04 Kasım 2025

, ,

Filistin ve Yeni Dünyanın İnşası


Filistinliler ve yoldaşları, kontrolsüz işleyen Siyonist zulmünün tehlikeleri konusunda onlarca yıldır uyarılarda bulunuyorlar. Anlamlı bir muhalefet olmadan, onların entrikalarının, kendi vaatlerini asla yerine getiremeyen bir sivil özgürlükler rejiminin tamamen çökmesine yol açacağını her fırsatt dile getirip duruyoruz.

Bu, kolaylıkla yapılabilecek bir tahmin aslında, zira Siyonistler, elli yıl boyunca akademiyi Filistinlilere düşman kıldılar, sayısız öğretim üyesinin işe alınmasına veya terfi etmesine mani oldular, öğrencileri ve öğretim görevlilerini fişleyerek onların işten çıkartılmalarını sağladılar veya iş bulmaları önüne engeller diktiler. Siyasi yelpazede yer alan her türden gericiyle yan yana geldiler. “Antisemitizm”in sürekli arttığına dair yazılar yazdılar. Güçlü ve faal bağışçıları sayesinde idari karar alma süreçlerini etkilediler. Ayrıca, anti-siyonist profesörlerin sınıflarına casuslar gönderdiler. Tüm bunların üzerine bir de bu internet çağında, saldırılarından zarar gören insanlara ırkçı hakaretler yağdırmak için trol orduları kurdular.

Bölgeyi ve etnisiteyi çalışanların arttığı koşullarda “İsrail Çalışmaları” alanında onlarca kürsünün faal olmasına karşın, Filistin’e tahsis edilmiş çok az fakülte bölümü var. Kampüsler, Siyonist söylemleri yaymaya ve dolayısıyla İsrail’i eleştiren her türlü söylemi veya faaliyeti susturmaya kararlı kuruluşlarla dolu. Fonlarının kesintiye uğrayacağı tehdidi karşısında politikacılardan bağlılık yemini etmeleri bekleniyor. Hükümetle bağlantıları olan kuruluşlar, BDS örgütçülerine karşı açılan davaları finanse ediyorlar. Kampüsteki bu Siyonist varlığın ne kadar kapsamlı, ne kadar saldırgan ve ne kadar dizginsiz olduğunu tarif etmek gerçekten zor. Üstelik 7 Ekim 2023 öncesi de bu şekildeydi.

Buna karşın, kendilerini sivil özgürlükçü olarak gören birçok akademisyen, uyarılarımızı paranoyakça veya hayal ürünü olarak nitelendirdi. Ya da uyarıları Arap barbarlığının bir başka kanıtı olarak yorumladı. “Araplar, ifade hürriyetinin nasıl işlediğini anlamıyorlar! Kültürleri demokrasiyle bağdaşmıyor! Diyaloga inanmıyorlar!” deyip durdular. Görünen o ki, uyarılarımızın hiçbiri işe yaramamış.

Siyonizmin dizginlenemeyen zulmüne dair uyarılara kulak tıkayanların tek derdi, “iptal kültürü”ydü. Oysa bu iptal kültürü de Siyonistlerin bir girişimiydi. Büyük ölçüde internette, uzmanların ve başarısız akademisyenlerin kariyer inşa etmek için kullandığı bir yöntemdi. Bu olgu esasında, ona dikkatle yaklaşan herkes için alenen gericiydi. Hikâyeyi başlatan ve sonra yayan Siyonist palavracıların konumlandıkları yerler göz önüne alındığında, tek bir bakış bile gerçeği yarım yamalak ayırt edebilen herkes için uyarıcı olabilmeliydi.

Artık geldiğimiz nokta şurası: Yöneticiler, idareciler, politikacılar, lobiciler, danışmanlar ve teknokratlardan oluşan bir koalisyon sayesinde, sivil özgürlüklerin yok edilmesi süreci neredeyse tamamlandı. Filistin, tahmin edildiği gibi, bu yıkımın ön saflarında yer aldı. İptal kültürünün önde gelen isimleri, gerçek bir işin asla karşılayamayacağı kadar fazla abonelik geliri elde etmişken, Eisenhower döneminden bu yana yaşanan en büyük baskı döneminde birden “ifade özgürlüğü”nden rahatsızlık duymaz oldular.

* * *

Etkili direniş, gerçeğe dair etkin bir bilinçle başlar. Küresel Kuzey’de anti-siyonizm, sadece İsrail’in emriyle zulme uğramıyor. Siyonizmin gerçekleştirdiği son seferberlik, egemen sınıfın birikiminin önündeki her türlü engeli ortadan kaldırmak için on yıllardır süren bir çabanın önündeki engelleri kaldırdı. Siyonizm ile mevcut ABD’deki Trump kâbusu arasında simbiyotik bir ilişki söz konusu.

Amerikan istisnacılığına yönelik köklü bir eğilimi yüceltip duran, moda halini almış kelimelere şüpheyle yaklaşmak gerekiyor: “Demokrasi”. “İnsan hakları”. “İfade özgürlüğü”. “Uluslararası hukuk”. Bu kelimeler, kulağa hoş geliyor ve teorik olarak yaşanabilir bir dünyayı temsil ediyor, ancak pratikte Batı emperyalizminin kültürüyle iç içe geçmiş durumdalar. Faaliyet gösterdikleri alan, onları tüm iyiliksever özelliklerinden arındırıyor. Bunun yerine, askeri müdahalenin, gerici popülizmin, radikal enerjinin devşirilmesinin ve düşman ülkelerde darbelerin göstergeleri haline geliyorlar. Filistin’in kurtuluşu farklı bir alanda gerçekleşecek.

Dahası, bu moda kelimeler, seferberlik için zayıf bir temel oluşturuyorlar. Bizi ezilenlerle ve mahrumlarla birlikte düşünmemize mani olacak zincirlerden kurtarmak yerine, ABD’nin Küresel Güney’e müdahalesi için sunulan gerekçeler listesine ekleniyorlar. Oysa farklı kıtalarda, çoğu Filistin’den ve pek çoğu da ötesinden gelen, yıkıcılık ve direniş üzerine parlak teoriler sunan militan düşünce gelenekleri mevcut. Bu gelenek, devrim ihtimalleri dünyasını anlatıyor. Batı liberalizminin güçsüz ve etkisiz klişelerini yeniden kullanmamıza gerek yok.

O halde, ABD sistemi içerisinde çalışma yürütmenin bir anlamı yok, bu çalışma, aynı zamanda zararlı.

İsrail, şu anda Filistinlileri soykırım yoluyla yok ediyor. Batı’da sırf kendisini “anti-siyonist” olarak tanımlayanlar, sonu yenilgi olan reel politika oyununa katılacaklar veya devlet kademelerinde bir mevki elde edecekler diye Filistin’den mahrum kalacak değiliz.

Batı’daki Filistin’le dayanışma hareketinin önemli bir kısmı, yerli halkın da o çok duyduğumuz, ulaşılması zor “hakları” ve “yasaları” hak ettiği önermesini temel alıyor. Bu demokrat söylem, görünüşe göre, kitlelerin dilinden iktidarın kulağına ulaşıyor. Bu noktada hareket, yerlilerin asla duyulması veya dâhil edilmesinin amaçlanmadığını, aslında sistemin onları dışlamak için dikkatlice tasarlandığını daha iyi anlamalıdır.

Şu anda ABD’ye baktığımızda, “Hangi demokrasi? Hangi yasa? Nerede ifade özgürlüğü? Kimin insan hakları?” sorularının cevabını merak ediyoruz. Eğer bu varoluşsal sorunları metropolde bulamıyorsak, çevrede de bulamayız.

* * *

Kapitalist toplumlarda ifade özgürlüğünü, adaletsiz bir siyasi ekonominin piyasa talepleriyle sınırlı bir meta olarak düşünmek gerekiyor. Daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse: Özgürlüğü bahşeden, Tanrı veya ülke değil, para ve güçtür. Ticaret, ifade özgürlüğünden önce gelir; hatta hukuk sistemi bu ilkeyi kanunlaştırmıştır. Emperyalizmin görevlerinden biri de, gerekirse hukuk dışı yollarla muhalefeti ortadan kaldırmaktır. Bazen yasayı değiştirmek yeterli olur.

İngiltere’deki Filistin Hareketi örneğini ele alalım. Emperyalizme ait mekanizmayı baltalamak için doğrudan eylemde bulunan üyeleri, sürekli tutuklanıyor, örgüt üyeleri açılan davalardan zaferle çıkıyorlardı. Buna karşılık hükümet, Filistin Hareketi’ni diğer gruplarla birlikte terör örgütü ilan etti. Böylece sorun çözüldü.

Bugünkü baskının tüm gücüyle soykırıma karşı muhalefeti hedef alması, talihsizlik veya tesadüf değildir. Siyonistler, her zaman konuşma özgürlüğü tekellerine almaya çalışmışlardır, şimdiye dek bu konuda az çok başarılı da olmuşlardır. Bu, mevcut soykırımın temel bir özelliğidir. Düşmanlarının sesini kısıp onları suçlu ilân ederken, Siyonistler, ABD Kongresi’nde, Beyaz Saray’da, Kanada ve İngiltere parlamentolarında, Alman meclisinde, Avrupa Birliği’nde, Arap Körfezi’ndeki saraylarda, teknoloji üretimini esas alan ekonomik yapıda, üniversitelerin idari bürolarında, orduda, istihbarat servislerinde ve silah üretim endüstrisinde özgürce konuşabilmektedirler. Filistinlileri medya alanında kazanç getiren kariyerler inşa etmek için bir tür basamak olarak kullananlar, onları karalayıp kötülemektedirler. Elde ettikleri her başarı, Filistinlilere yönelik zulmün doğrudan bir sonucudur. Gazze’deki soykırım, servetin emperyalist merkezlerdeki iş dünyasında ve aydın sınıfında birikmesini sağlayan sürecin önündeki engelleri ortadan kaldırmaktadır. Sıradan Filistinlilerin bu beklenmedik kazancı bozmasına izin verilemez.

Bu baskı, bir yandan da, birçok Batı toplumunun, aydın ve kültürlü olarak kendilerine dair imajlarını şekillendiren Nazi hassasiyetlerini aşma konusundaki yetersizliğini (veya isteksizliğini) de gözler önüne seriyor. Soykırım karşıtı duyguları yok etmeye yönelik bu sistematik çaba, üstünlükçü düşüncenin bir eseri olmaktan öte nedir ki? Buradaki zihniyet, servetin Küresel Kuzey’e aktarılmasını her şeyin üstünde tutan bir dünya düzenini sürdürmektir. Bu görevi, aşağı ırklara karşı köklü bir küçümseme olmadan başarmak imkânsızdır.

Siyonistler, kendi konuşma ve ifade özgürlüklerinin kısıtlanmasından şikâyet ediyorlar. Bu da soykırımlarının bir özelliği. Onlarca yıldır, başkalarına yaptıkları haksızlıkların kurbanı olarak konumlandılar. Ancak haklı olsalar bile, sempati duymaları için hiçbir sebep yok. Ne de olsa, mevcut şiddetli baskı dönemine öncülük edenler onlardı.

Baskının en belirgin görüldüğü yer, muhtemelen kampüsler. Ancak baskı orada da kalmıyor. Zenginler haricinde Amerikan yaşamının tüm yönlerini etkileyen vahşetin Gazze’deki soykırımla somutlaştığını söylemek mümkün. Bu nedenle, bu soykırımı “bize yabancı” bir mesele olarak görmek, pek akıl kârı değil. ABD kampüslerinin faşizme hızla teslim olması, Filistin’deki akademi yok edilmeden mümkün olamazdı.

* * *

Mevcut dünya düzeni, Filistin’e kendi içinde yer açamaz. Filistin varlığını sürdürürse, destekçilerine zulüm de devam edecektir. Demokrasi, insan hakları, ifade özgürlüğü veya uluslararası hukukla ne kadar övünürseniz övünün, bu zulmü durduramazsınız. Hatta bu kavramlar, zulmü daha iyi meşrulaştırmak için ihtiyaç duyuldukça evrimleşecektir. Son elli yıl, bize bunun birçok örneğini sundu.

Filistin’e verilen destek, özünde Batı’yı tahrip eden bir olgudur, çünkü İsrail, Avrupa ve Amerika’nın kendilerine dair algıları için zaruridir. Filistin’e diğer meselelerden bağımsız bir olgu olarak odaklanmamızın bir anlamı yoktur. Çünkü Filistin’in kurtuluşu, kaçınılmaz olarak bir dünya inşa etme projesidir. Er ya da geç, Filistin’e gösterilen ilgi, bizi dünya çapında birikim ve mülksüzleştirme meseleleriyle yüzleşmeye zorlayacaktır. Nihayetinde bu ilgi, soykırıma başından itibaren eşlik eden liberal demokrasi söylemine karşı şüpheciliğe yol açmalıdır. Filistinlilere yönelik baskı, her şeyden önce Batı’nın bir tür kendini koruma çabasıdır.

Solcu düşünce liderleri, seçim fantezileri uğruna Filistin’e sırtlarını dönmeye fazlasıyla istekliler. Bunun nedeni, sadece iktidar alanlarına duhul etme arzuları değil, aynı zamanda ABD demokrasisinin özünde var olan erdeme olan köklü inançları. Bu inançtan kurtulamadıkları için, Filistin’i en nihayetinde pragmatizm, nüfuz, iktidar imkânlarına erişim veya yetişkin düşünce tarzı adına gözden çıkarıyorlar.

Bugüne kadar Filistin’e sırt dönmenin, ABD’de sosyalizm davasına katkı sunduğunu ortaya koyan tek bir kanıt bile yok elimizde. Aslında tüm kanıtlar, seçim başarısının peşinden koşmanın, sıradan halka mensup eylemciler hilafına, kariyeristler ve sınıf atlayıcıları için mükemmel sonuçlar ürettiğini ortaya koyuyor. ABD solu içerisinde kendi medya organına ve ünlü yorumcularına sahip olup artık birbirleriyle kavgalı olan kesimler, 2015-2016’da Bernie Sanders adına yürütülen kampanyanın ürünüydü. Sanders’ı haklı olarak zayıf iradeli bir Siyonist olarak nitelendirenler, zaten marjinalleşmiş solun kenarlarına sürüldüler. Öyleyse, daha iyisini bildiklerini iddia edenlerin ABD’yi kurtarmaya çalışmaya devam etmeleri kimseyi şaşırtmamalı.

Filistin, daha ciddi bir çabayı hak ediyor, hatta talep ediyor. Filistin’i, hiçbir ahlaki meşruiyeti bulunmayan, ona iliklerine dek düşman olan bir siyasi yapıya mahkûm ve mecbur edemeyiz. Filistin’in hiçbir tereddüt veya sınırlama olmaksızın yücede tutulduğu alanlar oluşturmalıyız. Bu alanların, insanlığın en iyi haline ev sahipliği yapması boşuna değil.

İki yıldır süren, acımasız bir zulümle sonuçlanan soykırım, ABD’deki insanların o alışıldık ikiyüzlülüklere karşı daha az hoşgörülü olmalarına ve dünyanın sözde demokrasilerinin sinsiliğine daha fazla duyarlılık göstermelerine sebep oldu. Soykırımdan iyi bir şey çıkmaz, ancak bu artan şüphecilik gene de memnuniyet verici bir gelişme.

Ama New York’ta Zohran Mamdani adına yürütülen, büyük bir ilerleme emaresi olarak görülen belediye başkanlığı kampanyası, bu gerekli şüpheciliği engelleme işlevi gördü. Her geçen gün Bernie çılgınlığını yeniden dirilten kampanya, anti-siyonist bilinç üzerinde olumsuz bir etkiye sahip. İsrail’e karşı daha güçlü bir duruşu teşvik etmek (veya güçlendirmek) yerine, kampanya, insanların bir kez daha Siyonistlerin yatıştırılmasını siyasi başarının gerekli bir koşulu olarak, siyasi başarının ABD’deki sosyalistler için ne anlama geldiğini gerçekten sorgulamadan savunmalarına yol açtı.

Ben, burada oy verme işlemini veya bu seçim sürecine örgütlenmeyi eleştirmiyorum. Ben, burada daha çok Filistin’in tek bir politikacının özel heva ve hevesine bağlı olarak, bir halk hareketi tarafından nasıl araçsallaştırılabileceğine veya küçültülebileceğine vurgu yapıyorum. Neticede Demokrat Parti’nin belirlediği sınırlarda yürüyen Mamdani kampanyasını eleştirmek değil derdim. Ben, daha çok herkesi bu kampanyanın anti-siyonizmin anlamlı bir ifadesi olduğuna ikna etmeye çalışan palavracıları eleştiriyorum.

ABD’de (ve daha geniş anlamda Batı’da) siyasi katılım üzerine düşünürken, aynı soruyu sürekli sormak gerekiyor: “Yaklaşımımın hangi sonuçları, Filistin’in yok edilmesini veya soykırıma uğramış bir halkın ihanete uğramasını haklı çıkartır?” Bu soruya bir cevap bulursanız, o zaman ilgili yaklaşımı değersiz bulup çöpe atabilirsiniz.

Steve Salaita
26 Ekim 2025
Kaynak

0 Yorum: