12 Mart 2024

Batılı Sol Entelijansiya


Antikomünizm ve Kimlik Politikasından Demokrasi Yanılsamalarına
ve Faşizme Uzanan Yolculuğunda Batılı Sol Entelijansiya

 

Gabriel Rockhill Söyleşisi

Zhao Dingqi

1 Aralık 2023

 

Soğuk Savaş boyunca CIA “Kültürel Soğuk Savaş”ı nasıl yürüttü? CIA’ya bağlı Kültürel Özgürlük Kongresi ne tür faaliyetlerde bulundu, geride nasıl bir etki bıraktı?

CIA, diğer devletlere bağlı istihbarat kurumları ve başlıca kapitalist işletmelere ait vakıfların birlikte yürüttüğü kültürel soğuk savaş çok katmanlı bir faaliyetti ve bu faaliyetin amacı, komünizmi kuşatmak, nihayetinde de savunmasını zayıflatıp yok etmekti. Kapsam itibarıyla beynelmilel bir nitelik arz eden söz konusu propaganda savaşının burada ancak birkaçına değinebileceğimiz, çok sayıda farklı yönü vardı.

Başlarken şunu belirtmem lazım: sahası çok geniş olan ve bol miktarda kaynağın teksif edildiği bu savaş boyunca girilen çok sayıda muharebe yenilgiyle neticelenmiştir. Bugün bu çatışma sürecinin nasıl devam ettiği konusunda verilebilecek en yeni örneği, CIA’in Küba’da öğrencileri, aydınları, sanatçıları ve yazarları hedef alan istikrarsızlaştırma kampanyalarını yıllar boyu inceleyen Raúl Antonio Capote’nin 2015 tarihli kitabı veriyor. “Şirket” olarak bilinen CIA’in, kendisinin haberi dahi olmadan, bu kurumun kirli oyunlarına alan açsın diye tuzağa düşürmek için uğraştığı Kübalı üniversite profesörü, CIA’in kendini beğenmiş, işinde usta olan casuslarını oyuna getirir. Zira Capote, aslında Küba istihbaratı için çalışıyordur.[1]

Bu hikâye, CIA’in farklı yerlerde elde ettiği onca zafere rağmen aslında onun kazanması zor olan bir kavgaya girdiğinin en önemli delillerinden biri. Çünkü CIA, dünya nüfusunun büyük bir çoğunluğuna hasım olan bir dünya düzenini dayatmak için çabalıyor.

Kültürel soğuk savaşın en önemli unsurlarından biri, 1966’da CIA’e bağlı paravan örgüt olduğu ifşa olan Kültürel Özgürlük Kongresi.[2] Bu konuyu kapsamlı bir biçimde araştırmış olan Hugh Wilford’un tarifine göre Kongre, dünya tarihinde sanat ve kültür alanının en önemli hamilerinden biri.[3] 1950 yılında kurulan KÖK, Jean-Paul Sartre ve Simone de Beauvoir gibi isimler dâhil, Marksist muarrızlarına karşı Raymond Aron ve Hannah Arendt gibi işbirlikçi akademisyenlerin eserlerini uluslararası planda öne çıkarttı. Otuz beş ülkede bürosu bulunan KÖK’ün emrinde yaklaşık 280 çalışan bir ordu vardı. Süreç içerisinde dünya genelinde yaklaşık elli prestijli dergiyi bizzat yayımladı veya destekledi, çok sayıda sanat ve kültür sergisi, ayrıca uluslararası konserler ve festivaller organize etti. Hayatta kaldığı süre boyunca KÖK, yaklaşık 135 uluslararası konferans ve semineri bizzat planladı veya destekledi, en az 38 kurumla iş tuttu, en az 170 kitap yayımladı. Basın yayın kuruluşu Forum Service, dünya genelinde ücretsiz yayınlar çıkarttı, parayla satın aldığı aydınlara on iki ayrı dilde raporlar hazırlattı, toplamda çıkarttığı gazete sayısı altı yüzü, okur sayısı beş milyonu buldu. Michael Josselson isimli direktörü bu devasa küresel ağı mafyayı anıştıracak bir ifadeyle “büyük ailemiz” olarak anıyordu. Paris’teki bürosunda KÖK’ün emrine amade olan yankı odasının tek işi, antikomünist aydınların, sanatçıların ve yazarların sesini daha da gür çıkartmaktı. 1966 yılında 2.070.500 dolarlık bir bütçeye sahipti ki bu meblağ bugünün 19,5 milyon dolarına denk.

Josselson’ın o “büyük aile”si, esasında CIA’in kurucularından Frank Wisner’ın “kudretli müzik kutusu” dediği, Şirket’in bizatihi kontrolünde olan ve beynelmilel düzlemde çalışan medya ve kültür sahasının programlandığı elektronik kutunun küçük bir kısmını teşkil ediyordu. Psikolojik savaşın ulaştığı devasa boyutlara dair bir örnek olarak Carl Bernstein’in sunduğu delillere bakılabilir. Bu delillerin ortaya koyduğu biçimiyle, 1952-1977 arası dönemde perde gerisinde CIA için çalışmış olan Amerikalı gazeteci sayısı en az dört yüzdü.[4] Bu tür gerçeklerin ifşası ardından, New York Times gazetesi, üç ay süren bir araştırmanın sonuçlarını yayımladı. Çalışmanın sonuç bölümünde “CIA’in emrinde sekiz yüzden fazla haber ve kamuyu bilgilendirme teşkilâtının ve kişinin bulunduğu” söylenmekteydi.[5] Bu iki ifşaat, aynı ağ içerisinde faaliyet yürüten gazetecilerce bizzat müesses nizama bağlı yayınlarda yayınlandığı için burada aktarılan sayıların düşük gösterilmiş olma ihtimali yüksek.

1935-1961 arası dönemde New York Times’da direktör olarak çalışmış olan Arthur Hays Sulzberger, CIA’yle (onunla kurulan işbirliğinin en üst mertebesi anlamında) bir gizlilik anlaşması imzalayacak kadar yakın ilişki içerisinde olan bir isimdi. William S. Paley’ye ait Columbia Broadcasting System (Kolumbiya Yayıncılık Sistemi -CBS) radyo-televizyon yayıncılığı sahasında CIA’in sahibi olduğu en önemli varlıktı. CBS’in Şirket’le öyle yakın ilişkisi vardı ki ana operatöre bağlanmadan, direkt CIA merkez binasına bağlı olan bir telefon hattına sahipti.

Henry Luce’un Time A.Ş. isimli şirketi ise haftalık ve aylık dergiler sahasında CIA’yle güçlü ilişkilere sahip şirketlerden birisiydi (Şirket, sonrasında bizzat Bernstein tarafından çıkartılacak olan Time yanında Life, Fortune ve Sports Illustrated dergilerini yayınlamaktaydı). Süreç içerisinde Luce, CIA ajanlarını gazeteci kılıfı altında işe almayı kabul etti ki bu, ileride yaygın bir biçimde başvurulan bir yöntem hâlini aldı. 1991’de CIA Direktörü Robert Gates’in bir araya getirdiği CIA’de Büyük Açıklık Görev Gücü türü çalışmalardan da bildiğimiz gibi, bu türden pratikler, yukarıda belirtilen ifşaatlardan sonra da hızını kesmeden devam etti:

“Bugün (CIA’ye bağlı) Kamusal İşler Bürosu, ülke genelinde önemli bir yere sahip olan tüm haber ajanslarından, gazetelerinden, haftalık haber dergilerinden ve televizyon kanallarından muhabirlerle ilişkilere sahip. […] Birçok olayda yaşandığı üzere, muhabirleri ele aldıkları haberleri bekletmeleri, değiştirmeleri, muhafaza etmeleri hatta çöpe atmaları konusunda ikna etmişizdir.”[6]

CIA, ayrıca Amerika Gazete Emekçileri Meslek Birliği’nin kontrolünü de ele geçirdi, bunun yanında, zamanla basın kuruluşlarının, dergilerinin ve gazetelerin sahibi hâline geldi. Bu dergiler ve gazeteler CIA ajanlarını saklamak için kullanıldılar.[7] CIA, LATIN, Reuters, Associated Press ve United Press International gibi kuruluşlara memurlarını yerleştirdi. Hükümet kaynaklı dezenformasyon faaliyetleri konusunda uzman olan William Schaap’ın dile getirdiği biçimiyle, “dünya genelinde CIA’in mülkiyetinde ve kontrolünde olan medya kuruluşu 2.500 civarında. Buna ek olarak, CIA, tüm büyük medya kuruluşlarında göz önünde olan gazeteciler ve yayın yönetmenlerinden serbest gazetecilere kadar çok sayıda elemana sahip.”[8] Bu CIA elemanlarından biri gazeteci John Crewdson’a “bir dönem her bir ülkenin başkentindeki en az bir gazete bize aitti” diyor. Aynı kaynak devamında, “kurumun doğrudan sahip olmadığı veya yüklü miktarda para aktarmadığı gazetelere maaşını verdiği ajanlarla veya memurlarla sızdığını, ajansa yararlı haberlerin yayımlandığını, ama zararlı olanların yayımlanmadığını” söylüyor.[9]

Bu süreç, elbette ki dijital çağda da devam etti. Yasha Levine gibi akademisyenler, Alan MacLeod gibi gazeteciler, ABD ulusal güvenlik teşkilâtının büyük teknoloji şirketleri ve sosyal medya alanındaki ağırlığını detaylarıyla aktarıyorlar. Diğer hususlar yanında ortaya koydukları bir gerçek de Facebook, X (Twitter), TikTok, Reddit ve Google’ın önemli mevkilerinde istihbarat ajanlarının varlığı.[10]

CIA’in sızdığı diğer bir alan da akademide çalışan aydın sınıfı. 1975 yılında Kilise Komitesi istihbaratçı dünyası ile ilgili raporunu yayımlayınca CIA, “yüzlerce kurumda binlerce akademisyenle temas hâlinde olduğunu kabul etmek zorunda kaldı (1991 tarihli Gates Bildirisi’nin de teyit ettiği biçimiyle, o raporun yayımlandığı günden beri yapılan hiçbir reform, bu uygulamanın sürdürülmesine ve kapsamını genişletmesine mani olmadı).[11]

Tıpkı Stanford Üniversitesi’ndeki Hoover Enstitüsü ve MIT’deki Uluslararası Çalışmalar Merkezi gibi, Harvard ve Columbia üniversitelerinde bulunan Rus enstitüleri de doğrudan CIA’in desteğiyle ve gözetiminde kurulan kurumlardı.[12] Kısa süre önce Yeni Toplumsal Araştırmalar Okulu’nda çalışan bir araştırmacının dikkatimi çektiği belgelerin de teyit ettiği biçimiyle, CIA en kırk dört kolej ve üniversitede yürütülen araştırmaları MKULTRA projesiyle ilişkilendirdi. Bilebildiğimiz kadarıyla, ABD’ye 1.600 kadar bilim insanını, mühendisi ve teknisyeni getiren o ünlü Ataş Operasyonu’nda en az on dört üniversitenin adı karıştı.[13] Bilmeyenler için söyleyelim: bu MKULTRA projesi, CIA’in sadist dürtüleri doğrultusunda yürüttüğü, kişilerin rızası olmadan dâhil edildikleri, yüksek dozda psikoaktif ilâca ve diğer kimyasallara ek olarak elektroşok tedavisinin, hipnozun, duyusal yoksunlaşmanın, sözlü ve cinsel tacizin, diğer işkence türlerinin eşlik ettiği işkence deneylerini ve beyin yıkama çalışmalarını yürüttüğü programlarından biri.

CIA, sanat dünyasında da belirli bir ağırlığa sahipti. Örneğin Sosyalist Gerçekçilik akımına karşı Soyut Ekspresyonizmin ve New York sanat dünyasının pratiklerinin öne çıkartıldığı süreçte önemli roller oynadı.[14] CIA sergileri, müzik ve tiyatro gösterilerini, uluslararası sanat festivallerini Batı’nın özgür sanatı olarak övdüğü şeyleri yaymak adına fonladı. Şirket, bu türden girişimler dâhilinde önemli sanat kurumlarıyla çalışmalar yürüttü. Çarpıcı bir örnek vermek gerekirse: CIA’in kültürel soğuk savaş içerisinde kullandığı önemli elemanlarından olan Thomas W. Braden, kuruma katılmadan önce Modern Sanat Müzesi’nin genel müdürlük sekreteriydi. Müzenin başkanları arasında gizli yürütülen istihbarat operasyonlarını tepeden koordine eden ve elindeki vakfın CIA parasının akacağı kanal olarak kullanılmasına izin veren Nelson Rockefeller gibi isimler vardı. Müzenin direktörleri arasında Rockefeller’ın savaş döneminde Latin Amerika için kurulmuş olan istihbarat kurumunda çalışmış René d’Harnoncourt bulunuyordu. Kendi adına kurulmuş müze bulunan John Hay Whitney ve Julius Fleischmann Modern Sanat Müzesi’nin mütevelli heyeti içerisinde yer almaktaydı. Whitney, CIA öncesinde faaliyet yürüten Stratejik Hizmetler Bürosu için çalışma yürütmüş, yardım kuruluşunu CIA parasının akacağı bir kanal olarak kullanılmasına izin vermiş bir isimdi. René d’Harnoncourt ise CIA’inkiler de dâhil Amerika’nın yürüttüğü psikolojik savaş programlarının önemli isimlerinden biri olan René d’Harnoncourt ise CBS televizyonunun yönetim kurulu başkanı, aynı zamanda Modern Sanat Müzesi’nin Uluslararası Programı’nın yürütme kurulu üyesiydi. Bu ilişkiler ağının da ortaya koyduğu biçimiyle, kapitalist egemen sınıf kültürel aygıtları sıkı bir biçimde kontrol etmek adına ABD’deki ulusal güvenlik teşkilâtıyla yakın bir ilişki içerisinde çalışma yürütüyor.

ABD’nin eğlence sektöründeki yeri ile ilgili birçok kitap kaleme alındı. Matthew Alford ve Tom Secker’ın belgeleriyle aktardığı biçimiyle, Savunma Bakanlığı sansürleme hakkına sahip olduğu sinema sektöründe en az 814 filme destek sundu, en az 37 filme CIA, 22 filme de FBI müdahil oldu.[15] Bazı uzun soluklu olan TV şovları konusunda aynı bakanlık 1.133, CIA 22, FBI ise 10 programa destek sundu.

Hollywood ile ulusal güvenlik teşkilâtı arasındaki bu ilişkinin sayılara dökülebilen niceliksel yönü yanında bir de niteliksel yönü vardı. 2014’te John Rizzo bu ilişki konusunda şunları söylüyor:

“Eğlence sektörüyle uzun zamandır ilişkide olan CIA, Hollywood’un nüfuzlu isimleriyle, stüdyo idarecileri, yapımcılar, yönetmenler, ünlü aktörlerle ilişkiler kurmaya özel dikkat göstermiştir.”[16]

CIA’in yürüttüğü terörle mücadelenin dokuz yılı boyunca genel danışmanı veya danışman yardımcısı olarak hizmet vermiş olan ve tutukluların iadesi, işkence, dronlu suikast programları ile yüklü çalışmalar içerisinde yer alan Rizzo, emperyalist kasapları kültür endüstrisinin nasıl sakladığına dair çok şey söylüyor.

Bu türden faaliyetler, ABD imparatorluğunun önemli özelliklerinden birini ifşa ediyorlar: Karşımızda duran, gerçek manada bir gösteriler imparatorluğudur. Odağında kalpleri ve zihinleri kazanmaya yönelik mücadele durmaktadır. Bu amaç doğrultusunda söz konusu imparatorluk, uluslararası psikolojik savaşı yürütmek için dünyayı kuşatan kapsamlı bir altyapı kurdu. Ana akım medyayı önemli ölçüde kontrol altına aldığını, ABD’nin Ukrayna’da Rusya’ya karşı yürüttüğü vekâlet savaşına yönelik destek sağlama çabası dâhilinde net bir biçimde görebiliyoruz. Aynı tespiti, Çin’e karşı yedi gün yirmi dört saat yürüttüğü, tehlikeli bir hâl alan, propaganda faaliyeti için de yapmak mümkün. Buna karşın, birçok cesur aktivistin çalışmaları ve ilgili imparatorluğun işleyişinin gerçeğe aykırı olması sayesinde bu gösteriler imparatorluğu, dili, sözü ve habercilik pratiğini henüz tümüyle kontrol altına alabilmiş değil.[17]

Makalelerinizin birinde CIA ajanlarının Michel Foucault, Jacques Lacan, Pierre Bourdieu gibi isimlerin eleştirel teorilerini okumaya hevesli olduklarını söylüyorsunuz. Bunun sebebi nedir? Fransız Eleştirel Teorisi’ni nasıl değerlendiriyorsunuz?

Komünizme karşı yürütülen kültürel savaşın önemli cephelerinden biri de Monthly Review Yayınevi için kısa süre önce tamamladığım kitabın konu başlığını teşkil eden düşünce alanındaki dünya savaşıdır. CIA’in yanında, diğer devletlere ait istihbarat kuruluşları ve kapitalist egemen sınıfa ait vakıflar da bu konuda çok önemli bir rol oynamışlardır. Bunların ana amacı, Marksizmi itibarsızlaştırıp antiemperyalist mücadelelere ve aynı zamanda reel sosyalizme yönelik desteği ortadan kaldırmaktır.

Batı Avrupa, bahsi edilen savaşın önemli bir sahasıydı. ABD, İkinci Dünya Savaşı sürecinden hâkim bir emperyalist güç olarak çıktı. Dünya genelinde hegemonya tesis etmek adına ABD, Batı Avrupa’nın eskiden önemli bir yerde duran emperyalist güçlerini (ayrıca Doğu’da Japonya’yı) kendi safına çekmek istedi. Ancak bu adımın hâlen daha sağlam ve canlı komünist partilere sahip olan Fransa ve İtalya gibi ülkelerde atılmasının zor olduğunu gördü. Bu nedenle ABD’deki ulusal güvenlik aygıtı politik partilere, sendikalara, sivil toplum kuruluşlarına ve önemli haber ajansları ile gazetelere sızmak için çok yönlü bir çalışma içerisine girdi.[18] Hatta bu süreçte faşistleri bünyesine katmış gizli ordular kurdu, komünistlerin seçim yoluyla iktidara gelmesi durumunda devreye sokulacak askeri darbeler için planlar hazırladı (sonrasında bu ordular 1968 ardından devreye sokulan gerilim stratejisi dâhilinde harekete geçirildiler ve komünist olmakla suçlanan sivillere yönelik terörist saldırılar gerçekleştirdiler).[19]

Düşünce alanında süren savaşta ABD’deki iktidar eliti, Marksizmi itibarsızlaştırma umuduyla, antikomünist olan uluslararası bilgi üretim ağlarını ve yeni eğitim kurumlarını teşkil edecek adımlara destek sundu. Aynı güç, diyalektik ve tarihsel materyalizme açıktan düşman olan aydınları parlattı, görünür kıldı, bir yandan da Sartre ve Beauvoir gibi isimlere karşı karalama kampanyaları yürüttü.[20]

Fransız teorisi, işte bu bağlam dâhilinde anlaşılmalı ve en azından kısmen, ABD kültür emperyalizminin bir ürünü olarak görülmeli. Fransız teorisi ile ilişkili kabul edilen Foucault, Lacan, Gilles Deleuze, Jacques Derrida gibi isimler, kendisini bir önceki neslin en önemli felsefecisi kabul edilen Sartre’a karşı bir akım olarak tarif eden yapısalcı hareketle farklı ilişkiler geliştirdiler.[21] Sartre’ın 1940’ların ortalarından itibaren Marksist yola girmiş olmasını kimse görmedi. Ayrıca antimarksistlerin dillerine doladıkları bir klişe fikir olarak Hegelcilik karşıtlığı moda hâline geldi. Çarpıcı bir örnek olarak Foucault, Sartre’ı “son Marksist” olarak görüp eleştirdi, ayrıca onun kendisinde ve kendi türünde başka teorisyenlerde temsil olunan antimarksist çağın gerisinde kalmış, on dokuzuncu yüzyıla ait bir isim olduğunu söyledi.[22]

Bu düşünürlerin bir kısmı Fransa içerisinde epey şöhret sahibi oldu. Lâkin bu isimleri uluslararası sahneye ABD’deki reklâm çalışmaları taşıdı. Dünya entelijansiyasının gözüne ABD soktu. Monthly Review için yazdığım son makalede, Fransız teorisinin hâkim olduğu dönemin ardındaki politik ve ekonomik güçleri detaylarıyla birlikte aktarmaya çalışıyorum. 1966’da Johns Hopkins Üniversitesi’nin Baltimore’da düzenlediği konferans, bu düşünürlerin önemli bir kısmını bir araya getirdi.[23] CIA ile birlikte Kültürel Özgürlük Kongresi’ni besleyen, ayrıca CIA’in propaganda faaliyetleriyle sıkı ilişkilere sahip olan Ford Vakfı, konferans ve sonrasında yürütülen faaliyetler için 36.000 dolar (bugünün parasıyla 339.000 dolar) yardım yaptı. Bu, bir üniversite konferansı için olağanüstü bir meblağ idi. Ayrıca konferansın haberi Time ve Newsweek dergilerinde çıktı ki bu da akademi ortamında işitilmemiş bir olaydı.[24]

Kapitalist vakıfların, CIA’in ve diğer devletlere bağlı istihbarat kurumlarının derdi, Marksizmin yerini alacak, radikalmiş gibi görünen çalışmaları teşvik edip öne çıkartmaktı. Marksizmi yok edemediklerinden, yeni ve eleştirel bir şeymiş gibi pazarlanabilecek, fakat her türden devrimci özden mahrum olan yeni teori biçimlerini desteklemenin ve Marksizmi toprağa gömmenin yollarını aradılar. 1985’te CIA’in konuyla ilgili olarak hazırladığı makaleden öğrendiğimiz kadarıyla kurum, Fransız yapısalcılığının, Annales Okulu’nun ve Nouveaux Philosophes [“Yeni Felsefeciler”] denilen grubun katkılarını memnuniyetle karşılıyordu. Hem Foucault ve Claude Lévi-Strauss’la ilişkilendirilen yapısalcılıktan hem de Annales Okulu’nun metodolojisinden dem vuran makale sonuç bölümünde şunları söylüyordu:

“Biz, bunların Marksizmin sosyal bilimler alanındaki nüfuzunu kırma konusunda kritik önemde olduğuna, günümüz akademyasına önemli bir katkı sunarak ayakta kalmayı bileceğine inanıyoruz.”[25]

Fransız teorisiyle ilgili değerlendirmemde de ifade ettiğim üzere, bu teori, burjuva kültürel eklektisizmine teslim olmuş, gerçeklikte hiçbir şeyi değiştirmeyecek, söylem alanında muhayyel devrimler yapabilmek adına söylemi temel alan ve ortalığı sise boğan antikomünist teorik pratiği Marksizmin yerine ikame etmeye çalışan, ABD kültürel emperyalizmine ait bir üründür.

Fransız teorisi, bir yandan da Friedrich Nietzsche ve Martin Heidegger gibi antikomünistlerin eserlerini arındırıp reklâm eder, bunun yanında, gizliden gizliye radikal olanı alabildiğine gerici bir şey olarak tarif etmeye çalışır.

Fransız teorisyenler, Marksizmle ilişkilerinde onu söylemlerden bir söylem hâline getirmek, böylelikle Niçeci soykütük, Haydegerci yapısöküm, Froydcu psikoanaliz gibi Marksizm ve diyalektik karşıtı söylemlerle mezcetmek için uğraştılar. Tam da bu sebeple, bu düşünürlerin önemli bir bölümü “kendi Marx’ı” olduğunu söyledi, böylece kendilerinin bir şekilde Marksist veya Marksçı olduğuna dair bir yanılsamanın oluşmasını sağladı. Oysa aslında hepsi de kendi felsefe anlayışıyla tanımlı, kendilerine has unsurları Marx’ın asarından, keyfi olarak devşirme eğilimindeydi. Bu eğilimi Marx’ı kararlaştırılamayacak, hayali bir edebi varlık olarak anlayan Derrida’da, Marx’ı göçebeleştirip merkezsizleştiren Deleuze’de ve kendisindeki diyalektik karşıtı fark anlayışını Marx’a yamamaya çalışan Jean-François Lyotard’da görmek mümkün. Bu isimlere göre Marx’ın söylemi, burjuvazinin elindeki külliyat içerisinde ana gıda malzemesi olarak işler. Onu kendi felsefe anlayışlarını geliştirmek için, eklektisizm üzerinden kullanabileceklerini düşünen aynı felsefecilere göre Marx’ın söylemi, o felsefe anlayışını düşünsel açıdan hür ve radikal bir şeymiş gibi takdim etme imkânına sahiptir.

Walter Rodney, bu teorik pratiğin gerçek niteliğini gayet iyi özetliyor:

“Sahip olduğu burjuva düşünme tarzıyla, tuhaf niteliği ve garip kişileri harekete geçirme konusunda başvurduğu yöntemle bu yaklaşım, yürüyebileceğiniz birçok yol sunar, zira, her şeyden önce, hiçbir yere gitmiyorsanız istediğiniz yolu seçebilirsiniz.”[26]

Günümüzde Çin’de etkili olan akımlardan biri de Frankfurt Okulu. Bu okulun ürettiği teorileri nasıl değerlendiriyorsunuz? Okul, CIA ile ne tür bir bağa sahip?

“Frankfurt Okulu” olarak bilinen Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü, esasında ilk başta zengin bir kapitalistten gelen paralarla Frankfurt Üniversitesi’nde kurulmuş olan Marksçı bir araştırma merkezi idi. 1930’da enstitü direktörü Max Horkheimer olunca tarihsel materyalizm ve sınıf mücadelesinden giderek uzaklaşarak, kuramsal ve kültürel meselelere yöneldi.

Bu bağlamda, Horkheimer yönetiminde Frankfurt Okulu, Batı Marksizmi olarak bilinen yapının, özellikle Kültürel Marksizmin kuruluşunda önemli bir rol oynadı. Horkheimer ve onunla ömür boyu birlikte çalışmış olan Theodor Adorno, sadece reel sosyalizmi reddetmekle kalmadı, ayrıca tıpkı Fransız teorisi gibi, ideolojik totalitarizm kategorisi temelinde reel sosyalizmi faşizme eş tuttu.[27] Sonrasında “Başka Alternatif Yok” fikrinin fazlasıyla aydınlara ve onlardaki melodramatik hâle teslim olmuş hâlini benimseyen okul mensupları, kurtuluşu sağlayacak yegâne alan olarak gördükleri burjuva sanat ve kültür alanına odaklandılar. Bunun nedeni, birkaç istisna haricinde, Adorno ve Horkheimer gibi düşünürlerin teorik pratiklerinde alabildiğine idealist olmalarıydı. Bu idealizme göre, pratik dünyada anlamlı bir toplumsal değişim öngörülüyorsa kurtuluş yolu, yeni düşünce biçimleri ve yenilikçi burjuva kültürünün düşünsel ve manevi alanında aranmalıydı.

Batı Marksizminin bu öncüleri sadece kapitalizm yanlısı kişilerin ideolojik sloganı anlamında “faşizmle komünizm aynı şey” lafını dillerine pelesenk ettiler, hatta açıktan emperyalizme destek sundular. Örneğin, ABD’nin Vietnam’da yürüttüğü savaşa destek veren Horkheimer, Mayıs 1967’de “Amerika ne zaman bir savaş yürütme ihtiyacı duysa bu savaş vatanı savunmak için yürütülmez, anayasayı ve insan haklarını savunmak için yürütülür” dedi.[28]

Her ne kadar Adorno, bu türden savaş yanlısı açıklamalara sessizce destek verme üzerine kurulu profesyonel bir siyaset gütmeyi tercih etmişse de Cemal Abdünnasır’ı devirip Süveyş Kanalı’nı ele geçirmek amacıyla İsrail’in, İngiltere’nin ve Fransa’nın Mısır’ı emperyalist müdahaleyle işgal etmesine destek sunan Horkheimer’ın yanında hizalandı.[29] Nasır’a “Moskova’yla komplo kuran faşist kabile reisi” diyen Adorno ve Horkheimer, İsrail’e sınırı bulunan ülkeleri “hırsız Arap devletleri” olarak niteledi.[30]

Frankfurt Okulu’nun liderleri, ABD’deki kapitalist egemen sınıftan ve ulusal güvenlik teşkilâtından epey destek gördü. Horkheimer, Kültürel Özgürlük Kongresi’nin önem arz eden konferanslarından en az birine katılırken Adorno, CIA’in desteklediği makaleler için makaleler yazdı. Ayrıca Adorno, Almanya’da süren antikomünist kültür savaşının önde gelen isimlerinden, CIA mensubu Melvin Lasky’yle yazıştı, birlikte kimi işler yaptı. KÖK’ün CIA’ye bağlı bir örgüt olduğu ortaya çıkmış olmasına rağmen Adorno, kongrenin genişleme planları içerisinde yer almaya devam etti. Frankfurt Okulu’nun vitrininde duran isimler, bir yandan da Rockefeller Vakfı ile ABD hükümetinden yüklü miktarda para aldılar. Bu iki güç, okulun savaş sonrası Batı Almanya’ya geri dönme sürecine destek sundu (Rockefeller okula 1950 yılında 103.695 dolar (bugünün parasıyla 1,3 milyon dolar) yardım yaptı. Tıpkı Fransız teorisyenleri gibi Frankfurt Okulu mensupları da ABD imparatorluğunun liderlerinin istedikleri ve destekledikleri teorik çalışmaları yürüttüler.

Geçerken belirtmekte fayda var: Okul içerisinde Horkheimer etrafında kümelenmiş sekiz ismin beşi ABD hükümetinde ve ulusal güvenlik teşkilâtı içerisinde analizci ve propagandacı olarak çalıştı. OSS’in Araştırma ve Analiz Şubesi’ne bağlanmadan önce Savaş Enformasyon Bürosu (OWI) bu süreçte Herbert Marcuse, Franz Neumann ve Otto Kirchheimer bünyesinde istihdam etti. (Burada belirtmekte fayda var: Monthly Review dergisinin kurucularından Paul Sweezy de İkinci Dünya Savaşı süresince OSS’in Araştırma ve Analiz Şubesi’nde çalışmıştır -Editörün Notu)

Leo Löwenthal da OWI için çalıştı. Friedrich Pollock, Adalet Bakanlığı Tekelleşmeyle Mücadele Bölümü’nde çalışıyordu. Bu çelişkiliymiş gibi görünen durum, esasında ABD devletinin faşizme ve komünizme karşı mücadelesinde Marksist analizcileri kullanma isteğinden kaynaklanıyordu. Ayrıca bu isimlerin bazıları, ABD’nin emperyalist çıkarlarıyla uyumlu olan politik konumlar alıyorlardı. Frankfurt Okulu’nun tarihinin bu kısmı daha fazla incelenmeyi hak ediyor.[31]

Son olarak şu husus üzerinde duralım: Frankfurt Okulu içerisinde çalışma yürüten ikinci ve üçüncü kuşak da antikomünist yönelimin dışına çıkmadı. Habermas ikinci kuşağa, Axel Honneth, Nancy Fraser, Seyla Benhabib vs. ise üçüncü kuşağa mensup.

Hatta Habermas, devlet sosyalizminin iflas ettiğini açıktan dile getirdi ve kapitalist sistemin ve ona ait olduğu iddia edilen demokrasi kurumlarının içerisinde “söyleme dayalı irade oluşumunun herkesi kucaklayan usulleri” için belirli bir alan oluşturmaktan bahsetti.[32] Üçüncü kuşağa mensup yeni-Habermasçılar, bu yönelimi sürdürdüler. Tartıştığımız diğer düşünürleri de ele alan ve bu isimleri detaylı bir biçimde inceleyen makalemde dile getirdiğim biçimiyle, Honneth, burjuva ideolojisini eleştirel teorinin tümüyle kurallara bağlı kılınmış çerçevesi içerisine yerleştirdi.[33]

Fraser ise her fırsatta kendisini sosyal demokrat olarak niteleyen ama eleştirel teorisyenler içerisinde en solcu isim olarak takdim eden bir düşünür. Oysa Fraser, kendisine dair tarifin somut karşılıklarına baktığımızda ne olduğu net olarak anlaşılamayan bir yazar. O da “pozitif programı, kendisinin destekleyeceği programı tanımlarken zorlandığını” açıktan kabul ediyor.[34] Ama negatif, desteklenmesi mümkün olmayan program, onun kafasında çok net: “Demokratik sosyalizmin otoriter komuta ekonomisini, komünizmin tek parti modelini hiçbir şekilde ifade etmediğini biliyoruz.”[35]

Bugün Batı soluna hâkim olan kimlik politikasının ve çokkültürcülüğün oynadığı rolü ve gördüğü işlevi nasıl anlamak gerekiyor?

Kimlik politikası, tıpkı onunla ilişkili olan çokkültürcülük gibi, uzun zamandır burjuva ideolojisini tanımlayan kültürcülüğün ve özcülüğün günümüzdeki tezahürüdür. Özcülüğün meselesi, kapitalizmin maddi tarihinin sonucu olan toplumsal ve ekonomik ilişkileri doğallaştırmaktır. Örneğin, kimliğin ırk, ulus, etnisite, toplumsal cinsiyet, cinsellik gibi farklı biçimlerini zaman içerisinde değişen ve belirli maddi güçlerin sonucu olan, tarihsel süreçte inşa edilmiş yapılar olarak görmek yerine bu biçimleri, politik kitlenin sorgulanamayacak temeli olarak doğallaştırıyor ve onlara bu şekilde muamele ediyor. Bu türden bir özcülük, ilgili kimliklerin ardında işleyen maddi güçleri, bunun yanında, o kimlikleri kuşatan sınıf mücadelelerin üzerini örtüyor. Bu, bilhassa egemen sınıf ve yöneticilerinin işine gelen bir şey, zira bu insanlar, sömürgelikten kurtuluş mücadelelerinin, materyalist ırkçılık karşıtı ve patriarka karşıtı mücadelelerin taleplerine tepki geliştirmek zorunda. Bunlara verilecek en iyi cevapsa özcülük üzerine kurulu kimlik politikasıdır. Bu politika, gerçek sorunlara sahte çözümler önerir, çünkü o, hiçbir zaman sömürgeleşme sürecinin, ırkçılığın ve kadına yönelik zulmün maddi zeminiyle uğraşmaz.

Judith Butler gibi teorisyenlerin çalışmalarında gördüğümüz, kimlik politikasının özcülük karşıtı versiyonları ise bu ideolojiden köklü bir kopuş gerçekleştirmez.[36] Bireylerin veya birey gruplarının sorgulayabildikleri, kurcalayabildikleri, yeniden icra edebildikleri söylem yapıları olarak ifşa etmek suretiyle bu kategorilerin bazılarını yapısöküme uğrattıklarını iddia eden ve yapısöküm pratiğinin idealist parametreleri dâhilinde çalışan bu teorisyenler, kolektif sınıf mücadelesinin temel alanları olarak bu kategorileri üretmiş olan kapitalist toplumsal ilişkilerin tarihini hiçbir şekilde materyalist ve diyalektik bir analize tabi tutamazlar.

Bu teorisyenler, ayrıca reel sosyalizmin bu ilişkileri dönüştürme mücadelesinin o köklü ve derin tarihiyle de ilgilenmezler. Bunun yerine, onlar, yapısöküm pratiğinden ve Fukocu soykütük anlayışının tarih dışına atılmış hâlinden istifade ederler, buradan da toplumsal cinsiyet ve cinsiyetler arası ilişkilere dair fikirler üfürürler. Bu teorisyenlerin elinden, sınıf mücadelesinin yerini çıkar grupları savunusuna bıraktığı liberal çoğulculuğa teslim olmaktan başka bir şey gelmez.

Buna karşılık, Domenico Losurdo’nun önemli çalışması Sınıf Mücadelesi’nde ortaya koyduğu biçimiyle, Marksist gelenek, sınıf mücadelesini çoğul yapısı dâhilinde anlama konusunda kapsamlı ve zengin bir tarihe sahiptir. Yani Marksist gelenek içerisinde toplumsal cinsiyetler, uluslar, ırklar ve ekonomik sınıflar (ayrıca cinsellik anlayışları) arası ilişkiler konusunda bir dizi savaş yaşanmaktadır. Bu kategoriler, kapitalizm koşullarında kendilerine has hiyerarşi biçimleri edinmiş olduğundan, Marksizm mirasının en iyi unsurları, bu kategorilerin tarihsel kökenlerini anlama ve radikal manada dönüştürme çabası içinde olmuşlardır. Hane içerisinde kadına dayatılan kölelik, ulusların ve ırksal açıdan aşağı görülen halkların emperyalist boyunduruğu kırma mücadeleleri, bu yönde ortaya konmuş çabalara uzun süredir tanıklık etmektedir.

Bu tarihin kesintili bir seyir dâhilinde ilerlediği, yapılacak daha çok iş olduğu açık. Bu, kısmen İkinci Enternasyonal gibi burjuva ideolojisine ait kimi unsurlarca lekelenmiş bazı akımların Marksizm içerisinde varolması ile ilgili bir durumdur. Gene de, Losurdo gibi isimlerin ortaya koyduğu biçimiyle, komünistler, bu sınıf mücadelelerinin öncüsü olmayı bilmiş, bu sorunların ana kaynağı olan kapitalist toplumsal ilişkilere inmek suretiyle, ataerkil hâkimiyeti, emperyalist tabiyeti ve ırkçılığı aşmak adına kimi çabalar ortaya koymuşlardır.

Önde gelen emperyalist ülkelerde, bilhassa ABD’de geliştirildiği biçimiyle, kimlik politikasının amacı, sanki komünistler kadın sorununu veya millet/ırk sorununu hiç düşünmezlermiş gibi, kendisini alabildiğine yeni bir bilinç olarak takdim etmek amacıyla, söz konusu tarihi gömmektir. Bu sebeple, kimlik politikası üzerine kafa yoran teorisyenler, kibirli bir üslupla ve cahilce bir yaklaşımla bu tür sorunları ilk kez kendilerinin ele aldıklarını, bunun yanında, o kaba indirgemeci Marksistlerin ekonomik determinizmini aştıklarını iddia ediyorlar.[37] Dahası, bu kişiler, söz konusu sorunları sınıf mücadelesinin işlediği alanlar olarak görmek yerine, kimlik politikasını sınıf politikasına mani olacak bir tür takoz olarak kullanıyorlar. Sınıfı analizlerinin parçası kılacak bir adım attıklarında ise sınıfı yapısal bir mülkiyet ilişkisi meselesi yerine kişisel kimliğe indirgiyorlar. Dolayısıyla, görüngülere odaklanan, yüzeysel çözümler sunuyorlar, yani sosyo-ekonomik düzenin sosyalist dönüşümü üzerinden emekçilerin hayatla ev içi kölelik ve ırkçı aşırı sömürü üzerine kurulu ilişkilerini dönüştürmek yerine temsil ve sembolizm meselelerine odaklanıyorlar. Bu kimlik politikası teorisyenleri, sorunun köküne inemediklerinden, anlamlı ve sürdürülebilir bir değişime öncülük edemiyorlar.

Adolph Reed’in nüktedan diliyle ifade ettiği biçimiyle, kimlikçiler, mevcut sınıfsal ilişkilerin sürmesinden, ülkeler arasındaki emperyalist ilişkilerin devam etmesinden memnunlar. Bu tespitle birlikte, bir de ezilen gruplarının egemen sınıf içerisindeki temsiliyle meslek sahibi-yönetici katman arasındaki orana da bakmak gerekiyor.

Sınıf politikasının ve sınıfsal analizin Batı solundan sökülüp alınmasına sunduğu katkının yanında, kimlik politikası, solu belirli kimlik meseleleriyle ilgili, gerçek hayattan kopuk tartışmalar dâhilinde solun bölünmesi sürecine de önemli katkılar sundu. Ortak düşmana karşı sınıfın birliğini tesis etmek yerine kimlik politikası, emekçi halkı ve ezilenleri öncelikle belirli toplumsal cinsiyetlerin, cinsel kimliklerin, ırkların, milletlerin, etnisitelerin, dini grupların vs. üyesi olarak tanımlamaları konusunda teşvik etmek suretiyle, onları böldü ve kendince gasp etti. Bu bağlamda, kimlik politikasının dayandığı ideoloji, gerçekte daha derinde bir sınıf politikasıdır. O, işçileri ve ezilenleri daha kolay yönetmek için onları bölmeyi amaçlayan burjuvazinin politikasıdır. Dolayısıyla, emperyalizmin merkez ülkelerinde meslek sahibi-yönetici sınıf katmanının hâkim politikasının kimlik politikası olması, kimseyi şaşırtmamalı. Kurumlara ve bilginin dolaştığı ortamlara hâkim olan bu politika, Reed’in doğru bir yaklaşımla, “çeşitlilik endüstrisi” dediği alanda kariyer sahibi olmanın ana araçlarından biridir. Kimlik politikası, herkesi kendisini ait olduğu özel grupla tanımlamaya ve imtiyaz sahibi olduğu temsiliyet ilişkisi dâhilinde salt bireysel çıkarları peşinde koşmaya teşvik etmektedir.

Duyarcılık, aynı zamanda bazı insanları sağın kucağına atmak gibi bir sonuç da doğurmaktadır. Eğer hâkim politik kültür, rekabetçi bireycilikle birleşmiş bir kabile zihniyetini teşvik ediyorsa o vakit beyazların ve erkeklerin çeşitlilik endüstrisi üzerinden haklarından mahrum kaldıkları sürece karşı kendilerini sistemin “mağdurlar”ı olarak görmenin ürünü olan özel ajandalarıyla çıkmalarında şaşılacak bir yan bulunmamaktadır. Bu anlamda, sınıfsal analizden mahrum olan kimlik politikasını, sağcı hatta faşist dizilimlerden sorumlu tutmak gerekmektedir.

Son olarak şunu da belirtmem gerek: bu kimlik politikası, Lenin’in Avrupa solu içerisinde emperyalizmin ana ideolojik araçlarından biri olduğunu söylediği sosyal şovenizm ile Yeni Sol içerisinde ideolojik köklere sahip. Hedefe konulan ülkelerde böl-yönet stratejisi, dini, etnik, milli, ırki veya toplumsal cinsiyetle alakalı çatışmalar körüklenmek için kullanılıyor.[38] Kimlik politikası, aynı zamanda emperyalist müdahaleler ve iç siyasete karışma, ülkeyi istikrarsızlaştırma kampanyaları için dolaysız bir kılıf olarak da iş görüyor. Bu noktada, Afganistan’da kadınları özgürleştirme davasının arkasına saklanıyorlar, bu emperyalist politika dâhilinde Küba’da “ayrımcılığa” uğradığı söylenen Siyahi repçileri destekliyorlar, Latin Amerika’da “ekososyalist” Yerli adaylara arka çıkıyorlar, Çin’deki etnik azınlıkları “koruyorlar” ya da ABD imparatorluğunun kendisini ezilen kimliklere cömertçe yardım eden güç olarak takdim ettiği, herkesin bildiği propaganda temelli operasyonları yürütüyorlar. Semboller üzerine kurulu kimlik politikasının emperyalizme gerekli kılıfı sağladığı, onun sınıf mücadelelerinin maddi gerçekliğiyle bir bağının bulunmadığı görülmeli. Bu anlamda, kimlik politikası da nihayetinde bir sınıf politikasıdır: o, emperyalist egemen sınıfın politikasıdır.

Slavoj Žižek, bugün dünya genelinde solcu akademisyen çevrelerinde epey etkili olan, birçok tartışmaya sebep olmuş, itirazlarla yüzleşmiş bir isim. Onu neden “kapitalizmin saray soytarısı”[4] olarak nitelendiriyorsunuz?”

Žižek, emperyalist teori endüstrisinin bir ürünü. Michael Parenti’nin de ifade ettiği biçimiyle, kapitalist dünyada emekçi halkın istihdam, barınma, sağlık hizmeti, eğitim, sürdürülebilir çevre gibi konularla ilgili gerçek ve maddi mücadeleler vermek zorunda kaldığı koşullarda, gerçeklik, herkese o radikal yüzünü gösteriyor. Bu anlamda, halk radikalleşiyor, birçok insan, yüzünü Marksizme dönüyor, çünkü insanların üzerinde yaşadıkları dünyayı gerçek manada o izah ediyor, yüzleştikleri mücadelelerin anlamını o veriyor, net ve uygulanabilir çözümleri o sunuyor. Bu sebeple, kapitalizmin kültürel aygıtı emekçi ve ezilen halk kitleleri nezdinde Marksizme yönelik olarak oluşan ilgiyi ortadan kaldırmayı zorunlu görüyor. Bu konuda geliştirdiği, özellikle meslek sahibi-yönetici sınıfın üyelerini ve gençleri hedef alan taktiklerinde kültürel aygıt, Marksizmin temel özünü çarpıtan, alabildiğine metalaştırılmış bir versiyonunu reklâm ediyor. Böylelikle Marksizmi meta güdümünde olan toplumdan kurtuluşun kolektif ve pratik çerçevesi olmaktan çıkartıp, onu diğer her türden meta gibi alınıp satılan, moda hâline gelmiş bir markaya dönüştürmeye çalışıyor.

Žižek, böylesi bir proje için her yönden en uygun isim. O, Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nde büyümüş antikomünist bir muhbir. Kendisinin de her fırsatta dile getirdiği biçimiyle, Batı’da kariyer sahibi olmak için çabalayan bir küçük burjuva aydın olarak edindiği öznel deneyim, bir şekilde ona sosyalizmin gerçek niteliğine dair tanıklıkta bulunma konusunda özel bir hak bahşediyor. Sosyalist Yugoslavya’daki deneyimlerine dair anlattığı kişisel hikâyeler, nesnel analizin yerini alıyor. Şan şöhret ve para arayışında olan bir oportünist olarak Žižek, kendi sosyalist vatanını bugün Batılı kapitalist ülkelerden aşağıda olan bir ülke olarak görüyor, çünkü (ABD Dışişleri Bakanlığı’na ait bir yayın olan) Foreign Policy’nin dünyanın en önemli düşünürleri arasında gösterdiği Žižek, kendisine kariyer basamaklarını tırmanma fırsatı sunan Batılı kapitalist ülkelere hizmet etmeye mecbur.

Žižek, Sosyalist Yugoslavya’da sosyalizmin ortadan kaldırılması konusunda oynadığı rolü böbürlenerek anlatıyor. Kendisi, Yugoslav Komünist Partisi’nin CIA tarafından desteklenmekle suçladığı önde gelen muhalif dergi Mladina’nın [“Gençlik”] en önemli siyaset yazarlarından biriydi. Ayrıca Liberal Demokratik Parti’nin kurucularından olan Žižek, Slovenya’nın ayrılması sonrası yapılan ilk cumhurbaşkanlığı seçiminde partinin adayı oldu ve seçim sürecinde “devletteki reel sosyalizme ait ideolojik aygıtın parçalanması sürecine somutta katkı sunma” sözü verdi.[40] Ufak bir oy farkıyla seçimi kaybeden Žižek, kapitalizmin yeniden tesis edilmesi sonrası işleyen, halkın büyük çoğunluğunu hayat koşullarının iyice kötüleşmesine sebep olan kapitalist şok terapisi süreci boyunca Sloven devletine ve iktidar partisine açıktan destek sundu. Kurucuları arasında bulunduğu, özelleştirme yanlısı parti, Avrupa Birliği’ne ve NATO’ya girme fikrine destek sunan parti olarak, emperyalist kampla bütünleşme yönünde ilerleyen sürece katkıda bulundu.

Ben, bu Doğu Avrupalı liberali, “kapitalizmin saray soytarısı” olarak görüyorum, çünkü onun derdi Marksizmin “kuyruğuna teneke bağlamak”. Žižek, tam da bu sebeple, kapitalist toplum içerisinde hâkim olan güçlerin yoğun olarak desteklediği bir isim. O Marksizmi, kurtuluşun ve özgürleşmenin gerçek maddi mücadelelerden beslenen kolektif bilimi olarak anlamak yerine, oportünist bir yaramaz çocuğun küçük burjuva politik duruşundan ibaret olan, düşünsel hileye dayalı provokatif bir söylem olarak görüyor. Ondaki muziplik, haylazlık ve yüzüne geçirdiği “komünist” maskesi, burjuvazinin hoşuna gidiyor, ayrıca kısa süreliğine eğitimsiz kişilerin dikkatini çekiyor. Žižek, tıpkı bir soytarı gibi insanları bir yandan sinir etmeyi bir yandan da güldürmeyi meziyet hâline getirmiş bir isim. Bu becerisi, dijital çağda beğeni ve takipçi sayısına da yansıyor.

Žižek, aynı zamanda Hollywood’un genelde burjuva kültür aygıtının ürettiği ürünleri satma konusunda da iyi. Sermaye, bu kesesini süreç içerisinde dolduran düzenbazı epey seviyor. Tüm iyi soytarılar gibi o da saray adabının sınırlarını biliyor ve o adaba saygısı neticesinde reel sosyalizmi aşağılıyor, kapitalizme uyum fikrini satıyor, hatta doğrudan emperyalizme destek çıkıyor. Burjuva basınının bazen onu dünyanın “en tehlikeli aydını” olarak tanımlamasının nedeni, Žižek’in Marksizmin emperyalizmle mücadele ve sosyalist bir dünya inşa etme projesine zarar veriyor olması.

Nesnel düzlemde yukarı çıkma ile öznel planda sağa kayma arasındaki oranın doğruluğunun bir ispatı olarak Žižek, emperyalizme verdiği antikomünist destekle birlikte daha da gericileşti. Örneğin son dönemde Afrika’da yeni sömürgeciliğe karşı koyma çabalarıyla ilgili olarak şu türden bir yorumda bulundu: “Orta Afrika’daki ‘sömürgecilik karşıtı’ ayaklanmaların Fransız yeni sömürgeciliğinden daha kötü olduğu çok açık.”[41]

Son yaptığı açıklamalardan birinde ise bu sefer desteklediği devrim tipini resmediyordu. Nahil Merzuk’un polis tarafından katledilmesi sonrası 2023 yılının yaz aylarında Fransa’da yaşanan isyanları ele alan Žižek, ne zaman tutarlılığı olan bir laf etse illaki istifade ettiği Marksizme başvurdu ve gene önemli bir Marksist görüşü dile döktü. Ona göre, ayaklanmaların zafere ulaşabilmesi için örgütlü bir stratejiye ihtiyacı vardı. Bu strateji yoksa ayaklanmalar başarısız olurdu. Ardından da başarılı bir devrim konusunda şu örneği verdi: “Protestolar ve ayaklanmalar, ancak 2013-2014’te Ukrayna’da gerçekleşen Maidan ayaklanması gibi özgürlükçü bir vizyon üzerinden gerçekleştirildiği takdirde olumlu bir rol oynayabilir.”[42]

Oysa herkesin bildiği üzere Maidan ayaklanması, ABD ulusal güvenlik aygıtının kışkırttığı ve desteklediği faşist bir darbeydi.[43] Yani Žižek, esasında Samir Amin’in “Avrupai/Nazi darbesi” olarak nitelendirdiği emperyalizm destekli faşist bir darbeyi başarılı bir devrime yol açacak “özgürlükçü vizyonun olumlu örneği” olarak görüyordu.[44] Bu konum yanında, ABD-NATO’nun Ukrayna’da yürüttüğü vekâlet savaşına sadakatle verdiği destek, bize “dünyanın en tehlikeli aydını” olmanın ne anlama geldiği konusunda bir şeyler söylüyor: Žižek, komünist maskesi takan, esasında faşistlere hayran olan biridir.

ABD, uzun zamandır Batı’da liberal demokrasi modeli olarak görüldü. Oysa siz, Amerika’da demokrasi olmadığı düşüncesindesiniz.[45] Bu konuyla ilgili bakış açınızı izah edebilir misiniz?

Nesnel bir ifadeyle, ABD’de hiçbir zaman demokrasi diye bir şey olmadı. Bir cumhuriyet olarak kurulmuş olan ABD’nin tüm o kurucu babaları demokrasiye açıktan düşmandı. 1787’de Filedelfiya’da düzenlenen Anayasa Kongresi’nde alınan notları içeren Federalizm Belgeleri de ilkin yerleşimci koloniler üzerine kurulan maddi yönetişim pratiği de bu düşmanlığı açık bir biçimde ortaya koyuyor.

Herkesin bildiği gibi, Bağımsızlık Beyannamesi’nde “acımasız ve yabani Kızılderililer” olarak anılan, yerli nüfusuna da Afrika’dan getirilen kölelere de kadınlara da yeni kurulan cumhuriyette demokratik bir hak ve yetki verilmedi.[46] Aynı durum, sıradan beyaz işçiler için de geçerliydi. Terry Bouton gibi akademisyenlerin detaylarıyla ortaya koyduğu biçimiyle:

“Birçok sıradan beyaz erkek, neticede Amerikan Devrimi’nin kendi ülkülerini ve çıkarlarını asli hedef kılan hükümetler kurmadığını düşünüyorlardı. Bilâkis, bu kişiler, devrimin elitlerinin hükümeti kendi faydalarına olacak şekilde biçimlendirmiş, sıradan halkın bağımsızlığını ortadan kaldırmışlardı.”[47]

Her şeyin ötesinde Anayasa Kongresi denilen pratik, başkanı, yüksek mahkemeyi veya senatörleri halkın seçmesine izin vermiyordu. Tek istisna, temsilciler meclisiydi. Ancak burada da meclise girmek için gerekli vasıfları eyaletlerin yasama organları belirliyordu. Ülkede oy kullanma hakkına sahip olmak içinse mülkiyet sahibi olmak gerekiyordu.

Dolayısıyla, o dönem ilericilerin bu konuyu eleştirmelerine hiç şaşırmamak gerek. Örneğin Patrick Henry ABD’nin demokrasi olmadığını söylüyordu.[48] George Mason ise yeni yapılan anayasayı “özgür insanlar arasından despotik bir aristokrasi tesis etme konusunda ortaya konulmuş cesurca girişim” olarak nitelendiriyor, “dünyanın böylesine daha önce hiç tanık olmadığını” söylüyordu.[49]

Her ne kadar “cumhuriyet” terimi, o dönemde ABD’yi tanımlamak için yaygın olarak kullanılıyor olsa da bu durum, uyguladığı soykırım politikaları sebebiyle “Kızılderili Katili” olarak anılan Andrew Jackson’ın popülist bir başkanlık kampanyası yürüttüğü 1820’lerin sonlarından itibaren değişmeye başladı. Jackson, Massachusetts ve Virjinya’daki soyluların düzenine son veren sıradan Amerikalının kullandığı anlamıyla kendisini demokrat olarak takdim eden bir isimdi. Yönetişim tarzında hiçbir yapısal değişikliğin yapılmamış olmasına rağmen Jackson gibi siyasetçiler, elit kesimin diğer üyeleri ve onlara bağlı idareciler, “demokrasi” terimini cumhuriyeti tanımlamak için kullanmaya, bunun yanında, dolaylı olarak cumhuriyetin halkın çıkarlarına hizmet ettiğini söylemeye başladılar.[50] Bu gelenek devam edip bugüne dek geldi. Günümüzde “demokrasi”, oligarşik burjuva düzenini ifade eden bir örtmece olarak kullanılıyor.

Öte yandan, ABD’de iki yüz elli yıldır süren sınıflar mücadelesi dâhilinde demokratik güçler egemen sınıftan önemli tavizler kopartmayı bildiler. Bu süreçte seçmen kurulu feshedilmiş, yüksek mahkeme yargıçları ömürlerinin sonuna dek görevde kalma imkânından mahrum kalmamış olsa da, halk, senatörleri ve başkanı seçme imkânına kavuştu. Seçme hakkının kapsamı, kadınları, Afrikalı-Amerikalıları ve Yerli Amerikalıları kapsayacak şekilde genişletildi. Bunlar tabii ki savunulması, kapsamının genişletilmesi, tüm seçim ve kampanya sürecine yönelik, meselenin temeliyle ilgili demokratik reformlar üzerinden yorumlanması gereken kazanımlar. Fakat bunlar, önemli demokratik mevziler olsalar da onların plütokrasinin hâkimiyeti üzerine kurulu olan sistemi zerre değiştirmediklerini de görmek gerek.

Çok değişkenli istatistiki analizi temel alan oldukça önemli bir çalışmada Martin Gilens ve Benjamin I. Page, “ekonomi sahasının elitlerinin ve iş dünyasının çıkarlarını temsil eden örgütlü grupların ABD hükümetinin politikaları üzerinde somut etkilere sahip olduğunu, öte yandan, sıradan yurttaşların ve kitle temelli çıkar gruplarının hiçbir etkiye sahip olmadıklarını, olsa bile bu etkinin çok düşük düzeyde olduğunu” ortaya koydu.[51] Bu plütokrasi üzerine kurulu yönetim biçimi, sadece ülke içerisinde değil, uluslararası planda da işliyor.

ABD, kendisindeki iş dünyasını temel alan antidemokratik yönetim tarzını her yere dayatmaya çalıştı. William Blum’ın yoğun çalışmanın ürünü olan araştırmasına göre, İkinci Dünya Savaşı ile 2014 arası dönemde ABD ellinin üzerinde yabancı hükümeti devirmeye çalıştı ki bu hükümetlerin büyük bir kısmı iş başına seçimle gelmişti.[52] ABD, demokrasi değil, plütokratik bir imparatorluktur.

Ülkedeki plütokrasi biçimini ifade etmek için “burjuva demokrasisi”, “biçimsel demokrasi” ve “liberal demokrasi” gibi tabirler kullanılıyor. Bugün plütokratik düzende belirli biçimsel demokratik hakların var olduğu ve bunların emekçi halkın elde ettiği birer zafer olarak görülmesi, bu kazanımların öneminin hiçbir şekilde ufaltılmaması gerektiği tabii ki doğru ve bu gerçeği vurgulamak tabii ki kıymetli. Ama bir yandan da bizim nihayetinde, ABD’deki devlet üzerinde tesis edilmiş oligarşik kontrolü ve sınıf mücadelesiyle elde edilmiş önemli hakları da içerecek biçimde, yönetişim tarzlarının karmaşık yönlerini ele alacak diyalektik bir değerlendirme yapmamı gerekiyor.

Burjuvazinin savunduğu “ifade hürriyeti” meselesini nasıl ele almalıyız? Bugün burjuva dünyasında “ifade hürriyeti” gerçekten var mı?

Burjuva ideolojisi, ifade hürriyeti meselesini iktidar ve mülkiyet sorunlarından soyutlayarak, birbirinden tecrit edilmiş bireylerin eylemlerini yöneten soyut bir ilkeye dönüştürmeye çalışır. Böyle bir yaklaşım, iletişim araçlarının ve bu araçlara kimin sahip olduğu ve kontrol ettiği gibi çok önemli bir sorunun materyalist analizini engellemek derdindedir. Bu ideoloji, böylelikle, tüm analiz alanını toplumsal bütünlükten teorik ilkeler ile münferit bireysel konuşma eylemleri arasındaki soyut ilişkiye kaydırır.

Bu yaklaşımın avantajlarından biri, bir kişiye soyut ifade hürriyeti hakkının tam da sesini duyuracak güçten yoksun olduğu için verilebilmesidir. Kapitalist dünyada yaşayan çoğu insanın durumu budur. İnsanlar, ilkesel olarak, bireysel görüşlerini istedikleri şekilde ifade edebilirler. Ancak gerçekte bu görüşler, iletişim araçlarının sahiplerinin yayınlamak istedikleri bakış açılarına uymuyorsa büyük ölçüde önemsiz hâle gelecektir. Onlara basit bir kürsü bile verilmeyecektir. Yönetici sınıf, iletişim araçları üzerinde öylesine büyük bir güce sahiptir ki, pek çok insanı sansürün var olmadığına ikna etmiş durumdadır. Bu görüşler, açıktan bastırılabilmekte veya kamuoyu farkına bile varmadan yasaklanabilmektedir.

Kapitalist ana akımın dışındaki bakış açıları geniş bir kitle kazanabiliyor ve gerçek bir güç oluşturmaya başlayabiliyorsa, o zaman mülk sahibi sınıfın ve burjuva devletinin neler yapabileceğini biliyoruz demektir. Sınıf düşmanlarını ve onların fikirlerinin serbest dolaşımını destekleyen her türlü altyapıyı yok etmek adına ifade hürriyetine yönelik her türlü çağrıyı hurdaya çıkarma konusunda uzun bir geçmişe sahiptirler. Bu noktada Yabancı ve Başkaldırı Yasaları’nı, Palmer Baskınlarını, Smith Yasası’nı, McCarran Yasası’nı, McCarthy dönemini ya da “yeni” Soğuk Savaş’ı örnek gösterebiliriz. Rusya’nın Ukrayna’da yürüttüğü özel askeri operasyonun başladığı günden bu yana dünya, burjuvazinin ABD içindeki iletişim araçlarını tümüyle kontrol altında tuttuğu gerçeği konusunda bir ders alma imkânı buldu. Başta Russia Today ve Sputnik olmak üzere YouTube ve sosyal medyadaki kapsamlı sansüre ek olarak, tüm büyük medya, Rusya ve Çin karşıtı propagandalarının yanı sıra ABD’nin vekâlet savaşına sorgusuz sualsiz destek sunmak için elindeki savaş davullarını çalıp durdu (bu noktada belirtmekte fayda var: son dönemde kimi muhafazakârlar, bu gelişmeyi kendilerini bir şekilde savaş karşıtı olarak takdim etmek için bir fırsat olarak gördüler). Burjuvazinin ifade hürriyeti hakkına sunduğu destek, esasında egemen sınıfın iletişim araçlarına sahip olma hakkıyla ilgili bir meseledir. Bu hakkı ellerinde tutmak istiyorlar, çünkü böylelikle kimlerin görüşlerinin büyütülüp yayılmaya değer olduğuna, kimlerin marjinalleştirileceğine veya sessizliğe gömüleceğine hiçbir kısıtlamayla karşılaşmadan karar vermek istiyorlar.

Makalelerinizin birinde “Faşist yönetişim tarzlarının tüm gerçekliğiyle karşımızda olduğunu, liberal dünya düzeninin bugün parçası hâline geldiğini” söylüyorsunuz.[53] Neden böyle düşünüyorsunuz?

Şimdilik adını “Faşizm ve Sosyalist Çözüm” koyduğum kitap çalışması için yürüttüğüm araştırmalar dâhilinde hâkim anlayış olarak “her bir devlete tek hükümet düşer” anlayışını sorgulayan, süreci izah etmeye yönelik bir çalışmanın genel çerçevesini ortaya koydum. Bu yaklaşıma göre açıktan yürüyen bir savaş içerisinde değilse her bir devlet, belirli bir dönemde sadece tek bir yönetişim tarzına sahip oluyor. Bu diyalektik dışı modeldeki sorunu, ABD ve Batı’daki liberal burjuva demokrasilerinde kolaylıkla görmek mümkün.

Konuyla ilgili bir makalemde ortaya koyduğum biçimiyle, ABD hükümeti İkinci Dünya Savaşı sonrası on binlerce Nazi’yi ve faşisti örgütleyip kendi işlerinde kullandı.[54] Birçoğuna Ataş Operasyonu gibi operasyonlar dâhilinde ABD’ye güvenli giriş hakkı verdi ve bu isimleri NATO ve NASA dâhil, birçok bilim, istihbarat ve askeri kurumun kadrosuna dâhil etti. Birçoğu ise Avrupa genelinde kurulan gizli ordularda, Avrupa’daki istihbarat kurumlarında, hatta İtalya’da karşımıza çıkan Mareşal Badoglio gibi isimler şahsında görüldüğü üzere, hükümetlerde istihdam edildi.[55] Bugün hâlâ bu Naziler ve faşistler Latin Amerika’ya veya başka bölgelere uzanan gizli kanallarda bir biçimde kullanılıyorlar. Japon faşistleri ise CIA eliyle yeniden iktidara taşındı. Liberal Parti’yi ele geçiren bu faşistler, onu bundan sonra Japon imparatorluğunun liderlerini yetiştirecek sağcı bir kulüp hâline getirdiler. ABD imparatorluğunun yetki ve kudret bahşettiği, antikomünist faaliyetin bu yetkin isimlerinden oluşan küresel ağ, kirli savaşlar yürüttü, darbeler gerçekleştirdi, başka ülkeleri istikrarsızlaştırmak için uğraştı, sabotajlara ve terör faaliyetlerine imza attı. Evet, faşizm, İkinci Dünya Savaşı’nda esas olarak yirmi yedi milyon Sovyet yurttaşının ve yirmi milyon Çinlinin büyük fedakârlığı neticesinde mağlup edildi, ama onun liberal demokrasiler dâhil, birçok ülkede ortadan kaldırılmadığı da bir gerçek.

İlerici liberal uzmanların zaman zaman iddia ettiği gibi, ABD'nin yurtdışında faşist yönetim biçimleri uyguladığını ancak iç cephede demokrasiyi koruduğunu söylemek kimilerine cazip gelebilir. Ancak bu, tam olarak doğru değildir. Tarihsel-materyalist analiz, bazı çalışmalarımda savunduğum gibi, sezgisel düzeyde birbirinden farklı üç boyutu her daim dikkate almalıdır: tarih, coğrafya ve sosyal tabakalaşma. Bu bağlamda, sadece liberal uzmanlarla aynı sınıfsal kesimi işgal edenleri değil, tüm nüfusu incelemek önemlidir. Örneğin Yerli nüfusunu ele alalım. Soykırıma varan bir yok etme politikasına maruz bırakılan ve daha sonra ABD devleti tarafından kontrol edilen ve denetlenen özel alanlara kapatılan bu nüfusun önemli bir kısmı, özellikle de en yoksulları, hâlâ ırkçı polis terörünün hedefi olmakta, temel insani ve demokratik hakları için mücadele etmektedir.[56] Aynı durum, yoksul ve işçi Afrikalı-Amerikalı nüfusun bazı kesimleri ve göçmenler için de geçerlidir. George Jackson’ın “Dördüncü Kutsal Roma İmparatorluğu” olarak adlandırdığı ABD’ye yönelik sert eleştirisini bu şekilde anlamamız gerekiyor.[57] Nüfusun belirli kesimleri, yani hayatta kalma mücadelesi veren, ırkçı saldırılara maruz kalan yoksullar ve işçi sınıfı, genellikle demokratik haklar ve temsil sistemi aracılığıyla değil, öncelikle devletin ve devlet dışında kurulmuş yapıların uyguladığı baskı ile yönetiliyor. Peki o zaman onların bir demokraside yaşadıklarını neden varsayalım? Unutmayalım ki Nazilerin kendileri de ABD’de ırk ayrımcısı ve ırkçı devletçiliğin en gelişmiş biçimini görmüş ve bunu açıkça bir model olarak kullanmışlardı.[58]

Çoklu yönetim biçimleri paradigması, kapitalist toplum içinde işleyen sınıf dinamiklerine ve nüfusun muhtelif unsurlarının aynı şekilde yönetilmediği gerçeğine dikkat ettiği ölçüde diyalektik bir yaklaşımdır. Örneğin ABD’deki meslek sahibi-yönetici sınıf tabakasının üyeleri, resmi anlamda bazı demokratik haklara sahiptir ve bu haklardan çeşitli yasal sınıf mücadelesi biçimleri dâhilinde başarıyla istifade edebilmektedirler. Sömürülen bir nüfus olarak kapitalizmin boyunduruğu altında olanlarsa, özellikle de Ejderha olarak bilinen George Jackson gibi boyunduruktan kurtulmak için örgütlenmeye başlamaları durumunda, genellikle çok farklı bir şekilde yönetilirler. Bu noktada polis terörüne ve kanunsuz şiddete maruz kalırlar ve (Ward Churchill’in hesaplamalarına göre) 1968 ile 1976 yılları arasında FBI ve polis tarafından öldürülen yirmi dokuz Kara Panter ve altmış dokuz Kızılderili aktivist gibi sözde hakları, genellikle ayrım gözetilmeksizin çiğnenir. Hayatının önemli bir kısmını hapishanede geçiren ve daha sonra şüpheli bir şekilde öldürülen Jackson gibi teorisyenler, bunu “faşizm” olarak adlandırdılar.

Yönetişim sürecinin kapitalizm koşullarında gerçekte nasıl işlediğini anlamak için, farklı biçimlerine dikkat eden, ayrıntılara odaklanmış bir diyalektik yaklaşımı benimsemek gerekmektedir. Sözde liberal demokrasi, uysal öznelere haklar ve temsil vaat ederek, kapitalizmin iyi polisi gibi işlev görür. Büyük ölçüde orta ve üst orta sınıf tabakaları ve onlara talip olanları yönetmek için kullanılır. Faşizmin kötü polisi, hem yurt içinde hem de yurt dışında nüfusun yoksul, ırksallaştırılmış ve hoşnutsuz kesimlerinin üzerine salınır. Açıkçası iyi polis tarafından yönetilmek, tercih edilir ve sınırlı demokrasi biçimlerinin bile savunulması ve genişletilmesi (özellikle de devlet aygıtının tamamen faşistlerin eline geçmesiyle oluşacak dehşetle kıyaslandığında) değerli taktiksel hedefler olarak görülür. Tıpkı bir polis sorgusunda olduğu gibi, iyi polis ve kötü polisin aynı devlet için ve aynı amaçla birlikte çalıştığını kabul etmek stratejik açıdan önemlidir: kapitalist toplumsal ilişkiler, burjuva demokrasisi havucu veya faşizm sopasıyla sürdürülür, hatta bu ilişkiler daha da derinleştirilir.

Birçok insan, “Trump” denilen olgunun ortaya çıkışına bakıp faşizm tehlikesinin büyüdüğü sonucuna ulaşıyor. Bu bakış açısı konusunda ne düşünüyorsunuz? Trump destekçilerinin 6 Ocak 2021’de Kongre binasını basmalarını nasıl yorumluyorsunuz?

Trump, faşist güçleri cesaretlendirmiş ve faaliyetlerini teşvik etmiştir. Trump, aşırı milliyetçi bir beyaz üstünlükçüsü, kapitalizme ve emperyalizme bağnazca bağlı olan biridir.[59] Fakat bu Trump denilen olgu, emperyalist düzen içinde açığa çıkan daha büyük bir krizin semptomudur. Çok kutuplu bir dünyanın ısrarlı gelişimi, Çin’in yükselişi, finansallaşmış neoliberalizmin başarısızlıkları ve önde gelen emperyalist devletlerin azalan gücü nedeniyle, faşizm, kapitalist dünya genelinde yükseliştedir.

ABD bağlamında, Joe Biden’ın 2020 seçimleri için yürüttüğü başkanlık kampanyası büyük ölçüde, iktidarın barışçıl bir şekilde devredilmesine ve hukukun üstünlüğüne saygı göstereceği için ülkeyi faşizmden kurtarabileceği fikri etrafında örgütlendi. Burjuva demokrasisinin açık bir faşist diktatörlüğe açık ara tercih edilebilir olduğu kesinlikle doğrudur ve birincisi için ikincisine karşı mücadele etmek son derece önemlidir. Burjuva demokrasisi, her ne kadar yozlaşmış, işlevsiz ve yalancı olma eğiliminde olsa da, nüfusun belirli kesimlerine örgütlenme, siyasi eğitim ve güç inşa etmek için önemli bir manevra alanı sağlar. Bununla birlikte, ABD’deki Demokrat Parti’nin faşizme karşı bir kale olduğunu varsaymak büyük bir hatadır. Biden göreve geldiğinde, Trump’ı milleti kışkırtmayı temel alan komploya imza atma suçundan hapse atmak için hemen adım atmadı ve sahadaki faşistlere genellikle yumuşak davrandı (bu kesimin çok küçük bir kısmı komplo kurmakla suçlandı, aldıkları cezalar beklenmedik ölçüde hafif cezalardı). Ancak şimdi, olaydan yıllar sonra ve 2024 başkanlık seçimlerine giden propaganda sürecinde komploculardan bazıları hapis cezasıyla karşı karşıya kalırken, Trump da farklı davalarda yargılanıyor. Dahası, Biden yönetimi, ABD polis devletini, ırkçı polis şiddetini ve (kurulmasına yardım ettiği) kitlelerin hapse tıkılmasını öngören sistemi zayıflatmak için ciddi bir adım atmadığı gibi, faşist örgütleri ve milisleri dağıtma konusunda hiçbir şey yapmadı. Joe Biden, Trump gibi kendi ülkesindeki faşist hareketleri açıktan desteklememiş olsa da (ki bunun olumlu bir gelişme olduğu açık), ekibi, ABD’nin emperyalist ajandasını uygulamaya koymuş, Ukrayna gibi ülkelerde faşizmin gelişmesini saldırgan bir üslupla desteklemiştir.[60]

Kongre Binası’nın basılmasıyla ilgili olarak şu söylenebilir: bu olay, sadece Biden’ın seçilmesine karşı kendiliğinden gelişmiş olan bir ayaklanma değildi. Konuyla ilgili ayrıntılı bir makalede de tespit ettiğim biçimiyle, baskın, kapitalist egemen sınıfın bir kesimi tarafından desteklendi ve ABD hükümetinin en üst düzeyleri bunun gerçekleşmesine izin verdi.[61] Publix süpermarketinin varisi Julie Jenkins Fancelli, “Hırsızlığı Durdurun” mitingi için yaklaşık 300.000 dolar temin etti. Trump ailesi de milyonlarca dolar topladığı protestonun finansmanına doğrudan katkı sundu: “Trump’ın politik faaliyetlerini yürütenler, 6 Ocak eylemini örgütleyenlere 4,3 milyon doların üzerinde para aktardılar.”[62] Halktan insanların gerçekleştirdiği bir eylemden çok belirli bir partinin bizzat yürüttüğü bir operasyondu. Ayrıca elimizde, asgari düzeyde de olsa, Kongre Binası’nın basılmasına istihbaratın, ordunun ve polis teşkilâtının üst kademelerindeki isimlerin izin verdiklerini açık biçimde ortaya koyan işaretler de mevcut. Kongre Binası önünde ilerici güçlerce yapılan eylemlerde uygulanan ağır güvenlik önlemlerine aşina olan, sadece video görüntülerine ve Kongre Binası polisinin sadece beşte birinin o gün görevde olduğu ve geniş çapta beklenen ayaklanmalar için yetersiz donanıma sahip olduğunu gören herkes, böylesi bir sonuca kolaylıkla ulaşabilir. Artık biliyoruz ki Ulusal Muhafızlar’ın binaya konuşlandırılması adımının atılmasındaki gecikmeden doğrudan ordunun üst düzey komuta kademesi sorumluydu. Ayrıca, Kongre Binası yakınlarında hazır bekletilen İç Güvenlik Bakanlığı ajanları harekete geçirilmedi. Tüm bunlar ve çok daha fazlası, Kongre Binası baskınında ABD hükümetinin en üst kademelerinin suç ortaklığına işaret etmektedir.

ABD ulusal güvenlik devleti tarafından yürütülen psikolojik operasyonların kapsamlı tarihini ciddiyetle inceleyen herkes, 6 Ocak’ın bu tarihle örtüşen yönlerini illaki görecektir. Açık konuşmak gerekirse burada ben, burjuva medyasının yaydığı, Kongre Binası’nı basan insanların hepsinin bu işin içinde olduğu ya da bu kişilerin parayla tutulmuş aktörler olduğu türünden saçma ve aptalca iddialar üzerine kurulu bir komplodan bahsetmiyorum. Bu tür operasyonlar, gerekli bilgiye sadece ilgili kişilerin vakıf olması ilkesi uyarınca yürütülürler, yani ideal bir durumda emir komuta zincirinin en tepesinde bilerek suç ortağı olan, sadece birkaç kişi vardır. Onların altında ise olan bitenin bilincinde olmayan ve kendi başlarına hareket eden çok sayıda kişi bulunur. Bu durum, yüksek düzeyde bir öngörülemezlik yaratır ve böylece aşağıdaki kitlenin gerçekleştirdiği kendiliğinden eylemler arzu edilen görüntüye kavuşurlar, bu da tepedeki karar vericilere gerekli koruma kalkanını sağlar.

Kongre Binası’nın basılması eyleminin parasını veren, onu teşvik eden ve buna izin veren, bu iş için özel seçilmiş uygulayıcı kişiler konusunda çok daha fazla şey bilmemiz gerekiyor. Daha fazla bilgi elde edilene dek, ki muhtemelen zaman içinde elde edilecektir, en azından bunun Biden yönetimi için son derece faydalı bir olay olduğunu biliyoruz. Olay, “Uykucu Joe” olarak bilinen Biden’a demokrasinin kurtarıcısı halesini tesadüf eseri başına geçirme fırsatı sundu, böylelikle Biden, sağa yöneldiği, egemen sınıf adına emekçi halka karşı savaş yürüteceği koşullarda gerekli kılıfa kavuştu. Bu sayede Trump da hapse atılmak yerine eski imajına ve haklarına yeniden kavuştu. Tucker Carlson ve Alex Jones gibi Trump yönetiminin medyadaki kuklaları kimseyi incitmeyecek bir hikâye uydurdular, bu sayede Trump ve destekçileri, korkunç bir hükümet komplosunun kurbanları hâline geldiler. Büyük hükümete karşı çıkan ve özgürlüğe sevdalı bir muhalif olarak takdim eden Trump, düzenin dışında duran isim olarak yeniden başkan adayı hâline geldi. Ona karşı açılan davaların seyri nasıl olacak bilinmez, ama zamanlamalarının epey manidar olduğu açık, zira bu davalar, olay yaşandıktan, yeni başkanlık seçimi süreci iki emperyalist adayın kafa kafaya yarışacağı yeni başkanlık seçimi sürecinin hız kazandığı bir dönemde gündeme geldi.

Bugün dünya solu, burjuvazinin ideolojik hegemonyasına nasıl karşı koymalı? Ne tür bir devrimci teori inşa etmeliyiz?

Kapitalist dünyada burjuvazinin ideolojik hegemonyası, kültürel aygıt, yani tüm kültürel üretim, dağıtım ve tüketim sistemi üzerinde uyguladığı nefes kesici kontrol sayesinde sürdürülüyor. Alan MacLeod’un tespitiyle, “Amerika’nın okuduğu, izlediği ya da dinlediği şeylerin yüzde 90’ından fazlasını beş şirket kontrol ediyor.”[63] Yukarıda kısaca ele aldığımız biçimiyle, bu devasa şirketler, ABD hükümetiyle kurdukları sıkı ilişkiler dâhilinde çalışıyorlar. Bu şirketlerin ana hedefini, 1981’de CIA Direktörü William Casey personelini topladığı ilk toplantıda şu şekilde dile getiriyor: “Uygulamaya koyduğumuz dezenformasyon programımızın tamama erdiğini, ancak Amerikan halkı inandığı her şeyin yanlış olduğuna kanaat getirdiği vakit bileceğiz.”[64]

Bu bize, ABD gibi bir ülkede verilecek ideolojik mücadelenin nesnel koşulları konusunda çok şey söyler. Dolayısıyla, sadece doğru bir analiz geliştirmemiz ve bireysel görüşlerimizi paylaşmamız, insanları rasyonel tartışmalar ve konuşmalar yoluyla ikna etmemiz gerektiğini düşünmek saflık olur. Gerçek bir etki yaratmak için kolektif olarak çalışmalı ve gücü kendi lehimize kullanmanın yollarını bulmalıyız.

Şu anda Jennifer Ponce de León ile birlikte üzerinde çalıştığımız ve kültürü bir sınıf mücadelesi alanı olarak inceleyen kitapta, üç farklı taktik arasında ayrım yapıyoruz. Truva Atı taktiği adını verdiğimiz ilk taktik, burjuva kültür aygıtını, olağanüstü altyapısından yararlanarak karşı hegemonik mesajları gizlice içeride yaymak, böylece geniş bir kitleye ulaştırmak için o altyapıyı sahiplerine karşı kullanmaktan ibarettir (“Postal” lakabıyla anılan, sosyalist eylemci, repçi ve sinema yönetmeni Raymond Lawrence Riley bunu başarıyla yapan, harika bir örnektir).

İkinci önemli taktik, fikirlerin üretimi, dolaşımı ve edinimi için alternatif aygıt geliştirmekle ilgilidir. Bu alanda birçok önemli çalışma yürütülüyor. Bu noktada alternatif medya ve yayınlardan, eğitim platformlarına, kültür alanlarına, aktivist ağlarına ve topluluk merkezlerine dek bir çaba ortaya konuluyor. Ponce de Léon’la birlikte bu türden çalışmalar yürüten Eleştirel Teori Atölyesi içerisinde yer alıyoruz.[65]

Üçüncü ve son taktikse iktidarı burjuvazinin elinden almış olan ülkelerde geliştirilmiş olan sosyalist aygıtlarla ilgili. Bunların ürettikleri haberler, bilgiler ve kültür, kapitalist kültür aygıtı karşısında gerçek bir seçenek sunuyorlar. Batı yarımkürede iki önemli örnek üzerinde durulabilir. İlki Küba’daki Prensa Latina, ikincisi Venezuela’daki Telesur’dur. Her iki kuruluş da oldukça önemli işler yapmaktadır.

İhtiyacımız olan devrimci teori konusunda Cheng Enfu ikna edici şeyler söylüyor. Kendisi, diğer pek çok kişinin çalışmalarını takip ederek ve daha da geliştirerek, Marksizmin yaratıcı olduğunu ve düzenli olarak değişen durumlara uyarlanması gerektiğini iddia ediyor.[66] Taşlaşmış bir doktrin olmaktan uzak olan Marksizm, Losurdo’nun deyimiyle, zamana göre değişen bir öğrenme sürecidir. İçinde bulunduğumuz dönemde bu konuda yapılması gereken çok iş var. En acil üç meselenin altını çizmek gerekirse, faşizmi, dünya savaşını ve ekolojik çöküşü hem anlayabilecek hem de durdurabilecek devrimci teoriyi daha da geliştirmemiz gerekiyor.[67] İmparatorluğun merkezinde yaşadığım ve örgütlendiğim için, şimdiye dek devlet iktidarının ele geçirilmesi pratiklerinden zerre etkilenmemiş olan bu özel bölgede, devrimci teori ve pratik geliştirmenin de elzem olduğunu söylemeliyim.

Genel olarak, en önemli devrimci teori, sosyalizmi inşa etmek denilen o karmaşık ve zor göreve katkıda bulunacak olan teoridir. 1917’den bu yana pek çok sürpriz yaşandı ve çok şey öğrenildi. Küresel durum bugün, Üçüncü Enternasyonal’in en parlak döneminde ya da Soğuk Savaş olarak adlandırılan dönemde olduğundan çok farklı görünüyor. Sosyalist ülkeler, (BRICS+, Bir Kuşak Bir Yol Girişimi, Şangay İşbirliği Örgütü, Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği (ASEAN), vb. gibi) emperyal dünya düzenine karşı çıkan yeni uluslararası çerçeveler inşa etmek için ulusal kalkınma niyetindeki kapitalist ülkelerle birlikte çalışıyorlar.

Batı ve Orta Afrika’da yaşanan son ayaklanmalar, Fransa’nın bölgedeki yeni-sömürgeci rejimine ve Batı emperyalizminin hapishanesine meydan okudu. Bu ve diğer sömürgecilikten kurtuluş mücadelelerini ve ortaya çıkmakta olan çok kutuplu dünyayı anlamak ve ilerletmek, hayati önemi haiz teorik ve pratik bir görevdir. Aynı zamanda, emperyalist dünya düzenine karşı çıkmanın ve çok kutupluluğun gelişiminin sosyalist projenin genişlemesine nasıl basamak teşkil edeceğini açıklayabilmek de son derece önemli bir husustur. Bu, günümüzün en acil meselelerinden biridir.

Kaynak

Dipnotlar:
[1] Bkz.: Raúl Antonio Capote, Enemigo (Madrid: Ediciones Akal, 2015).

[2] Bu ve sonraki paragraflarında aktarılan malumat bir dizi kaynaktan derlendi. Bu kaynaklar, arşiv araştırmalarını, Bilgilenme Hürriyeti Kanunu uyarınca sunulan dilekçelere verilen cevaplardan ve şu tür çalışmalardan oluşuyor: Yayına Hz.: Philip Agee ve Louis Wolf, Dirty Work: The CIA in Western Europe, Birinci Baskı. (Dorset: Dorset Press, 1978); Frédéric Charpier, La C.I.A. en France: 60 ans d’ingérence dans les affaires françaises (Paris: Editions du Seuil, 2008); Ray S. Cline, Secrets, Spies, and Scholars (Washington, DC: Acropolis, 1976); Peter Coleman, The Liberal Conspiracy: The Congress for Cultural Freedom and the Struggle for the Mind of Postwar Europe (New York: The Free Press, 1989); Allan Francovich, On Company Business (documentary), 1980; Pierre Grémion, Intelligence de l’anticommunisme: Le Congrès pour la liberté de la culture à Paris, 1950–1975 (Paris: Librairie Arthème Fayard, 1995); Victor Marchetti and John D. Marks, The CIA and the Cult of Intelligence (New York: Dell Publishing Co., 1974); Frances Stonor Saunders, The Cultural Cold War (New York: The New Press, 2000); Giles Scott-Smith, The Politics of Apolitical Culture: The Congress for Cultural Freedom, the CIA and Post-War American Hegemony (New York: Routledge, 2002); John Stockwell, The Praetorian Guard: The U.S. Role in the New World Order (Boston: South End Press, 1991); Hugh Wilford, The Mighty Wurlitzer: How the CIA Played America (Cambridge, Massachusetts: Harvard University Press, 2008).

[3] Bkz.: Wilford, The Mighty Wurlitzer.

[4] Bkz.: Carl Bernstein, “The CIA and the Media,” 20 Ekim 1977, Rolling Stone.

[5] John M. Crewdson, “Worldwide Propaganda Network Built by the C.I.A.,” New York Times, 26 Aralık 1977.

[6] Task Force on Greater CIA Openness, memorandum for Director of Central Intelligence, Task Force Report on Greater CIA Openness, 20 Aralık 1991, CIA.

[7] Bkz.: Crewdson, “Worldwide Propaganda Network.”

[8] Aktaran: William F. Pepper, The Plot to Kill King (New York: Skyhorse, 2018), s. 186.

[9] Crewdson, “Worldwide Propaganda Network.”

[10] Bkz.: Yasha Levine, Surveillance Valley (New York: PublicAffairs, 2018) ve Alan Macleod’un MintPress News’te çıkan makaleleri: “National Security Search Engine: Google’s Ranks Are Filled with CIA Agents,” 25 Temmuz 2022; “Meet the Ex-CIA Agents Deciding Facebook’s Content Policy,” 12 Temmuz 2022; “The Federal Bureau of Tweets: Twitter Is Hiring an Alarming Number of FBI Agents,” 21 Haziran 2022; “The NATO to TikTok Pipeline: Why Is TikTok Employing so Many National Security Agents?,” 29 Nisan 2022.

[11] Kilise Komitesi Raporu CIA’in kontrolü ve denetiminde, dolayısıyla, gerçek sayılar onun aktardığı sayılardan muhtemelen daha yüksek.

[12] Bkz.: Noam Chomsky vd., The Cold War and the University (New York: The New Press, 1997); Sigmund Diamond, Compromised Campus: The Collaboration of Universities with the Intelligence Community, 1945–1955 (Oxford: Oxford University Press, 1992); Walter Rodney, The Russian Revolution: A View from the Third World, Yayına Hz.: Robin D. G. Kelley ve Jesse Benjamin (Londra: Verso, 2018); Christopher Simpson, Science of Coercion: Communication Research and Psychological Warfare, 1945–1960 (Oxford: Oxford University Press, 1996).

[13] Bkz.: The New School Archives, John R. Everett records (NS-01-01-02), Series 3. Subject files, 1918–1979, bulk: 1945–1979, Central Intelligence Agency (CIA), 1977–1978, Newschool. Özel detayları aktaran belgelere şuradan ulaşmak mümkün: Black Vault MKULTRA Collection, Blackvault.

[14] Bkz.: Gabriel Rockhill, Radical History and the Politics of Art (New York: Columbia University Press, 2014).

[15] Bkz.: Matthew Alford ve Tom Secker, National Security Cinema: The Shocking New Evidence of Government Control in Hollywood (CreateSpace Independent Publishing Platform, 2017).

[16] Akt.: Alford ve Secker, National Security Cinema, s. 49.

[17] Örneğin bkz.: Michel Collon ve Test Media International, Ukraine: La Guerre des images (Brüksel: Investig’Action, 2023).

[18] Bkz.: Wilford, The Mighty Wurlitzer; Agee ve Wolf, Dirty Work; Charpier, La C.I.A. en France.

[19] Bkz.: Daniele Ganser, NATO’s Secret Armies (New York: Routledge, 2004) ve Allan Francovich, Gladio (belgesel), British Broadcasting Corporation, 1992.

[20] Bkz.: Saunders, The Cultural Cold War ve Hans-Rüdiger Minow, Quand la CIA infiltrait la culture (belgesel), ARTE, 2006.

[21] Postyapısalcılık terimi birçok yönden İngilizce konuşulan âlemin bir icadı. En azından ilk başta Fransa bağlamında postyapısalcı olarak anılan isimler yapısalcı projeyi biraz farklı olan yollardan sürdürmüş ve yoğunlaştırmış gibi görünüyorlar.

[22] Michel Foucault, Dits et écrits 1954–1988, Cilt. 1 (Paris: Éditions Gallimard, 1994), s. 542. Foucault konusunda daha fazla bilgi için bkz.: “Foucault: The Faux Radical,” Los Angeles Review of Books, October 12, 2020, Philosophicalsalon. Türkçesi: İştiraki.

[23] Bkz.: Gabriel Rockhill, “The Myth of 1968 Thought and the French Intelligentsia,” MR 75, Sayı. 2 (Haziran 2023): s. 19–49. Türkçesi: İştiraki.

[24] Şu çalışma için yazdığım önsöze bakılabilir: Aymeric Monville, Neocapitalism According to Michel Clouscard (Madison: Iskra Books, 2023).

[25] Directorate of Intelligence, France: Defection of the Leftist Intellectuals, Central Intelligence Agency, 1 Aralık 1985, s. 6, CIA.

[26] Walter Rodney, Decolonial Marxism: Essays from the Pan-African Revolution (Londra: Verso, 2022), s. 46.

[27] Yorumlarımı destekleyecek kanıtların önemli bir kısmını şu makalelerde bulmak mümkün: Gabriel Rockhill, “The CIA and the Frankfurt School’s Anti-Communism,” Los Angeles Review of Books, June 27, 2022, philosophicalsalon [Türkçesi: İştiraki] ve Gabriel Rockhill, “Critical and Revolutionary Theory: For the Reinvention of Critique in the Age of Ideological Realignment,” Domination and Emancipation: Remaking Critique içinde, Yayına Hz.: Daniel Benson (Lanham: Rowman and Littlefield Publishers, 2021), 117–61. Türkçesi: İştiraki.

[28] Aktaran: Yayına Hz.: Wolfgang Kraushaar, Frankfurter Schule und Studentenbewegung: Von der Flaschenpost zum Molotowcocktail 1946–1995, Cilt. 1, Chronik (Hamburg: Rogner and Bernhard GmbH and Co. Verlags KG, 1998), s. 252–53.

[29] Süveyş Savaşı konusunda bkz.: Richard Becker, Palestine, Israel and the U.S. Empire (San Francisco: PSL Publications, 2009), s. 71–78.

[30] Aktaran: Stuart Jeffries, Grand Hotel Abyss: The Lives of the Frankfurt School (Londra: Verso, 2016), 297. Adorno ve Horkheimer’ın Nasır ile ilgili açıklamaları, Batı medyasının ve istihbarat kurumlarının yürüttüğü propaganda faaliyetiyle aynı çizgide. Paul Lashmar ve James Oliver’ın da dile getirdiği biçimiyle, MI6 ve CIA ile bağlantılı olan ve gizli çalışma yürüten Enformasyon Araştırma Dairesi denilen antikomünist propaganda bürosu BBC’ye ve diğer haber kanallarına Nasır’ı “Sovyet kuklası” olarak takdim etmeleri konusunda baskı uyguladı. Bu tabir “sömürgecilik karşıtı liderler için kullanılan ve her türden amaca hizmet eden propaganda tarzının bir ürünüydü.” (Paul Lashmar ve James Oliver, Britain’s Secret Propaganda War: 1948–1977 [Phoenix Mill, UK: Sutton Publishing Limited, 1998], s. 64).

[31] Bkz.: Franz Neumann vd., Secret Reports on Nazi Germany: The Frankfurt School Contribution to the War Effort, Yayına Hz.: Raffaele Laudani, Çeviri: Jason Francis McGimsey (Princeton: Princeton University Press, 2013); Barry M. Katz, Foreign Intelligence: Research and Analysis in the Office of Strategic Services, 1942–1945 (Cambridge, Massachusetts: Harvard University Press, 1989); Tim B. Müller, Krieger und Gelehrte: Herbert Marcuse und die Denksysteme im Kalten Krieg (Hamburg: Hamburger Edition, 2010).

[32] Jürgen Habermas, The New Conservativism: Cultural Criticism and the Historians’ Debate, Yayına Hz.: ve Çeviren: Shierry Weber Nicholsen (Cambridge, Massachusetts: MIT Press, 1990), s. 69.

[33] Bkz.: Rockhill, “Critical and Revolutionary Theory.”

[34] Nancy Fraser, “Capitalism’s Crisis of Care,” Dissent 63, Sayı. 4 (Güz 2016): s. 35.

[35] Fraser, “Capitalism’s Crisis of Care,” s. 35.

[36] Bkz.: Tita Barahona, “Judith Butler, la pope del ‘feminismo’ postmoderno, y su apoyo al capitalismo yanqui,” Canarias-semanal, 7 Nisan 2022, Semanal ve Ben Norton, “Postmodern Philosopher Judith Butler Repeatedly Donated to ‘Top Cop’ Kamala Harris,” 18 Aralık 2019, Bennorton. Türkçesi: İştiraki.

[37] Bu konuda benim “Critical and Revolutionary Theory” isimli makalemde Cinzia Arruzza, Tithi Bhattacharya ve Nancy Fraser’a yönelttiğim eleştirilerime bakılabilir. Türkçesi: İştiraki.

[38] Stephen Gowans, Washington’s Long War on Syria (“Washington’ın Uzun Suriye Savaşı -Montreal: Baraka Books, 2017) isimli çalışmasında birçok güzel örnek sunuyor.

[39] Gabriel Rockhill, “Capitalism’s Court Jester: Slavoj Žižek,” 2 Ocak 2023, CounterPunch. Türkçesi: İştiraki.

[40] Youtube’da yayınlanan, 1990’daki seçim tartışmasına ait kayda bakılabilir: “Slavoj Žižek—1990 Election Debate in Slovenia,” 9:40, yüklenme tarihi: 18 Mayıs 2021, Youtube.

[41] Slavoj Žižek, “Why the West Will Keep Losing in Africa: Neocolonialism Is Giving Birth to a Wretched Authoritarianism,” 4 Eylül 2023, New Statesman.

[42] Slavoj Žižek, “The Left Must Embrace Law and Order,” 4 Temmuz 2023, New Statesman.

[43] Örneğin bkz.: Collon, Ukraine: La Guerre des images ve Pepe Escobar, “Why the CIA Attempted a ‘Maidan Uprising’ in Brazil,” 10 Ocak 2023, Cradle.

[44] Samir Amin’in tespiti şu şekilde: “Kiev’de gerçekleşen Avrupai/Nazi darbesi olarak nitelendirebileceğimiz olayı üç güç örgütledi. Bu üç gücün demokrasiyi savunduğunu ve onun tesis etmek için politikalar geliştirdiğini iddia eden Batılı medya kuruluşları yalan söylüyorlar.” [Samir Amin, “Contemporary Imperialism,” MR 67, Sayı. 3 [Temmuz-Ağustos 2015]: s. 23–36).

[45] Bkz.: Gabriel Rockhill, “The U.S. Is Not a Democracy, It Never Was,” 13 Aralık 2017, CounterPunch.

[46] Yayına Hz.: John Grafton, The Declaration of Independence and Other Great Documents of American History 1775–1865 (Mineola, New York: Dover, 2000), 8. Ayrıca bkz.: Roxanne Dunbar-Ortiz, An Indigenous Peoples’ History of the United States (Boston: Beacon Press, 2015) ve David Michael Smith, Endless Holocausts (New York: Monthly Review Press, 2023).

[47] Terry Bouton, Taming Democracy: “The People,” the Founders, and the Troubled Ending of the American Revolution (Oxford: Oxford University Press, 2007), s. 4.

[48] Yayına Hz.: Ralph Louis Ketcham, The Anti-Federalist Papers and the Constitutional Convention Debates (New York: Signet, 2003), 199.

[49] Yayına Hz.: Herbert J. Storing, The Complete Anti-Federalist, Cilt. 2 (Şikago: University of Chicago Press, 2008), s. 13.

[50] Her ne kadar bu genel çerçevesini kimi yönlerden sorunlu bulsam da kitabın üçüncü bölümünde dile getirdiğim iddialara dair somut deliller sundum: Gabriel Rockhill, Contre-histoire du temps présent: Interrogations intempestives sur la mondialisation, la technologie, la démocratie (Paris: CNRS Éditions, 2017). Çalışmanın İngilizcesi de mevcut: Counter-History of the Present: Untimely Interrogations into Globalization, Technology, Democracy (Durham: Duke University Press, 2017).

[51] Martin Gilens ve Benjamin I. Page, “Testing Theories of American Politics: Elites, Interest Groups, and Average Citizens,” Perspectives on Politics 12, Sayı. 3 (Eylül 2014): s. 564.

[52] Bkz.: William Blum, Killing Hope: US Military and CIA Interventions Since World War II (Londra: Zed Books, 2014), ayrıca “Overthrowing Other People’s Governments: The Master List”, WB.

[53] Gabriel Rockhill, “Liberalism and Fascism: The Good Cop and Bad Cop of Capitalism,” 21 Ekim 2020, BAR.

[54] Gabriel Rockhill, “The U.S. Did Not Defeat Fascism in WWII, It Discretely Internationalized It,” 16 Ekim 2020, Counterpunch.

[55] “Etiyopya’da işlenen o korkunç savaş suçlarından sorumlu olan ve uzun süre Benito Mussolini ile birlikte çalışan Mareşal Pietro Badoglio, faşizm sonrası İtalya’da ilk kurulan hükümetin başına geçmesine izin verildi. İtalya’nın kurtarılmış olan kısmında yeni sisteme eskisi gibi şüpheyle yaklaşılıyordu, dolayısıyla buradaki insanlar yeni düzeni ‘Mussolini’siz faşizm (fascismo senza Mussolini] olarak tarif ediyorlardı.” (Jacques R. Pauwels, The Myth of the Good War [Toronto: Lorimer, 2015], s. 119).

[56] Bkz.: Dunbar-Ortiz, An Indigenous Peoples’ History of the United States ve Smith, Endless Holocausts.

[57] George L. Jackson, Blood in My Eye (Baltimore: Black Classic Press, 1990), s. 9.

[58] Örneğin bkz.: James Q. Whitman, Hitler’s American Model (Princeton: Princeton University Press, 2018).

[59] Bkz.: John Bellamy Foster, Trump in the White House: Tragedy and Farce (New York: Monthly Review Press, 2017), MR.

[60] Bkz.: Gabriel Rockhill, “Nazis in Ukraine: Seeing through the Fog of the Information War,” 30 Mart 2022, Liberation.

[61] Bkz.: Gabriel Rockhill, “Lessons from January 6th: An Inside Job,” 18 Şubat 2022, CounterPunch.

[62] Anna Massoglia, “Details of the Money behind Jan. 6 Protests Continue to Emerge,” 25 Ekim 2021, OpenSecrets.

[63] Yayına Hz.: Alan MacLeod, Propaganda in the Information Age: Still Manufacturing Consent (New York: Routledge, 2019).

[64] Bu sık sık alıntılanan ifadenin kökeniyle ilgili bir tartışma için bkz.: Tony Brasunas, “Is the CIA Trying to Deceive All Americans?,” 9 Şubat 2023, Tonybrasunas.

[65] Bkz.: criticaltheoryworkshop.

[66] Bkz.: Cheng Enfu, China’s Economic Dialectic (New York: International Publishers, 2021).

[67] ABD’nin en önemli Marksistlerin biri olan John Bellamy Foster, bu üç alanla ilgili oldukça önemli çalışmalara imza atmış bir isimdir.

0 Yorum: