14 Kasım 2025

Sol, Hegel, Diyalektik

İnsanlık tarihinin seyri, yeni fikirlerin ortaya çıkışıyla şekillenmiştir. Bu yeni fikirlerin amacı, günümüz toplumunu etkileyen ve çoğu zaman insana ait çabaların kapasitesini sınırlayan, ilerlemeyi engelleyen ve çoğunlukla yoksulluk, baskı ve önyargı biçiminde ortaya çıkan talihsizliği yaygınlaştıran sorunlara çözümler sunmaktır.

Dolayısıyla yeni fikirler, insan ırkının bir tür olarak sürekli gelişimi için elzemdir. On sekizinci yüzyılın sonunda, insanlık onurunu ayaklar altına alan derebeylik düzeninin bağrından dinamik kapitalizmin ortaya çıkışı, bu tür bir gelişimin tarihsel örneğidir; tıpkı bu ekonomik gelişmelere eşlik eden Avrupa’daki liberal siyasi ideolojinin açığa çıkışı gibi. Çoğu Avrupa toplumu, milattan sonra beşinci yüzyıldan beri içinde bulunduğu kemikleşmiş, feodal düzenden uzaklaşılmıştır.

Bugün Batı toplumunda bu türden bir değişimi gözlemliyoruz: ulusal sınırlar dâhilinde azınlık gruplarına, özellikle de çoğunluktan farklı etnik kökenlere sahip olanlara karşı devletin uyguladığı baskı ve önyargılar, redde tabi tutuluyor.

İkinci Dünya Savaşı’nın yol açtığı dehşet ve Nazilerin Avrupa’daki Yahudi, Roman, Sinti, eşcinsel, akıl hastası ve Slav topluluklarını yok etme girişimleri, yirminci yüzyılın ilk yarısında Batı’nın siyasi deneyiminin çoğunu tanımlayan bu uğursuz temanın şüphesiz en uç ve çarpıcı örneğidir. Ancak gene de, dünyanın özgürlük feneri olan ABD’nin nüfusunun neredeyse %10’una (anavatanından koparılan ve insanlık tarihinin tartışmasız en büyük ekonomisini inşa eden bir köleliğe mahkûn edilen nüfusa) insanlık dışı muamele ettiğini, Güney’deki Jim Crow yasaları ve Kuzey'deki genel kayıtsızlık üzerinden, Demokrat Başkan Lyndon B. Johnson tarafından 1964’te İnsan Hakları Yasası çıkarılana dek “siyahların özgürlüğü” kavramını ölümüne ezdiği gerçeğini asla hatırdan çıkarmamak gerekiyor.

O zamandan beri, bu konudaki hâkim kültürel paradigma bir kez daha değişti. Neyse ki, ABD’nin siyasi manzarası az da olsa sola kaydı. Demokrat Parti, 1964’te Afrikalı-Amerikalılar arasında edindiği itibarı değerlendirerek, ülkedeki siyahi ve giderek artan Hispanik azınlıkları güvenilir ve önemli bir oy bloğu olarak kullanıyor. Azınlık sorunlarını modern ideolojik ilkelerinin ve seçim bildirgelerinin ön saflarına yerleştiriyor. Sosyal adalete bağlılık, kültürel siyasi söylemin ortak dili haline geldi. ABD’deki azınlık deneyimi, eğlence sektöründe giderek daha önemli bir rol oynuyor.

* * *

Alman filozof Georg Wilhelm Friedrich Hegel, 1807 tarihli Tinin Görüngübilimi adlı kitabında, bu sürece “Diyalektik” adını vermiştir. Hegel, özün, bizim durumumuzda tarihin özünün, tezler ve antitezler, yani çelişkili varoluş durumları arasındaki çatışma süreci olduğunu, bunların birleşerek sentezler oluşturduğunu, birbirlerinin mümkün olan en iyi yönlerini bir araya getirerek, ilerlemenin seyrini yönlendirdiğini öne sürmüştür.

Hegel, Diyalektiğin belirgin bir özelliğinin, önceki varoluş durumuna içkin sorunları düzeltmeye çalışırken, fikirlerin aşırılıklara savrulma eğilimi gösterdiğini söylemiştir. Oliver Cromwell’in Protektorası’nın püriten tiranlığının 1649’da I. Charles’ın bohem monarşisini devirmesinin ardından İngiltere’de yaşanan, felaketlere yol açan sarsıntı, bu konuda yerinde bir örnektir.

Oradan hızla 2019’a sıçrayalım. Küreselleşmenin Batı’daki jeopolitik ve sosyoekonomik tezahürlerinin yol açtığı etkiler ağırlığını yavaş yavaş yitirmeye başladı. ABD’de Başkan Donald Trump’ın seçilmesi ve İngiliz seçmenlerin Avrupa Birliği’nden ayrılma kararıyla somutlaşan popülizmin yeniden yükselişi, çağdaş Batı toplumunun içinde bulunduğu diyalektik dönüşümün boyutunu gözler önüne seriyor.

Tüm değişimlerde olduğu gibi, bu durumda da savaş sonrası liberal, enternasyonalist fikir birliğinden uzaklaşma söz konusu; bu tepki, bizi yirminci yüzyılın sonlarında kutsallaştırılan, doksanlarda Başkan Clinton ve Başbakan Blair’in yönetiminde kurumsallaştırılan merkezi zeminden daha da uzaklaştırıyor gibi görünüyor.

Bu tepki, hem Avrupa hem de Amerika’daki siyasi Sol’un büyük bir bölümünü ele geçirdi. Sesi en çok çıkanların büyük bir kısmı (konuya biraz çelişkili yaklaşarak), mevcut siyasi sistemimize (çoğunun, baskıcı yapısı sebebiyle küçümsediği siyasi sisteme) yönelik varoluşsal tehdit olarak algıladıkları şeyden derin bir üzüntü duyuyor.

Bunun sonucunda, Sol’daki birçok kişi, geleneksel olarak muhafazakâr Sağ ile ilişkilendirilen felsefi ve siyasi bakış açılarını benimsemeye başladı. Bu durum, önde gelen kurumlarının çoğunun evrimleşen doğasından da anlaşılabilir.

Örneğin ABD’de, Güney Eyaletleri Yoksulluk Hukuku Merkezi (SPLC) ve Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği (ACLU) gibi geleneksel olarak ilerici değerlerin bayraktarları, özgürlük ve adalete olan geleneksel bağlılıklarından uzaklaşarak, sansür ve ifade özgürlüğü gibi konularda gerici tutumlar benimsediler. 1920’lerde bir dizi önemli davada, Amerikan işçi hareketi içerisinde çalışan solcuların engellenmeden konuşma haklarını savunduğu gerekçesiyle öne çıkan bir kuruluş olarak ACLU, Haziran 2018’de, ifade özgürlüğünün, marjinalleştirilmiş (diğer adıyla azınlık) grupların haklarına tehdit teşkil ettiği görüşünü destekledi.

* * *

Sansürü savunmak, Sol’un Sağ’a doğru kaydığının tek göstergesi değil. Bu Yeni Sol’un “Faşist” ve “Nazi” olarak yaftaladığı ilerici değerlere muhalif olanlara yönelik siyasi şiddeti desteklemek ve takdir etmek, etkili çevrelerde giderek daha popüler hale gelen bir tavır.

Bu noktada, hem Wall Street Journal’a hem de Twitter cemaatinin baş belası Quillette isimli internet dergisine katkıda bulunan Amerikalı-Vietnamlı eşcinsel gazeteci Andy Ngo’nun durumuna bakmak gerekiyor. Muhafazakâr bir düşünür olarak Ngo, yakın zamanda Amerikan Alternatif Sağ’ının kendini beğenmiş, tipik bir milenyum kuşağı üyesi olan Proud Boys’un Oregon eyaletinin Portland şehrinde düzenlediği gösteriye katıldı.

Gösteriye, kendilerine “zayıfların savunucuları” unvanını veren, son üç yıldır bu rolü siyah teçhizat ve yüz maskeleri, levye ve beyzbol sopalarıyla icra eden başka bir grup da katıldı. Emir erlerinden oluşan grubun tespitine göre, Bruce Wayne’den yalnızca toprağın ve servetin yeniden dağıtımı konusunda ayrışıyorlardı. Bu grubun adı “Antifa”ydı.

Beklendiği gibi, Portland belediyesi yetkililerinin etkinliğe etkili bir şekilde müdahale etmemeleri sebebiyle, hem Proud Boys hem de Antifa arasında şiddetli bir çatışmaya tanık olundu. Her iki tarafta da çok sayıda yaralı vardı, ancak günün en önemli kaybı şüphesiz ki Ngo’ydu. Gazeteci, çok sayıda Antifa saldırganı tarafından feci şekilde dövüldü ve beyin kanaması geçirerek hastaneye kaldırıldı. Saldırganlar, Portland Emniyet Müdürlüğü’ne göre, aşındırıcı ve çabuk kuruyan çimento içeren milkshake'leri adamın üzerine dökerek, ondaki ağır fiziksel yaraların daha da çoğalmasına sebep olmuşlardı.

Böylesine küstah bir saldırının, Amerika’nın o çok övülen ve övünülen “özgür basın”ının (ki özgürlüğü bizzat Beyaz Saray eliyle kısıtlanıyor) bir üyesini hedef almasının ardından, her siyasi görüşten üst düzey kamu figürünün saldırganları hep bir ağızdan, net ifadelerle kınamasını beklerdik. Ne de olsa, özgür basın ve gazetecilerin görevlerini güvenli bir şekilde yerine getirebilme hakkı, her medeni toplumun temel ilkelerinden biridir.

Ama böyle bir şey olmadı. Saldırının hemen ardından, Bay Ngo, sarsılmış haliyle yüklediği video ile saldırıyı kamuoyuna duyurdu. Bunun üzerine birkaç önde gelen solcu isim ve platform, o aşina olduğumuz zihin jimnastiği egzersizlerine başladı. Kelimelere taklalar attıran bu solcular Antifa’nın eylemlerini açıkça kınamayı reddettiler, olayla ilgili resmi polis raporunun geçerliliğini sorguladılar, Ngo’nun siyasi eğilimi ve etkinliğe katılımı üzerinden, bir şekilde "bu dayağı istediği” imasında bulundular.

Guardian gazetesi ve bu gazetede çalışan Jason Wilson, Ngo’nun olayları hatırlamasına şüpheyle yaklaştı. Wilson, Portland Emniyet Müdürlüğü’nün Antifa karşıtı gösteriye katılanların çabuk kuruyan çimento kullandığı iddiasının “şüpheli” olduğunu öne sürdü. Wilson aynı makalede, yeni trend olan “milkshake”yi “sembolik bir silah” olarak da nitelendirmekten geri durmadı.

Dahası, prestijli kabul edilen New York Times gazetesinde Mike Baker, polisin çabuk kuruyan çimento ile ilgili raporunun geçerliliğini sorguladı. Hatta şehrin polis teşkilatının Aşırı Sağcı Proud Boys grubuyla “dost” olduğunu iddia edecek kadar ileri gitti. Aynı yayın organı, aynı hafta içinde Antifa’ya, motivasyonlarına ve eylemlerine sempatiyle yaklaşan bir analize yer verdi.

Ngo olayının ardından Twitter’a göz gezdirdiğinizde, ana akım Sol’a ait kurumlar olarak görülen yayınların sosyal medya platformlarındaki yazılarında benzer türde tepkiler verdiklerini görürsünüz. Bu tepki, ilerici siyasetin sağlığına dair çok şey söylüyor.

* * *

Görünen o ki, siyasi Sol’un diline, toplumda sürekli mağdur edilen kesimlerin çıkarlarını temsil ettiği iddiasında bulunan haberci-yorumcu sınıfı hâkim. İlginç olan şu ki bu sınıf, büyük ölçüde etnik olarak beyaz, orta sınıf ve üniversite mezunu kişilerden oluşuyor. Bu sınıf, muhtemelen, torunlarının azınlıklara yönelik uyguladığı o gerçek ve acımasız zulümde oynadıkları rolden dolayı uzlaşmaz bir suçluluk duygusuyla bimar olmuş eski burjuvaziye denk düşmektedir.

Bu, bizi Hegel’in bilgeliğine ve onun tarihin Diyalektik seyrine dair analizine yeniden bakmaya mecbur eden bir gerçeklik.

Amerika’daki mutlak demokrasi mabedine son darbeyi vuran İnsan Hakları Kanunu, henüz daha 55 yaşında. Toplumsal gelişim açısından, mevzuatın etkileri, henüz başlangıç aşamasında ve eşitlik yolunda kaydettiğimiz ilerlemelerin korunmasını sağlamak için hâlâ güçlendirilmeye ve geliştirilmeye ihtiyaç duyuyor.

Bana öyle geliyor ki, şu an tarihsel gelişimdeki gerici sarsıntıya tanıklık ediyoruz. Neyse ki, azınlığı oluşturan bizlerin marjinalleşmesiyle karakterize edilen insani gelişim aşamasından çıktık. Sonuç olarak, belirli bir sınıf, bu yeni Varoluş halinin en radikal uçlarında bir konum edindi ve bunu yaparken, büyüklerinin üstesinden gelmek için çok çaba sarf ettiği konumun tatsız yönlerinden bazılarını da beraberinde götürdü.

Medeni toplumlarda siyasal şiddete yer yoktur, şiddeti kışkırtmayan konuşmalar, milyarlarca insana bilgi aktarımından sorumlu özel tekeller tarafından sansürlenmemelidir.

Hegel’in önerdiği gibi, tarihin o baş döndürücü, iniş çıkışlı seyrinde sahip olduğumuz konumumuzu kabul etmeli, söylem ve akıl yürütme konusundaki insani becerimizi, gelişim sahnesinde önceden sahip olduğumuz konumumuzun potansiyellerinin yeni ve geliştirilmiş bir biçimde hayata geçirilmesini ifade eden Reddiye’yi, olumsuzlamayı gerçekleştirmek için kullanmalıyız.

Hegel’in de ağzından döküleceğine inandığım şu sözü aktarmak isterim: Siyasi olarak aynı fikirde olmadığımız kişilere süt bazlı şekerleme içecekleri fırlatmamalıyız.

Sol ve Sosyalizm, mevcut ekonomik paradigmamızda ortaya çıkan, giderek varoluşumuzu tehdit eden sorunlara birçok çözüm sunuyor. Bu konumu makul bir yaklaşımla savunanlar, sosyal medya siyasetinin kusurlu ortamında var olan bu fazlasıyla yaygaracı grupların, solcu siyasi söylemin biçimini belirlemesine izin vermemeli.

Uzun zamandır özgürlük ve eşitlik düşmanları tarafından kullanılan taktiklerin sola taşınmasına gür bir sesle itiraz etmeliyiz. Sansür ve siyasi şiddet savunucularına, yakın zamana kadar Sol görüşlülerin karakteristik özelliği olan belagatli ve nüktedan bir üslupla, hak ettikleri alayla muamele edilmelidir.

Hegel’e yeniden bakalım. Diyalektikle yeniden hemhal olalım ve bir zahmet o milkshake’leri kapı önüne bırakalım.

Samuel Bate-Francis
6 Temmuz 2019
Kaynak

0 Yorum: