04 Ekim 2025

Solun Orta Sınıf Sorunu


Felipe Bascuñán, “Bir Sınıfı Nasıl Birleştiremeyiz?” adlı makalesinde, Sınıfın Birliği olarak bizim, egemen sınıfın işçi sınıfını bölüp ele geçirmek için kullandığı farklı baskı deneyimlerine duyarsız olduğumuzu iddia ediyor. Bascuñán’ın yazısı, ne yazık ki Sınıfın Birliği’nin gerçek konumlarını ve argümanlarını yanlış yorumluyor, esasında o, bu konum ve argümanlarla pek fazla ilgilenmiyor.

2021’de Amerika Demokratik Sosyalistler Kongresi (DSA) bünyesinde kaçak göçmenler için af ve herkese çocuk bakımı hizmeti sağlanması konusunda aldırdığımız kararlar ile DSA’in hain temsilcisi Jamaal Bowman’ın Siyonizmle flörtü nedeniyle disipline sevk edilmesine ilişkin çağrımız, bizim işçi sınıfının belirli kesimlerine diğerlerinden daha doğrudan ve orantısız bir şekilde fayda sağlayacak belirli taleplerin farkında olduğumuzu ve bu taleplere duyduğumuz ilgiyi açıkça ortaya koyuyor.

Bascuñán’dan farklı olduğumuz nokta, biz bu talepleri, Marksistlerin her zaman yaptığı gibi, tüm işçi sınıfının ortak çıkarlarını ifade eden talepler olarak ele almamızdır; buna karşılık, “hepimizin paylaştığı çıkarların şu veya bu gruba aitmiş gibi ele alınması” konusunda ısrar eden kimlikçi liberal teoriden söz etmek gerekmektedir. Esasında, ırksal eşitsizlikler gibi eşitsizlik türlerinin temel siyasi-ekonomik nedenlerini ele alabilecek kitlesel bir işçi sınıfı hareketini bir kılmaya yarayacak yegâne yaklaşım, evrenselci yaklaşımdır.

Bascuñán, işçi sınıfının nasıl birleştirilmemesi gerektiği konusundaki onca gevezeliğine rağmen, işçi sınıfının tüm çeşitliliğiyle sahip olduğu çıkarları ve arzuları ciddiye almaktansa kendi soyut teorik modelinin doğruluğunu kanıtlamakla daha çok ilgileniyor gibi görünüyor. Geçtiğimiz yaz aynı Bascuñán, George Floyd protestolarının ardından ivme kazanan polisin mali kaynaklarının kesilmesi çağrılarını, “ırkçılık karşıtı hareketlerin ekonomi ile ırksal eşitsizlik arasındaki derin bağları anlamakta sorun yaşamadığının” teyidi olarak okuyordu. Bascuñán, nakit sıkıntısı çeken polis teşkilatlarının genellikle daha iyi finanse edilenlerden daha fazla ölüme sebep olduğunun ve ülkedeki en beyaz (ve en fakir) eyaletlerden bazılarının en yüksek polis cinayeti oranlarını ürettiğinin farkında değilmiş gibi görünüyor; ayrıca, polisin mali kaynaklarının kesilmesi çağrısının, en çok fayda sağlayacağını iddia eden işçi sınıfından siyah ve esmer insanlar tarafından desteklenip desteklenmediğini de sormuyor.

Mevcut kanıtlar bunun böyle olmadığını gösteriyor. Protestolardan sadece iki ay sonra, yaygın olarak dolaşıma sokulmuş olan bir Gallup anketi, siyahi insanların yüzde 81’inin polisin kendi bölgelerinde en az onlar kadar veya daha fazla zaman geçirmesini istediğini ortaya koyuyordu. O zamandan beri, eski bir siyahi polis şefinin, bütçeyi azaltma hareketinin “genç beyaz zengin insanlar” tarafından yönetildiğini ilan ettikten sonra, siyahi seçmenlerden önemli bir destekle New York Belediye Başkanlığını kazandığını da gördük. Daha yakın bir zamanda, Minneapolis’teki seçmenler, şehirdeki emniyet müdürlüğünün yerini Kamu Güvenliği Departmanı’nın almasını ve kişi başına asgari memur sayısı şartının kaldırılmasını öngören bir oylama önergesini reddettiler. Referanduma verilen destek, beyaz liberaller arasında siyah seçmenlere göre önemli ölçüde daha yüksekti. Eski polis Derek Chauvin’in George Floyd’u soğukkanlılıkla öldürmesinin üzerinden bir buçuk yıl geçtikten sonra polis gücünün büyüklüğünde bir azalma görmek isteyen siyahi seçmenlerin oranı, yalnızca yüzde 14’tü.

Bu, polisin mali kaynaklarının kesilmesini savunanların polisliğe dair meşru ve ciddi eleştirileri olmadığı anlamına gelmiyor; tabii ki var. Ayrıca biz, tüm çalışanların illaki solcu olduğunu da iddia etmiyoruz. Oysa kısa süre önce yapılmış bir çalışma, bizim, her kesimden işçi sınıfına hitap etmenin en iyi yolunun, akademisyenler ve STK aktivistleri arasında yaygın olan ve üniversite diploması olmayan çalışanların çoğunluğunu hareketten uzaklaştıran duyarcılık söylemiyle örtbas etmeye çalışmak yerine, temel ekonomik meselelere odaklanmak ve bunları evrensel terimlerle teorize etmek olduğuna dair kanaatimizi destekleyen veriler sunuyor.

Gelgelelim, Sınıfın Birliği ile onu eleştirenler arasındaki anlaşmazlık, bundan daha derin. Bu itirazlarımızı aktardığımız yazıda, Sınıfın Birliği’nin gerçek niteliğini açıklığa kavuşturmaya çalışacağız. Aslında bizim argümanımız basit: Biz, Amerikan solunun yüzleştiği temel zorlukların büyük çoğunluğunun, solun önemli ölçüde orta sınıftan müteşekkil bir terkibe sahip oluşundan, bu sınıfsal yapının varlığını kabul etmeye, orta sınıfın ağırlığını azaltmaya bir türlü yanaşmamasından ve orta sınıf üyelerinin siyasi çıkarlarını ve eğilimlerini işçi sınıfına yansıtma alışkanlığından kaynaklandığına inanıyoruz. Biz, bunun neticesinde, tam da Bascuñán’ın karşı çıktığını iddia ettiği egemen sınıfa ait böl-yönet stratejisine destek veren ve ona yataklık eden bir siyaset ortaya çıktığını düşünüyoruz.

Başka bir ifadeyle biz, DSA da dâhil olmak üzere, fiiliyatta var olan Amerikan solunun sınıfsal açıdan analize tabi tutulmasını öneriyoruz. Öte yandan, Bascuñán’ın argümanının temelde idealist olduğunu söylüyoruz: Bascuñán, sosyalist hareketin “baskı ve zulümle mücadele etmesini” savunurken, bunun siyasi-ekonomik açıdan ne anlama geldiğini veya herhangi bir sosyalistin neden “baskıyla mücadele”ye karşı çıkacağını hiçbir zaman açıklamıyor. Bascuñán için, tercih ettiği politikayla anlaşmazlık, muhataplarının zihninde tam olarak şekillenmiş bir şekilde ortaya çıkan, gizemli bir kökene sahip ahlaki bir zaaftır ve tercih ettiği politikayı desteklemek, bu politikaların sınıf mücadelesi açısından bir anlam ifade edip etmediğinden bağımsız olarak, ahlaki bir zorunluluktur. Bu analitik titizlik eksikliği, onun şu veya bu ütopik talebe yönelik kendi estetik tercihini daha geniş işçi sınıfının gerçek çıkarlarıyla karıştırmasına ve bu politikaya yönelik Marksist soldan gelen eleştirileri anlamamasına yol açıyor. Bu yazıda da dile getirdiğimiz üzere, bu, hiçbir şekilde Bascuñán’a has bir davranış kalıbı değil: burada daha çok, onlarca yıldır işçi sınıfından kopmuş bir solun öngörülebilir ve tutarlı patolojisi mevzubahistir. Sol, onlarca yıldır hâkim liberalizmin dış merkezli yörüngesinde ilerlemiştir.

Devam etmeden önce, orta sınıfın “var olmadığı” veya onun esasen uygun bir Marksist kategori olmadığını söyleyen, kaçınılmaz olarak gündeme gelen, ama temelde asılsız olan iddiaları bir kenara bırakmamız gerekiyor. Aslında Marx da hem Kapital’de[1] hem de Artı Değer Teorileri’nde[2] orta sınıfı uzun uzadıya tartışır. Orta sınıfın varlığına dair muazzam miktarda ampirik veri mevcuttur. Marksist iktisatçılar ve sosyologlar, bu gerçeği izah etmek için hatırı sayılır miktarda mürekkep harcamışlardır.[3]

Marx’ın orta sınıf olarak adlandırdığı şey, doğrudan artı değer üretmeyen, bunun yerine sanayi işçileri tarafından artı değerin üretimini ve ticari işçiler tarafından piyasada gerçekleşmesini kolaylaştıran bir grup düşün işçisidir. İşçi sınıfının beden işçilerinden oluşan kısmı, sanayi ve ticarette artı değeri üretir ve gerçekleştirir, böylece toplumdaki tüm sınıfların (örneğin işçiler, kapitalistler, toprak sahipleri) toplam gelirini yaratır. Orta sınıf, buna karşılık, Marx’ın “üretimin genel gider maliyeti” olarak adlandırdığı şeydir. Onun sözleriyle, orta sınıf, “yararlı” ve “gerekli”, ancak işçi sınıfının geri kalanıyla birlikte sömürülmesine rağmen artı değer üretmemesi anlamında, “üretken değil”dir. Sadece, sermayenin sahipleri adına artı değerin üretilip realize edildiği süreci yönetir. Orta sınıfın geliri (“üretim maliyeti”) karşılığında yerine getirmesi gereken işlev, beden işçilerini “denetlemek” ve “disiplin altına almak”tır; bu, ya doğrudan işe alma ve işten çıkarma gücüyle ya da normlar üzerindeki otorite aracılığıyla, ideolojik olarak gerçekleşir. Bu ekonomik işlevin siyasi alana nasıl yansıdığı ise, solcu ve liberal-ilerici siyasi söylem ile işçi sınıfına ve önceliklerine yönelik tutumların niteliğinde açıkça görülür. Orta sınıf, genel olarak sınıf veya sömürüyle değil, doğruluk ve görgü kurallarıyla ilgilenir: İş yerinde gün boyu diğer işçileri denetler, disiplin altına alır ve “eğitir”; iş dışında ise günün geri kalanında insanlara ahlak dersi verir ve onları denetler.[4]

Bu noktada şunu söylememiz gerek: biz, orta sınıf kökenli her insanın kötü bir siyasete sahip olduğunu, her bireyin siyasetinin mekanik olarak sınıfsal konumu tarafından belirlendiğini veya orta sınıfa mensup insanların bir şekilde işçi hareketinden dışlanması gerektiğini düşünmüyoruz. Sorun, tek tek orta sınıfa mensup insanlar değil. İstisnaları olsa da ortada karakteristik bir orta sınıf siyaseti olduğunu görmeliyiz.

Özünde biz şunu söylüyoruz: bugün olduğu gibi, orta sınıfın işçi hareketinin durması gereken alana egemen olmasına izin verilmemelidir. Bu egemenlik, sol kurumlarda liberal siyasetin hegemonyasına yol açar ve artık siyasete katılmayı büyük ölçüde bırakmış olan işçi sınıfını siyasi bir sesten mahrum bırakır. Biz, ilk planda böyle bir sorun olduğunu kabul etmediğimiz takdirde, beyan ettiğimiz siyasi hedeflerimize ulaşma yeteneğimize yönelik bu varoluşsal tehdidi çözme umudumuzun olmadığını düşünüyoruz.

Temenniler Yerine Marksist Analiz

Amerikan solunun orta sınıf karakterinin açık bir göstergesi, esasen yeryüzündeki her kitle üyeliğine sahip sosyal demokrat veya komünist partide geçerli olan Marksist kimlik siyaseti eleştirisini uygulama veya doğru bir şekilde kavrama konusundaki yetersizliğidir.

Eric Hobsbawm ve Hintli Maocu devrimci Ajith gibi çeşitli düşünürler tarafından paylaşılan bu Marksist kimlik siyaseti eleştirisi, Amerikan bağlamında en kesin şekilde Adolph Reed tarafından formüle edilmiştir. Reed, kimlik siyasetini “neoliberalizmin sol kanadının sınıf siyaseti” olarak adlandırmıştır.

Biz, tam da bu eleştiri üzerinden, Bascuñán'ın DSA’de sıkça dile getirilen makalesinin temel iddiasını reddediyoruz. Bu iddiaya göre, ABD solundaki herkes, örneğin şirketler tarafından desteklenen Onur Yürüyüşleri gibi yüzeysel sembolik eylemler ile düşünceli bir felsefi ve nüanslı kesişimsel sosyalist proje arasındaki temel ayrımı anlayabilmelidir. Oysa bugün ABD solunda, “sahte” liberal kimlik politikaları ile “hakiki” sosyalist kesişimsellik arasında neredeyse hiçbir anlamlı ayrım kalmamıştır.

Öznel hakikiliğe dayalı bir ayrım ortaya koymaya yönelik her girişim, uzun süredir siyasi bir karakterden yoksun olan, yeniden canlanan bir ABD solunun belirtisidir. İşaret edilecek bir siyasi geçmiş olmadığı için, tek başvuru kaynağı, hakikilik iddiaları olmaktadır.

Bu hakikilik siyaseti, mevcut eşitsiz toplumsal pratiklerin sürdürüldüğü somut biçimleri örtbas etmekle kalmıyor, aynı zamanda baskıya duyarsızlığa ilişkin (Bascuñán’ın argümanının merkezinde yer alanlar türünden) asılsız suçlamaların işçi sınıfı siyasetini baltalamak ve yok etmek için kullanıldığı kurumsal mekanizmaları da gizliyor. Burada, Bernie Sanders ve Jeremy Corbyn’e yöneltilen iftiralarda en açık şekilde görülse de, aynı zamanda işyeri dayanışmasını baltalamak, emek disiplinini dayatmak, kamusal eğitimi özelleştirmek gibi neoliberal politika girişimleri listesindeki diğer eylemleri başarıyla uygulayan geniş bir eğilimden söz edilmektedir.

Bascuñán’ın neoliberal politikanın sosyalist siyasetten kolayca ayırt edilebileceği yönündeki iddiası, bu politikanın sosyalist siyaseti baltalamada ne kadar güçlü bir şekilde etkili olduğu gerçeğini gözden kaçırıyor; bu bariz eksiklik, çok daha derinlikli bir analize ihtiyaç duyuyor.

Bizimkiler, tartışmalı ifadeler. Bu sebeple, ilgili ifadeleri gerçek zaman ve mekâna uygun kılmak yoğun bir çaba gerektiriyor. Sahte liberal kimlik politikaları ile gerçek sosyalist kesişimsellik arasındaki sözde ayrım bir kurgu, ancak belirli bir siyasi-ekonomik oluşuma dayandığı için varlığını sürdüren bir kurgu.

ABD solu, yalnızca orta sınıfa eğilimli olmakla kalmıyor, liderlik katmanı da orta sınıfın belirli bir alt kümesine bağlı. Gerçekte var olan ABD solu, özellikle büyük şehirlerde, neredeyse tamamen eğitimli liberal orta sınıflara dayanıyor ve liderlik düzeyinde akademi, medya ve STK’lardan oluşan sacayağının nüfuzu altında. Dolayısıyla, sol, yalnızca gerçek anlamda sosyalist politikaları savunabilecek bağımsız bir siyasi tabandan yoksun olmakla kalmıyor, aynı zamanda bu kurumlar aracılığıyla sermayeye tabi kılınıyor.

Biz bu yazıda, bahsini ettiğimiz sacayağının üç bileşeni ele alacak, bunların solu nasıl etkilediğini izah edeceğiz.

ABD solu, sermaye için ciddi bir tehdit haline gelecekse, bu kurumlara olan bağımlılığını kabul etmeli, ideolojilerini kesin bir dille reddetmeli, kendi bağımsız kurumlarını geliştirerek, bu kurumlara olan bağımlılığından kurtulmalı, seçilmiş politikacılarını bu bağımsız kurumlara karşı sorumlu kılmalı ve ABD işçi sınıfındaki tabanını yeniden inşa etmelidir.

Bu yazının, bu temel sorunla doğru düzgün hesaplaşmayı engelleyen savunma mekanizmalarından bazılarının ortadan kaldırılmasına katkıda bulunacağını umuyoruz.

DSA’deki İşlevsel Bozukluğun Kökenleri

İlkin şunu anlamamız gerek: Orta sınıfın sol partileri ve kurumları ele geçirmesi, sadece DSA ve Amerikan soluyla sınırlı bir mesele değil. Piketty, bu noktada tüm dünya genelinde bir “snop sol”un ortaya çıktığını söylüyor. Ayrıca, Avrupa’da sol partilere giden işçi sınıfı oylarının azaldığı, artık herkesin kabul ettiği bir gerçek.

Gelgelelim, bu süreç, ABD’de diğer birçok gelişmiş ülkeye kıyasla çok daha fazla ilerlemiş bir haldedir. Bu sürecin bir neticesi olarak bugün DSA, en azından büyük kentlerde ve birçok küçük kentte orta sınıfın bir sol örgütü ele geçirmesi pratiğinin zirvesini ifade etmektedir.

Amerikan solunun sınıfsal yapısı farklı bir içerik ve biçim kazanmıştır. O da dünya solu gibi “snoplaşmıştır.” Gelişmiş dünyada neredeyse tek örnek olarak ABD, kitle desteğine sahip bir sosyal demokrat veya komünist partinin kalıcı bir şekilde ortaya çıkmadığı bir yerdir. Orantılı olmayan seçim sistemi, Kızıl Korku ve Stalin’in Komünist Parti’nin kurulacak halk cephesi içerisinde Demokratik Yeni Düzen koalisyonuna tabi olması konusundaki ısrarı, kitlesel bir işçi partisinin hiçbir vakit yaşama imkânı bulamamasına neden oldu.

Sonuç olarak Amerikan solu, böylesi bir partinin kurumsal hafızasından veya soyağacından beslenmeyen bir yapıdır. Avrupa’da bazı sol partiler, ağırlıklı olarak işçi sınıfı tabanını muhafaza etmeyi bilmişlerdir. Bunlar genellikle, ideolojik ve örgütsel katılıklarıyla orta sınıfa mensup amatörleri partiden uzak tutan Portekiz ve Yunan komünist partileri gibi post-Stalinist partilerdir. Hollanda Sosyalist Partisi gibi birkaç parti ise, büyük ölçüde demokratik olmayan yollarla da olsa korudukları “proleter” yönelimle birlikte kurulmuştur.

Buna karşın, İngiliz İşçi Partisi veya Almanya’daki Sol Parti gibi esasen orta sınıf partileri haline gelen partiler bile, işçi sınıfıyla aralarındaki bağ kopmuş veya kopma sürecinde olsa bile, işçi sınıfıyla organik bir bağ kurmanın nasıl bir şey olduğuna dair bilince ve hafızaya halen daha sahiptirler. Demek ki bu partilerde orta sınıfın partiyi ele geçirme çabalarını püskürtmek için mücadele eden sesler var, demek ki partinin geri kalanı, genel manada bu ele geçirme çabaları gerçekte yokmuş gibi davranmamış.

Öte yandan, DSA’in hiçbir vakit işçi sınıfından oluşan bir toplumsal tabanı olmadı. Dolayısıyla, tam da bu sebeple, söz konusu hayaletin kurumsal bir hafızası yok. Bunun sonucunda örgüt, sınıf tabanını tümüyle inkâr etme eğilimindedir.

Sınıfın Birliği’nin DSA’deki orta sınıf eğilimini örgütün temel sorunlarının ana sebebi olarak gösterme çabalarına yönelik örgüt içerisinde geliştirilen savunmacı yaklaşımın politik-ekonomik açıdan izah edilmesi gerekiyor. Oysa bu eğilim tüm çıplaklığıyla ortada.

DSA’deki her iki tarafın da ekmeğini yemeyi arzulayan akıl, işçi sınıfını sayısız ötekiden biri olmaya indirgiyor. Bu anlayış üzerinden, liberallerle kurulan koalisyonda “ilericileri” öne çıkartmak ya da polis kurumunun ilga edilmesi gibi orta sınıfa has hayaller aşkına herkese sağlık hizmeti türünden işçi sınıfının gündeme getirdiği acil taleplere yoğunlaşacak, emeği ilgilendiren meselelere odaklanacak işçi grubu oluşturma veya kampanya yürütme imkânı bulamıyorsunuz, “sınıf indirgemeciliği” için kendi bulunduğunuz şehirde bir alan açamıyorsunuz.

DSA’daki aktivistler genelde yüksek eğitimlidir, sanayide yürütülecek sendika faaliyetleri için yetersizdir, ayrıca belirli bir sektörde ve işyerinde işe girip orada sendikalaşmayı sağlamak ya da militan sendikacılık faaliyetlerini canlandırmak gibi gösterişsiz işlerle pek ilgilenmez. 2019’daki taban stratejisinin yüzleştiği kader, bu ilgisizliğin delili. Bu taban stratejisi, her ne kadar DSA’in dilinden eksik etmediği bir şey olsa da, DSA içinde işçi sınıfına mensup geniş bir gönüllü tabanının eksikliği ortaya çıktıkça, zamanla az sayıda işçi sınıfına odaklı çalışma grubu veya şubenin ilgilendiği bir konuya dönüştü.

Buna karşılık, kimlik temelli girişimler, yaygınlaşmakla kalmadı, aynı zamanda kimliği esas alan duyarsızlık suçlamaları denilen tehdit giderek her yanı kuşattı, bu suçlamalar, aşırı bir temkine ve otosansüre, hatta düpedüz paranoya ve çatışma atmosferine yol açtı. Özünde bu sorunlar, yalnızca sola özgü değil; bunlar, üniversite siyasetine, haber merkezlerindeki kavgalara ve STK kariyerizmine aşina olan herkesin bildiği sorunlardır.

Ortalama bir DSA üyesi, gündelik sohbetlerde DSA’in çarpık sınıf yapısı konusunda hemfikir olabilir. Aşırı solcu bir mahalledeki şubenin ekip biçtiği hobi bahçelerindeki çalışmalarla ilgili şaka yapabilir, hatta birden fazla ırka mensup insanlardan oluşan işçi sınıfı adına zulüm hikâyeleri anlatan lisansüstü öğrencilerinin gösterisiyle alay edebilir. Fakat örgütün bir şubesi, bu dengesizliği gidermek için somut bir şey yapmak zorunda kalınca, şu türden bir basmakalıp mantık ortaya çıkar:

1. Sol, orta sınıf değildir, çünkü orta sınıf diye bir şey yoktur. Ücret karşılığında çalışan herkes, üst düzey yönetici pozisyonlarında olsalar bile, işçi sınıfına mensuptur; solun çoğu, zaten üst düzey yönetici pozisyonunda olmadığı için, bunun bir önemi yoktur.

2. Sol, orta sınıf değil, ama orta sınıf olsaydı iyi olurdu. Örgütlerimizi oluşturan aşağı doğru hareket eden Y kuşağı ve Z kuşağı üniversite mezunları, kesişimsel sosyalizmi anlıyor ve bu nedenle işçi sınıfına liderlik edecek militan öncüyü oluşturmak için doğru fikirlere sahipler. Ne de olsa Engels, bir burjuvaydı.

3. Kimliğe aşırı odaklanıp ABD solunu etkisiz fraksiyonlara bölenler, orta sınıf solcular değil, patronların işini onlar adına yapan Sınıfın Birliği’dir. Hepimiz, zaten işçi sınıfına mensup olduğumuz ve gerçek sınıf birliğini sağlamak için bunu fark etmemiz gerektiği halde, solu işçi sınıfı ve orta sınıf olarak bölenler, patronlardır.

Bir başka yaklaşım, “orta sınıf”ın klasik bir Marksist sınıfı temsil etmediğini söyler. Bu anlayışa göre, ABD’deki orta sınıfın karmaşık sınıfsal konumu, bu terimi kullananların analizinde bir kusurmuş gibi takdim edilir. Oysa orta sınıf, gerçekte “çelişkili bir sınıfsal konumda " var olur. Çünkü sermayenin radikal işçi hareketine yönelik tepkisi, yaygın ev ve hisse senedi sahipliği, tüketimcilik, diplomatik kimlik, gelir düzeyleri farklı mahalleler ve burjuva ideolojisinin sistematik yayılımı yoluyla sınıfsal sınırları tarihsel planda bulanıklaştırmıştır. Bu gerçekliklerle yüzleşmemek, Marx’ın orta sınıf hakkındaki uzun tartışmalarından habersiz, gerçek maddi analizi bayağılaştırılmış bir “Marksizm” lehine bir kenara bırakmaktır.

Öte yandan, bu meseleyle dürüstçe hesaplaşmayı engelleyen en önemli faktör, muhtemelen, 2008 mali krizinin uzun süren sonuçlarıyla genç ve eğitimli orta sınıfın büyük bir bölümünün işçileşmesidir; bu gerçeklik sayesinde ABD’de solculuk, yeniden canlanma yaşamıştır.

ABD solunun fazlasıyla orta sınıf olduğu iddiasına yönelik en ciddi itirazda, esasında orta sınıfın önemli bir kısmının şu anda işçi sınıfında yer aldığından, çoğunlukla değersizleştirilmiş bilgi işçisi ve hizmet işlerinin belirli bir alt kümesine ait olduğundan bahsedilir. Eskiden gelecek vaat eden bir güç olarak görülen orta sınıfın proleterleşmesinin belirgin olduğu koşullarda, solun sorunlarını neden çarpık bir sınıf bileşimine bağlayalım ki?

Bu soruya şu cevap verilebilir: üniversite mezunu birçok solcu, sermaye tarafından ne kadar ezilse de, orta sınıfa özgü kariyere sahip olma beklentisi içine girmiş ama bu beklentiler öngörülebilir kimi sorunlara yol açmıştır. Bu sorunlarla daha önceki dönemlerde de karşılaşıldığına hiç şüphe yok:

“Proletaryanın sınıf çıkarlarıyla özdeşleşmek, birçok aydın için kolay değildir. Aydınlar, bireysellik, rekabetçilik, sorunları yalnızca fikirler çerçevesinde çözme çabası, kişisel varlıklarının önemli görülmesine dönük beklentiler türünden, başlangıçtaki eğitimlerinin ve yaşam tarzlarının beraberinde getirdikleri yükleri taşırlar. Tarih boyunca devrimi destekleyen aydınlar, bu tür eğilimlerle mücadele etmek zorunda kalmışlardır. Birçok aşırı solcunun yaptığı hatanın kökeninde bu sınıf temelli zayıflıklar yatmaktadır.

Bu durum, özellikle büyük ölçüde gençlerden oluşan, neredeyse tamamı 35 yaşın altında olan bir hareket için geçerlidir. Bu kişilerin çoğu üniversite mezunudur, ancak iş arkadaşlarının çoğunun olmadığı koşullarda çalışmaktadırlar. Birçoğunun maddi refah geçmişi vardır ve geçmiş veya potansiyel ayrıcalıklarıyla ilişkilerini çözmemişlerdir. Birçoğu bir işe, bir topluluğa veya bir aileye uzun vadeli bir bağlılık kurma deneyimine sahip değildir. Bunlar, dünya görüşümüzü ve siyasi çalışma yöntemlerimizi etkileyen önemli özelliklerdir. Dahası, toplumsal istikrar eksikliği, aydınların tipik zayıflıklarını tespit etmeyi ve değiştirmeyi veya aslında buna karşılık gelen güçlü yönleri fark etmeyi ve geliştirmeyi zorlaştırmıştır.”[5]

Bu kültürel yük ile hesaplaşma konusunda zafiyet gösteren birçok sınıf dışı solcu, işçi sınıfının öncüsü olmaktan ziyade, onun içinde sürgün edilmiş, yöneticilik haklarını geri kazanmak için çırpınan kişilerdir.

Yerinde bir materyalist tespitle: DSA, pratikte New York, Los Angeles, Şikago, Vaşington, San Fransisko Körfez Bölgesi gibi büyük kent merkezlerinin hâkimiyetinde hareket etme eğilimindedir. Bu şubelerin üyeleri, genellikle diğer yerlere göre daha yüksek gelirlidir ve esnek çalışma saatlerine göre çalışmaktadır; bu da onlara örgütün iç tartışmalarında önemli bir söz hakkı tanır. Bu büyük şubeler arasında yapısal bir güç birliği söz konusudur: Büyük stratejik kararları üyeler nadiren alırlar, bunun yerine, o büyük kararları, o konumlarda çalışacak vakte sahip üyelerden oluşan çalışma grupları ve icra komiteleri alırlar.

Ülke genelinde DSA’in ortalama üyesi sınıf dışı bir nitelik arz etse de bu durum, büyük kentlerdeki yönetimlerin, dolayısıyla örgütün genelinin liderliğini işgal etme eğiliminde olan üyeler için pek geçerli değildir. Bu liderlik tabakası, örgüt içinde kendini koruma amaçlı olarak temel konular etrafındaki tartışmaları çarpıtan bir tür seçkinci grup meydana getirmiştir.

Irk ve sınıf meseleleri üzerinden bizim gibilere yöneltilen, duygu temelli suçlamalar ile “sınıf indirgemeciliği” öcüsünden sürekli dem vuran konuşmalar, esasında DSA içerisinde açığa çıkmış olan meselelerin şiddetinin birer yansımasıdır. DSA, kendi sınıfsal bileşimi meselesini sumen altı edip, kendisini daha az tehdit edecek konulara odaklıyor. DSA, kendi içerisinde profesyonel-yönetici kesimin aşırı nüfuzuyla hesaplaşmayı varoluşuna yönelik bir tehdit olarak görüyor:

“Liberal elitlere savaş açmak, muhafazakâr ajandayla veya neoliberal bir projeyle gayet iyi örtüşen bir şeymiş gibi görülüyor. Zengin liberaller, iyiliksever ve şefkatli üst sınıfın çağdaş asaletinin dayattığı yükümlülüğü benimsedikleri sürece, liyakat ve teknokrasi temelli dünya görüşlerini veya erdem anlayışlarını tehlikeye atmadan, ayrıcalıklı olduklarını açıktan beyan edebiliyorlar. Fakat, safları büyük ölçüde profesyonel yönetici sınıfından ve onlara katılmak için can atan, işçileşmeye meyilli orta sınıfa mensup, beceriksizlerden oluşan bir sosyalist hareket için mevcut üyeleri ile işçi sınıfının geri kalanı arasındaki karşıtlığı kabul etmek, tüm siyasi projenin sorgulanmasına neden oluyor.”[6]

Bu rahatsız edici sorunla yüzleşmek yerine, DSA, kendi içerisinde her daim, belirli bir konunun “potansiyel müttefikleri yabancılaştırıp yabancılaştırmayacağı” sorusunu tartışıp duruyor; bu, marjinalleştirilmiş grupların kendi kendini seçen temsilcilerine, grubun bir üyesinin belirli bir girişimle zarar görebileceği hikâyeler anlatmaları için geniş bir alan tanıyan öznel bir standarttır. Rakipleri, daha sonra ya boyun eğer, somut kanıt istemeyi ve duyarsız görünme riskini almayı seçer ya da kararsızları, girişimi üstlenmemenin potansiyel müttefiklere daha fazla zarar vereceğine ikna eden daha cazip bir karşı hikâye anlatırlar. Gizemli bir şekilde, bu marjinalleştirme hikâyelerindeki “potansiyel müttefikler”, Bard Üniversitesi’nde edebiyat alanında lisansüstü eğitim gören bir öğrenciyle aynı şeylerden her zaman rahatsız oluyor gibi görünüyor. Bascuñán’ın Sınıfın Birliği’ne yönelik eleştirileri de tam olarak bu türe giriyor.

Bizim amacımız, bu idealist sis perdesini dağıtıp, DSA’in sorunlarını profesyonel solun akademi, medya ve STK’lardan oluşan sacayağının somut kurumsal bağlamına yerleştirmek. Ancak bu sayede, mevcut DSA tartışmalarının yetersiz standartlarını reddederek, bu konular etrafındaki duygusal gerilimi azaltmayı, içinde bulunduğumuz bu vampir şatosundan çıkış yolunu göstermeyi ve modern ABD solunun siyasi etkinliğini sınırlayan kurumsal gerçeklere yeniden odaklanmayı umabiliriz.

Sınıfın Birliği
3 Ocak 2022
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Örneğin bkz. Capital I: s. 450, 549-60, 986; III: s. 509-10. Penguin baskısı.

[2] Marx/Engels Collected Works, Cilt 31 ve 32, özellikle 31. Ciltte s.30 ve 32 Ciltte s. 196, 198, 504.

[3] Örneğin bkz.: Martin Nicolaus, “Proletariat and Middle Class in Marx”, Studies on the Left, Cilt 7, Sayı. 1, 1967. Val Burris, “Capital Accumulation and the Rise of the New Middle Class” Review of Radical Political Economics, Cilt 12, Sayı. 1, İlkbahar 1980. Simon Mohun, “Unproductive Labor in the US Economy 1964-2010” Review of Radical Political Economics, Cilt 46, Sayı. 3, 2014. Simon Mohun, “Class Structure and the Distribution of National Income, 1918-2012,” Metroeconomica, Cilt 67, Sayı. 2, 2016.

[4] Marx’ın orta sınıfla ilgili şu iki özlü ifadesine bakmak gerek: “[Ricardo’nun] vurgulamayı unuttuğu şey, orta sınıfların sürekli artan sayısıdır; bunlar, bir yanda işçi, diğer yanda kapitalist ve toprak sahibi arasında kalanlardır. Orta sınıflar geçimlerini, giderek artan bir ölçüde, doğrudan gelir üzerinden sağlarlar [yani orta sınıf, bir genel gider maliyetidirler, üretimde açığa çıkan önemsiz masraftır (faux frais)]. Orta sınıflar, işçi kitlesinin sırtında ağır bir yük oluştururlar ve üstteki on bin kişinin sosyal güvenliğini ve gücünü artırırlar” (Marx/Engels Collected Works, Cilt 32, s. 198). “Net üründeki artış sebebiyle, üretken olmayan işçiler için daha fazla alan açılır; bu işçiler, üretken işçinin ürünüyle yaşarlar ve onun sömürülmesindeki çıkarları, doğrudan sömüren sınıfların çıkarlarıyla az çok örtüşür” (A.g.e., s. 196).

[5] Bay Area Socialist Organizing Committee, “Confronting Reality/Learning from the History of Our Movement”, Nisan 1981, MIA.

[6] Sohale Andrus Mortazavi, “The Professional-Managerial Novel: Clarifying the Realities of Class”, 10 Eylül 2021, Hedge.

0 Yorum: