İnsanlık
tarihinin seyri, yeni fikirlerin ortaya çıkışıyla şekillenmiştir. Bu yeni
fikirlerin amacı, günümüz toplumunu etkileyen ve çoğu zaman insana ait çabaların
kapasitesini sınırlayan, ilerlemeyi engelleyen ve çoğunlukla yoksulluk, baskı
ve önyargı biçiminde ortaya çıkan talihsizliği yaygınlaştıran sorunlara
çözümler sunmaktır.
Dolayısıyla
yeni fikirler, insan ırkının bir tür olarak sürekli gelişimi için elzemdir. On
sekizinci yüzyılın sonunda, insanlık onurunu ayaklar altına alan derebeylik
düzeninin bağrından dinamik kapitalizmin ortaya çıkışı, bu tür bir gelişimin
tarihsel örneğidir; tıpkı bu ekonomik gelişmelere eşlik eden Avrupa’daki
liberal siyasi ideolojinin açığa çıkışı gibi. Çoğu Avrupa toplumu, milattan
sonra beşinci yüzyıldan beri içinde bulunduğu kemikleşmiş, feodal düzenden
uzaklaşılmıştır.
Bugün
Batı toplumunda bu türden bir değişimi gözlemliyoruz: ulusal sınırlar dâhilinde
azınlık gruplarına, özellikle de çoğunluktan farklı etnik kökenlere sahip
olanlara karşı devletin uyguladığı baskı ve önyargılar, redde tabi tutuluyor.
İkinci
Dünya Savaşı’nın yol açtığı dehşet ve Nazilerin Avrupa’daki Yahudi, Roman,
Sinti, eşcinsel, akıl hastası ve Slav topluluklarını yok etme girişimleri, yirminci
yüzyılın ilk yarısında Batı’nın siyasi deneyiminin çoğunu tanımlayan bu uğursuz
temanın şüphesiz en uç ve çarpıcı örneğidir. Ancak gene de, dünyanın özgürlük
feneri olan ABD’nin nüfusunun neredeyse %10’una (anavatanından koparılan ve
insanlık tarihinin tartışmasız en büyük ekonomisini inşa eden bir köleliğe mahkûn
edilen nüfusa) insanlık dışı muamele ettiğini, Güney’deki Jim Crow yasaları ve
Kuzey'deki genel kayıtsızlık üzerinden, Demokrat Başkan Lyndon B. Johnson
tarafından 1964’te İnsan Hakları Yasası çıkarılana dek “siyahların özgürlüğü”
kavramını ölümüne ezdiği gerçeğini asla hatırdan çıkarmamak gerekiyor.
O
zamandan beri, bu konudaki hâkim kültürel paradigma bir kez daha değişti. Neyse
ki, ABD’nin siyasi manzarası az da olsa sola kaydı. Demokrat Parti, 1964’te Afrikalı-Amerikalılar
arasında edindiği itibarı değerlendirerek, ülkedeki siyahi ve giderek artan
Hispanik azınlıkları güvenilir ve önemli bir oy bloğu olarak kullanıyor.
Azınlık sorunlarını modern ideolojik ilkelerinin ve seçim bildirgelerinin ön
saflarına yerleştiriyor. Sosyal adalete bağlılık, kültürel siyasi söylemin
ortak dili haline geldi. ABD’deki azınlık deneyimi, eğlence sektöründe giderek
daha önemli bir rol oynuyor.
* * *
Alman
filozof Georg Wilhelm Friedrich Hegel, 1807 tarihli Tinin Görüngübilimi
adlı kitabında, bu sürece “Diyalektik” adını vermiştir. Hegel, özün, bizim
durumumuzda tarihin özünün, tezler ve antitezler, yani çelişkili varoluş
durumları arasındaki çatışma süreci olduğunu, bunların birleşerek sentezler
oluşturduğunu, birbirlerinin mümkün olan en iyi yönlerini bir araya getirerek,
ilerlemenin seyrini yönlendirdiğini öne sürmüştür.
Hegel,
Diyalektiğin belirgin bir özelliğinin, önceki varoluş durumuna içkin sorunları
düzeltmeye çalışırken, fikirlerin aşırılıklara savrulma eğilimi gösterdiğini
söylemiştir. Oliver Cromwell’in Protektorası’nın püriten tiranlığının 1649’da
I. Charles’ın bohem monarşisini devirmesinin ardından İngiltere’de yaşanan,
felaketlere yol açan sarsıntı, bu konuda yerinde bir örnektir.
Oradan
hızla 2019’a sıçrayalım. Küreselleşmenin Batı’daki jeopolitik ve sosyoekonomik tezahürlerinin
yol açtığı etkiler ağırlığını yavaş yavaş yitirmeye başladı. ABD’de Başkan
Donald Trump’ın seçilmesi ve İngiliz seçmenlerin Avrupa Birliği’nden ayrılma
kararıyla somutlaşan popülizmin yeniden yükselişi, çağdaş Batı toplumunun
içinde bulunduğu diyalektik dönüşümün boyutunu gözler önüne seriyor.
Tüm
değişimlerde olduğu gibi, bu durumda da savaş sonrası liberal, enternasyonalist
fikir birliğinden uzaklaşma söz konusu; bu tepki, bizi yirminci yüzyılın
sonlarında kutsallaştırılan, doksanlarda Başkan Clinton ve Başbakan Blair’in yönetiminde
kurumsallaştırılan merkezi zeminden daha da uzaklaştırıyor gibi görünüyor.
Bu
tepki, hem Avrupa hem de Amerika’daki siyasi Sol’un büyük bir bölümünü ele
geçirdi. Sesi en çok çıkanların büyük bir kısmı (konuya biraz çelişkili yaklaşarak),
mevcut siyasi sistemimize (çoğunun, baskıcı yapısı sebebiyle küçümsediği siyasi
sisteme) yönelik varoluşsal tehdit olarak algıladıkları şeyden derin bir üzüntü
duyuyor.
Bunun
sonucunda, Sol’daki birçok kişi, geleneksel olarak muhafazakâr Sağ ile
ilişkilendirilen felsefi ve siyasi bakış açılarını benimsemeye başladı. Bu
durum, önde gelen kurumlarının çoğunun evrimleşen doğasından da anlaşılabilir.
Örneğin
ABD’de, Güney Eyaletleri Yoksulluk Hukuku Merkezi (SPLC) ve Amerikan Sivil
Özgürlükler Birliği (ACLU) gibi geleneksel olarak ilerici değerlerin
bayraktarları, özgürlük ve adalete olan geleneksel bağlılıklarından uzaklaşarak,
sansür ve ifade özgürlüğü gibi konularda gerici tutumlar benimsediler. 1920’lerde
bir dizi önemli davada, Amerikan işçi hareketi içerisinde çalışan solcuların
engellenmeden konuşma haklarını savunduğu gerekçesiyle öne çıkan bir kuruluş
olarak ACLU, Haziran 2018’de, ifade özgürlüğünün, marjinalleştirilmiş (diğer
adıyla azınlık) grupların haklarına tehdit teşkil ettiği görüşünü destekledi.
* * *
Sansürü
savunmak, Sol’un Sağ’a doğru kaydığının tek göstergesi değil. Bu Yeni Sol’un “Faşist”
ve “Nazi” olarak yaftaladığı ilerici değerlere muhalif olanlara yönelik siyasi
şiddeti desteklemek ve takdir etmek, etkili çevrelerde giderek daha popüler
hale gelen bir tavır.
Bu
noktada, hem Wall Street Journal’a hem de Twitter cemaatinin baş belası Quillette
isimli internet dergisine katkıda bulunan Amerikalı-Vietnamlı eşcinsel gazeteci
Andy Ngo’nun durumuna bakmak gerekiyor. Muhafazakâr bir düşünür olarak Ngo,
yakın zamanda Amerikan Alternatif Sağ’ının kendini beğenmiş, tipik bir milenyum
kuşağı üyesi olan Proud Boys’un Oregon eyaletinin Portland şehrinde düzenlediği
gösteriye katıldı.
Gösteriye,
kendilerine “zayıfların savunucuları” unvanını veren, son üç yıldır bu rolü
siyah teçhizat ve yüz maskeleri, levye ve beyzbol sopalarıyla icra eden başka
bir grup da katıldı. Emir erlerinden oluşan grubun tespitine göre, Bruce Wayne’den
yalnızca toprağın ve servetin yeniden dağıtımı konusunda ayrışıyorlardı. Bu grubun
adı “Antifa”ydı.
Beklendiği
gibi, Portland belediyesi yetkililerinin etkinliğe etkili bir şekilde müdahale
etmemeleri sebebiyle, hem Proud Boys hem de Antifa arasında şiddetli bir
çatışmaya tanık olundu. Her iki tarafta da çok sayıda yaralı vardı, ancak günün
en önemli kaybı şüphesiz ki Ngo’ydu. Gazeteci, çok sayıda Antifa saldırganı
tarafından feci şekilde dövüldü ve beyin kanaması geçirerek hastaneye
kaldırıldı. Saldırganlar, Portland Emniyet Müdürlüğü’ne göre, aşındırıcı ve
çabuk kuruyan çimento içeren milkshake'leri adamın üzerine dökerek, ondaki ağır
fiziksel yaraların daha da çoğalmasına sebep olmuşlardı.
Böylesine
küstah bir saldırının, Amerika’nın o çok övülen ve övünülen “özgür basın”ının (ki
özgürlüğü bizzat Beyaz Saray eliyle kısıtlanıyor) bir üyesini hedef almasının
ardından, her siyasi görüşten üst düzey kamu figürünün saldırganları hep bir
ağızdan, net ifadelerle kınamasını beklerdik. Ne de olsa, özgür basın ve
gazetecilerin görevlerini güvenli bir şekilde yerine getirebilme hakkı, her
medeni toplumun temel ilkelerinden biridir.
Ama
böyle bir şey olmadı. Saldırının hemen ardından, Bay Ngo, sarsılmış haliyle
yüklediği video ile saldırıyı kamuoyuna duyurdu. Bunun üzerine birkaç önde
gelen solcu isim ve platform, o aşina olduğumuz zihin jimnastiği egzersizlerine
başladı. Kelimelere taklalar attıran bu solcular Antifa’nın eylemlerini açıkça
kınamayı reddettiler, olayla ilgili resmi polis raporunun geçerliliğini
sorguladılar, Ngo’nun siyasi eğilimi ve etkinliğe katılımı üzerinden, bir
şekilde "bu dayağı istediği” imasında bulundular.
Guardian gazetesi
ve bu gazetede çalışan Jason Wilson, Ngo’nun olayları hatırlamasına şüpheyle
yaklaştı. Wilson, Portland Emniyet Müdürlüğü’nün Antifa karşıtı gösteriye
katılanların çabuk kuruyan çimento kullandığı iddiasının “şüpheli” olduğunu öne
sürdü. Wilson aynı makalede, yeni trend olan “milkshake”yi “sembolik bir silah”
olarak da nitelendirmekten geri durmadı.
Dahası,
prestijli kabul edilen New York Times gazetesinde Mike Baker, polisin
çabuk kuruyan çimento ile ilgili raporunun geçerliliğini sorguladı. Hatta şehrin
polis teşkilatının Aşırı Sağcı Proud Boys grubuyla “dost” olduğunu iddia edecek
kadar ileri gitti. Aynı yayın organı, aynı hafta içinde Antifa’ya,
motivasyonlarına ve eylemlerine sempatiyle yaklaşan bir analize yer verdi.
Ngo
olayının ardından Twitter’a göz gezdirdiğinizde, ana akım Sol’a ait kurumlar
olarak görülen yayınların sosyal medya platformlarındaki yazılarında benzer
türde tepkiler verdiklerini görürsünüz. Bu tepki, ilerici siyasetin sağlığına
dair çok şey söylüyor.
* * *
Görünen
o ki, siyasi Sol’un diline, toplumda sürekli mağdur edilen kesimlerin
çıkarlarını temsil ettiği iddiasında bulunan haberci-yorumcu sınıfı hâkim. İlginç
olan şu ki bu sınıf, büyük ölçüde etnik olarak beyaz, orta sınıf ve üniversite
mezunu kişilerden oluşuyor. Bu sınıf, muhtemelen, torunlarının azınlıklara
yönelik uyguladığı o gerçek ve acımasız zulümde oynadıkları rolden dolayı
uzlaşmaz bir suçluluk duygusuyla bimar olmuş eski burjuvaziye denk düşmektedir.
Bu,
bizi Hegel’in bilgeliğine ve onun tarihin Diyalektik seyrine dair analizine yeniden
bakmaya mecbur eden bir gerçeklik.
Amerika’daki
mutlak demokrasi mabedine son darbeyi vuran İnsan Hakları Kanunu, henüz daha 55
yaşında. Toplumsal gelişim açısından, mevzuatın etkileri, henüz başlangıç aşamasında ve eşitlik yolunda kaydettiğimiz ilerlemelerin korunmasını sağlamak için hâlâ güçlendirilmeye ve geliştirilmeye ihtiyaç duyuyor.
Bana
öyle geliyor ki, şu an tarihsel gelişimdeki gerici sarsıntıya tanıklık ediyoruz.
Neyse ki, azınlığı oluşturan bizlerin marjinalleşmesiyle karakterize edilen
insani gelişim aşamasından çıktık. Sonuç olarak, belirli bir sınıf, bu yeni
Varoluş halinin en radikal uçlarında bir konum edindi ve bunu yaparken,
büyüklerinin üstesinden gelmek için çok çaba sarf ettiği konumun tatsız
yönlerinden bazılarını da beraberinde götürdü.
Medeni
toplumlarda siyasal şiddete yer yoktur, şiddeti kışkırtmayan konuşmalar,
milyarlarca insana bilgi aktarımından sorumlu özel tekeller tarafından
sansürlenmemelidir.
Hegel’in
önerdiği gibi, tarihin o baş döndürücü, iniş çıkışlı seyrinde sahip olduğumuz konumumuzu
kabul etmeli, söylem ve akıl yürütme konusundaki insani becerimizi, gelişim
sahnesinde önceden sahip olduğumuz konumumuzun potansiyellerinin yeni ve
geliştirilmiş bir biçimde hayata geçirilmesini ifade eden Reddiye’yi,
olumsuzlamayı gerçekleştirmek için kullanmalıyız.
Hegel’in
de ağzından döküleceğine inandığım şu sözü aktarmak isterim: Siyasi olarak aynı
fikirde olmadığımız kişilere süt bazlı şekerleme içecekleri fırlatmamalıyız.
Sol
ve Sosyalizm, mevcut ekonomik paradigmamızda ortaya çıkan, giderek varoluşumuzu
tehdit eden sorunlara birçok çözüm sunuyor. Bu konumu makul bir yaklaşımla savunanlar,
sosyal medya siyasetinin kusurlu ortamında var olan bu fazlasıyla yaygaracı grupların,
solcu siyasi söylemin biçimini belirlemesine izin vermemeli.
Uzun
zamandır özgürlük ve eşitlik düşmanları tarafından kullanılan taktiklerin sola
taşınmasına gür bir sesle itiraz etmeliyiz. Sansür ve siyasi şiddet
savunucularına, yakın zamana kadar Sol görüşlülerin karakteristik özelliği olan
belagatli ve nüktedan bir üslupla, hak ettikleri alayla muamele edilmelidir.
Hegel’e
yeniden bakalım. Diyalektikle yeniden hemhal olalım ve bir zahmet o milkshake’leri
kapı önüne bırakalım.
Samuel Bate-Francis
6
Temmuz 2019
Kaynak


0 Yorum:
Yorum Gönder