Felipe
Bascuñán, “Bir Sınıfı Nasıl Birleştiremeyiz?” adlı makalesinde, Sınıfın Birliği
olarak bizim, egemen sınıfın işçi sınıfını bölüp ele geçirmek için kullandığı
farklı baskı deneyimlerine duyarsız olduğumuzu iddia ediyor. Bascuñán’ın yazısı,
ne yazık ki Sınıfın Birliği’nin gerçek konumlarını ve argümanlarını yanlış
yorumluyor, esasında o, bu konum ve argümanlarla pek fazla ilgilenmiyor.
2021’de
Amerika Demokratik Sosyalistler Kongresi (DSA) bünyesinde kaçak göçmenler için
af ve herkese çocuk bakımı hizmeti sağlanması konusunda aldırdığımız kararlar
ile DSA’in hain temsilcisi Jamaal Bowman’ın Siyonizmle flörtü nedeniyle
disipline sevk edilmesine ilişkin çağrımız, bizim işçi sınıfının belirli
kesimlerine diğerlerinden daha doğrudan ve orantısız bir şekilde fayda
sağlayacak belirli taleplerin farkında olduğumuzu ve bu taleplere duyduğumuz
ilgiyi açıkça ortaya koyuyor.
Bascuñán’dan
farklı olduğumuz nokta, biz bu talepleri, Marksistlerin her zaman yaptığı gibi,
tüm işçi sınıfının ortak çıkarlarını ifade eden talepler olarak ele almamızdır;
buna karşılık, “hepimizin paylaştığı çıkarların şu veya bu gruba aitmiş gibi
ele alınması” konusunda ısrar eden kimlikçi liberal teoriden söz etmek
gerekmektedir. Esasında, ırksal eşitsizlikler gibi eşitsizlik türlerinin temel
siyasi-ekonomik nedenlerini ele alabilecek kitlesel bir işçi sınıfı hareketini bir
kılmaya yarayacak yegâne yaklaşım, evrenselci yaklaşımdır.
Bascuñán,
işçi sınıfının nasıl birleştirilmemesi gerektiği konusundaki onca gevezeliğine rağmen,
işçi sınıfının tüm çeşitliliğiyle sahip olduğu çıkarları ve arzuları ciddiye
almaktansa kendi soyut teorik modelinin doğruluğunu kanıtlamakla daha çok
ilgileniyor gibi görünüyor. Geçtiğimiz yaz aynı Bascuñán, George Floyd
protestolarının ardından ivme kazanan polisin mali kaynaklarının kesilmesi
çağrılarını, “ırkçılık karşıtı hareketlerin ekonomi ile ırksal eşitsizlik
arasındaki derin bağları anlamakta sorun yaşamadığının” teyidi olarak okuyordu.
Bascuñán, nakit sıkıntısı çeken polis teşkilatlarının genellikle daha iyi
finanse edilenlerden daha fazla ölüme sebep olduğunun ve ülkedeki en beyaz (ve
en fakir) eyaletlerden bazılarının en yüksek polis cinayeti oranlarını
ürettiğinin farkında değilmiş gibi görünüyor; ayrıca, polisin mali
kaynaklarının kesilmesi çağrısının, en çok fayda sağlayacağını iddia eden işçi
sınıfından siyah ve esmer insanlar tarafından desteklenip desteklenmediğini de
sormuyor.
Mevcut
kanıtlar bunun böyle olmadığını gösteriyor. Protestolardan sadece iki ay sonra,
yaygın olarak dolaşıma sokulmuş olan bir Gallup anketi, siyahi insanların yüzde
81’inin polisin kendi bölgelerinde en az onlar kadar veya daha fazla zaman
geçirmesini istediğini ortaya koyuyordu. O zamandan beri, eski bir siyahi polis
şefinin, bütçeyi azaltma hareketinin “genç beyaz zengin insanlar” tarafından
yönetildiğini ilan ettikten sonra, siyahi seçmenlerden önemli bir destekle New
York Belediye Başkanlığını kazandığını da gördük. Daha yakın bir zamanda,
Minneapolis’teki seçmenler, şehirdeki emniyet müdürlüğünün yerini Kamu
Güvenliği Departmanı’nın almasını ve kişi başına asgari memur sayısı şartının
kaldırılmasını öngören bir oylama önergesini reddettiler. Referanduma verilen
destek, beyaz liberaller arasında siyah seçmenlere göre önemli ölçüde daha
yüksekti. Eski polis Derek Chauvin’in George Floyd’u soğukkanlılıkla öldürmesinin
üzerinden bir buçuk yıl geçtikten sonra polis gücünün büyüklüğünde bir azalma
görmek isteyen siyahi seçmenlerin oranı, yalnızca yüzde 14’tü.
Bu,
polisin mali kaynaklarının kesilmesini savunanların polisliğe dair meşru ve
ciddi eleştirileri olmadığı anlamına gelmiyor; tabii ki var. Ayrıca biz, tüm
çalışanların illaki solcu olduğunu da iddia etmiyoruz. Oysa kısa süre önce
yapılmış bir çalışma, bizim, her kesimden işçi sınıfına hitap etmenin en iyi
yolunun, akademisyenler ve STK aktivistleri arasında yaygın olan ve üniversite
diploması olmayan çalışanların çoğunluğunu hareketten uzaklaştıran duyarcılık
söylemiyle örtbas etmeye çalışmak yerine, temel ekonomik meselelere odaklanmak
ve bunları evrensel terimlerle teorize etmek olduğuna dair kanaatimizi destekleyen
veriler sunuyor.
Gelgelelim,
Sınıfın Birliği ile onu eleştirenler arasındaki anlaşmazlık, bundan daha derin.
Bu itirazlarımızı aktardığımız yazıda, Sınıfın Birliği’nin gerçek niteliğini
açıklığa kavuşturmaya çalışacağız. Aslında bizim argümanımız basit: Biz, Amerikan
solunun yüzleştiği temel zorlukların büyük çoğunluğunun, solun önemli ölçüde orta
sınıftan müteşekkil bir terkibe sahip oluşundan, bu sınıfsal yapının varlığını
kabul etmeye, orta sınıfın ağırlığını azaltmaya bir türlü yanaşmamasından ve
orta sınıf üyelerinin siyasi çıkarlarını ve eğilimlerini işçi sınıfına yansıtma
alışkanlığından kaynaklandığına inanıyoruz. Biz, bunun neticesinde, tam da
Bascuñán’ın karşı çıktığını iddia ettiği egemen sınıfa ait böl-yönet
stratejisine destek veren ve ona yataklık eden bir siyaset ortaya çıktığını
düşünüyoruz.
Başka
bir ifadeyle biz, DSA da dâhil olmak üzere, fiiliyatta var olan Amerikan
solunun sınıfsal açıdan analize tabi tutulmasını öneriyoruz. Öte yandan,
Bascuñán’ın argümanının temelde idealist olduğunu söylüyoruz: Bascuñán, sosyalist
hareketin “baskı ve zulümle mücadele etmesini” savunurken, bunun
siyasi-ekonomik açıdan ne anlama geldiğini veya herhangi bir sosyalistin neden “baskıyla
mücadele”ye karşı çıkacağını hiçbir zaman açıklamıyor. Bascuñán için, tercih
ettiği politikayla anlaşmazlık, muhataplarının zihninde tam olarak şekillenmiş
bir şekilde ortaya çıkan, gizemli bir kökene sahip ahlaki bir zaaftır ve tercih
ettiği politikayı desteklemek, bu politikaların sınıf mücadelesi açısından bir
anlam ifade edip etmediğinden bağımsız olarak, ahlaki bir zorunluluktur. Bu
analitik titizlik eksikliği, onun şu veya bu ütopik talebe yönelik kendi
estetik tercihini daha geniş işçi sınıfının gerçek çıkarlarıyla karıştırmasına
ve bu politikaya yönelik Marksist soldan gelen eleştirileri anlamamasına yol açıyor.
Bu yazıda da dile getirdiğimiz üzere, bu, hiçbir şekilde Bascuñán’a has bir
davranış kalıbı değil: burada daha çok, onlarca yıldır işçi sınıfından kopmuş
bir solun öngörülebilir ve tutarlı patolojisi mevzubahistir. Sol, onlarca
yıldır hâkim liberalizmin dış merkezli yörüngesinde ilerlemiştir.
Devam
etmeden önce, orta sınıfın “var olmadığı” veya onun esasen uygun bir Marksist
kategori olmadığını söyleyen, kaçınılmaz olarak gündeme gelen, ama temelde
asılsız olan iddiaları bir kenara bırakmamız gerekiyor. Aslında Marx da hem Kapital’de[1]
hem de Artı Değer Teorileri’nde[2] orta sınıfı uzun uzadıya tartışır.
Orta sınıfın varlığına dair muazzam miktarda ampirik veri mevcuttur. Marksist
iktisatçılar ve sosyologlar, bu gerçeği izah etmek için hatırı sayılır miktarda
mürekkep harcamışlardır.[3]
Marx’ın
orta sınıf olarak adlandırdığı şey, doğrudan artı değer üretmeyen, bunun yerine
sanayi işçileri tarafından artı değerin üretimini ve ticari işçiler tarafından
piyasada gerçekleşmesini kolaylaştıran bir grup düşün işçisidir. İşçi sınıfının
beden işçilerinden oluşan kısmı, sanayi ve ticarette artı değeri üretir ve
gerçekleştirir, böylece toplumdaki tüm sınıfların (örneğin işçiler,
kapitalistler, toprak sahipleri) toplam gelirini yaratır. Orta sınıf, buna
karşılık, Marx’ın “üretimin genel gider maliyeti” olarak adlandırdığı şeydir.
Onun sözleriyle, orta sınıf, “yararlı” ve “gerekli”, ancak işçi sınıfının geri
kalanıyla birlikte sömürülmesine rağmen artı değer üretmemesi anlamında, “üretken
değil”dir. Sadece, sermayenin sahipleri adına artı değerin üretilip realize
edildiği süreci yönetir. Orta sınıfın geliri (“üretim maliyeti”) karşılığında
yerine getirmesi gereken işlev, beden işçilerini “denetlemek” ve “disiplin
altına almak”tır; bu, ya doğrudan işe alma ve işten çıkarma gücüyle ya da
normlar üzerindeki otorite aracılığıyla, ideolojik olarak gerçekleşir. Bu
ekonomik işlevin siyasi alana nasıl yansıdığı ise, solcu ve liberal-ilerici
siyasi söylem ile işçi sınıfına ve önceliklerine yönelik tutumların niteliğinde
açıkça görülür. Orta sınıf, genel olarak sınıf veya sömürüyle değil, doğruluk
ve görgü kurallarıyla ilgilenir: İş yerinde gün boyu diğer işçileri denetler,
disiplin altına alır ve “eğitir”; iş dışında ise günün geri kalanında insanlara
ahlak dersi verir ve onları denetler.[4]
Bu
noktada şunu söylememiz gerek: biz, orta sınıf kökenli her insanın kötü bir
siyasete sahip olduğunu, her bireyin siyasetinin mekanik olarak sınıfsal konumu
tarafından belirlendiğini veya orta sınıfa mensup insanların bir şekilde işçi
hareketinden dışlanması gerektiğini düşünmüyoruz. Sorun, tek tek orta sınıfa
mensup insanlar değil. İstisnaları olsa da ortada karakteristik bir orta sınıf
siyaseti olduğunu görmeliyiz.
Özünde
biz şunu söylüyoruz: bugün olduğu gibi, orta sınıfın işçi hareketinin durması
gereken alana egemen olmasına izin verilmemelidir. Bu egemenlik, sol kurumlarda
liberal siyasetin hegemonyasına yol açar ve artık siyasete katılmayı büyük
ölçüde bırakmış olan işçi sınıfını siyasi bir sesten mahrum bırakır. Biz, ilk
planda böyle bir sorun olduğunu kabul etmediğimiz takdirde, beyan ettiğimiz
siyasi hedeflerimize ulaşma yeteneğimize yönelik bu varoluşsal tehdidi çözme
umudumuzun olmadığını düşünüyoruz.
Temenniler
Yerine Marksist Analiz
Amerikan
solunun orta sınıf karakterinin açık bir göstergesi, esasen yeryüzündeki her
kitle üyeliğine sahip sosyal demokrat veya komünist partide geçerli olan
Marksist kimlik siyaseti eleştirisini uygulama veya doğru bir şekilde kavrama
konusundaki yetersizliğidir.
Eric
Hobsbawm ve Hintli Maocu devrimci Ajith gibi çeşitli düşünürler tarafından
paylaşılan bu Marksist kimlik siyaseti eleştirisi, Amerikan bağlamında en kesin
şekilde Adolph Reed tarafından formüle edilmiştir. Reed, kimlik siyasetini “neoliberalizmin
sol kanadının sınıf siyaseti” olarak adlandırmıştır.
Biz,
tam da bu eleştiri üzerinden, Bascuñán'ın DSA’de sıkça dile getirilen
makalesinin temel iddiasını reddediyoruz. Bu iddiaya göre, ABD solundaki
herkes, örneğin şirketler tarafından desteklenen Onur Yürüyüşleri gibi yüzeysel
sembolik eylemler ile düşünceli bir felsefi ve nüanslı kesişimsel sosyalist
proje arasındaki temel ayrımı anlayabilmelidir. Oysa bugün ABD solunda, “sahte”
liberal kimlik politikaları ile “hakiki” sosyalist kesişimsellik arasında
neredeyse hiçbir anlamlı ayrım kalmamıştır.
Öznel
hakikiliğe dayalı bir ayrım ortaya koymaya yönelik her girişim, uzun süredir
siyasi bir karakterden yoksun olan, yeniden canlanan bir ABD solunun
belirtisidir. İşaret edilecek bir siyasi geçmiş olmadığı için, tek başvuru
kaynağı, hakikilik iddiaları olmaktadır.
Bu
hakikilik siyaseti, mevcut eşitsiz toplumsal pratiklerin sürdürüldüğü somut
biçimleri örtbas etmekle kalmıyor, aynı zamanda baskıya duyarsızlığa ilişkin (Bascuñán’ın
argümanının merkezinde yer alanlar türünden) asılsız suçlamaların işçi sınıfı
siyasetini baltalamak ve yok etmek için kullanıldığı kurumsal mekanizmaları da
gizliyor. Burada, Bernie Sanders ve Jeremy Corbyn’e yöneltilen iftiralarda en
açık şekilde görülse de, aynı zamanda işyeri dayanışmasını baltalamak, emek
disiplinini dayatmak, kamusal eğitimi özelleştirmek gibi neoliberal politika
girişimleri listesindeki diğer eylemleri başarıyla uygulayan geniş bir eğilimden
söz edilmektedir.
Bascuñán’ın
neoliberal politikanın sosyalist siyasetten kolayca ayırt edilebileceği
yönündeki iddiası, bu politikanın sosyalist siyaseti baltalamada ne kadar güçlü
bir şekilde etkili olduğu gerçeğini gözden kaçırıyor; bu bariz eksiklik, çok
daha derinlikli bir analize ihtiyaç duyuyor.
Bizimkiler,
tartışmalı ifadeler. Bu sebeple, ilgili ifadeleri gerçek zaman ve mekâna uygun
kılmak yoğun bir çaba gerektiriyor. Sahte liberal kimlik politikaları ile
gerçek sosyalist kesişimsellik arasındaki sözde ayrım bir kurgu, ancak belirli
bir siyasi-ekonomik oluşuma dayandığı için varlığını sürdüren bir kurgu.
ABD
solu, yalnızca orta sınıfa eğilimli olmakla kalmıyor, liderlik katmanı da orta
sınıfın belirli bir alt kümesine bağlı. Gerçekte var olan ABD solu, özellikle
büyük şehirlerde, neredeyse tamamen eğitimli liberal orta sınıflara dayanıyor
ve liderlik düzeyinde akademi, medya ve STK’lardan oluşan sacayağının nüfuzu altında.
Dolayısıyla, sol, yalnızca gerçek anlamda sosyalist politikaları savunabilecek
bağımsız bir siyasi tabandan yoksun olmakla kalmıyor, aynı zamanda bu kurumlar
aracılığıyla sermayeye tabi kılınıyor.
Biz
bu yazıda, bahsini ettiğimiz sacayağının üç bileşeni ele alacak, bunların solu nasıl
etkilediğini izah edeceğiz.
ABD
solu, sermaye için ciddi bir tehdit haline gelecekse, bu kurumlara olan
bağımlılığını kabul etmeli, ideolojilerini kesin bir dille reddetmeli, kendi
bağımsız kurumlarını geliştirerek, bu kurumlara olan bağımlılığından
kurtulmalı, seçilmiş politikacılarını bu bağımsız kurumlara karşı sorumlu kılmalı
ve ABD işçi sınıfındaki tabanını yeniden inşa etmelidir.
Bu
yazının, bu temel sorunla doğru düzgün hesaplaşmayı engelleyen savunma
mekanizmalarından bazılarının ortadan kaldırılmasına katkıda bulunacağını
umuyoruz.
DSA’deki
İşlevsel Bozukluğun Kökenleri
İlkin
şunu anlamamız gerek: Orta sınıfın sol partileri ve kurumları ele geçirmesi,
sadece DSA ve Amerikan soluyla sınırlı bir mesele değil. Piketty, bu noktada
tüm dünya genelinde bir “snop sol”un ortaya çıktığını söylüyor. Ayrıca, Avrupa’da
sol partilere giden işçi sınıfı oylarının azaldığı, artık herkesin kabul ettiği
bir gerçek.
Gelgelelim,
bu süreç, ABD’de diğer birçok gelişmiş ülkeye kıyasla çok daha fazla ilerlemiş
bir haldedir. Bu sürecin bir neticesi olarak bugün DSA, en azından büyük kentlerde
ve birçok küçük kentte orta sınıfın bir sol örgütü ele geçirmesi pratiğinin
zirvesini ifade etmektedir.
Amerikan
solunun sınıfsal yapısı farklı bir içerik ve biçim kazanmıştır. O da dünya solu
gibi “snoplaşmıştır.” Gelişmiş dünyada neredeyse tek örnek olarak ABD, kitle
desteğine sahip bir sosyal demokrat veya komünist partinin kalıcı bir şekilde
ortaya çıkmadığı bir yerdir. Orantılı olmayan seçim sistemi, Kızıl Korku ve
Stalin’in Komünist Parti’nin kurulacak halk cephesi içerisinde Demokratik Yeni
Düzen koalisyonuna tabi olması konusundaki ısrarı, kitlesel bir işçi partisinin
hiçbir vakit yaşama imkânı bulamamasına neden oldu.
Sonuç
olarak Amerikan solu, böylesi bir partinin kurumsal hafızasından veya
soyağacından beslenmeyen bir yapıdır. Avrupa’da bazı sol partiler, ağırlıklı
olarak işçi sınıfı tabanını muhafaza etmeyi bilmişlerdir. Bunlar genellikle,
ideolojik ve örgütsel katılıklarıyla orta sınıfa mensup amatörleri partiden
uzak tutan Portekiz ve Yunan komünist partileri gibi post-Stalinist
partilerdir. Hollanda Sosyalist Partisi gibi birkaç parti ise, büyük ölçüde
demokratik olmayan yollarla da olsa korudukları “proleter” yönelimle birlikte kurulmuştur.
Buna
karşın, İngiliz İşçi Partisi veya Almanya’daki Sol Parti gibi esasen orta sınıf
partileri haline gelen partiler bile, işçi sınıfıyla aralarındaki bağ kopmuş
veya kopma sürecinde olsa bile, işçi sınıfıyla organik bir bağ kurmanın nasıl
bir şey olduğuna dair bilince ve hafızaya halen daha sahiptirler. Demek ki bu
partilerde orta sınıfın partiyi ele geçirme çabalarını püskürtmek için mücadele
eden sesler var, demek ki partinin geri kalanı, genel manada bu ele geçirme
çabaları gerçekte yokmuş gibi davranmamış.
Öte
yandan, DSA’in hiçbir vakit işçi sınıfından oluşan bir toplumsal tabanı olmadı.
Dolayısıyla, tam da bu sebeple, söz konusu hayaletin kurumsal bir hafızası yok.
Bunun sonucunda örgüt, sınıf tabanını tümüyle inkâr etme eğilimindedir.
Sınıfın
Birliği’nin DSA’deki orta sınıf eğilimini örgütün temel sorunlarının ana sebebi
olarak gösterme çabalarına yönelik örgüt içerisinde geliştirilen savunmacı
yaklaşımın politik-ekonomik açıdan izah edilmesi gerekiyor. Oysa bu eğilim tüm
çıplaklığıyla ortada.
DSA’deki
her iki tarafın da ekmeğini yemeyi arzulayan akıl, işçi sınıfını sayısız ötekiden
biri olmaya indirgiyor. Bu anlayış üzerinden, liberallerle kurulan koalisyonda “ilericileri”
öne çıkartmak ya da polis kurumunun ilga edilmesi gibi orta sınıfa has hayaller
aşkına herkese sağlık hizmeti türünden işçi sınıfının gündeme getirdiği acil
taleplere yoğunlaşacak, emeği ilgilendiren meselelere odaklanacak işçi grubu
oluşturma veya kampanya yürütme imkânı bulamıyorsunuz, “sınıf indirgemeciliği”
için kendi bulunduğunuz şehirde bir alan açamıyorsunuz.
DSA’daki
aktivistler genelde yüksek eğitimlidir, sanayide yürütülecek sendika
faaliyetleri için yetersizdir, ayrıca belirli bir sektörde ve işyerinde işe girip
orada sendikalaşmayı sağlamak ya da militan sendikacılık faaliyetlerini
canlandırmak gibi gösterişsiz işlerle pek ilgilenmez. 2019’daki taban
stratejisinin yüzleştiği kader, bu ilgisizliğin delili. Bu taban stratejisi,
her ne kadar DSA’in dilinden eksik etmediği bir şey olsa da, DSA içinde işçi
sınıfına mensup geniş bir gönüllü tabanının eksikliği ortaya çıktıkça, zamanla az
sayıda işçi sınıfına odaklı çalışma grubu veya şubenin ilgilendiği bir konuya
dönüştü.
Buna
karşılık, kimlik temelli girişimler, yaygınlaşmakla kalmadı, aynı zamanda kimliği
esas alan duyarsızlık suçlamaları denilen tehdit giderek her yanı kuşattı, bu
suçlamalar, aşırı bir temkine ve otosansüre, hatta düpedüz paranoya ve çatışma
atmosferine yol açtı. Özünde bu sorunlar, yalnızca sola özgü değil; bunlar, üniversite
siyasetine, haber merkezlerindeki kavgalara ve STK kariyerizmine aşina olan
herkesin bildiği sorunlardır.
Ortalama
bir DSA üyesi, gündelik sohbetlerde DSA’in çarpık sınıf yapısı konusunda
hemfikir olabilir. Aşırı solcu bir mahalledeki şubenin ekip biçtiği hobi bahçelerindeki
çalışmalarla ilgili şaka yapabilir, hatta birden fazla ırka mensup insanlardan
oluşan işçi sınıfı adına zulüm hikâyeleri anlatan lisansüstü öğrencilerinin
gösterisiyle alay edebilir. Fakat örgütün bir şubesi, bu dengesizliği gidermek
için somut bir şey yapmak zorunda kalınca, şu türden bir basmakalıp mantık
ortaya çıkar:
1.
Sol, orta sınıf değildir, çünkü orta sınıf diye bir şey yoktur. Ücret
karşılığında çalışan herkes, üst düzey yönetici pozisyonlarında olsalar bile,
işçi sınıfına mensuptur; solun çoğu, zaten üst düzey yönetici pozisyonunda
olmadığı için, bunun bir önemi yoktur.
2.
Sol, orta sınıf değil, ama orta sınıf olsaydı iyi olurdu. Örgütlerimizi
oluşturan aşağı doğru hareket eden Y kuşağı ve Z kuşağı üniversite mezunları,
kesişimsel sosyalizmi anlıyor ve bu nedenle işçi sınıfına liderlik edecek
militan öncüyü oluşturmak için doğru fikirlere sahipler. Ne de olsa Engels, bir
burjuvaydı.
3.
Kimliğe aşırı odaklanıp ABD solunu etkisiz fraksiyonlara bölenler, orta sınıf
solcular değil, patronların işini onlar adına yapan Sınıfın Birliği’dir.
Hepimiz, zaten işçi sınıfına mensup olduğumuz ve gerçek sınıf birliğini
sağlamak için bunu fark etmemiz gerektiği halde, solu işçi sınıfı ve orta sınıf
olarak bölenler, patronlardır.
Bir
başka yaklaşım, “orta sınıf”ın klasik bir Marksist sınıfı temsil etmediğini
söyler. Bu anlayışa göre, ABD’deki orta sınıfın karmaşık sınıfsal konumu, bu
terimi kullananların analizinde bir kusurmuş gibi takdim edilir. Oysa orta
sınıf, gerçekte “çelişkili bir sınıfsal konumda " var olur. Çünkü
sermayenin radikal işçi hareketine yönelik tepkisi, yaygın ev ve hisse senedi
sahipliği, tüketimcilik, diplomatik kimlik, gelir düzeyleri farklı mahalleler
ve burjuva ideolojisinin sistematik yayılımı yoluyla sınıfsal sınırları tarihsel
planda bulanıklaştırmıştır. Bu gerçekliklerle yüzleşmemek, Marx’ın orta sınıf
hakkındaki uzun tartışmalarından habersiz, gerçek maddi analizi bayağılaştırılmış
bir “Marksizm” lehine bir kenara bırakmaktır.
Öte
yandan, bu meseleyle dürüstçe hesaplaşmayı engelleyen en önemli faktör,
muhtemelen, 2008 mali krizinin uzun süren sonuçlarıyla genç ve eğitimli orta
sınıfın büyük bir bölümünün işçileşmesidir; bu gerçeklik sayesinde ABD’de
solculuk, yeniden canlanma yaşamıştır.
ABD
solunun fazlasıyla orta sınıf olduğu iddiasına yönelik en ciddi itirazda, esasında
orta sınıfın önemli bir kısmının şu anda işçi sınıfında yer aldığından,
çoğunlukla değersizleştirilmiş bilgi işçisi ve hizmet işlerinin belirli bir alt
kümesine ait olduğundan bahsedilir. Eskiden gelecek vaat eden bir güç olarak
görülen orta sınıfın proleterleşmesinin belirgin olduğu koşullarda, solun
sorunlarını neden çarpık bir sınıf bileşimine bağlayalım ki?
Bu
soruya şu cevap verilebilir: üniversite mezunu birçok solcu, sermaye tarafından
ne kadar ezilse de, orta sınıfa özgü kariyere sahip olma beklentisi içine
girmiş ama bu beklentiler öngörülebilir kimi sorunlara yol açmıştır. Bu
sorunlarla daha önceki dönemlerde de karşılaşıldığına hiç şüphe yok:
“Proletaryanın sınıf
çıkarlarıyla özdeşleşmek, birçok aydın için kolay değildir. Aydınlar, bireysellik,
rekabetçilik, sorunları yalnızca fikirler çerçevesinde çözme çabası, kişisel varlıklarının
önemli görülmesine dönük beklentiler türünden, başlangıçtaki eğitimlerinin ve
yaşam tarzlarının beraberinde getirdikleri yükleri taşırlar. Tarih boyunca
devrimi destekleyen aydınlar, bu tür eğilimlerle mücadele etmek zorunda kalmışlardır.
Birçok aşırı solcunun yaptığı hatanın kökeninde bu sınıf temelli zayıflıklar
yatmaktadır.
Bu durum, özellikle büyük
ölçüde gençlerden oluşan, neredeyse tamamı 35 yaşın altında olan bir hareket
için geçerlidir. Bu kişilerin çoğu üniversite mezunudur, ancak iş
arkadaşlarının çoğunun olmadığı koşullarda çalışmaktadırlar. Birçoğunun maddi
refah geçmişi vardır ve geçmiş veya potansiyel ayrıcalıklarıyla ilişkilerini
çözmemişlerdir. Birçoğu bir işe, bir topluluğa veya bir aileye uzun vadeli bir
bağlılık kurma deneyimine sahip değildir. Bunlar, dünya görüşümüzü ve siyasi
çalışma yöntemlerimizi etkileyen önemli özelliklerdir. Dahası, toplumsal
istikrar eksikliği, aydınların tipik zayıflıklarını tespit etmeyi ve
değiştirmeyi veya aslında buna karşılık gelen güçlü yönleri fark etmeyi ve
geliştirmeyi zorlaştırmıştır.”[5]
Bu
kültürel yük ile hesaplaşma konusunda zafiyet gösteren birçok sınıf dışı solcu,
işçi sınıfının öncüsü olmaktan ziyade, onun içinde sürgün edilmiş, yöneticilik
haklarını geri kazanmak için çırpınan kişilerdir.
Yerinde
bir materyalist tespitle: DSA, pratikte New York, Los Angeles, Şikago, Vaşington,
San Fransisko Körfez Bölgesi gibi büyük kent merkezlerinin hâkimiyetinde hareket
etme eğilimindedir. Bu şubelerin üyeleri, genellikle diğer yerlere göre daha
yüksek gelirlidir ve esnek çalışma saatlerine göre çalışmaktadır; bu da onlara
örgütün iç tartışmalarında önemli bir söz hakkı tanır. Bu büyük şubeler
arasında yapısal bir güç birliği söz konusudur: Büyük stratejik kararları üyeler
nadiren alırlar, bunun yerine, o büyük kararları, o konumlarda çalışacak vakte
sahip üyelerden oluşan çalışma grupları ve icra komiteleri alırlar.
Ülke
genelinde DSA’in ortalama üyesi sınıf dışı bir nitelik arz etse de bu durum,
büyük kentlerdeki yönetimlerin, dolayısıyla örgütün genelinin liderliğini işgal
etme eğiliminde olan üyeler için pek geçerli değildir. Bu liderlik tabakası,
örgüt içinde kendini koruma amaçlı olarak temel konular etrafındaki
tartışmaları çarpıtan bir tür seçkinci grup meydana getirmiştir.
Irk
ve sınıf meseleleri üzerinden bizim gibilere yöneltilen, duygu temelli
suçlamalar ile “sınıf indirgemeciliği” öcüsünden sürekli dem vuran konuşmalar,
esasında DSA içerisinde açığa çıkmış olan meselelerin şiddetinin birer
yansımasıdır. DSA, kendi sınıfsal bileşimi meselesini sumen altı edip, kendisini
daha az tehdit edecek konulara odaklıyor. DSA, kendi içerisinde
profesyonel-yönetici kesimin aşırı nüfuzuyla hesaplaşmayı varoluşuna yönelik
bir tehdit olarak görüyor:
“Liberal elitlere savaş
açmak, muhafazakâr ajandayla veya neoliberal bir projeyle gayet iyi örtüşen bir
şeymiş gibi görülüyor. Zengin liberaller, iyiliksever ve şefkatli üst sınıfın
çağdaş asaletinin dayattığı yükümlülüğü benimsedikleri sürece, liyakat ve
teknokrasi temelli dünya görüşlerini veya erdem anlayışlarını tehlikeye atmadan,
ayrıcalıklı olduklarını açıktan beyan edebiliyorlar. Fakat, safları büyük
ölçüde profesyonel yönetici sınıfından ve onlara katılmak için can atan, işçileşmeye
meyilli orta sınıfa mensup, beceriksizlerden oluşan bir sosyalist hareket için mevcut
üyeleri ile işçi sınıfının geri kalanı arasındaki karşıtlığı kabul etmek, tüm
siyasi projenin sorgulanmasına neden oluyor.”[6]
Bu
rahatsız edici sorunla yüzleşmek yerine, DSA, kendi içerisinde her daim,
belirli bir konunun “potansiyel müttefikleri yabancılaştırıp
yabancılaştırmayacağı” sorusunu tartışıp duruyor; bu, marjinalleştirilmiş
grupların kendi kendini seçen temsilcilerine, grubun bir üyesinin belirli bir
girişimle zarar görebileceği hikâyeler anlatmaları için geniş bir alan tanıyan
öznel bir standarttır. Rakipleri, daha sonra ya boyun eğer, somut kanıt
istemeyi ve duyarsız görünme riskini almayı seçer ya da kararsızları, girişimi
üstlenmemenin potansiyel müttefiklere daha fazla zarar vereceğine ikna eden
daha cazip bir karşı hikâye anlatırlar. Gizemli bir şekilde, bu
marjinalleştirme hikâyelerindeki “potansiyel müttefikler”, Bard Üniversitesi’nde
edebiyat alanında lisansüstü eğitim gören bir öğrenciyle aynı şeylerden her
zaman rahatsız oluyor gibi görünüyor. Bascuñán’ın Sınıfın Birliği’ne yönelik
eleştirileri de tam olarak bu türe giriyor.
Bizim
amacımız, bu idealist sis perdesini dağıtıp, DSA’in sorunlarını profesyonel
solun akademi, medya ve STK’lardan oluşan sacayağının somut kurumsal bağlamına
yerleştirmek. Ancak bu sayede, mevcut DSA tartışmalarının yetersiz
standartlarını reddederek, bu konular etrafındaki duygusal gerilimi azaltmayı,
içinde bulunduğumuz bu vampir şatosundan çıkış yolunu göstermeyi ve modern ABD
solunun siyasi etkinliğini sınırlayan kurumsal gerçeklere yeniden odaklanmayı
umabiliriz.
Sınıfın Birliği
3
Ocak 2022
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Örneğin bkz. Capital I: s. 450, 549-60, 986; III: s. 509-10. Penguin
baskısı.
[2]
Marx/Engels Collected Works, Cilt 31 ve 32, özellikle 31. Ciltte s.30 ve
32 Ciltte s. 196, 198, 504.
[3]
Örneğin bkz.: Martin Nicolaus, “Proletariat and Middle Class in Marx”, Studies
on the Left, Cilt 7, Sayı. 1, 1967. Val Burris, “Capital Accumulation and
the Rise of the New Middle Class” Review of Radical Political Economics,
Cilt 12, Sayı. 1, İlkbahar 1980. Simon Mohun, “Unproductive Labor in the US
Economy 1964-2010” Review of Radical Political Economics, Cilt 46, Sayı.
3, 2014. Simon Mohun, “Class Structure and the Distribution of National Income,
1918-2012,” Metroeconomica, Cilt 67, Sayı. 2, 2016.
[4]
Marx’ın orta sınıfla ilgili şu iki özlü ifadesine bakmak gerek: “[Ricardo’nun]
vurgulamayı unuttuğu şey, orta sınıfların sürekli artan sayısıdır; bunlar, bir
yanda işçi, diğer yanda kapitalist ve toprak sahibi arasında kalanlardır. Orta
sınıflar geçimlerini, giderek artan bir ölçüde, doğrudan gelir üzerinden
sağlarlar [yani orta sınıf, bir genel gider maliyetidirler, üretimde açığa
çıkan önemsiz masraftır (faux frais)]. Orta sınıflar, işçi kitlesinin
sırtında ağır bir yük oluştururlar ve üstteki on bin kişinin sosyal güvenliğini
ve gücünü artırırlar” (Marx/Engels Collected Works, Cilt 32, s. 198). “Net
üründeki artış sebebiyle, üretken olmayan işçiler için daha fazla alan açılır;
bu işçiler, üretken işçinin ürünüyle yaşarlar ve onun sömürülmesindeki
çıkarları, doğrudan sömüren sınıfların çıkarlarıyla az çok örtüşür” (A.g.e.,
s. 196).
[5]
Bay Area Socialist Organizing Committee, “Confronting Reality/Learning from the
History of Our Movement”, Nisan 1981, MIA.
[6] Sohale Andrus Mortazavi, “The Professional-Managerial Novel: Clarifying the Realities of Class”, 10 Eylül 2021, Hedge.
0 Yorum:
Yorum Gönder