Gabriel
Rockhill Söyleşisi
Zhao
Dingqi
1
Aralık 2023
Soğuk Savaş boyunca CIA “Kültürel Soğuk Savaş”ı
nasıl yürüttü? CIA’ya bağlı Kültürel Özgürlük Kongresi ne tür faaliyetlerde
bulundu, geride nasıl bir etki bıraktı?
CIA, diğer devletlere bağlı istihbarat kurumları
ve başlıca kapitalist işletmelere ait vakıfların birlikte yürüttüğü kültürel
soğuk savaş çok katmanlı bir faaliyetti ve bu faaliyetin amacı, komünizmi
kuşatmak, nihayetinde de savunmasını zayıflatıp yok etmekti. Kapsam itibarıyla
beynelmilel bir nitelik arz eden söz konusu propaganda savaşının burada ancak
birkaçına değinebileceğimiz, çok sayıda farklı yönü vardı.
Başlarken şunu belirtmem lazım: sahası çok geniş
olan ve bol miktarda kaynağın teksif edildiği bu savaş boyunca girilen çok
sayıda muharebe yenilgiyle neticelenmiştir. Bugün bu çatışma sürecinin nasıl
devam ettiği konusunda verilebilecek en yeni örneği, CIA’in Küba’da
öğrencileri, aydınları, sanatçıları ve yazarları hedef alan istikrarsızlaştırma
kampanyalarını yıllar boyu inceleyen Raúl Antonio Capote’nin 2015 tarihli
kitabı veriyor. “Şirket” olarak bilinen CIA’in, kendisinin haberi dahi olmadan,
bu kurumun kirli oyunlarına alan açsın diye tuzağa düşürmek için uğraştığı
Kübalı üniversite profesörü, CIA’in kendini beğenmiş, işinde usta olan
casuslarını oyuna getirir. Zira Capote, aslında Küba istihbaratı için
çalışıyordur.[1]
Bu hikâye, CIA’in farklı yerlerde elde ettiği
onca zafere rağmen aslında onun kazanması zor olan bir kavgaya girdiğinin en
önemli delillerinden biri. Çünkü CIA, dünya nüfusunun büyük bir çoğunluğuna
hasım olan bir dünya düzenini dayatmak için çabalıyor.
Kültürel soğuk savaşın en önemli unsurlarından
biri, 1966’da CIA’e bağlı paravan örgüt olduğu ifşa olan Kültürel Özgürlük
Kongresi.[2] Bu konuyu kapsamlı bir biçimde araştırmış olan Hugh Wilford’un
tarifine göre Kongre, dünya tarihinde sanat ve kültür alanının en önemli
hamilerinden biri.[3] 1950 yılında kurulan KÖK, Jean-Paul Sartre ve Simone de
Beauvoir gibi isimler dâhil, Marksist muarrızlarına karşı Raymond Aron ve
Hannah Arendt gibi işbirlikçi akademisyenlerin eserlerini uluslararası planda
öne çıkarttı. Otuz beş ülkede bürosu bulunan KÖK’ün emrinde yaklaşık 280
çalışan bir ordu vardı. Süreç içerisinde dünya genelinde yaklaşık elli
prestijli dergiyi bizzat yayımladı veya destekledi, çok sayıda sanat ve kültür
sergisi, ayrıca uluslararası konserler ve festivaller organize etti. Hayatta
kaldığı süre boyunca KÖK, yaklaşık 135 uluslararası konferans ve semineri
bizzat planladı veya destekledi, en az 38 kurumla iş tuttu, en az 170 kitap
yayımladı. Basın yayın kuruluşu Forum Service, dünya genelinde ücretsiz yayınlar
çıkarttı, parayla satın aldığı aydınlara on iki ayrı dilde raporlar hazırlattı,
toplamda çıkarttığı gazete sayısı altı yüzü, okur sayısı beş milyonu buldu.
Michael Josselson isimli direktörü bu devasa küresel ağı mafyayı anıştıracak
bir ifadeyle “büyük ailemiz” olarak anıyordu. Paris’teki bürosunda KÖK’ün
emrine amade olan yankı odasının tek işi, antikomünist aydınların, sanatçıların
ve yazarların sesini daha da gür çıkartmaktı. 1966 yılında 2.070.500 dolarlık
bir bütçeye sahipti ki bu meblağ bugünün 19,5 milyon dolarına denk.
Josselson’ın o “büyük aile”si, esasında CIA’in
kurucularından Frank Wisner’ın “kudretli müzik kutusu” dediği, Şirket’in
bizatihi kontrolünde olan ve beynelmilel düzlemde çalışan medya ve kültür
sahasının programlandığı elektronik kutunun küçük bir kısmını teşkil ediyordu.
Psikolojik savaşın ulaştığı devasa boyutlara dair bir örnek olarak Carl
Bernstein’in sunduğu delillere bakılabilir. Bu delillerin ortaya koyduğu
biçimiyle, 1952-1977 arası dönemde perde gerisinde CIA için çalışmış olan
Amerikalı gazeteci sayısı en az dört yüzdü.[4] Bu tür gerçeklerin ifşası
ardından, New York Times gazetesi, üç ay süren bir araştırmanın
sonuçlarını yayımladı. Çalışmanın sonuç bölümünde “CIA’in emrinde sekiz yüzden
fazla haber ve kamuyu bilgilendirme teşkilâtının ve kişinin bulunduğu”
söylenmekteydi.[5] Bu iki ifşaat, aynı ağ içerisinde faaliyet yürüten
gazetecilerce bizzat müesses nizama bağlı yayınlarda yayınlandığı için burada
aktarılan sayıların düşük gösterilmiş olma ihtimali yüksek.
1935-1961 arası dönemde New York Times’da
direktör olarak çalışmış olan Arthur Hays Sulzberger, CIA’yle (onunla kurulan
işbirliğinin en üst mertebesi anlamında) bir gizlilik anlaşması imzalayacak
kadar yakın ilişki içerisinde olan bir isimdi. William S. Paley’ye ait Columbia
Broadcasting System (Kolumbiya Yayıncılık Sistemi -CBS) radyo-televizyon
yayıncılığı sahasında CIA’in sahibi olduğu en önemli varlıktı. CBS’in Şirket’le
öyle yakın ilişkisi vardı ki ana operatöre bağlanmadan, direkt CIA merkez
binasına bağlı olan bir telefon hattına sahipti.
Henry Luce’un Time A.Ş. isimli şirketi ise
haftalık ve aylık dergiler sahasında CIA’yle güçlü ilişkilere sahip
şirketlerden birisiydi (Şirket, sonrasında bizzat Bernstein tarafından
çıkartılacak olan Time yanında Life, Fortune ve Sports
Illustrated dergilerini yayınlamaktaydı). Süreç içerisinde Luce, CIA
ajanlarını gazeteci kılıfı altında işe almayı kabul etti ki bu, ileride yaygın
bir biçimde başvurulan bir yöntem hâlini aldı. 1991’de CIA Direktörü Robert
Gates’in bir araya getirdiği CIA’de Büyük Açıklık Görev Gücü türü çalışmalardan
da bildiğimiz gibi, bu türden pratikler, yukarıda belirtilen ifşaatlardan sonra
da hızını kesmeden devam etti:
“Bugün (CIA’ye bağlı) Kamusal İşler Bürosu, ülke
genelinde önemli bir yere sahip olan tüm haber ajanslarından, gazetelerinden,
haftalık haber dergilerinden ve televizyon kanallarından muhabirlerle
ilişkilere sahip. […] Birçok olayda yaşandığı üzere, muhabirleri ele aldıkları
haberleri bekletmeleri, değiştirmeleri, muhafaza etmeleri hatta çöpe atmaları
konusunda ikna etmişizdir.”[6]
CIA, ayrıca Amerika Gazete Emekçileri Meslek
Birliği’nin kontrolünü de ele geçirdi, bunun yanında, zamanla basın
kuruluşlarının, dergilerinin ve gazetelerin sahibi hâline geldi. Bu dergiler ve
gazeteler CIA ajanlarını saklamak için kullanıldılar.[7] CIA, LATIN, Reuters,
Associated Press ve United Press International gibi kuruluşlara memurlarını
yerleştirdi. Hükümet kaynaklı dezenformasyon faaliyetleri konusunda uzman olan
William Schaap’ın dile getirdiği biçimiyle, “dünya genelinde CIA’in
mülkiyetinde ve kontrolünde olan medya kuruluşu 2.500 civarında. Buna ek
olarak, CIA, tüm büyük medya kuruluşlarında göz önünde olan gazeteciler ve
yayın yönetmenlerinden serbest gazetecilere kadar çok sayıda elemana sahip.”[8]
Bu CIA elemanlarından biri gazeteci John Crewdson’a “bir dönem her bir ülkenin
başkentindeki en az bir gazete bize aitti” diyor. Aynı kaynak devamında,
“kurumun doğrudan sahip olmadığı veya yüklü miktarda para aktarmadığı
gazetelere maaşını verdiği ajanlarla veya memurlarla sızdığını, ajansa yararlı
haberlerin yayımlandığını, ama zararlı olanların yayımlanmadığını” söylüyor.[9]
Bu süreç, elbette ki dijital çağda da devam etti.
Yasha Levine gibi akademisyenler, Alan MacLeod gibi gazeteciler, ABD ulusal
güvenlik teşkilâtının büyük teknoloji şirketleri ve sosyal medya alanındaki
ağırlığını detaylarıyla aktarıyorlar. Diğer hususlar yanında ortaya koydukları
bir gerçek de Facebook, X (Twitter), TikTok, Reddit ve Google’ın önemli
mevkilerinde istihbarat ajanlarının varlığı.[10]
CIA’in sızdığı diğer bir alan da akademide
çalışan aydın sınıfı. 1975 yılında Kilise Komitesi istihbaratçı dünyası ile
ilgili raporunu yayımlayınca CIA, “yüzlerce kurumda binlerce akademisyenle
temas hâlinde olduğunu kabul etmek zorunda kaldı (1991 tarihli Gates
Bildirisi’nin de teyit ettiği biçimiyle, o raporun yayımlandığı günden beri
yapılan hiçbir reform, bu uygulamanın sürdürülmesine ve kapsamını
genişletmesine mani olmadı).[11]
Tıpkı Stanford Üniversitesi’ndeki Hoover
Enstitüsü ve MIT’deki Uluslararası Çalışmalar Merkezi gibi, Harvard ve Columbia
üniversitelerinde bulunan Rus enstitüleri de doğrudan CIA’in desteğiyle ve
gözetiminde kurulan kurumlardı.[12] Kısa süre önce Yeni Toplumsal Araştırmalar
Okulu’nda çalışan bir araştırmacının dikkatimi çektiği belgelerin de teyit
ettiği biçimiyle, CIA en kırk dört kolej ve üniversitede yürütülen
araştırmaları MKULTRA projesiyle ilişkilendirdi. Bilebildiğimiz kadarıyla,
ABD’ye 1.600 kadar bilim insanını, mühendisi ve teknisyeni getiren o ünlü Ataş
Operasyonu’nda en az on dört üniversitenin adı karıştı.[13] Bilmeyenler için
söyleyelim: bu MKULTRA projesi, CIA’in sadist dürtüleri doğrultusunda
yürüttüğü, kişilerin rızası olmadan dâhil edildikleri, yüksek dozda psikoaktif
ilâca ve diğer kimyasallara ek olarak elektroşok tedavisinin, hipnozun, duyusal
yoksunlaşmanın, sözlü ve cinsel tacizin, diğer işkence türlerinin eşlik ettiği
işkence deneylerini ve beyin yıkama çalışmalarını yürüttüğü programlarından
biri.
CIA, sanat dünyasında da belirli bir ağırlığa
sahipti. Örneğin Sosyalist Gerçekçilik akımına karşı Soyut Ekspresyonizmin ve
New York sanat dünyasının pratiklerinin öne çıkartıldığı süreçte önemli roller
oynadı.[14] CIA sergileri, müzik ve tiyatro gösterilerini, uluslararası sanat
festivallerini Batı’nın özgür sanatı olarak övdüğü şeyleri yaymak adına
fonladı. Şirket, bu türden girişimler dâhilinde önemli sanat kurumlarıyla
çalışmalar yürüttü. Çarpıcı bir örnek vermek gerekirse: CIA’in kültürel soğuk
savaş içerisinde kullandığı önemli elemanlarından olan Thomas W. Braden, kuruma
katılmadan önce Modern Sanat Müzesi’nin genel müdürlük sekreteriydi. Müzenin
başkanları arasında gizli yürütülen istihbarat operasyonlarını tepeden koordine
eden ve elindeki vakfın CIA parasının akacağı kanal olarak kullanılmasına izin
veren Nelson Rockefeller gibi isimler vardı. Müzenin direktörleri arasında
Rockefeller’ın savaş döneminde Latin Amerika için kurulmuş olan istihbarat
kurumunda çalışmış René d’Harnoncourt bulunuyordu. Kendi adına kurulmuş müze
bulunan John Hay Whitney ve Julius Fleischmann Modern Sanat Müzesi’nin
mütevelli heyeti içerisinde yer almaktaydı. Whitney, CIA öncesinde faaliyet
yürüten Stratejik Hizmetler Bürosu için çalışma yürütmüş, yardım kuruluşunu CIA
parasının akacağı bir kanal olarak kullanılmasına izin vermiş bir isimdi. René
d’Harnoncourt ise CIA’inkiler de dâhil Amerika’nın yürüttüğü psikolojik savaş
programlarının önemli isimlerinden biri olan René d’Harnoncourt ise CBS
televizyonunun yönetim kurulu başkanı, aynı zamanda Modern Sanat Müzesi’nin
Uluslararası Programı’nın yürütme kurulu üyesiydi. Bu ilişkiler ağının da
ortaya koyduğu biçimiyle, kapitalist egemen sınıf kültürel aygıtları sıkı bir
biçimde kontrol etmek adına ABD’deki ulusal güvenlik teşkilâtıyla yakın bir
ilişki içerisinde çalışma yürütüyor.
ABD’nin eğlence sektöründeki yeri ile ilgili
birçok kitap kaleme alındı. Matthew Alford ve Tom Secker’ın belgeleriyle
aktardığı biçimiyle, Savunma Bakanlığı sansürleme hakkına sahip olduğu sinema
sektöründe en az 814 filme destek sundu, en az 37 filme CIA, 22 filme de FBI
müdahil oldu.[15] Bazı uzun soluklu olan TV şovları konusunda aynı bakanlık
1.133, CIA 22, FBI ise 10 programa destek sundu.
Hollywood ile ulusal güvenlik teşkilâtı
arasındaki bu ilişkinin sayılara dökülebilen niceliksel yönü yanında bir de
niteliksel yönü vardı. 2014’te John Rizzo bu ilişki konusunda şunları söylüyor:
“Eğlence sektörüyle uzun zamandır ilişkide olan
CIA, Hollywood’un nüfuzlu isimleriyle, stüdyo idarecileri, yapımcılar,
yönetmenler, ünlü aktörlerle ilişkiler kurmaya özel dikkat göstermiştir.”[16]
CIA’in yürüttüğü terörle mücadelenin dokuz yılı
boyunca genel danışmanı veya danışman yardımcısı olarak hizmet vermiş olan ve
tutukluların iadesi, işkence, dronlu suikast programları ile yüklü çalışmalar
içerisinde yer alan Rizzo, emperyalist kasapları kültür endüstrisinin nasıl
sakladığına dair çok şey söylüyor.
Bu türden faaliyetler, ABD imparatorluğunun
önemli özelliklerinden birini ifşa ediyorlar: Karşımızda duran, gerçek manada
bir gösteriler imparatorluğudur. Odağında kalpleri ve zihinleri kazanmaya
yönelik mücadele durmaktadır. Bu amaç doğrultusunda söz konusu imparatorluk,
uluslararası psikolojik savaşı yürütmek için dünyayı kuşatan kapsamlı bir
altyapı kurdu. Ana akım medyayı önemli ölçüde kontrol altına aldığını, ABD’nin
Ukrayna’da Rusya’ya karşı yürüttüğü vekâlet savaşına yönelik destek sağlama
çabası dâhilinde net bir biçimde görebiliyoruz. Aynı tespiti, Çin’e karşı yedi
gün yirmi dört saat yürüttüğü, tehlikeli bir hâl alan, propaganda faaliyeti
için de yapmak mümkün. Buna karşın, birçok cesur aktivistin çalışmaları ve
ilgili imparatorluğun işleyişinin gerçeğe aykırı olması sayesinde bu gösteriler
imparatorluğu, dili, sözü ve habercilik pratiğini henüz tümüyle kontrol altına
alabilmiş değil.[17]
Makalelerinizin birinde CIA ajanlarının Michel
Foucault, Jacques Lacan, Pierre Bourdieu gibi isimlerin eleştirel teorilerini
okumaya hevesli olduklarını söylüyorsunuz. Bunun sebebi nedir? Fransız
Eleştirel Teorisi’ni nasıl değerlendiriyorsunuz?
Komünizme karşı yürütülen kültürel savaşın önemli
cephelerinden biri de Monthly Review Yayınevi için kısa süre önce tamamladığım
kitabın konu başlığını teşkil eden düşünce alanındaki dünya savaşıdır. CIA’in
yanında, diğer devletlere ait istihbarat kuruluşları ve kapitalist egemen
sınıfa ait vakıflar da bu konuda çok önemli bir rol oynamışlardır. Bunların ana
amacı, Marksizmi itibarsızlaştırıp antiemperyalist mücadelelere ve aynı zamanda
reel sosyalizme yönelik desteği ortadan kaldırmaktır.
Batı Avrupa, bahsi edilen savaşın önemli bir
sahasıydı. ABD, İkinci Dünya Savaşı sürecinden hâkim bir emperyalist güç olarak
çıktı. Dünya genelinde hegemonya tesis etmek adına ABD, Batı Avrupa’nın eskiden
önemli bir yerde duran emperyalist güçlerini (ayrıca Doğu’da Japonya’yı) kendi
safına çekmek istedi. Ancak bu adımın hâlen daha sağlam ve canlı komünist
partilere sahip olan Fransa ve İtalya gibi ülkelerde atılmasının zor olduğunu
gördü. Bu nedenle ABD’deki ulusal güvenlik aygıtı politik partilere, sendikalara,
sivil toplum kuruluşlarına ve önemli haber ajansları ile gazetelere sızmak için
çok yönlü bir çalışma içerisine girdi.[18] Hatta bu süreçte faşistleri
bünyesine katmış gizli ordular kurdu, komünistlerin seçim yoluyla iktidara
gelmesi durumunda devreye sokulacak askeri darbeler için planlar hazırladı
(sonrasında bu ordular 1968 ardından devreye sokulan gerilim stratejisi
dâhilinde harekete geçirildiler ve komünist olmakla suçlanan sivillere yönelik
terörist saldırılar gerçekleştirdiler).[19]
Düşünce alanında süren savaşta ABD’deki iktidar
eliti, Marksizmi itibarsızlaştırma umuduyla, antikomünist olan uluslararası
bilgi üretim ağlarını ve yeni eğitim kurumlarını teşkil edecek adımlara destek
sundu. Aynı güç, diyalektik ve tarihsel materyalizme açıktan düşman olan
aydınları parlattı, görünür kıldı, bir yandan da Sartre ve Beauvoir gibi
isimlere karşı karalama kampanyaları yürüttü.[20]
Fransız teorisi, işte bu bağlam dâhilinde
anlaşılmalı ve en azından kısmen, ABD kültür emperyalizminin bir ürünü olarak
görülmeli. Fransız teorisi ile ilişkili kabul edilen Foucault, Lacan, Gilles
Deleuze, Jacques Derrida gibi isimler, kendisini bir önceki neslin en önemli
felsefecisi kabul edilen Sartre’a karşı bir akım olarak tarif eden yapısalcı
hareketle farklı ilişkiler geliştirdiler.[21] Sartre’ın 1940’ların ortalarından
itibaren Marksist yola girmiş olmasını kimse görmedi. Ayrıca antimarksistlerin
dillerine doladıkları bir klişe fikir olarak Hegelcilik karşıtlığı moda hâline
geldi. Çarpıcı bir örnek olarak Foucault, Sartre’ı “son Marksist” olarak görüp
eleştirdi, ayrıca onun kendisinde ve kendi türünde başka teorisyenlerde temsil
olunan antimarksist çağın gerisinde kalmış, on dokuzuncu yüzyıla ait bir isim
olduğunu söyledi.[22]
Bu düşünürlerin bir kısmı Fransa içerisinde epey
şöhret sahibi oldu. Lâkin bu isimleri uluslararası sahneye ABD’deki reklâm
çalışmaları taşıdı. Dünya entelijansiyasının gözüne ABD soktu. Monthly
Review için yazdığım son makalede, Fransız teorisinin hâkim olduğu dönemin
ardındaki politik ve ekonomik güçleri detaylarıyla birlikte aktarmaya
çalışıyorum. 1966’da Johns Hopkins Üniversitesi’nin Baltimore’da düzenlediği
konferans, bu düşünürlerin önemli bir kısmını bir araya getirdi.[23] CIA ile
birlikte Kültürel Özgürlük Kongresi’ni besleyen, ayrıca CIA’in propaganda
faaliyetleriyle sıkı ilişkilere sahip olan Ford Vakfı, konferans ve sonrasında
yürütülen faaliyetler için 36.000 dolar (bugünün parasıyla 339.000 dolar)
yardım yaptı. Bu, bir üniversite konferansı için olağanüstü bir meblağ idi.
Ayrıca konferansın haberi Time ve Newsweek dergilerinde çıktı ki
bu da akademi ortamında işitilmemiş bir olaydı.[24]
Kapitalist vakıfların, CIA’in ve diğer devletlere
bağlı istihbarat kurumlarının derdi, Marksizmin yerini alacak, radikalmiş gibi
görünen çalışmaları teşvik edip öne çıkartmaktı. Marksizmi yok
edemediklerinden, yeni ve eleştirel bir şeymiş gibi pazarlanabilecek, fakat her
türden devrimci özden mahrum olan yeni teori biçimlerini desteklemenin ve
Marksizmi toprağa gömmenin yollarını aradılar. 1985’te CIA’in konuyla ilgili
olarak hazırladığı makaleden öğrendiğimiz kadarıyla kurum, Fransız
yapısalcılığının, Annales Okulu’nun ve Nouveaux Philosophes [“Yeni
Felsefeciler”] denilen grubun katkılarını memnuniyetle karşılıyordu. Hem
Foucault ve Claude Lévi-Strauss’la ilişkilendirilen yapısalcılıktan hem de
Annales Okulu’nun metodolojisinden dem vuran makale sonuç bölümünde şunları
söylüyordu:
“Biz, bunların Marksizmin sosyal bilimler
alanındaki nüfuzunu kırma konusunda kritik önemde olduğuna, günümüz
akademyasına önemli bir katkı sunarak ayakta kalmayı bileceğine
inanıyoruz.”[25]
Fransız teorisiyle ilgili değerlendirmemde de
ifade ettiğim üzere, bu teori, burjuva kültürel eklektisizmine teslim olmuş,
gerçeklikte hiçbir şeyi değiştirmeyecek, söylem alanında muhayyel devrimler
yapabilmek adına söylemi temel alan ve ortalığı sise boğan antikomünist teorik
pratiği Marksizmin yerine ikame etmeye çalışan, ABD kültürel emperyalizmine ait
bir üründür.
Fransız teorisi, bir yandan da Friedrich
Nietzsche ve Martin Heidegger gibi antikomünistlerin eserlerini arındırıp
reklâm eder, bunun yanında, gizliden gizliye radikal olanı alabildiğine gerici
bir şey olarak tarif etmeye çalışır.
Fransız teorisyenler, Marksizmle ilişkilerinde
onu söylemlerden bir söylem hâline getirmek, böylelikle Niçeci soykütük,
Haydegerci yapısöküm, Froydcu psikoanaliz gibi Marksizm ve diyalektik karşıtı
söylemlerle mezcetmek için uğraştılar. Tam da bu sebeple, bu düşünürlerin
önemli bir bölümü “kendi Marx’ı” olduğunu söyledi, böylece kendilerinin bir
şekilde Marksist veya Marksçı olduğuna dair bir yanılsamanın oluşmasını
sağladı. Oysa aslında hepsi de kendi felsefe anlayışıyla tanımlı, kendilerine
has unsurları Marx’ın asarından, keyfi olarak devşirme eğilimindeydi. Bu
eğilimi Marx’ı kararlaştırılamayacak, hayali bir edebi varlık olarak anlayan
Derrida’da, Marx’ı göçebeleştirip merkezsizleştiren Deleuze’de ve kendisindeki
diyalektik karşıtı fark anlayışını Marx’a yamamaya çalışan Jean-François
Lyotard’da görmek mümkün. Bu isimlere göre Marx’ın söylemi, burjuvazinin
elindeki külliyat içerisinde ana gıda malzemesi olarak işler. Onu kendi felsefe
anlayışlarını geliştirmek için, eklektisizm üzerinden kullanabileceklerini
düşünen aynı felsefecilere göre Marx’ın söylemi, o felsefe anlayışını düşünsel
açıdan hür ve radikal bir şeymiş gibi takdim etme imkânına sahiptir.
Walter Rodney, bu teorik pratiğin gerçek
niteliğini gayet iyi özetliyor:
“Sahip olduğu burjuva düşünme tarzıyla, tuhaf
niteliği ve garip kişileri harekete geçirme konusunda başvurduğu yöntemle bu
yaklaşım, yürüyebileceğiniz birçok yol sunar, zira, her şeyden önce, hiçbir
yere gitmiyorsanız istediğiniz yolu seçebilirsiniz.”[26]
Günümüzde Çin’de etkili olan akımlardan biri de
Frankfurt Okulu. Bu okulun ürettiği teorileri nasıl değerlendiriyorsunuz? Okul,
CIA ile ne tür bir bağa sahip?
“Frankfurt Okulu” olarak bilinen Toplumsal
Araştırmalar Enstitüsü, esasında ilk başta zengin bir kapitalistten gelen
paralarla Frankfurt Üniversitesi’nde kurulmuş olan Marksçı bir araştırma
merkezi idi. 1930’da enstitü direktörü Max Horkheimer olunca tarihsel
materyalizm ve sınıf mücadelesinden giderek uzaklaşarak, kuramsal ve kültürel
meselelere yöneldi.
Bu bağlamda, Horkheimer yönetiminde Frankfurt
Okulu, Batı Marksizmi olarak bilinen yapının, özellikle Kültürel Marksizmin
kuruluşunda önemli bir rol oynadı. Horkheimer ve onunla ömür boyu birlikte
çalışmış olan Theodor Adorno, sadece reel sosyalizmi reddetmekle kalmadı,
ayrıca tıpkı Fransız teorisi gibi, ideolojik totalitarizm kategorisi temelinde
reel sosyalizmi faşizme eş tuttu.[27] Sonrasında “Başka Alternatif Yok”
fikrinin fazlasıyla aydınlara ve onlardaki melodramatik hâle teslim olmuş
hâlini benimseyen okul mensupları, kurtuluşu sağlayacak yegâne alan olarak
gördükleri burjuva sanat ve kültür alanına odaklandılar. Bunun nedeni, birkaç
istisna haricinde, Adorno ve Horkheimer gibi düşünürlerin teorik pratiklerinde
alabildiğine idealist olmalarıydı. Bu idealizme göre, pratik dünyada anlamlı
bir toplumsal değişim öngörülüyorsa kurtuluş yolu, yeni düşünce biçimleri ve
yenilikçi burjuva kültürünün düşünsel ve manevi alanında aranmalıydı.
Batı Marksizminin bu öncüleri sadece kapitalizm
yanlısı kişilerin ideolojik sloganı anlamında “faşizmle komünizm aynı şey”
lafını dillerine pelesenk ettiler, hatta açıktan emperyalizme destek sundular.
Örneğin, ABD’nin Vietnam’da yürüttüğü savaşa destek veren Horkheimer, Mayıs
1967’de “Amerika ne zaman bir savaş yürütme ihtiyacı duysa bu savaş vatanı
savunmak için yürütülmez, anayasayı ve insan haklarını savunmak için yürütülür”
dedi.[28]
Her ne kadar Adorno, bu türden savaş yanlısı
açıklamalara sessizce destek verme üzerine kurulu profesyonel bir siyaset
gütmeyi tercih etmişse de Cemal Abdünnasır’ı devirip Süveyş Kanalı’nı ele
geçirmek amacıyla İsrail’in, İngiltere’nin ve Fransa’nın Mısır’ı emperyalist
müdahaleyle işgal etmesine destek sunan Horkheimer’ın yanında hizalandı.[29]
Nasır’a “Moskova’yla komplo kuran faşist kabile reisi” diyen Adorno ve
Horkheimer, İsrail’e sınırı bulunan ülkeleri “hırsız Arap devletleri” olarak
niteledi.[30]
Frankfurt Okulu’nun liderleri, ABD’deki
kapitalist egemen sınıftan ve ulusal güvenlik teşkilâtından epey destek gördü.
Horkheimer, Kültürel Özgürlük Kongresi’nin önem arz eden konferanslarından en
az birine katılırken Adorno, CIA’in desteklediği makaleler için makaleler
yazdı. Ayrıca Adorno, Almanya’da süren antikomünist kültür savaşının önde gelen
isimlerinden, CIA mensubu Melvin Lasky’yle yazıştı, birlikte kimi işler yaptı.
KÖK’ün CIA’ye bağlı bir örgüt olduğu ortaya çıkmış olmasına rağmen Adorno, kongrenin
genişleme planları içerisinde yer almaya devam etti. Frankfurt Okulu’nun
vitrininde duran isimler, bir yandan da Rockefeller Vakfı ile ABD hükümetinden
yüklü miktarda para aldılar. Bu iki güç, okulun savaş sonrası Batı Almanya’ya
geri dönme sürecine destek sundu (Rockefeller okula 1950 yılında 103.695 dolar
(bugünün parasıyla 1,3 milyon dolar) yardım yaptı. Tıpkı Fransız teorisyenleri
gibi Frankfurt Okulu mensupları da ABD imparatorluğunun liderlerinin
istedikleri ve destekledikleri teorik çalışmaları yürüttüler.
Geçerken belirtmekte fayda var: Okul içerisinde
Horkheimer etrafında kümelenmiş sekiz ismin beşi ABD hükümetinde ve ulusal
güvenlik teşkilâtı içerisinde analizci ve propagandacı olarak çalıştı. OSS’in
Araştırma ve Analiz Şubesi’ne bağlanmadan önce Savaş Enformasyon Bürosu (OWI)
bu süreçte Herbert Marcuse, Franz Neumann ve Otto Kirchheimer bünyesinde
istihdam etti. (Burada belirtmekte fayda var: Monthly Review dergisinin
kurucularından Paul Sweezy de İkinci Dünya Savaşı süresince OSS’in Araştırma ve
Analiz Şubesi’nde çalışmıştır -Editörün Notu)
Leo Löwenthal da OWI için çalıştı. Friedrich
Pollock, Adalet Bakanlığı Tekelleşmeyle Mücadele Bölümü’nde çalışıyordu. Bu
çelişkiliymiş gibi görünen durum, esasında ABD devletinin faşizme ve komünizme
karşı mücadelesinde Marksist analizcileri kullanma isteğinden kaynaklanıyordu.
Ayrıca bu isimlerin bazıları, ABD’nin emperyalist çıkarlarıyla uyumlu olan
politik konumlar alıyorlardı. Frankfurt Okulu’nun tarihinin bu kısmı daha fazla
incelenmeyi hak ediyor.[31]
Son olarak şu husus üzerinde duralım: Frankfurt
Okulu içerisinde çalışma yürüten ikinci ve üçüncü kuşak da antikomünist
yönelimin dışına çıkmadı. Habermas ikinci kuşağa, Axel Honneth, Nancy Fraser,
Seyla Benhabib vs. ise üçüncü kuşağa mensup.
Hatta Habermas, devlet sosyalizminin iflas
ettiğini açıktan dile getirdi ve kapitalist sistemin ve ona ait olduğu iddia
edilen demokrasi kurumlarının içerisinde “söyleme dayalı irade oluşumunun
herkesi kucaklayan usulleri” için belirli bir alan oluşturmaktan bahsetti.[32]
Üçüncü kuşağa mensup yeni-Habermasçılar, bu yönelimi sürdürdüler. Tartıştığımız
diğer düşünürleri de ele alan ve bu isimleri detaylı bir biçimde inceleyen
makalemde dile getirdiğim biçimiyle, Honneth, burjuva ideolojisini eleştirel
teorinin tümüyle kurallara bağlı kılınmış çerçevesi içerisine yerleştirdi.[33]
Fraser ise her fırsatta kendisini sosyal demokrat
olarak niteleyen ama eleştirel teorisyenler içerisinde en solcu isim olarak
takdim eden bir düşünür. Oysa Fraser, kendisine dair tarifin somut
karşılıklarına baktığımızda ne olduğu net olarak anlaşılamayan bir yazar. O da
“pozitif programı, kendisinin destekleyeceği programı tanımlarken zorlandığını”
açıktan kabul ediyor.[34] Ama negatif, desteklenmesi mümkün olmayan program,
onun kafasında çok net: “Demokratik sosyalizmin otoriter komuta ekonomisini, komünizmin
tek parti modelini hiçbir şekilde ifade etmediğini biliyoruz.”[35]
Bugün Batı soluna hâkim olan kimlik politikasının
ve çokkültürcülüğün oynadığı rolü ve gördüğü işlevi nasıl anlamak gerekiyor?
Kimlik politikası, tıpkı onunla ilişkili olan
çokkültürcülük gibi, uzun zamandır burjuva ideolojisini tanımlayan
kültürcülüğün ve özcülüğün günümüzdeki tezahürüdür. Özcülüğün meselesi,
kapitalizmin maddi tarihinin sonucu olan toplumsal ve ekonomik ilişkileri
doğallaştırmaktır. Örneğin, kimliğin ırk, ulus, etnisite, toplumsal cinsiyet,
cinsellik gibi farklı biçimlerini zaman içerisinde değişen ve belirli maddi
güçlerin sonucu olan, tarihsel süreçte inşa edilmiş yapılar olarak görmek
yerine bu biçimleri, politik kitlenin sorgulanamayacak temeli olarak
doğallaştırıyor ve onlara bu şekilde muamele ediyor. Bu türden bir özcülük,
ilgili kimliklerin ardında işleyen maddi güçleri, bunun yanında, o kimlikleri
kuşatan sınıf mücadelelerin üzerini örtüyor. Bu, bilhassa egemen sınıf ve
yöneticilerinin işine gelen bir şey, zira bu insanlar, sömürgelikten kurtuluş
mücadelelerinin, materyalist ırkçılık karşıtı ve patriarka karşıtı
mücadelelerin taleplerine tepki geliştirmek zorunda. Bunlara verilecek en iyi
cevapsa özcülük üzerine kurulu kimlik politikasıdır. Bu politika, gerçek
sorunlara sahte çözümler önerir, çünkü o, hiçbir zaman sömürgeleşme sürecinin,
ırkçılığın ve kadına yönelik zulmün maddi zeminiyle uğraşmaz.
Judith Butler gibi teorisyenlerin çalışmalarında
gördüğümüz, kimlik politikasının özcülük karşıtı versiyonları ise bu
ideolojiden köklü bir kopuş gerçekleştirmez.[36] Bireylerin veya birey
gruplarının sorgulayabildikleri, kurcalayabildikleri, yeniden icra
edebildikleri söylem yapıları olarak ifşa etmek suretiyle bu kategorilerin
bazılarını yapısöküme uğrattıklarını iddia eden ve yapısöküm pratiğinin
idealist parametreleri dâhilinde çalışan bu teorisyenler, kolektif sınıf
mücadelesinin temel alanları olarak bu kategorileri üretmiş olan kapitalist
toplumsal ilişkilerin tarihini hiçbir şekilde materyalist ve diyalektik bir
analize tabi tutamazlar.
Bu teorisyenler, ayrıca reel sosyalizmin bu
ilişkileri dönüştürme mücadelesinin o köklü ve derin tarihiyle de
ilgilenmezler. Bunun yerine, onlar, yapısöküm pratiğinden ve Fukocu soykütük
anlayışının tarih dışına atılmış hâlinden istifade ederler, buradan da
toplumsal cinsiyet ve cinsiyetler arası ilişkilere dair fikirler üfürürler. Bu
teorisyenlerin elinden, sınıf mücadelesinin yerini çıkar grupları savunusuna
bıraktığı liberal çoğulculuğa teslim olmaktan başka bir şey gelmez.
Buna karşılık, Domenico Losurdo’nun önemli
çalışması Sınıf Mücadelesi’nde ortaya koyduğu biçimiyle, Marksist
gelenek, sınıf mücadelesini çoğul yapısı dâhilinde anlama konusunda kapsamlı ve
zengin bir tarihe sahiptir. Yani Marksist gelenek içerisinde toplumsal
cinsiyetler, uluslar, ırklar ve ekonomik sınıflar (ayrıca cinsellik
anlayışları) arası ilişkiler konusunda bir dizi savaş yaşanmaktadır. Bu
kategoriler, kapitalizm koşullarında kendilerine has hiyerarşi biçimleri
edinmiş olduğundan, Marksizm mirasının en iyi unsurları, bu kategorilerin
tarihsel kökenlerini anlama ve radikal manada dönüştürme çabası içinde
olmuşlardır. Hane içerisinde kadına dayatılan kölelik, ulusların ve ırksal
açıdan aşağı görülen halkların emperyalist boyunduruğu kırma mücadeleleri, bu
yönde ortaya konmuş çabalara uzun süredir tanıklık etmektedir.
Bu tarihin kesintili bir seyir dâhilinde
ilerlediği, yapılacak daha çok iş olduğu açık. Bu, kısmen İkinci Enternasyonal
gibi burjuva ideolojisine ait kimi unsurlarca lekelenmiş bazı akımların
Marksizm içerisinde varolması ile ilgili bir durumdur. Gene de, Losurdo gibi
isimlerin ortaya koyduğu biçimiyle, komünistler, bu sınıf mücadelelerinin
öncüsü olmayı bilmiş, bu sorunların ana kaynağı olan kapitalist toplumsal
ilişkilere inmek suretiyle, ataerkil hâkimiyeti, emperyalist tabiyeti ve
ırkçılığı aşmak adına kimi çabalar ortaya koymuşlardır.
Önde gelen emperyalist ülkelerde, bilhassa ABD’de
geliştirildiği biçimiyle, kimlik politikasının amacı, sanki komünistler kadın
sorununu veya millet/ırk sorununu hiç düşünmezlermiş gibi, kendisini
alabildiğine yeni bir bilinç olarak takdim etmek amacıyla, söz konusu tarihi
gömmektir. Bu sebeple, kimlik politikası üzerine kafa yoran teorisyenler,
kibirli bir üslupla ve cahilce bir yaklaşımla bu tür sorunları ilk kez
kendilerinin ele aldıklarını, bunun yanında, o kaba indirgemeci Marksistlerin
ekonomik determinizmini aştıklarını iddia ediyorlar.[37] Dahası, bu kişiler,
söz konusu sorunları sınıf mücadelesinin işlediği alanlar olarak görmek yerine,
kimlik politikasını sınıf politikasına mani olacak bir tür takoz olarak
kullanıyorlar. Sınıfı analizlerinin parçası kılacak bir adım attıklarında ise
sınıfı yapısal bir mülkiyet ilişkisi meselesi yerine kişisel kimliğe
indirgiyorlar. Dolayısıyla, görüngülere odaklanan, yüzeysel çözümler
sunuyorlar, yani sosyo-ekonomik düzenin sosyalist dönüşümü üzerinden emekçilerin
hayatla ev içi kölelik ve ırkçı aşırı sömürü üzerine kurulu ilişkilerini
dönüştürmek yerine temsil ve sembolizm meselelerine odaklanıyorlar. Bu kimlik
politikası teorisyenleri, sorunun köküne inemediklerinden, anlamlı ve
sürdürülebilir bir değişime öncülük edemiyorlar.
Adolph Reed’in nüktedan diliyle ifade ettiği
biçimiyle, kimlikçiler, mevcut sınıfsal ilişkilerin sürmesinden, ülkeler
arasındaki emperyalist ilişkilerin devam etmesinden memnunlar. Bu tespitle
birlikte, bir de ezilen gruplarının egemen sınıf içerisindeki temsiliyle meslek
sahibi-yönetici katman arasındaki orana da bakmak gerekiyor.
Sınıf politikasının ve sınıfsal analizin Batı
solundan sökülüp alınmasına sunduğu katkının yanında, kimlik politikası, solu
belirli kimlik meseleleriyle ilgili, gerçek hayattan kopuk tartışmalar
dâhilinde solun bölünmesi sürecine de önemli katkılar sundu. Ortak düşmana
karşı sınıfın birliğini tesis etmek yerine kimlik politikası, emekçi halkı ve
ezilenleri öncelikle belirli toplumsal cinsiyetlerin, cinsel kimliklerin,
ırkların, milletlerin, etnisitelerin, dini grupların vs. üyesi olarak
tanımlamaları konusunda teşvik etmek suretiyle, onları böldü ve kendince gasp
etti. Bu bağlamda, kimlik politikasının dayandığı ideoloji, gerçekte daha
derinde bir sınıf politikasıdır. O, işçileri ve ezilenleri daha kolay yönetmek
için onları bölmeyi amaçlayan burjuvazinin politikasıdır. Dolayısıyla,
emperyalizmin merkez ülkelerinde meslek sahibi-yönetici sınıf katmanının hâkim
politikasının kimlik politikası olması, kimseyi şaşırtmamalı. Kurumlara ve
bilginin dolaştığı ortamlara hâkim olan bu politika, Reed’in doğru bir yaklaşımla,
“çeşitlilik endüstrisi” dediği alanda kariyer sahibi olmanın ana araçlarından
biridir. Kimlik politikası, herkesi kendisini ait olduğu özel grupla
tanımlamaya ve imtiyaz sahibi olduğu temsiliyet ilişkisi dâhilinde salt
bireysel çıkarları peşinde koşmaya teşvik etmektedir.
Duyarcılık, aynı zamanda bazı insanları sağın
kucağına atmak gibi bir sonuç da doğurmaktadır. Eğer hâkim politik kültür,
rekabetçi bireycilikle birleşmiş bir kabile zihniyetini teşvik ediyorsa o vakit
beyazların ve erkeklerin çeşitlilik endüstrisi üzerinden haklarından mahrum
kaldıkları sürece karşı kendilerini sistemin “mağdurlar”ı olarak görmenin ürünü
olan özel ajandalarıyla çıkmalarında şaşılacak bir yan bulunmamaktadır. Bu
anlamda, sınıfsal analizden mahrum olan kimlik politikasını, sağcı hatta faşist
dizilimlerden sorumlu tutmak gerekmektedir.
Son olarak şunu da belirtmem gerek: bu kimlik
politikası, Lenin’in Avrupa solu içerisinde emperyalizmin ana ideolojik
araçlarından biri olduğunu söylediği sosyal şovenizm ile Yeni Sol içerisinde
ideolojik köklere sahip. Hedefe konulan ülkelerde böl-yönet stratejisi, dini,
etnik, milli, ırki veya toplumsal cinsiyetle alakalı çatışmalar körüklenmek
için kullanılıyor.[38] Kimlik politikası, aynı zamanda emperyalist müdahaleler
ve iç siyasete karışma, ülkeyi istikrarsızlaştırma kampanyaları için dolaysız
bir kılıf olarak da iş görüyor. Bu noktada, Afganistan’da kadınları
özgürleştirme davasının arkasına saklanıyorlar, bu emperyalist politika
dâhilinde Küba’da “ayrımcılığa” uğradığı söylenen Siyahi repçileri
destekliyorlar, Latin Amerika’da “ekososyalist” Yerli adaylara arka çıkıyorlar,
Çin’deki etnik azınlıkları “koruyorlar” ya da ABD imparatorluğunun kendisini
ezilen kimliklere cömertçe yardım eden güç olarak takdim ettiği, herkesin
bildiği propaganda temelli operasyonları yürütüyorlar. Semboller üzerine kurulu
kimlik politikasının emperyalizme gerekli kılıfı sağladığı, onun sınıf
mücadelelerinin maddi gerçekliğiyle bir bağının bulunmadığı görülmeli. Bu
anlamda, kimlik politikası da nihayetinde bir sınıf politikasıdır: o,
emperyalist egemen sınıfın politikasıdır.
Slavoj Žižek, bugün dünya genelinde solcu
akademisyen çevrelerinde epey etkili olan, birçok tartışmaya sebep olmuş,
itirazlarla yüzleşmiş bir isim. Onu neden “kapitalizmin saray soytarısı”[4]
olarak nitelendiriyorsunuz?”
Žižek, emperyalist teori endüstrisinin bir ürünü.
Michael Parenti’nin de ifade ettiği biçimiyle, kapitalist dünyada emekçi halkın
istihdam, barınma, sağlık hizmeti, eğitim, sürdürülebilir çevre gibi konularla
ilgili gerçek ve maddi mücadeleler vermek zorunda kaldığı koşullarda,
gerçeklik, herkese o radikal yüzünü gösteriyor. Bu anlamda, halk
radikalleşiyor, birçok insan, yüzünü Marksizme dönüyor, çünkü insanların
üzerinde yaşadıkları dünyayı gerçek manada o izah ediyor, yüzleştikleri
mücadelelerin anlamını o veriyor, net ve uygulanabilir çözümleri o sunuyor. Bu
sebeple, kapitalizmin kültürel aygıtı emekçi ve ezilen halk kitleleri nezdinde
Marksizme yönelik olarak oluşan ilgiyi ortadan kaldırmayı zorunlu görüyor. Bu
konuda geliştirdiği, özellikle meslek sahibi-yönetici sınıfın üyelerini ve
gençleri hedef alan taktiklerinde kültürel aygıt, Marksizmin temel özünü
çarpıtan, alabildiğine metalaştırılmış bir versiyonunu reklâm ediyor.
Böylelikle Marksizmi meta güdümünde olan toplumdan kurtuluşun kolektif ve pratik
çerçevesi olmaktan çıkartıp, onu diğer her türden meta gibi alınıp satılan,
moda hâline gelmiş bir markaya dönüştürmeye çalışıyor.
Žižek, böylesi bir proje için her yönden en uygun
isim. O, Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nde büyümüş antikomünist bir
muhbir. Kendisinin de her fırsatta dile getirdiği biçimiyle, Batı’da kariyer
sahibi olmak için çabalayan bir küçük burjuva aydın olarak edindiği öznel
deneyim, bir şekilde ona sosyalizmin gerçek niteliğine dair tanıklıkta bulunma
konusunda özel bir hak bahşediyor. Sosyalist Yugoslavya’daki deneyimlerine dair
anlattığı kişisel hikâyeler, nesnel analizin yerini alıyor. Şan şöhret ve para
arayışında olan bir oportünist olarak Žižek, kendi sosyalist vatanını bugün
Batılı kapitalist ülkelerden aşağıda olan bir ülke olarak görüyor, çünkü (ABD
Dışişleri Bakanlığı’na ait bir yayın olan) Foreign Policy’nin dünyanın
en önemli düşünürleri arasında gösterdiği Žižek, kendisine kariyer
basamaklarını tırmanma fırsatı sunan Batılı kapitalist ülkelere hizmet etmeye
mecbur.
Žižek, Sosyalist Yugoslavya’da sosyalizmin
ortadan kaldırılması konusunda oynadığı rolü böbürlenerek anlatıyor. Kendisi,
Yugoslav Komünist Partisi’nin CIA tarafından desteklenmekle suçladığı önde
gelen muhalif dergi Mladina’nın [“Gençlik”] en önemli siyaset
yazarlarından biriydi. Ayrıca Liberal Demokratik Parti’nin kurucularından olan
Žižek, Slovenya’nın ayrılması sonrası yapılan ilk cumhurbaşkanlığı seçiminde
partinin adayı oldu ve seçim sürecinde “devletteki reel sosyalizme ait
ideolojik aygıtın parçalanması sürecine somutta katkı sunma” sözü verdi.[40]
Ufak bir oy farkıyla seçimi kaybeden Žižek, kapitalizmin yeniden tesis edilmesi
sonrası işleyen, halkın büyük çoğunluğunu hayat koşullarının iyice
kötüleşmesine sebep olan kapitalist şok terapisi süreci boyunca Sloven
devletine ve iktidar partisine açıktan destek sundu. Kurucuları arasında
bulunduğu, özelleştirme yanlısı parti, Avrupa Birliği’ne ve NATO’ya girme
fikrine destek sunan parti olarak, emperyalist kampla bütünleşme yönünde
ilerleyen sürece katkıda bulundu.
Ben, bu Doğu Avrupalı liberali, “kapitalizmin
saray soytarısı” olarak görüyorum, çünkü onun derdi Marksizmin “kuyruğuna
teneke bağlamak”. Žižek, tam da bu sebeple, kapitalist toplum içerisinde hâkim
olan güçlerin yoğun olarak desteklediği bir isim. O Marksizmi, kurtuluşun ve
özgürleşmenin gerçek maddi mücadelelerden beslenen kolektif bilimi olarak
anlamak yerine, oportünist bir yaramaz çocuğun küçük burjuva politik duruşundan
ibaret olan, düşünsel hileye dayalı provokatif bir söylem olarak görüyor. Ondaki
muziplik, haylazlık ve yüzüne geçirdiği “komünist” maskesi, burjuvazinin hoşuna
gidiyor, ayrıca kısa süreliğine eğitimsiz kişilerin dikkatini çekiyor. Žižek,
tıpkı bir soytarı gibi insanları bir yandan sinir etmeyi bir yandan da
güldürmeyi meziyet hâline getirmiş bir isim. Bu becerisi, dijital çağda beğeni
ve takipçi sayısına da yansıyor.
Žižek, aynı zamanda Hollywood’un genelde burjuva
kültür aygıtının ürettiği ürünleri satma konusunda da iyi. Sermaye, bu kesesini
süreç içerisinde dolduran düzenbazı epey seviyor. Tüm iyi soytarılar gibi o da
saray adabının sınırlarını biliyor ve o adaba saygısı neticesinde reel
sosyalizmi aşağılıyor, kapitalizme uyum fikrini satıyor, hatta doğrudan
emperyalizme destek çıkıyor. Burjuva basınının bazen onu dünyanın “en tehlikeli
aydını” olarak tanımlamasının nedeni, Žižek’in Marksizmin emperyalizmle mücadele
ve sosyalist bir dünya inşa etme projesine zarar veriyor olması.
Nesnel düzlemde yukarı çıkma ile öznel planda
sağa kayma arasındaki oranın doğruluğunun bir ispatı olarak Žižek, emperyalizme
verdiği antikomünist destekle birlikte daha da gericileşti. Örneğin son dönemde
Afrika’da yeni sömürgeciliğe karşı koyma çabalarıyla ilgili olarak şu türden
bir yorumda bulundu: “Orta Afrika’daki ‘sömürgecilik karşıtı’ ayaklanmaların
Fransız yeni sömürgeciliğinden daha kötü olduğu çok açık.”[41]
Son yaptığı açıklamalardan birinde ise bu sefer
desteklediği devrim tipini resmediyordu. Nahil Merzuk’un polis tarafından
katledilmesi sonrası 2023 yılının yaz aylarında Fransa’da yaşanan isyanları ele
alan Žižek, ne zaman tutarlılığı olan bir laf etse illaki istifade ettiği
Marksizme başvurdu ve gene önemli bir Marksist görüşü dile döktü. Ona göre,
ayaklanmaların zafere ulaşabilmesi için örgütlü bir stratejiye ihtiyacı vardı.
Bu strateji yoksa ayaklanmalar başarısız olurdu. Ardından da başarılı bir devrim
konusunda şu örneği verdi: “Protestolar ve ayaklanmalar, ancak 2013-2014’te
Ukrayna’da gerçekleşen Maidan ayaklanması gibi özgürlükçü bir vizyon üzerinden
gerçekleştirildiği takdirde olumlu bir rol oynayabilir.”[42]
Oysa herkesin bildiği üzere Maidan ayaklanması,
ABD ulusal güvenlik aygıtının kışkırttığı ve desteklediği faşist bir
darbeydi.[43] Yani Žižek, esasında Samir Amin’in “Avrupai/Nazi darbesi” olarak
nitelendirdiği emperyalizm destekli faşist bir darbeyi başarılı bir devrime yol
açacak “özgürlükçü vizyonun olumlu örneği” olarak görüyordu.[44] Bu konum
yanında, ABD-NATO’nun Ukrayna’da yürüttüğü vekâlet savaşına sadakatle verdiği
destek, bize “dünyanın en tehlikeli aydını” olmanın ne anlama geldiği konusunda
bir şeyler söylüyor: Žižek, komünist maskesi takan, esasında faşistlere hayran
olan biridir.
ABD, uzun zamandır Batı’da liberal demokrasi
modeli olarak görüldü. Oysa siz, Amerika’da demokrasi olmadığı
düşüncesindesiniz.[45] Bu konuyla ilgili bakış açınızı izah edebilir misiniz?
Nesnel bir ifadeyle, ABD’de hiçbir zaman
demokrasi diye bir şey olmadı. Bir cumhuriyet olarak kurulmuş olan ABD’nin tüm
o kurucu babaları demokrasiye açıktan düşmandı. 1787’de Filedelfiya’da
düzenlenen Anayasa Kongresi’nde alınan notları içeren Federalizm Belgeleri de
ilkin yerleşimci koloniler üzerine kurulan maddi yönetişim pratiği de bu
düşmanlığı açık bir biçimde ortaya koyuyor.
Herkesin bildiği gibi, Bağımsızlık
Beyannamesi’nde “acımasız ve yabani Kızılderililer” olarak anılan, yerli
nüfusuna da Afrika’dan getirilen kölelere de kadınlara da yeni kurulan
cumhuriyette demokratik bir hak ve yetki verilmedi.[46] Aynı durum, sıradan
beyaz işçiler için de geçerliydi. Terry Bouton gibi akademisyenlerin
detaylarıyla ortaya koyduğu biçimiyle:
“Birçok sıradan beyaz erkek, neticede Amerikan
Devrimi’nin kendi ülkülerini ve çıkarlarını asli hedef kılan hükümetler
kurmadığını düşünüyorlardı. Bilâkis, bu kişiler, devrimin elitlerinin hükümeti
kendi faydalarına olacak şekilde biçimlendirmiş, sıradan halkın bağımsızlığını
ortadan kaldırmışlardı.”[47]
Her şeyin ötesinde Anayasa Kongresi denilen
pratik, başkanı, yüksek mahkemeyi veya senatörleri halkın seçmesine izin
vermiyordu. Tek istisna, temsilciler meclisiydi. Ancak burada da meclise girmek
için gerekli vasıfları eyaletlerin yasama organları belirliyordu. Ülkede oy
kullanma hakkına sahip olmak içinse mülkiyet sahibi olmak gerekiyordu.
Dolayısıyla, o dönem ilericilerin bu konuyu
eleştirmelerine hiç şaşırmamak gerek. Örneğin Patrick Henry ABD’nin demokrasi
olmadığını söylüyordu.[48] George Mason ise yeni yapılan anayasayı “özgür
insanlar arasından despotik bir aristokrasi tesis etme konusunda ortaya
konulmuş cesurca girişim” olarak nitelendiriyor, “dünyanın böylesine daha önce
hiç tanık olmadığını” söylüyordu.[49]
Her ne kadar “cumhuriyet” terimi, o dönemde
ABD’yi tanımlamak için yaygın olarak kullanılıyor olsa da bu durum, uyguladığı
soykırım politikaları sebebiyle “Kızılderili Katili” olarak anılan Andrew
Jackson’ın popülist bir başkanlık kampanyası yürüttüğü 1820’lerin sonlarından
itibaren değişmeye başladı. Jackson, Massachusetts ve Virjinya’daki soyluların
düzenine son veren sıradan Amerikalının kullandığı anlamıyla kendisini demokrat
olarak takdim eden bir isimdi. Yönetişim tarzında hiçbir yapısal değişikliğin yapılmamış
olmasına rağmen Jackson gibi siyasetçiler, elit kesimin diğer üyeleri ve onlara
bağlı idareciler, “demokrasi” terimini cumhuriyeti tanımlamak için kullanmaya,
bunun yanında, dolaylı olarak cumhuriyetin halkın çıkarlarına hizmet ettiğini
söylemeye başladılar.[50] Bu gelenek devam edip bugüne dek geldi. Günümüzde
“demokrasi”, oligarşik burjuva düzenini ifade eden bir örtmece olarak
kullanılıyor.
Öte yandan, ABD’de iki yüz elli yıldır süren
sınıflar mücadelesi dâhilinde demokratik güçler egemen sınıftan önemli tavizler
kopartmayı bildiler. Bu süreçte seçmen kurulu feshedilmiş, yüksek mahkeme
yargıçları ömürlerinin sonuna dek görevde kalma imkânından mahrum kalmamış olsa
da, halk, senatörleri ve başkanı seçme imkânına kavuştu. Seçme hakkının
kapsamı, kadınları, Afrikalı-Amerikalıları ve Yerli Amerikalıları kapsayacak
şekilde genişletildi. Bunlar tabii ki savunulması, kapsamının genişletilmesi,
tüm seçim ve kampanya sürecine yönelik, meselenin temeliyle ilgili demokratik
reformlar üzerinden yorumlanması gereken kazanımlar. Fakat bunlar, önemli
demokratik mevziler olsalar da onların plütokrasinin hâkimiyeti üzerine kurulu
olan sistemi zerre değiştirmediklerini de görmek gerek.
Çok değişkenli istatistiki analizi temel alan
oldukça önemli bir çalışmada Martin Gilens ve Benjamin I. Page, “ekonomi
sahasının elitlerinin ve iş dünyasının çıkarlarını temsil eden örgütlü
grupların ABD hükümetinin politikaları üzerinde somut etkilere sahip olduğunu,
öte yandan, sıradan yurttaşların ve kitle temelli çıkar gruplarının hiçbir
etkiye sahip olmadıklarını, olsa bile bu etkinin çok düşük düzeyde olduğunu”
ortaya koydu.[51] Bu plütokrasi üzerine kurulu yönetim biçimi, sadece ülke
içerisinde değil, uluslararası planda da işliyor.
ABD, kendisindeki iş dünyasını temel alan
antidemokratik yönetim tarzını her yere dayatmaya çalıştı. William Blum’ın
yoğun çalışmanın ürünü olan araştırmasına göre, İkinci Dünya Savaşı ile 2014
arası dönemde ABD ellinin üzerinde yabancı hükümeti devirmeye çalıştı ki bu
hükümetlerin büyük bir kısmı iş başına seçimle gelmişti.[52] ABD, demokrasi
değil, plütokratik bir imparatorluktur.
Ülkedeki plütokrasi biçimini ifade etmek için
“burjuva demokrasisi”, “biçimsel demokrasi” ve “liberal demokrasi” gibi
tabirler kullanılıyor. Bugün plütokratik düzende belirli biçimsel demokratik
hakların var olduğu ve bunların emekçi halkın elde ettiği birer zafer olarak
görülmesi, bu kazanımların öneminin hiçbir şekilde ufaltılmaması gerektiği
tabii ki doğru ve bu gerçeği vurgulamak tabii ki kıymetli. Ama bir yandan da
bizim nihayetinde, ABD’deki devlet üzerinde tesis edilmiş oligarşik kontrolü ve
sınıf mücadelesiyle elde edilmiş önemli hakları da içerecek biçimde, yönetişim
tarzlarının karmaşık yönlerini ele alacak diyalektik bir değerlendirme yapmamı
gerekiyor.
Burjuvazinin savunduğu “ifade hürriyeti”
meselesini nasıl ele almalıyız? Bugün burjuva dünyasında “ifade hürriyeti”
gerçekten var mı?
Burjuva ideolojisi, ifade hürriyeti meselesini
iktidar ve mülkiyet sorunlarından soyutlayarak, birbirinden tecrit edilmiş
bireylerin eylemlerini yöneten soyut bir ilkeye dönüştürmeye çalışır. Böyle bir
yaklaşım, iletişim araçlarının ve bu araçlara kimin sahip olduğu ve kontrol
ettiği gibi çok önemli bir sorunun materyalist analizini engellemek
derdindedir. Bu ideoloji, böylelikle, tüm analiz alanını toplumsal bütünlükten
teorik ilkeler ile münferit bireysel konuşma eylemleri arasındaki soyut
ilişkiye kaydırır.
Bu yaklaşımın avantajlarından biri, bir kişiye
soyut ifade hürriyeti hakkının tam da sesini duyuracak güçten yoksun olduğu
için verilebilmesidir. Kapitalist dünyada yaşayan çoğu insanın durumu budur.
İnsanlar, ilkesel olarak, bireysel görüşlerini istedikleri şekilde ifade
edebilirler. Ancak gerçekte bu görüşler, iletişim araçlarının sahiplerinin
yayınlamak istedikleri bakış açılarına uymuyorsa büyük ölçüde önemsiz hâle
gelecektir. Onlara basit bir kürsü bile verilmeyecektir. Yönetici sınıf,
iletişim araçları üzerinde öylesine büyük bir güce sahiptir ki, pek çok insanı
sansürün var olmadığına ikna etmiş durumdadır. Bu görüşler, açıktan
bastırılabilmekte veya kamuoyu farkına bile varmadan yasaklanabilmektedir.
Kapitalist ana akımın dışındaki bakış açıları
geniş bir kitle kazanabiliyor ve gerçek bir güç oluşturmaya başlayabiliyorsa, o
zaman mülk sahibi sınıfın ve burjuva devletinin neler yapabileceğini biliyoruz
demektir. Sınıf düşmanlarını ve onların fikirlerinin serbest dolaşımını
destekleyen her türlü altyapıyı yok etmek adına ifade hürriyetine yönelik her
türlü çağrıyı hurdaya çıkarma konusunda uzun bir geçmişe sahiptirler. Bu
noktada Yabancı ve Başkaldırı Yasaları’nı, Palmer Baskınlarını, Smith
Yasası’nı, McCarran Yasası’nı, McCarthy dönemini ya da “yeni” Soğuk Savaş’ı
örnek gösterebiliriz. Rusya’nın Ukrayna’da yürüttüğü özel askeri operasyonun
başladığı günden bu yana dünya, burjuvazinin ABD içindeki iletişim araçlarını
tümüyle kontrol altında tuttuğu gerçeği konusunda bir ders alma imkânı buldu.
Başta Russia Today ve Sputnik olmak üzere YouTube ve sosyal
medyadaki kapsamlı sansüre ek olarak, tüm büyük medya, Rusya ve Çin karşıtı
propagandalarının yanı sıra ABD’nin vekâlet savaşına sorgusuz sualsiz destek
sunmak için elindeki savaş davullarını çalıp durdu (bu noktada belirtmekte
fayda var: son dönemde kimi muhafazakârlar, bu gelişmeyi kendilerini bir
şekilde savaş karşıtı olarak takdim etmek için bir fırsat olarak gördüler).
Burjuvazinin ifade hürriyeti hakkına sunduğu destek, esasında egemen sınıfın
iletişim araçlarına sahip olma hakkıyla ilgili bir meseledir. Bu hakkı
ellerinde tutmak istiyorlar, çünkü böylelikle kimlerin görüşlerinin büyütülüp
yayılmaya değer olduğuna, kimlerin marjinalleştirileceğine veya sessizliğe
gömüleceğine hiçbir kısıtlamayla karşılaşmadan karar vermek istiyorlar.
Makalelerinizin birinde “Faşist yönetişim
tarzlarının tüm gerçekliğiyle karşımızda olduğunu, liberal dünya düzeninin
bugün parçası hâline geldiğini” söylüyorsunuz.[53] Neden böyle düşünüyorsunuz?
Şimdilik adını “Faşizm ve Sosyalist Çözüm”
koyduğum kitap çalışması için yürüttüğüm araştırmalar dâhilinde hâkim anlayış
olarak “her bir devlete tek hükümet düşer” anlayışını sorgulayan, süreci izah
etmeye yönelik bir çalışmanın genel çerçevesini ortaya koydum. Bu yaklaşıma
göre açıktan yürüyen bir savaş içerisinde değilse her bir devlet, belirli bir
dönemde sadece tek bir yönetişim tarzına sahip oluyor. Bu diyalektik dışı
modeldeki sorunu, ABD ve Batı’daki liberal burjuva demokrasilerinde kolaylıkla
görmek mümkün.
Konuyla ilgili bir makalemde ortaya koyduğum
biçimiyle, ABD hükümeti İkinci Dünya Savaşı sonrası on binlerce Nazi’yi ve
faşisti örgütleyip kendi işlerinde kullandı.[54] Birçoğuna Ataş Operasyonu gibi
operasyonlar dâhilinde ABD’ye güvenli giriş hakkı verdi ve bu isimleri NATO ve
NASA dâhil, birçok bilim, istihbarat ve askeri kurumun kadrosuna dâhil etti.
Birçoğu ise Avrupa genelinde kurulan gizli ordularda, Avrupa’daki istihbarat
kurumlarında, hatta İtalya’da karşımıza çıkan Mareşal Badoglio gibi isimler şahsında
görüldüğü üzere, hükümetlerde istihdam edildi.[55] Bugün hâlâ bu Naziler ve
faşistler Latin Amerika’ya veya başka bölgelere uzanan gizli kanallarda bir
biçimde kullanılıyorlar. Japon faşistleri ise CIA eliyle yeniden iktidara
taşındı. Liberal Parti’yi ele geçiren bu faşistler, onu bundan sonra Japon
imparatorluğunun liderlerini yetiştirecek sağcı bir kulüp hâline getirdiler.
ABD imparatorluğunun yetki ve kudret bahşettiği, antikomünist faaliyetin bu
yetkin isimlerinden oluşan küresel ağ, kirli savaşlar yürüttü, darbeler
gerçekleştirdi, başka ülkeleri istikrarsızlaştırmak için uğraştı, sabotajlara
ve terör faaliyetlerine imza attı. Evet, faşizm, İkinci Dünya Savaşı’nda esas
olarak yirmi yedi milyon Sovyet yurttaşının ve yirmi milyon Çinlinin büyük fedakârlığı
neticesinde mağlup edildi, ama onun liberal demokrasiler dâhil, birçok ülkede
ortadan kaldırılmadığı da bir gerçek.
İlerici liberal uzmanların zaman zaman iddia
ettiği gibi, ABD'nin yurtdışında faşist yönetim biçimleri uyguladığını ancak iç
cephede demokrasiyi koruduğunu söylemek kimilerine cazip gelebilir. Ancak bu,
tam olarak doğru değildir. Tarihsel-materyalist analiz, bazı çalışmalarımda
savunduğum gibi, sezgisel düzeyde birbirinden farklı üç boyutu her daim dikkate
almalıdır: tarih, coğrafya ve sosyal tabakalaşma. Bu bağlamda, sadece liberal
uzmanlarla aynı sınıfsal kesimi işgal edenleri değil, tüm nüfusu incelemek önemlidir.
Örneğin Yerli nüfusunu ele alalım. Soykırıma varan bir yok etme politikasına
maruz bırakılan ve daha sonra ABD devleti tarafından kontrol edilen ve
denetlenen özel alanlara kapatılan bu nüfusun önemli bir kısmı, özellikle de en
yoksulları, hâlâ ırkçı polis terörünün hedefi olmakta, temel insani ve
demokratik hakları için mücadele etmektedir.[56] Aynı durum, yoksul ve işçi
Afrikalı-Amerikalı nüfusun bazı kesimleri ve göçmenler için de geçerlidir.
George Jackson’ın “Dördüncü Kutsal Roma İmparatorluğu” olarak adlandırdığı
ABD’ye yönelik sert eleştirisini bu şekilde anlamamız gerekiyor.[57] Nüfusun
belirli kesimleri, yani hayatta kalma mücadelesi veren, ırkçı saldırılara maruz
kalan yoksullar ve işçi sınıfı, genellikle demokratik haklar ve temsil sistemi
aracılığıyla değil, öncelikle devletin ve devlet dışında kurulmuş yapıların
uyguladığı baskı ile yönetiliyor. Peki o zaman onların bir demokraside
yaşadıklarını neden varsayalım? Unutmayalım ki Nazilerin kendileri de ABD’de
ırk ayrımcısı ve ırkçı devletçiliğin en gelişmiş biçimini görmüş ve bunu açıkça
bir model olarak kullanmışlardı.[58]
Çoklu yönetim biçimleri paradigması, kapitalist
toplum içinde işleyen sınıf dinamiklerine ve nüfusun muhtelif unsurlarının aynı
şekilde yönetilmediği gerçeğine dikkat ettiği ölçüde diyalektik bir
yaklaşımdır. Örneğin ABD’deki meslek sahibi-yönetici sınıf tabakasının üyeleri,
resmi anlamda bazı demokratik haklara sahiptir ve bu haklardan çeşitli yasal
sınıf mücadelesi biçimleri dâhilinde başarıyla istifade edebilmektedirler.
Sömürülen bir nüfus olarak kapitalizmin boyunduruğu altında olanlarsa,
özellikle de Ejderha olarak bilinen George Jackson gibi boyunduruktan kurtulmak
için örgütlenmeye başlamaları durumunda, genellikle çok farklı bir şekilde
yönetilirler. Bu noktada polis terörüne ve kanunsuz şiddete maruz kalırlar ve
(Ward Churchill’in hesaplamalarına göre) 1968 ile 1976 yılları arasında FBI ve
polis tarafından öldürülen yirmi dokuz Kara Panter ve altmış dokuz Kızılderili
aktivist gibi sözde hakları, genellikle ayrım gözetilmeksizin çiğnenir.
Hayatının önemli bir kısmını hapishanede geçiren ve daha sonra şüpheli bir
şekilde öldürülen Jackson gibi teorisyenler, bunu “faşizm” olarak
adlandırdılar.
Yönetişim sürecinin kapitalizm koşullarında
gerçekte nasıl işlediğini anlamak için, farklı biçimlerine dikkat eden,
ayrıntılara odaklanmış bir diyalektik yaklaşımı benimsemek gerekmektedir. Sözde
liberal demokrasi, uysal öznelere haklar ve temsil vaat ederek, kapitalizmin
iyi polisi gibi işlev görür. Büyük ölçüde orta ve üst orta sınıf tabakaları ve
onlara talip olanları yönetmek için kullanılır. Faşizmin kötü polisi, hem yurt
içinde hem de yurt dışında nüfusun yoksul, ırksallaştırılmış ve hoşnutsuz kesimlerinin
üzerine salınır. Açıkçası iyi polis tarafından yönetilmek, tercih edilir ve
sınırlı demokrasi biçimlerinin bile savunulması ve genişletilmesi (özellikle de
devlet aygıtının tamamen faşistlerin eline geçmesiyle oluşacak dehşetle
kıyaslandığında) değerli taktiksel hedefler olarak görülür. Tıpkı bir polis
sorgusunda olduğu gibi, iyi polis ve kötü polisin aynı devlet için ve aynı
amaçla birlikte çalıştığını kabul etmek stratejik açıdan önemlidir: kapitalist
toplumsal ilişkiler, burjuva demokrasisi havucu veya faşizm sopasıyla
sürdürülür, hatta bu ilişkiler daha da derinleştirilir.
Birçok insan, “Trump” denilen olgunun ortaya
çıkışına bakıp faşizm tehlikesinin büyüdüğü sonucuna ulaşıyor. Bu bakış açısı
konusunda ne düşünüyorsunuz? Trump destekçilerinin 6 Ocak 2021’de Kongre
binasını basmalarını nasıl yorumluyorsunuz?
Trump, faşist güçleri cesaretlendirmiş ve
faaliyetlerini teşvik etmiştir. Trump, aşırı milliyetçi bir beyaz üstünlükçüsü,
kapitalizme ve emperyalizme bağnazca bağlı olan biridir.[59] Fakat bu Trump
denilen olgu, emperyalist düzen içinde açığa çıkan daha büyük bir krizin
semptomudur. Çok kutuplu bir dünyanın ısrarlı gelişimi, Çin’in yükselişi,
finansallaşmış neoliberalizmin başarısızlıkları ve önde gelen emperyalist
devletlerin azalan gücü nedeniyle, faşizm, kapitalist dünya genelinde
yükseliştedir.
ABD bağlamında, Joe Biden’ın 2020 seçimleri için
yürüttüğü başkanlık kampanyası büyük ölçüde, iktidarın barışçıl bir şekilde
devredilmesine ve hukukun üstünlüğüne saygı göstereceği için ülkeyi faşizmden
kurtarabileceği fikri etrafında örgütlendi. Burjuva demokrasisinin açık bir
faşist diktatörlüğe açık ara tercih edilebilir olduğu kesinlikle doğrudur ve
birincisi için ikincisine karşı mücadele etmek son derece önemlidir. Burjuva
demokrasisi, her ne kadar yozlaşmış, işlevsiz ve yalancı olma eğiliminde olsa da,
nüfusun belirli kesimlerine örgütlenme, siyasi eğitim ve güç inşa etmek için
önemli bir manevra alanı sağlar. Bununla birlikte, ABD’deki Demokrat Parti’nin
faşizme karşı bir kale olduğunu varsaymak büyük bir hatadır. Biden göreve
geldiğinde, Trump’ı milleti kışkırtmayı temel alan komploya imza atma suçundan
hapse atmak için hemen adım atmadı ve sahadaki faşistlere genellikle yumuşak
davrandı (bu kesimin çok küçük bir kısmı komplo kurmakla suçlandı, aldıkları
cezalar beklenmedik ölçüde hafif cezalardı). Ancak şimdi, olaydan yıllar sonra
ve 2024 başkanlık seçimlerine giden propaganda sürecinde komploculardan
bazıları hapis cezasıyla karşı karşıya kalırken, Trump da farklı davalarda
yargılanıyor. Dahası, Biden yönetimi, ABD polis devletini, ırkçı polis şiddetini
ve (kurulmasına yardım ettiği) kitlelerin hapse tıkılmasını öngören sistemi
zayıflatmak için ciddi bir adım atmadığı gibi, faşist örgütleri ve milisleri
dağıtma konusunda hiçbir şey yapmadı. Joe Biden, Trump gibi kendi ülkesindeki
faşist hareketleri açıktan desteklememiş olsa da (ki bunun olumlu bir gelişme
olduğu açık), ekibi, ABD’nin emperyalist ajandasını uygulamaya koymuş, Ukrayna
gibi ülkelerde faşizmin gelişmesini saldırgan bir üslupla desteklemiştir.[60]
Kongre Binası’nın basılmasıyla ilgili olarak şu
söylenebilir: bu olay, sadece Biden’ın seçilmesine karşı kendiliğinden gelişmiş
olan bir ayaklanma değildi. Konuyla ilgili ayrıntılı bir makalede de tespit
ettiğim biçimiyle, baskın, kapitalist egemen sınıfın bir kesimi tarafından
desteklendi ve ABD hükümetinin en üst düzeyleri bunun gerçekleşmesine izin
verdi.[61] Publix süpermarketinin varisi Julie Jenkins Fancelli, “Hırsızlığı
Durdurun” mitingi için yaklaşık 300.000 dolar temin etti. Trump ailesi de milyonlarca
dolar topladığı protestonun finansmanına doğrudan katkı sundu: “Trump’ın
politik faaliyetlerini yürütenler, 6 Ocak eylemini örgütleyenlere 4,3 milyon
doların üzerinde para aktardılar.”[62] Halktan insanların gerçekleştirdiği bir
eylemden çok belirli bir partinin bizzat yürüttüğü bir operasyondu. Ayrıca
elimizde, asgari düzeyde de olsa, Kongre Binası’nın basılmasına istihbaratın,
ordunun ve polis teşkilâtının üst kademelerindeki isimlerin izin verdiklerini
açık biçimde ortaya koyan işaretler de mevcut. Kongre Binası önünde ilerici
güçlerce yapılan eylemlerde uygulanan ağır güvenlik önlemlerine aşina olan,
sadece video görüntülerine ve Kongre Binası polisinin sadece beşte birinin o
gün görevde olduğu ve geniş çapta beklenen ayaklanmalar için yetersiz donanıma
sahip olduğunu gören herkes, böylesi bir sonuca kolaylıkla ulaşabilir. Artık
biliyoruz ki Ulusal Muhafızlar’ın binaya konuşlandırılması adımının
atılmasındaki gecikmeden doğrudan ordunun üst düzey komuta kademesi sorumluydu.
Ayrıca, Kongre Binası yakınlarında hazır bekletilen İç Güvenlik Bakanlığı
ajanları harekete geçirilmedi. Tüm bunlar ve çok daha fazlası, Kongre Binası
baskınında ABD hükümetinin en üst kademelerinin suç ortaklığına işaret
etmektedir.
ABD ulusal güvenlik devleti tarafından yürütülen
psikolojik operasyonların kapsamlı tarihini ciddiyetle inceleyen herkes, 6
Ocak’ın bu tarihle örtüşen yönlerini illaki görecektir. Açık konuşmak gerekirse
burada ben, burjuva medyasının yaydığı, Kongre Binası’nı basan insanların
hepsinin bu işin içinde olduğu ya da bu kişilerin parayla tutulmuş aktörler
olduğu türünden saçma ve aptalca iddialar üzerine kurulu bir komplodan
bahsetmiyorum. Bu tür operasyonlar, gerekli bilgiye sadece ilgili kişilerin
vakıf olması ilkesi uyarınca yürütülürler, yani ideal bir durumda emir komuta
zincirinin en tepesinde bilerek suç ortağı olan, sadece birkaç kişi vardır.
Onların altında ise olan bitenin bilincinde olmayan ve kendi başlarına hareket
eden çok sayıda kişi bulunur. Bu durum, yüksek düzeyde bir öngörülemezlik
yaratır ve böylece aşağıdaki kitlenin gerçekleştirdiği kendiliğinden eylemler
arzu edilen görüntüye kavuşurlar, bu da tepedeki karar vericilere gerekli
koruma kalkanını sağlar.
Kongre Binası’nın basılması eyleminin parasını
veren, onu teşvik eden ve buna izin veren, bu iş için özel seçilmiş uygulayıcı
kişiler konusunda çok daha fazla şey bilmemiz gerekiyor. Daha fazla bilgi elde
edilene dek, ki muhtemelen zaman içinde elde edilecektir, en azından bunun
Biden yönetimi için son derece faydalı bir olay olduğunu biliyoruz. Olay,
“Uykucu Joe” olarak bilinen Biden’a demokrasinin kurtarıcısı halesini tesadüf
eseri başına geçirme fırsatı sundu, böylelikle Biden, sağa yöneldiği, egemen
sınıf adına emekçi halka karşı savaş yürüteceği koşullarda gerekli kılıfa
kavuştu. Bu sayede Trump da hapse atılmak yerine eski imajına ve haklarına
yeniden kavuştu. Tucker Carlson ve Alex Jones gibi Trump yönetiminin medyadaki
kuklaları kimseyi incitmeyecek bir hikâye uydurdular, bu sayede Trump ve
destekçileri, korkunç bir hükümet komplosunun kurbanları hâline geldiler. Büyük
hükümete karşı çıkan ve özgürlüğe sevdalı bir muhalif olarak takdim eden Trump,
düzenin dışında duran isim olarak yeniden başkan adayı hâline geldi. Ona karşı
açılan davaların seyri nasıl olacak bilinmez, ama zamanlamalarının epey manidar
olduğu açık, zira bu davalar, olay yaşandıktan, yeni başkanlık seçimi süreci
iki emperyalist adayın kafa kafaya yarışacağı yeni başkanlık seçimi sürecinin
hız kazandığı bir dönemde gündeme geldi.
Bugün dünya solu, burjuvazinin ideolojik
hegemonyasına nasıl karşı koymalı? Ne tür bir devrimci teori inşa etmeliyiz?
Kapitalist dünyada burjuvazinin ideolojik
hegemonyası, kültürel aygıt, yani tüm kültürel üretim, dağıtım ve tüketim
sistemi üzerinde uyguladığı nefes kesici kontrol sayesinde sürdürülüyor. Alan
MacLeod’un tespitiyle, “Amerika’nın okuduğu, izlediği ya da dinlediği şeylerin
yüzde 90’ından fazlasını beş şirket kontrol ediyor.”[63] Yukarıda kısaca ele
aldığımız biçimiyle, bu devasa şirketler, ABD hükümetiyle kurdukları sıkı
ilişkiler dâhilinde çalışıyorlar. Bu şirketlerin ana hedefini, 1981’de CIA
Direktörü William Casey personelini topladığı ilk toplantıda şu şekilde dile
getiriyor: “Uygulamaya koyduğumuz dezenformasyon programımızın tamama erdiğini,
ancak Amerikan halkı inandığı her şeyin yanlış olduğuna kanaat getirdiği vakit
bileceğiz.”[64]
Bu bize, ABD gibi bir ülkede verilecek ideolojik
mücadelenin nesnel koşulları konusunda çok şey söyler. Dolayısıyla, sadece
doğru bir analiz geliştirmemiz ve bireysel görüşlerimizi paylaşmamız, insanları
rasyonel tartışmalar ve konuşmalar yoluyla ikna etmemiz gerektiğini düşünmek
saflık olur. Gerçek bir etki yaratmak için kolektif olarak çalışmalı ve gücü
kendi lehimize kullanmanın yollarını bulmalıyız.
Şu anda Jennifer Ponce de León ile birlikte
üzerinde çalıştığımız ve kültürü bir sınıf mücadelesi alanı olarak inceleyen
kitapta, üç farklı taktik arasında ayrım yapıyoruz. Truva Atı taktiği adını
verdiğimiz ilk taktik, burjuva kültür aygıtını, olağanüstü altyapısından
yararlanarak karşı hegemonik mesajları gizlice içeride yaymak, böylece geniş
bir kitleye ulaştırmak için o altyapıyı sahiplerine karşı kullanmaktan
ibarettir (“Postal” lakabıyla anılan, sosyalist eylemci, repçi ve sinema
yönetmeni Raymond Lawrence Riley bunu başarıyla yapan, harika bir örnektir).
İkinci önemli taktik, fikirlerin üretimi,
dolaşımı ve edinimi için alternatif aygıt geliştirmekle ilgilidir. Bu alanda
birçok önemli çalışma yürütülüyor. Bu noktada alternatif medya ve yayınlardan,
eğitim platformlarına, kültür alanlarına, aktivist ağlarına ve topluluk
merkezlerine dek bir çaba ortaya konuluyor. Ponce de Léon’la birlikte bu türden
çalışmalar yürüten Eleştirel Teori Atölyesi içerisinde yer alıyoruz.[65]
Üçüncü ve son taktikse iktidarı burjuvazinin
elinden almış olan ülkelerde geliştirilmiş olan sosyalist aygıtlarla ilgili.
Bunların ürettikleri haberler, bilgiler ve kültür, kapitalist kültür aygıtı
karşısında gerçek bir seçenek sunuyorlar. Batı yarımkürede iki önemli örnek
üzerinde durulabilir. İlki Küba’daki Prensa Latina, ikincisi
Venezuela’daki Telesur’dur. Her iki kuruluş da oldukça önemli işler
yapmaktadır.
İhtiyacımız olan devrimci teori konusunda Cheng
Enfu ikna edici şeyler söylüyor. Kendisi, diğer pek çok kişinin çalışmalarını
takip ederek ve daha da geliştirerek, Marksizmin yaratıcı olduğunu ve düzenli
olarak değişen durumlara uyarlanması gerektiğini iddia ediyor.[66] Taşlaşmış
bir doktrin olmaktan uzak olan Marksizm, Losurdo’nun deyimiyle, zamana göre
değişen bir öğrenme sürecidir. İçinde bulunduğumuz dönemde bu konuda yapılması
gereken çok iş var. En acil üç meselenin altını çizmek gerekirse, faşizmi, dünya
savaşını ve ekolojik çöküşü hem anlayabilecek hem de durdurabilecek devrimci
teoriyi daha da geliştirmemiz gerekiyor.[67] İmparatorluğun merkezinde
yaşadığım ve örgütlendiğim için, şimdiye dek devlet iktidarının ele geçirilmesi
pratiklerinden zerre etkilenmemiş olan bu özel bölgede, devrimci teori ve
pratik geliştirmenin de elzem olduğunu söylemeliyim.
Genel olarak, en önemli devrimci teori,
sosyalizmi inşa etmek denilen o karmaşık ve zor göreve katkıda bulunacak olan
teoridir. 1917’den bu yana pek çok sürpriz yaşandı ve çok şey öğrenildi.
Küresel durum bugün, Üçüncü Enternasyonal’in en parlak döneminde ya da Soğuk
Savaş olarak adlandırılan dönemde olduğundan çok farklı görünüyor. Sosyalist
ülkeler, (BRICS+, Bir Kuşak Bir Yol Girişimi, Şangay İşbirliği Örgütü,
Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği (ASEAN), vb. gibi) emperyal dünya düzenine
karşı çıkan yeni uluslararası çerçeveler inşa etmek için ulusal kalkınma
niyetindeki kapitalist ülkelerle birlikte çalışıyorlar.
Batı ve Orta Afrika’da yaşanan son ayaklanmalar,
Fransa’nın bölgedeki yeni-sömürgeci rejimine ve Batı emperyalizminin
hapishanesine meydan okudu. Bu ve diğer sömürgecilikten kurtuluş mücadelelerini
ve ortaya çıkmakta olan çok kutuplu dünyayı anlamak ve ilerletmek, hayati önemi
haiz teorik ve pratik bir görevdir. Aynı zamanda, emperyalist dünya düzenine
karşı çıkmanın ve çok kutupluluğun gelişiminin sosyalist projenin genişlemesine
nasıl basamak teşkil edeceğini açıklayabilmek de son derece önemli bir husustur.
Bu, günümüzün en acil meselelerinden biridir.
Dipnotlar:
[1] Bkz.: Raúl Antonio Capote, Enemigo (Madrid: Ediciones Akal, 2015).
[2] Bu ve sonraki paragraflarında aktarılan
malumat bir dizi kaynaktan derlendi. Bu kaynaklar, arşiv araştırmalarını,
Bilgilenme Hürriyeti Kanunu uyarınca sunulan dilekçelere verilen cevaplardan ve
şu tür çalışmalardan oluşuyor: Yayına Hz.: Philip Agee ve Louis Wolf, Dirty
Work: The CIA in Western Europe, Birinci Baskı. (Dorset: Dorset Press,
1978); Frédéric Charpier, La C.I.A. en France: 60 ans d’ingérence dans les
affaires françaises (Paris: Editions du Seuil, 2008); Ray S. Cline, Secrets,
Spies, and Scholars (Washington, DC: Acropolis, 1976); Peter Coleman, The
Liberal Conspiracy: The Congress for Cultural Freedom and the Struggle for the
Mind of Postwar Europe (New York: The Free Press, 1989); Allan Francovich, On
Company Business (documentary), 1980; Pierre Grémion, Intelligence de
l’anticommunisme: Le Congrès pour la liberté de la culture à Paris, 1950–1975 (Paris:
Librairie Arthème Fayard, 1995); Victor Marchetti and John D. Marks, The CIA
and the Cult of Intelligence (New York: Dell Publishing Co., 1974); Frances
Stonor Saunders, The Cultural Cold War (New York: The New Press, 2000);
Giles Scott-Smith, The Politics of Apolitical Culture: The Congress for
Cultural Freedom, the CIA and Post-War American Hegemony (New York:
Routledge, 2002); John Stockwell, The Praetorian Guard: The U.S. Role in the
New World Order (Boston: South End Press, 1991); Hugh Wilford, The
Mighty Wurlitzer: How the CIA Played America (Cambridge, Massachusetts:
Harvard University Press, 2008).
[3] Bkz.: Wilford, The Mighty Wurlitzer.
[4] Bkz.: Carl Bernstein, “The CIA and the
Media,” 20 Ekim 1977, Rolling Stone.
[5] John M. Crewdson, “Worldwide Propaganda
Network Built by the C.I.A.,” New York Times, 26 Aralık 1977.
[6] Task Force on Greater CIA Openness,
memorandum for Director of Central Intelligence, Task Force Report on
Greater CIA Openness, 20 Aralık 1991, CIA.
[7] Bkz.: Crewdson, “Worldwide Propaganda
Network.”
[8] Aktaran: William F. Pepper, The Plot to
Kill King (New York: Skyhorse, 2018), s. 186.
[9] Crewdson, “Worldwide Propaganda Network.”
[10] Bkz.: Yasha Levine, Surveillance Valley
(New York: PublicAffairs, 2018) ve Alan Macleod’un MintPress News’te çıkan
makaleleri: “National Security Search Engine: Google’s Ranks Are Filled with
CIA Agents,” 25 Temmuz 2022; “Meet the Ex-CIA Agents Deciding Facebook’s
Content Policy,” 12 Temmuz 2022; “The Federal Bureau of Tweets: Twitter Is
Hiring an Alarming Number of FBI Agents,” 21 Haziran 2022; “The NATO to TikTok
Pipeline: Why Is TikTok Employing so Many National Security Agents?,” 29 Nisan
2022.
[11] Kilise Komitesi Raporu CIA’in kontrolü ve
denetiminde, dolayısıyla, gerçek sayılar onun aktardığı sayılardan muhtemelen
daha yüksek.
[12] Bkz.: Noam Chomsky vd., The Cold War and
the University (New York: The New Press, 1997); Sigmund Diamond, Compromised
Campus: The Collaboration of Universities with the Intelligence Community,
1945–1955 (Oxford: Oxford University Press, 1992); Walter Rodney, The
Russian Revolution: A View from the Third World, Yayına Hz.: Robin D. G.
Kelley ve Jesse Benjamin (Londra: Verso, 2018); Christopher Simpson, Science
of Coercion: Communication Research and Psychological Warfare, 1945–1960 (Oxford:
Oxford University Press, 1996).
[13] Bkz.: The New School Archives, John R.
Everett records (NS-01-01-02), Series 3. Subject files, 1918–1979, bulk:
1945–1979, Central Intelligence Agency (CIA), 1977–1978, Newschool. Özel detayları aktaran belgelere şuradan
ulaşmak mümkün: Black Vault MKULTRA Collection, Blackvault.
[14] Bkz.: Gabriel Rockhill, Radical History
and the Politics of Art (New York: Columbia University Press, 2014).
[15] Bkz.: Matthew Alford ve Tom Secker, National
Security Cinema: The Shocking New Evidence of Government Control in Hollywood (CreateSpace
Independent Publishing Platform, 2017).
[16] Akt.: Alford ve Secker, National Security
Cinema, s. 49.
[17] Örneğin bkz.: Michel Collon ve Test Media
International, Ukraine: La Guerre des images (Brüksel: Investig’Action,
2023).
[18] Bkz.: Wilford, The Mighty Wurlitzer;
Agee ve Wolf, Dirty Work; Charpier, La C.I.A. en France.
[19] Bkz.: Daniele Ganser, NATO’s Secret
Armies (New York: Routledge, 2004) ve Allan Francovich, Gladio (belgesel),
British Broadcasting Corporation, 1992.
[20] Bkz.: Saunders, The Cultural Cold War
ve Hans-Rüdiger Minow, Quand la CIA infiltrait la culture (belgesel),
ARTE, 2006.
[21] Postyapısalcılık terimi birçok yönden
İngilizce konuşulan âlemin bir icadı. En azından ilk başta Fransa bağlamında
postyapısalcı olarak anılan isimler yapısalcı projeyi biraz farklı olan
yollardan sürdürmüş ve yoğunlaştırmış gibi görünüyorlar.
[22] Michel Foucault, Dits et écrits 1954–1988,
Cilt. 1 (Paris: Éditions Gallimard, 1994), s. 542. Foucault konusunda daha
fazla bilgi için bkz.: “Foucault: The Faux Radical,” Los Angeles Review of
Books, October 12, 2020, Philosophicalsalon. Türkçesi: İştiraki.
[23] Bkz.: Gabriel Rockhill, “The Myth of 1968
Thought and the French Intelligentsia,” MR 75,
Sayı. 2 (Haziran 2023): s. 19–49. Türkçesi: İştiraki.
[24] Şu çalışma için yazdığım önsöze bakılabilir:
Aymeric Monville, Neocapitalism According to Michel Clouscard (Madison:
Iskra Books, 2023).
[25] Directorate of Intelligence, France:
Defection of the Leftist Intellectuals, Central Intelligence Agency, 1
Aralık 1985, s. 6, CIA.
[26] Walter Rodney, Decolonial Marxism: Essays
from the Pan-African Revolution (Londra: Verso, 2022), s. 46.
[27] Yorumlarımı destekleyecek kanıtların önemli
bir kısmını şu makalelerde bulmak mümkün: Gabriel Rockhill, “The CIA and the
Frankfurt School’s Anti-Communism,” Los Angeles Review of Books, June
27, 2022, philosophicalsalon [Türkçesi: İştiraki] ve Gabriel Rockhill, “Critical and
Revolutionary Theory: For the Reinvention of Critique in the Age of Ideological
Realignment,” Domination and Emancipation: Remaking Critique içinde,
Yayına Hz.: Daniel Benson (Lanham: Rowman and Littlefield Publishers, 2021),
117–61. Türkçesi: İştiraki.
[28] Aktaran: Yayına Hz.: Wolfgang Kraushaar, Frankfurter
Schule und Studentenbewegung: Von der Flaschenpost zum Molotowcocktail
1946–1995, Cilt. 1, Chronik (Hamburg: Rogner and Bernhard GmbH and
Co. Verlags KG, 1998), s. 252–53.
[29] Süveyş Savaşı konusunda bkz.: Richard
Becker, Palestine, Israel and the U.S. Empire (San Francisco: PSL
Publications, 2009), s. 71–78.
[30] Aktaran: Stuart Jeffries, Grand Hotel
Abyss: The Lives of the Frankfurt School (Londra: Verso, 2016), 297. Adorno
ve Horkheimer’ın Nasır ile ilgili açıklamaları, Batı medyasının ve istihbarat
kurumlarının yürüttüğü propaganda faaliyetiyle aynı çizgide. Paul Lashmar ve
James Oliver’ın da dile getirdiği biçimiyle, MI6 ve CIA ile bağlantılı olan ve
gizli çalışma yürüten Enformasyon Araştırma Dairesi denilen antikomünist
propaganda bürosu BBC’ye ve diğer haber kanallarına Nasır’ı “Sovyet kuklası”
olarak takdim etmeleri konusunda baskı uyguladı. Bu tabir “sömürgecilik karşıtı
liderler için kullanılan ve her türden amaca hizmet eden propaganda tarzının
bir ürünüydü.” (Paul Lashmar ve James Oliver, Britain’s Secret Propaganda
War: 1948–1977 [Phoenix Mill, UK: Sutton Publishing Limited, 1998], s. 64).
[31] Bkz.: Franz Neumann vd., Secret Reports
on Nazi Germany: The Frankfurt School Contribution to the War Effort,
Yayına Hz.: Raffaele Laudani, Çeviri: Jason Francis McGimsey (Princeton:
Princeton University Press, 2013); Barry M. Katz, Foreign Intelligence:
Research and Analysis in the Office of Strategic Services, 1942–1945 (Cambridge,
Massachusetts: Harvard University Press, 1989); Tim B. Müller, Krieger und
Gelehrte: Herbert Marcuse und die Denksysteme im Kalten Krieg (Hamburg:
Hamburger Edition, 2010).
[32] Jürgen Habermas, The New Conservativism:
Cultural Criticism and the Historians’ Debate, Yayına Hz.: ve Çeviren:
Shierry Weber Nicholsen (Cambridge, Massachusetts: MIT Press, 1990), s. 69.
[33] Bkz.: Rockhill, “Critical and Revolutionary
Theory.”
[34] Nancy Fraser, “Capitalism’s Crisis of Care,”
Dissent 63, Sayı. 4 (Güz 2016): s. 35.
[35] Fraser, “Capitalism’s Crisis of Care,” s.
35.
[36] Bkz.: Tita Barahona, “Judith Butler, la pope
del ‘feminismo’ postmoderno, y su apoyo al capitalismo yanqui,” Canarias-semanal,
7 Nisan 2022, Semanal ve Ben Norton,
“Postmodern Philosopher Judith Butler Repeatedly Donated to ‘Top Cop’ Kamala
Harris,” 18 Aralık 2019, Bennorton. Türkçesi: İştiraki.
[37] Bu konuda benim “Critical and Revolutionary
Theory” isimli makalemde Cinzia Arruzza, Tithi Bhattacharya ve Nancy Fraser’a
yönelttiğim eleştirilerime bakılabilir. Türkçesi: İştiraki.
[38] Stephen Gowans, Washington’s Long War on
Syria (“Washington’ın Uzun Suriye Savaşı -Montreal: Baraka Books, 2017)
isimli çalışmasında birçok güzel örnek sunuyor.
[39] Gabriel Rockhill, “Capitalism’s Court
Jester: Slavoj Žižek,” 2 Ocak 2023, CounterPunch. Türkçesi: İştiraki.
[40] Youtube’da yayınlanan, 1990’daki seçim
tartışmasına ait kayda bakılabilir: “Slavoj Žižek—1990 Election Debate in
Slovenia,” 9:40, yüklenme tarihi: 18 Mayıs 2021, Youtube.
[41] Slavoj Žižek, “Why the West Will Keep Losing
in Africa: Neocolonialism Is Giving Birth to a Wretched Authoritarianism,” 4
Eylül 2023, New Statesman.
[42] Slavoj Žižek, “The Left Must Embrace Law and
Order,” 4 Temmuz 2023, New Statesman.
[43] Örneğin bkz.: Collon, Ukraine: La Guerre
des images ve Pepe Escobar, “Why the CIA Attempted a ‘Maidan Uprising’ in
Brazil,” 10 Ocak 2023, Cradle.
[44] Samir Amin’in tespiti şu şekilde: “Kiev’de
gerçekleşen Avrupai/Nazi darbesi olarak nitelendirebileceğimiz olayı üç güç
örgütledi. Bu üç gücün demokrasiyi savunduğunu ve onun tesis etmek için
politikalar geliştirdiğini iddia eden Batılı medya kuruluşları yalan
söylüyorlar.” [Samir Amin, “Contemporary Imperialism,” MR
67, Sayı. 3 [Temmuz-Ağustos 2015]: s. 23–36).
[45] Bkz.: Gabriel Rockhill, “The U.S. Is Not a
Democracy, It Never Was,” 13 Aralık 2017, CounterPunch.
[46] Yayına Hz.: John Grafton, The Declaration
of Independence and Other Great Documents of American History 1775–1865 (Mineola,
New York: Dover, 2000), 8. Ayrıca bkz.: Roxanne Dunbar-Ortiz, An Indigenous
Peoples’ History of the United States (Boston: Beacon Press, 2015) ve David
Michael Smith, Endless Holocausts (New York: Monthly Review Press, 2023).
[47] Terry Bouton, Taming Democracy: “The
People,” the Founders, and the Troubled Ending of the American Revolution (Oxford:
Oxford University Press, 2007), s. 4.
[48] Yayına Hz.: Ralph Louis Ketcham, The
Anti-Federalist Papers and the Constitutional Convention Debates (New York:
Signet, 2003), 199.
[49] Yayına Hz.: Herbert J. Storing, The
Complete Anti-Federalist, Cilt. 2 (Şikago: University of Chicago Press,
2008), s. 13.
[50] Her ne kadar bu genel çerçevesini kimi
yönlerden sorunlu bulsam da kitabın üçüncü bölümünde dile getirdiğim iddialara
dair somut deliller sundum: Gabriel Rockhill, Contre-histoire du temps
présent: Interrogations intempestives sur la mondialisation, la technologie, la
démocratie (Paris: CNRS Éditions, 2017). Çalışmanın İngilizcesi de mevcut: Counter-History
of the Present: Untimely Interrogations into Globalization, Technology,
Democracy (Durham: Duke University Press, 2017).
[51] Martin Gilens ve Benjamin I. Page, “Testing
Theories of American Politics: Elites, Interest Groups, and Average Citizens,” Perspectives
on Politics 12, Sayı. 3 (Eylül 2014): s. 564.
[52] Bkz.: William Blum, Killing Hope: US
Military and CIA Interventions Since World War II (Londra: Zed Books,
2014), ayrıca “Overthrowing Other People’s Governments: The Master List”, WB.
[53] Gabriel Rockhill, “Liberalism and Fascism:
The Good Cop and Bad Cop of Capitalism,” 21 Ekim 2020, BAR.
[54] Gabriel Rockhill, “The U.S. Did Not Defeat
Fascism in WWII, It Discretely Internationalized It,” 16 Ekim 2020, Counterpunch.
[55] “Etiyopya’da işlenen o korkunç savaş
suçlarından sorumlu olan ve uzun süre Benito Mussolini ile birlikte çalışan
Mareşal Pietro Badoglio, faşizm sonrası İtalya’da ilk kurulan hükümetin başına
geçmesine izin verildi. İtalya’nın kurtarılmış olan kısmında yeni sisteme
eskisi gibi şüpheyle yaklaşılıyordu, dolayısıyla buradaki insanlar yeni düzeni
‘Mussolini’siz faşizm (fascismo senza Mussolini] olarak tarif
ediyorlardı.” (Jacques R. Pauwels, The Myth of the Good War [Toronto:
Lorimer, 2015], s. 119).
[56] Bkz.: Dunbar-Ortiz, An Indigenous
Peoples’ History of the United States ve Smith, Endless
Holocausts.
[57] George L. Jackson, Blood in My Eye (Baltimore:
Black Classic Press, 1990), s. 9.
[58] Örneğin bkz.: James Q. Whitman, Hitler’s
American Model (Princeton: Princeton University Press, 2018).
[59] Bkz.: John Bellamy Foster, Trump in the
White House: Tragedy and Farce (New York: Monthly Review Press, 2017), MR.
[60] Bkz.: Gabriel Rockhill, “Nazis in Ukraine:
Seeing through the Fog of the Information War,” 30 Mart 2022, Liberation.
[61] Bkz.: Gabriel Rockhill, “Lessons from
January 6th: An Inside Job,” 18 Şubat 2022, CounterPunch.
[62] Anna Massoglia, “Details of the Money behind
Jan. 6 Protests Continue to Emerge,” 25 Ekim 2021, OpenSecrets.
[63] Yayına Hz.: Alan MacLeod, Propaganda in
the Information Age: Still Manufacturing Consent (New York: Routledge,
2019).
[64] Bu sık sık alıntılanan ifadenin kökeniyle
ilgili bir tartışma için bkz.: Tony Brasunas, “Is the CIA Trying to Deceive All
Americans?,” 9 Şubat 2023, Tonybrasunas.
[65] Bkz.: criticaltheoryworkshop.
[66] Bkz.: Cheng Enfu, China’s Economic
Dialectic (New York: International Publishers, 2021).
[67] ABD’nin en önemli Marksistlerin biri olan
John Bellamy Foster, bu üç alanla ilgili oldukça önemli çalışmalara imza atmış
bir isimdir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder