Filistinliler
ve yoldaşları, kontrolsüz işleyen Siyonist zulmünün tehlikeleri konusunda onlarca
yıldır uyarılarda bulunuyorlar. Anlamlı bir muhalefet olmadan, onların
entrikalarının, kendi vaatlerini asla yerine getiremeyen bir sivil özgürlükler
rejiminin tamamen çökmesine yol açacağını her fırsatt dile getirip duruyoruz.
Bu,
kolaylıkla yapılabilecek bir tahmin aslında, zira Siyonistler, elli yıl boyunca
akademiyi Filistinlilere düşman kıldılar, sayısız öğretim üyesinin işe
alınmasına veya terfi etmesine mani oldular, öğrencileri ve öğretim
görevlilerini fişleyerek onların işten çıkartılmalarını sağladılar veya iş
bulmaları önüne engeller diktiler. Siyasi yelpazede yer alan her türden
gericiyle yan yana geldiler. “Antisemitizm”in sürekli arttığına dair yazılar
yazdılar. Güçlü ve faal bağışçıları sayesinde idari karar alma süreçlerini
etkilediler. Ayrıca, anti-siyonist profesörlerin sınıflarına casuslar
gönderdiler. Tüm bunların üzerine bir de bu internet çağında, saldırılarından
zarar gören insanlara ırkçı hakaretler yağdırmak için trol orduları kurdular.
Bölgeyi
ve etnisiteyi çalışanların arttığı koşullarda “İsrail Çalışmaları” alanında
onlarca kürsünün faal olmasına karşın, Filistin’e tahsis edilmiş çok az fakülte
bölümü var. Kampüsler, Siyonist söylemleri yaymaya ve dolayısıyla İsrail’i
eleştiren her türlü söylemi veya faaliyeti susturmaya kararlı kuruluşlarla dolu.
Fonlarının kesintiye uğrayacağı tehdidi karşısında politikacılardan bağlılık
yemini etmeleri bekleniyor. Hükümetle bağlantıları olan kuruluşlar, BDS
örgütçülerine karşı açılan davaları finanse ediyorlar. Kampüsteki bu Siyonist
varlığın ne kadar kapsamlı, ne kadar saldırgan ve ne kadar dizginsiz olduğunu
tarif etmek gerçekten zor. Üstelik 7 Ekim 2023 öncesi de bu şekildeydi.
Buna
karşın, kendilerini sivil özgürlükçü olarak gören birçok akademisyen,
uyarılarımızı paranoyakça veya hayal ürünü olarak nitelendirdi. Ya da uyarıları
Arap barbarlığının bir başka kanıtı olarak yorumladı. “Araplar, ifade
hürriyetinin nasıl işlediğini anlamıyorlar! Kültürleri demokrasiyle bağdaşmıyor!
Diyaloga inanmıyorlar!” deyip durdular. Görünen o ki, uyarılarımızın hiçbiri
işe yaramamış.
Siyonizmin
dizginlenemeyen zulmüne dair uyarılara kulak tıkayanların tek derdi, “iptal
kültürü”ydü. Oysa bu iptal kültürü de Siyonistlerin bir girişimiydi. Büyük ölçüde
internette, uzmanların ve başarısız akademisyenlerin kariyer inşa etmek için
kullandığı bir yöntemdi. Bu olgu esasında, ona dikkatle yaklaşan herkes için alenen
gericiydi. Hikâyeyi başlatan ve sonra yayan Siyonist palavracıların konumlandıkları
yerler göz önüne alındığında, tek bir bakış bile gerçeği yarım yamalak ayırt
edebilen herkes için uyarıcı olabilmeliydi.
Artık
geldiğimiz nokta şurası: Yöneticiler, idareciler, politikacılar, lobiciler,
danışmanlar ve teknokratlardan oluşan bir koalisyon sayesinde, sivil
özgürlüklerin yok edilmesi süreci neredeyse tamamlandı. Filistin, tahmin
edildiği gibi, bu yıkımın ön saflarında yer aldı. İptal kültürünün önde gelen
isimleri, gerçek bir işin asla karşılayamayacağı kadar fazla abonelik geliri
elde etmişken, Eisenhower döneminden bu yana yaşanan en büyük baskı döneminde birden
“ifade özgürlüğü”nden rahatsızlık duymaz oldular.
* * *
Etkili
direniş, gerçeğe dair etkin bir bilinçle başlar. Küresel Kuzey’de anti-siyonizm,
sadece İsrail’in emriyle zulme uğramıyor. Siyonizmin gerçekleştirdiği son seferberlik,
egemen sınıfın birikiminin önündeki her türlü engeli ortadan kaldırmak için on
yıllardır süren bir çabanın önündeki engelleri kaldırdı. Siyonizm ile mevcut ABD’deki
Trump kâbusu arasında simbiyotik bir ilişki söz konusu.
Amerikan
istisnacılığına yönelik köklü bir eğilimi yüceltip duran, moda halini almış kelimelere
şüpheyle yaklaşmak gerekiyor: “Demokrasi”. “İnsan hakları”. “İfade özgürlüğü”. “Uluslararası
hukuk”. Bu kelimeler, kulağa hoş geliyor ve teorik olarak yaşanabilir bir
dünyayı temsil ediyor, ancak pratikte Batı emperyalizminin kültürüyle iç içe
geçmiş durumdalar. Faaliyet gösterdikleri alan, onları tüm iyiliksever
özelliklerinden arındırıyor. Bunun yerine, askeri müdahalenin, gerici
popülizmin, radikal enerjinin devşirilmesinin ve düşman ülkelerde darbelerin
göstergeleri haline geliyorlar. Filistin’in kurtuluşu farklı bir alanda
gerçekleşecek.
Dahası,
bu moda kelimeler, seferberlik için zayıf bir temel oluşturuyorlar. Bizi ezilenlerle
ve mahrumlarla birlikte düşünmemize mani olacak zincirlerden kurtarmak yerine,
ABD’nin Küresel Güney’e müdahalesi için sunulan gerekçeler listesine
ekleniyorlar. Oysa farklı kıtalarda, çoğu Filistin’den ve pek çoğu da ötesinden
gelen, yıkıcılık ve direniş üzerine parlak teoriler sunan militan düşünce
gelenekleri mevcut. Bu gelenek, devrim ihtimalleri dünyasını anlatıyor. Batı
liberalizminin güçsüz ve etkisiz klişelerini yeniden kullanmamıza gerek yok.
O
halde, ABD sistemi içerisinde çalışma yürütmenin bir anlamı yok, bu çalışma,
aynı zamanda zararlı.
İsrail,
şu anda Filistinlileri soykırım yoluyla yok ediyor. Batı’da sırf kendisini “anti-siyonist”
olarak tanımlayanlar, sonu yenilgi olan reel politika oyununa katılacaklar veya
devlet kademelerinde bir mevki elde edecekler diye Filistin’den mahrum kalacak
değiliz.
Batı’daki
Filistin’le dayanışma hareketinin önemli bir kısmı, yerli halkın da o çok
duyduğumuz, ulaşılması zor “hakları” ve “yasaları” hak ettiği önermesini temel
alıyor. Bu demokrat söylem, görünüşe göre, kitlelerin dilinden iktidarın
kulağına ulaşıyor. Bu noktada hareket, yerlilerin asla duyulması veya dâhil
edilmesinin amaçlanmadığını, aslında sistemin onları dışlamak için dikkatlice
tasarlandığını daha iyi anlamalıdır.
Şu
anda ABD’ye baktığımızda, “Hangi demokrasi? Hangi yasa? Nerede ifade özgürlüğü?
Kimin insan hakları?” sorularının cevabını merak ediyoruz. Eğer bu varoluşsal
sorunları metropolde bulamıyorsak, çevrede de bulamayız.
* * *
Kapitalist
toplumlarda ifade özgürlüğünü, adaletsiz bir siyasi ekonominin piyasa
talepleriyle sınırlı bir meta olarak düşünmek gerekiyor. Daha açık bir şekilde
ifade etmek gerekirse: Özgürlüğü bahşeden, Tanrı veya ülke değil, para ve güçtür.
Ticaret, ifade özgürlüğünden önce gelir; hatta hukuk sistemi bu ilkeyi
kanunlaştırmıştır. Emperyalizmin görevlerinden biri de, gerekirse hukuk dışı
yollarla muhalefeti ortadan kaldırmaktır. Bazen yasayı değiştirmek yeterli
olur.
İngiltere’deki
Filistin Hareketi örneğini ele alalım. Emperyalizme ait mekanizmayı baltalamak
için doğrudan eylemde bulunan üyeleri, sürekli tutuklanıyor, örgüt üyeleri
açılan davalardan zaferle çıkıyorlardı. Buna karşılık hükümet, Filistin Hareketi’ni
diğer gruplarla birlikte terör örgütü ilan etti. Böylece sorun çözüldü.
Bugünkü
baskının tüm gücüyle soykırıma karşı muhalefeti hedef alması, talihsizlik veya
tesadüf değildir. Siyonistler, her zaman konuşma özgürlüğü tekellerine almaya
çalışmışlardır, şimdiye dek bu konuda az çok başarılı da olmuşlardır. Bu,
mevcut soykırımın temel bir özelliğidir. Düşmanlarının sesini kısıp onları
suçlu ilân ederken, Siyonistler, ABD Kongresi’nde, Beyaz Saray’da, Kanada ve
İngiltere parlamentolarında, Alman meclisinde, Avrupa Birliği’nde, Arap Körfezi’ndeki
saraylarda, teknoloji üretimini esas alan ekonomik yapıda, üniversitelerin
idari bürolarında, orduda, istihbarat servislerinde ve silah üretim
endüstrisinde özgürce konuşabilmektedirler. Filistinlileri medya alanında
kazanç getiren kariyerler inşa etmek için bir tür basamak olarak kullananlar, onları
karalayıp kötülemektedirler. Elde ettikleri her başarı, Filistinlilere yönelik
zulmün doğrudan bir sonucudur. Gazze’deki soykırım, servetin emperyalist
merkezlerdeki iş dünyasında ve aydın sınıfında birikmesini sağlayan sürecin
önündeki engelleri ortadan kaldırmaktadır. Sıradan Filistinlilerin bu
beklenmedik kazancı bozmasına izin verilemez.
Bu
baskı, bir yandan da, birçok Batı toplumunun, aydın ve kültürlü olarak
kendilerine dair imajlarını şekillendiren Nazi hassasiyetlerini aşma
konusundaki yetersizliğini (veya isteksizliğini) de gözler önüne seriyor.
Soykırım karşıtı duyguları yok etmeye yönelik bu sistematik çaba, üstünlükçü
düşüncenin bir eseri olmaktan öte nedir ki? Buradaki zihniyet, servetin Küresel
Kuzey’e aktarılmasını her şeyin üstünde tutan bir dünya düzenini sürdürmektir.
Bu görevi, aşağı ırklara karşı köklü bir küçümseme olmadan başarmak
imkânsızdır.
Siyonistler,
kendi konuşma ve ifade özgürlüklerinin kısıtlanmasından şikâyet ediyorlar. Bu
da soykırımlarının bir özelliği. Onlarca yıldır, başkalarına yaptıkları
haksızlıkların kurbanı olarak konumlandılar. Ancak haklı olsalar bile, sempati
duymaları için hiçbir sebep yok. Ne de olsa, mevcut şiddetli baskı dönemine
öncülük edenler onlardı.
Baskının
en belirgin görüldüğü yer, muhtemelen kampüsler. Ancak baskı orada da kalmıyor.
Zenginler haricinde Amerikan yaşamının tüm yönlerini etkileyen vahşetin Gazze’deki
soykırımla somutlaştığını söylemek mümkün. Bu nedenle, bu soykırımı “bize
yabancı” bir mesele olarak görmek, pek akıl kârı değil. ABD kampüslerinin
faşizme hızla teslim olması, Filistin’deki akademi yok edilmeden mümkün
olamazdı.
* * *
Mevcut
dünya düzeni, Filistin’e kendi içinde yer açamaz. Filistin varlığını
sürdürürse, destekçilerine zulüm de devam edecektir. Demokrasi, insan hakları,
ifade özgürlüğü veya uluslararası hukukla ne kadar övünürseniz övünün, bu zulmü
durduramazsınız. Hatta bu kavramlar, zulmü daha iyi meşrulaştırmak için ihtiyaç
duyuldukça evrimleşecektir. Son elli yıl, bize bunun birçok örneğini sundu.
Filistin’e
verilen destek, özünde Batı’yı tahrip eden bir olgudur, çünkü İsrail, Avrupa ve
Amerika’nın kendilerine dair algıları için zaruridir. Filistin’e diğer
meselelerden bağımsız bir olgu olarak odaklanmamızın bir anlamı yoktur. Çünkü
Filistin’in kurtuluşu, kaçınılmaz olarak bir dünya inşa etme projesidir. Er ya
da geç, Filistin’e gösterilen ilgi, bizi dünya çapında birikim ve
mülksüzleştirme meseleleriyle yüzleşmeye zorlayacaktır. Nihayetinde bu ilgi, soykırıma
başından itibaren eşlik eden liberal demokrasi söylemine karşı şüpheciliğe yol
açmalıdır. Filistinlilere yönelik baskı, her şeyden önce Batı’nın bir tür
kendini koruma çabasıdır.
Solcu
düşünce liderleri, seçim fantezileri uğruna Filistin’e sırtlarını dönmeye fazlasıyla
istekliler. Bunun nedeni, sadece iktidar alanlarına duhul etme arzuları değil,
aynı zamanda ABD demokrasisinin özünde var olan erdeme olan köklü inançları. Bu
inançtan kurtulamadıkları için, Filistin’i en nihayetinde pragmatizm, nüfuz, iktidar
imkânlarına erişim veya yetişkin düşünce tarzı adına gözden çıkarıyorlar.
Bugüne
kadar Filistin’e sırt dönmenin, ABD’de sosyalizm davasına katkı sunduğunu
ortaya koyan tek bir kanıt bile yok elimizde. Aslında tüm kanıtlar, seçim
başarısının peşinden koşmanın, sıradan halka mensup eylemciler hilafına,
kariyeristler ve sınıf atlayıcıları için mükemmel sonuçlar ürettiğini ortaya koyuyor.
ABD solu içerisinde kendi medya organına ve ünlü yorumcularına sahip olup artık
birbirleriyle kavgalı olan kesimler, 2015-2016’da Bernie Sanders adına
yürütülen kampanyanın ürünüydü. Sanders’ı haklı olarak zayıf iradeli bir
Siyonist olarak nitelendirenler, zaten marjinalleşmiş solun kenarlarına
sürüldüler. Öyleyse, daha iyisini bildiklerini iddia edenlerin ABD’yi kurtarmaya
çalışmaya devam etmeleri kimseyi şaşırtmamalı.
Filistin,
daha ciddi bir çabayı hak ediyor, hatta talep ediyor. Filistin’i, hiçbir ahlaki
meşruiyeti bulunmayan, ona iliklerine dek düşman olan bir siyasi yapıya mahkûm
ve mecbur edemeyiz. Filistin’in hiçbir tereddüt veya sınırlama olmaksızın yücede
tutulduğu alanlar oluşturmalıyız. Bu alanların, insanlığın en iyi haline ev
sahipliği yapması boşuna değil.
İki
yıldır süren, acımasız bir zulümle sonuçlanan soykırım, ABD’deki insanların o alışıldık
ikiyüzlülüklere karşı daha az hoşgörülü olmalarına ve dünyanın sözde
demokrasilerinin sinsiliğine daha fazla duyarlılık göstermelerine sebep oldu.
Soykırımdan iyi bir şey çıkmaz, ancak bu artan şüphecilik gene de memnuniyet
verici bir gelişme.
Ama
New York’ta Zohran Mamdani adına yürütülen, büyük bir ilerleme emaresi olarak görülen
belediye başkanlığı kampanyası, bu gerekli şüpheciliği engelleme işlevi gördü.
Her geçen gün Bernie çılgınlığını yeniden dirilten kampanya, anti-siyonist
bilinç üzerinde olumsuz bir etkiye sahip. İsrail’e karşı daha güçlü bir duruşu
teşvik etmek (veya güçlendirmek) yerine, kampanya, insanların bir kez daha
Siyonistlerin yatıştırılmasını siyasi başarının gerekli bir koşulu olarak, siyasi
başarının ABD’deki sosyalistler için ne anlama geldiğini gerçekten sorgulamadan
savunmalarına yol açtı.
Ben,
burada oy verme işlemini veya bu seçim sürecine örgütlenmeyi eleştirmiyorum. Ben,
burada daha çok Filistin’in tek bir politikacının özel heva ve hevesine bağlı
olarak, bir halk hareketi tarafından nasıl araçsallaştırılabileceğine veya
küçültülebileceğine vurgu yapıyorum. Neticede Demokrat Parti’nin belirlediği
sınırlarda yürüyen Mamdani kampanyasını eleştirmek değil derdim. Ben, daha çok herkesi
bu kampanyanın anti-siyonizmin anlamlı bir ifadesi olduğuna ikna etmeye çalışan
palavracıları eleştiriyorum.
ABD’de
(ve daha geniş anlamda Batı’da) siyasi katılım üzerine düşünürken, aynı soruyu
sürekli sormak gerekiyor: “Yaklaşımımın hangi sonuçları, Filistin’in yok
edilmesini veya soykırıma uğramış bir halkın ihanete uğramasını haklı çıkartır?”
Bu soruya bir cevap bulursanız, o zaman ilgili yaklaşımı değersiz bulup çöpe atabilirsiniz.
Steve Salaita
26
Ekim 2025
Kaynak


0 Yorum:
Yorum Gönder