, zırhlı araçlar, toplar ve bombalar temin ediliyor. Ancak anarşistler yardımların ulaştığı ölçek konusunda itirazlar dile getiriyorlar, bu şeylerin Katalunya’nın savunulması için lazım olduğunu söylüyorlar.

– İspanya anarşizminin geleceğiyle ilgili görüşünüz nedir?

– Anarşizm burada önemli bir güç. Ama bence boşa kürek çekiyorlar[7], gelecek, onlardaki sorunları illaki çözüme kavuşturacaktır.

Señor Ismael Ribares ile söyleşim bu şekilde sona erdi. Ona veda etmeden önce bana verdiği kıymetli bilgiler sebebiyle kendisine şükranlarımı sundum. Odadan çıkarken beni tutup gülerek, “Arapça bilen bir gençle röportaj yapmak ister misin?” diye sordu. Ben de bunun beni fazlasıyla memnun edeceğini söyledim. Birkaç dakika sonra yirmilerinde genç bir adam çıkageldi. Yüzündeki gülümsemeyle bana “Arapça biliyor musun?” diye sordu. “Evet” cevabı ardından “Sen biliyor musun? Nereden biliyorsun?” diye sordum. Genç adam, kırık Arapçasıyla, annesinin Arap, babasının İspanyol olduğunu söyledi. Fas’ta (Marakeş’te), Cezayir’de ve Malta’da bulunmuş. Aramızda epey ilginç bir konuşma geçti.

Necati Sıtkı
1938

[Kaynak: Jerusalem Quarterly, Sayı 62 (Bahar 2015)]

Dipnotlar:
[1] İtalyan güçleri Osmanlı ile İtalya arasında 1910-1912 yılları arasında yaşanan savaşta Libya’nın sahip bölgesini ele geçirdi. 1912 tarihli Lozan Anlaşması uyarınca Osmanlı, Trablusgarp ve Sirenayka şehirlerini İtalyanlara bıraktı. Mussolini’nin 1922’de iktidara gelmesi ardından İtalyan ordusunun Libya’daki sömürgecilik karşıtı direnişi bastırma amaçlı harekâtı yoğunlaştı. İtalya, halkı göç etmeye zorladı. İnsanları toplama kamplarına kapattı. Otuzların ortasında İtalyan güçleri Libya direnişini bastırdı, İtalya Libya’ya yerleşti. Ülkeye yerleşen İtalyan sayısı yüz bini aştı. Necati Sıtkı tam da bu dönemde İspanya’daki cumhuriyetçi güçlere katıldı. İtalya’nın Libya’yı sömürgeleştirmesi ve İtalyanların bu ülkeye yerleşmesi konusunda bkz.: Nicola  Labanca, La guerra italiana per la Libia: 1911–1931 (Bolonya: Il Mulino, 2012) ve Claudio G. Segrè, Fourth Shore: The Italian Colonization of Libya (Şikago: University of Chicago Press, 1974).

[2] Karmen ve operanın İspanyol tiyatrosuna girişinden bugüne dek uzanan süreçte İspanyol kimliğinin inşası ile ilgili bir tartışma için bkz.: Elizabeth Kertesz ve Michael Christoforidis, “Confronting Carmen beyond the Pyrenees: Bizet’s Opera in Madrid, 1887–1888,” Cambridge Opera Journal 20, Sayı. 1 (Mart 2008): s. 79–110; ve José F. Colmeiro, “Exorcising Excoticism: ‘Carmen’ and the Construction of Oriental Spain,” Comparative Literature 54, Sayı. 2 (Bahar 2002): s. 127–144.

[3] Muhammad ibn Abdülkerim Hattabi (1882/83–1963): Kuzey Fas’ın Rif bölgesinde faaliyet yürütmüş politik ve askeri lider. Haziran 1921’de İspanyol ordusu Rif’te önceden işgal etmediği bölgelere girince Abdülkerim elindeki silâhlı birliklerle İspanyol güçlerine saldırdı. Riflilerin elde ettiği çarpıcı bir dizi zaferin ardından Abdülkerim Eylül 1921’de bağımsız Rif Cumhuriyeti’ni ilân etti. Rif isyanı geride önemli bir miras bıraktı. Eylül 1923’te General Miguel Primo de Rivera’nın gerçekleştirdiği darbe ile 1923-1930 arası dönemde inşa edilen askeri diktatörlük bu yenilginin sonucu. İspanyol güçleri ardı ardına yenilgiler yaşatan Abdülkerim ve güçleri Fransa’nın işgali altında olan Fas’a doğru ilerledi. Hatta Nisan 1925’te bu güçler Fes şehrine kadar ulaştılar. Fransızlar isyanı bastırmak için büyük bir askeri gücü bölgeye gönderdiler. 250 binden fazla Fransız ve İspanyol askeri Abdülkerim’i Mayıs 1926’da teslim olmaya mecbur etti. Abdülkerim ve Rif’teki sömürgecilik karşıtı isyan konusunda bkz.: Yayına Hz.: Rene Gallissot, Abd el-Krim et la République du Rif: actes du colloque international d’études historiques et sociologiques, 18–20  janvier 1973 (Paris: F. Maspero, 1976); Charles R. Pennell, A Country with a Government and a Flag: The Rif War in Morocco, 1921–1926 (Boulder, CO: Lynne  Rienner, 1986); David S. Woolman, Rebels in the Rif: Abd el Krim and the Rif Rebellion (Stanford: Stanford University Press, 1968).

[4] Hatıratında Necati Sıtkı, bu liderlere örnek olarak Abdülhalik Tureysi’nin ismini veriyor. Tureysi (1909–1970) Fas’ta Franco’ya destek veren ve Faslıları Franco yanlısı güçlere örgütleyen önemli liderlerden biri. 1937’de Ulusal Reform Partisi’ni kuran Tureysi, faşist İspanya’nın himayesinde olacak özerk bir Fas’ın inşa edilmesi fikrini savundu. 1956’da Fas’ın bağımsız olması ardından parti, İstiklâl Partisi ile birleşti, Tureysi adalet bakanı oldu. Ardından Tureysi Kahire büyükelçiliği görevine getirildi. Bkz.: Najati Sidqi, Mudhakkirat Najati Sidqi (Beyrut: Institute for Palestine Studies, 2001), s. 127.

[5] Katalunya Birleşik Sosyalist Partisi, 23 Temmuz 1936’da bir dizi partinin birleşmesiyle kuruldu. Birlik sürecine İkinci Enternasyonal’in devamı olarak 1923’te kurulan İşçi ve Sosyalist Enternasyonal’in üyesi İspanyol Sosyalist İşçi Partisi’ne bağlı Katalan Federasyonu, İspanya Komünist Partisi’nin yerel şubesi olarak Katalan Komünist Partisi, 1923’te Sosyalist İşçi Partisi’nden kopan Katalunya Sosyalist Birliği ve Ticaret ve Sanayi Çalışanları Otonomcu Merkezi isimli sendikanın arkasında olduğu Proleter Katalan Partisi bulunuyordu.

[6] İşadamı Juan March Ordinas, March Bankası’nın kurucusuydu. Zenginliğini Kuzey Afrika ile İspanya arasındaki kaçakçılık faaliyetlerine borçluydu. Birinci Dünya Savaşı süresince her iki tarafta büyük bir servete ve nüfuza kavuştu. Kral XIII. Alfonso döneminde önemli bir güç hâline gelen Juan March, cumhuriyetçi dönemde hapse atıldı. Hapisten kaçtı, Cebelitarık’a gitti. Burada İngiliz hükümeti içerisindeki bağlantılarınca korundu. 1936’da cumhuriyete karşı gerçekleştirilen isyana destek verdi, Franco’nun Kanarya Adaları’ndan İspanya’nın elindeki Fas topraklarına geçiş sürecini bizzat örgütledi. İtalyanların sömürgelerden topladığı askerlerini Fas’tan Güney İspanya’ya uçak yoluyla taşınması işlemini finans etti. İspanya İç Savaşı’nda faşistlerin elde ettiği zaferin ardından Juan March, İspanya’da yeniden zengin ve nüfuzlu bir isim hâline geldi. İkinci Dünya Savaşı sonunda dünyadaki en zengin yedinci insan kabul ediliyordu. Kendisiyle ilgili bir dizi İspanyolca biyografi kaleme alındı: Manuel D. Benavides, El ultimo pirata del Mediterráneo (Meksika: Roca, 1976); Arturo Dixon, Señ or monopolio: la asombrosa vida de Juan March (Barselona: Planeta, 1985); ve Ramón Garriga, Juan March y su tiempo (Barselona: Planeta, 1976).

[7] Özgün metinde Necati Sıtkı, ennehum yemsekuna bi-l-quşur duna al-lubab [““meyvenin kabuğunu alıp içini çöpe atıyor”] tabirini kullanıyor.

0 Yorum: