Eğitim, tarihsel süreçte ortaya çıkan üretim
biçimlerine uygun formda insan yetiştirme konusunda, kurumsal anlamda
önemli görevler üstlenir. “İstendik davranış oluşturma süreci” şeklindeki
eğitim tanımında ideolojik bir zemin vardır ki o da istendik davranışın hangi
amaca/sınıfa hizmet edeceğidir.
Bugün için 21.yüzyıl becerilerinin kazandırılmasını
hedefleyen eğitim sistemi, neoliberal esnek çalışma düzenine uygun becerileri
işaret eder ama bu beceriler, bireysel gelişim adı altında sunulur. Çağın
becerileri, sömürü düzenine uygun bireylerin yetiştirilmesine yöneliktir. Bu
noktada öğretmene yüklenen görev ise bu becerilerin kazandırılmasına “rehberlik”
etmektir. Çağdaş eğitim anlayışı diye sunulan bu yaklaşım, birey merkezli
olarak tanıtılıyor.
Bugün, öğretmenden beklenen “görev”, çağdaş eğitim
yaklaşımı adı altında, sorgulayan bireyleri yetiştirmemesidir. Erdemin
geliştirilmesi de istendik davranışlar arasında geçmemektedir. Bu yönüyle
öğretmen, etki gücü kısıtlanmış ve icra ettiği mesleğe yabancılaşmış bir
aşamadadır.
Kapitalist sisteme uygun bireyler yetiştirilmesi
hedefi; sorgulamayan, itiraz etmeyen, kollektif bilinçten yoksun, toplumsal
sorunlara duyarsız, rekabeti kariyer yöntemi olarak gören insan tipi idealiyle
bütünleştiriliyor. Sömürünün sürebilmesi için eğitim, ideolojik işlev görevini
yerine getiriyor.
Üretim ilişkilerinden bağımsız bir eğitim anlayışı
düşünülemez. Bu yüzden MESEM sürerken onu etkin kılmak adına maket mezarlar
başında, ölen yakını için sabır nasıl gösterilir eğitimi veriliyor. MESEM
uygulaması çerçevesinde çalıştırıldığı iş yerinde yaşamını yitiren çocuklar
var. Okullarda din kültürü grubu derslerinin yanında diğer ders müfredatlarının
skolastik biçimde dönüştürülmesinin asıl nedeni, sömürüye rıza gösterip “kaderine
(sömürüye)” boyun eğecek sınıfların yetiştirilmesi idealine uygun hareket
edilmesidir. Aynı sömürü düzenine maruz kalan işçi emekçilerin çarpık kader
algısı sonucunda yaşanan sınıfsal çelişkileri bireysel sayması, istendik
davranış değişikliğiyle mümkündür. Bu yüzden laik eğitim, yaşam biçimi ilkesi
değildir, aksine, işçi emekçi sınıf için gereken eğitim ve hak arama
meşruiyetinin ilkesidir. Diğer türlüsü kimlikçi siyasettir. Bu savrulmanın
yansımalarını sohbetlerde ve toplumsal içerikteki sosyal medya paylaşımlarına
yapılan yorumlarda görmek mümkündür.
Tacize uğradığı için kolluk ve yargıya başvuran kapalı
giyimli genç bir kadının, tacizcinin serbest bırakılmasıyla ilgili feryadına
yapılan yorumlar, laiklik meselesinin kimlik siyasetine dönüştüğünün kanıtıdır:
“Sen başını örtmeden önce düşünseydin, acaba hangi partiye oy verdin, bugün
seçim olsa kime oy verir acaba...” vb. Programını ve kendini “sosyalist” olarak
ilan eden partiler ve çevreler içindeki kadınların, disiplinden ve değerlerden
kaçan yaklaşımların sonucu olarak, yoz bir sapma olan parti içi tacizi ifşa
ettiği bir ortamda bu yorumlar, meselenin hangi boyutta olduğunu daha net
açıklayabilir. Her şeyden önce, tacize uğrayan bir kadındır. Fabrikalarda greve
çıkan kapalı giyimli kadınlar var ama sol yapıda olarak tanınan işçi emekçi
sendikalarında laikliğin savunulduğu iddia edildiği halde sendika üyesi
kadınlar arasında ne grev ne hak arama ne sınıfsal çelişki gündem ve talep
olur. Bugün bu tıkanıklık bir çelişkiyi içerir. Kadınla erkeğin ortak
mücadelesiyle kurulacak yaşam, yine sol sendikalarla engelleniyor. İşçi emekçi
sendikaları, haremlik selamlık uygulamasına geçerek laiklik karşıtı olduğu ve
karma eğitimin kaldırılmasını talep ettiği sendikalarla aynı hizaya diziliyor.
Eğitim sisteminin istendik davranışına uygun sosyal
medya yorumlarından biri de bencilliğin ve duyarsızlığın sınıfsal açıdan hayata
geçirilmesi. İntihar etmek için raylara inen kadını fark eden makinist, son
anda treni durdurur. Bu habere yapılan yorumlar şu şekildedir: “Çantasını da
takmayı unutmamış, evinde intihar etseydi, onun yüzünden gideceğim yere geç
kaldım...” vb. Tüm yorumların birleştiği ortak tema: bireyin günahı/suçu. Artık
sendikalar da üyesinin ilkesel taleplerine böyle yaklaşıyor: “Bu sizin bireysel
tepkiniz, elbette haklısınız, ama bu konuda üyelerimizden herhangi bir talep
yok ki, eşit işe eşit ücret ilkesini aşındırabilirsiniz, çünkü ‘özgür irade’
sahibisiniz, kadın üyelerimizin mücadelesiyle ilgili eleştiri hakkı sadece
kadın üyelere aittir, bireysel yaşam tarzımız kırmızı çizgimizdir...” vb.
İstendik davranış, sadece öğrencilerle sınırlı kalmıyor. Düzen, kendine uygun bir
ideolojik aygıt üretiyor.
Öğrenci, sendika ve sol özelinde genel bir davranış
tablosu çizdikten sonra öğretmenlerin genel durumunu incelemek gerekiyor. Bir
milyon eğitim emekçisi var. Bir o kadar da atama bekleyen, özel eğitim
kurumlarında çalışanlar mevcut. Atanmadığı için intihara sürüklenen, iş
kazalarında can veren, sigortası yarım yatıp asgari ücretin altında maaş alan
ücretli öğretmenler...
Eğitim fakültesi diplomasına sahip, staj yapmış,
yazılı sınavı, mülâkatı ve güvenlik soruşturmasını geçmiş bir öğretmen, stajyer
sözleşmeli öğretmen olarak istihdam ediliyor. Bu kadar aşamadan sonra bir
eğitimciden geriye ne kalırsa...
Öğretmenlerin sorunlarını öğrenebilmenin yolu,
sohbetlerde neleri konu ettiğinden yola çıkılarak gerçekleştirilebilir.
Bitcoinden edilen zarar, borsa ve yatırımlardan beklenen “umut”, artan ev
kiraları, yetmeyen maaş, kalabalık sınıflar ve okulların imkânsızlıkları, temel
ihtiyaç olan barınma hakkından mahrumiyet-bir evinin olmaması, gıda ve beslenme
yetersizliği, artan enerji giderleri ve yüksek faturalar; gelecek kaygısı,
yalnızlık, sendikalara güvensizlik, umut ve güven krizi, yabancılaşma,
depresyon, psikiyatrik sorunlar... Bunları aşma yanılsaması da antidepresan
kullanımı, bireyci terapi merkezleri, taşlara-fallara-burçlara inanç
geliştirilmesi, iddia ve bahis oyunları, tarikat şeylerinden umulan medet,
alkol kullanımı ve alkol alınarak yapılan sohbetler, kitap okuma kulüpleri,
gezi turları, tüketim, gösteri, uzmanlığı kendinden menkul YouTube kişisel gelişimcilerini
ve psikologlarını izlemek, kendini eve kapatmak, kollektivizmden kaçış,
postmodern yaşam biçimleri, kendi bedenine yönelmek...
Bugün öğretmenler özelinde bir istatistik çıkarılsa
önemli bir oranının antidepresan kullandığı, terapi aldığı görülecektir. Genel
kaygı bozukluğu başlığına giren rahatsızlıklar ilk sırada yer alacaktır.
Güvencesizlik, mobbing ve mesleğe yabancılaştırılma bu rahatsızlıkların
yaşanmasındaki önemli etkenlerdendir. Yaptığı mesleği sorgula(ya)mayan emekçi,
kendi işine yabancılaşır. Bunun sonucunda da değer ve benlik algısı sarsılır.
Richard Sennett, Karakter Aşınması kitabında,
esnek çalışma sisteminin işçide güvencesizliğe, otomasyon sistemiyle çalışan
bir makinenin arıza verdiğinde onu kullanan işçinin ona müdahale edememesinin
yabancılaşmaya ve karakter aşınmasına neden olduğunu tespit eder. Öğretmenlerin
mesleki anlamda bugün yaşadığı durum da benzerdir.
Halk sağlığını savunduğunu iddia eden hekimler
birliğiyle hiçbir eğitim sendikasının, eğitim emekçilerine yönelik destek ve
çözüm odaklı çalışması bulunmuyor. Onlar da sorunu bireysel olarak ele alıyor.
Yürütülecek terapinin sömürü düzenine karşı bilinç, ilke, güven, umut ve değer
desteği olduğunu biliyorlar. Kaçtıkları şey/gerçek neyse emekçilerin ruh
sağlığını bozan da aynıdır.
Asıl terapi, sınıf mücadelesi vererek yayılan
depresyonun alt edilmesidir. İnsan; umudu, güveni, aidiyeti bulduğu mücadelede
ne yalnızlık anomisine ne de depresyona düşer. İstendik davranış değişikliği
sömürü düzeni lehine işlerken sendikalar ve sol da yaşam biçimciliği, kimlikler
savunusu, liberal demokrasi alanına savrularak, düzenin ideolojik aygıtına
dönüşüyor.
Sol da sendikalar da aileye savaş açıyor, onu yok
etmek istiyor. Her ne kadar feodal özellikler taşısa da toplumsal bütünlüğün
çekirdeği ailedir. Bu anlamda, bütünlükleri parçalamaya çalışmak, olsa olsa
sömürüye hizmet etmektir. Aile, düzene karşı güçlendirilmesi gereken alanlardan
biri olup mücadele yönünde geliştirilmelidir. O küçük aile parçalandığında,
mücadelenin kalesi olan büyük aile de yok olacaktır. İşte o zaman, sendikalar
da sol da bireyler toplamına ve sosyal kulüplere dönüşecektir, dönüşüyor da.
Bunun sonucunda da okullar da eğitimcilerin evi olma özelliğinden
çıkarılacaktır. Eğitim emekçisi de okuluna, öğrencisine, meslektaşına,
mesleğine, veliye, en nihayetinde kendine yabancılaşacaktır.
Tüm bu süreç, emperyalizmin ajandası gereği,
kronolojik olarak işliyor. Biz bireyler toplamı değil, işçi emekçi halk
sınıflarıyız. Bizi boşluğa düşmekten kurtaracak olan da emeğimizin gücünden ve
meşruiyetinden gelen birlikteliğimizdir. Öyle bir mücadele hattı oluştuğunda,
işçi emekçi için “yalnızlık/depresyon” da kalmadığı gibi, bütün mücadele
insanlarını her an kendi şahsında yaşatarak, bilinci ve bedeniyle surları
güçlendirilmiş bir kale görevine evrilecektir. O surları örecek olan da sınıf
mücadelesi yürütecek/yürütmesi gereken yapı, çevre ve sendikalardır. Ya
mücadele edip ayakta kalacağız ya da düzene teslim olup boşlukta savrulacağız.
Üçüncü bir yol yok ve en başta kendimiz için bu tercihi bilinçli şekilde yapmak
zorundayız. Boşluk, her gün biraz daha genişledikçe o alanı sömürü
dolduracaktır. İntiharın, depresyonun, kaygının, güvencesizliğin,
değersizliğin, umutsuzluğun, güvensizliğin tek çözümü, sömürü düzenine karşı
birlikte mücadele vermektir.
Her dersten ve müfredattan yaşam bilgisi ve sorgulama
becerisine katkı sağlamak, eğitimciler olarak bizim elimizde. Ne öğrencilerin
sorunlarına ne de kendi gerçeğimize sırt dönebiliriz. “Beni ilgilendirmiyor”
diye dert etmediğimiz her sorun, doğrudan bizi ilgilendiriyor. En başta
sorulması gereken sorulardan biri şu olabilir: Kendimize fayda “sağlayamayacaksak”
öğrencilerimize nasıl fayda sağlayabiliriz? Sitem edip çözümünden
uzaklaştığımız her sorun bizi biraz daha çürütecektir. Mücadele etmek, her ne
sebep gerekçemiz olsa da tek çözüm yolumuz.
S. Adalı
6
Mart 2024
0 Yorum:
Yorum Gönder