05 Ekim 2025

Solun Orta Sınıf Sorunu II



Sacayağının İlk Ayağı: Akademi

Çoğunlukla seçkin dört yıllık üniversite mezunlarından oluşan bir örgüt olan DSA’in tabanını, Amerikan toplumundaki temel amacı sınıfsal tabakalaşmayı liyakate dönüştürmek ve egemen sınıf egemenliğini meşrulaştırmak olan kurumlar şekillendirmiştir. Ancak, bunun esas olarak, sınıf analizini ders salonlarının küçük bir kısmı hariç hepsinden dışlayan, tümüyle post-Marksist bir müfredatla başarıldığını varsaymak hatalıdır. Aksine, geleceğin DSA solcularının kimliğinin şekillenmesinde önemli olan, kabul süreci, akran ağı, iş arama ve kampüslerdeki aktivist deneyimi gibi sınıf haricindeki akademik yaşamın sabit özellikleridir.

Markalaşmış üniversitelere kabul edilmek istiyorsanız, temelde bir kimliği anlatmayı öğrenmiş olmalısınız. Burada dile dökeceğiniz kimlik, kabul bürosu çalışanlarının duymak istediği türde bir kimlik olmalıdır. Böylelikle, ABD’deki elitlerin kendilerine dair çizdikleri, birden fazla etnisiteyi kucakladıklarına dair imaj, bir şekilde öğrenciye yansıtılabilmelidir. Blake Smith’in de dediği gibi:

“Eğitim, yüzünü duyarcı kimlik siyasetine çeviriyor. Bu, yeni bir şey değil. Yeni olan, üniversite yönetimlerinin ve öğretim üyelerinin öğrencilerin benlik algısını etkilemek yerine, yeni ideal kişiliğin savunması gereken değerleri empoze etmeleridir. Bugün ideal olan, başkalarının aslında acımasız bir rakip olduğunu unutturacak kadar çekici ve cana yakın biri olmak değil, imtiyaz üzerine kurulu sistemden yararlandığı gerçeğini, başkalarının unutmasını sağlayacak ölçüde herhangi bir tür sosyal adaletsizliği aşmış olduğunu, ikna edici bir dille anlatabilmektir. [vurgu bana ait].”[7]

Çoğunlukla özel mahallelerde ve kent merkezlerinde yaşayan, birden fazla etnisiteyi içeren orta sınıfın, kabul sınavlarından sıyrılıp geçmeye çalıştığı bu süreçte, ilgili sınıfın mensupları, hem başarı şanslarını artırmak hem de bu tırmanışın acımasızlığını sosyal adaletçi dille gizlemek için, kendi kimliklerinin altını çizen unsurları silah olarak kullanmayı öğreniyorlar. Bu alışkanlıkları, büyük ölçüde değişmeden DSA liderliğine de taşıyorlar.

Ağ kurma ve iş arama süreci, öğrencilere profesyonel seviyeye yükselmeye çalışırken bir başka yıkıcı kuralı daha öğretir: meslektaşlarınız hakkında asla toplum içinde kötü bir şey söylemeyin. Bir gün önemli bir iş bağlantısı için onlara bağımlı olacaksınız, bu yüzden bir takım oyuncusu olun. Bu basit bir nezaket kuralı gibi görünse de, çoğu zaman ilkeler konusunda yaşanan ama aslında bastırılmış kişisel rekabetlerden ibaret olan anlaşmazlıkların yaşandığı sol örgütlerdeki demokratik tartışmalar için korkunç sonuçlar doğurur.

Kampüs aktivizmi denilen deneyim, öğrencilerin düzenli değişimiyle şekillenir. Deneyim kıttır ve bu nedenle aktivist grubun liderleri, kişisel dostluklarına dayanarak halef seçebilir veya kişisel düşmanlıklarına dayanarak, onları reddedebilirler. Kampüslerdeki aktivist örgütleri, öğrenci protestolarının yönetimini profesyonelleştirmişlerdir. Bu örgütler, kurumun işleyişine yönelik herhangi bir tehdidi sınırlayan sembolik tavizlerin yanı sıra huzursuzluk için bir emniyet valfi sağlayan kampüs yöneticileri tarafından oluşturulurlar. İsyan, üniversite deneyimi için ödenmesi gereken bir bedeldir.

Ayrıcalıklıların kimlikleri üzerinden gördükleri baskıları bir ritüel dâhilinde anlatıp durmaları, yoldaşlık kisvesi altında klikleşme, el sıkışma ve memnuniyetsizliğin güvenli kanallara yönlendirilmesi, bütün olarak sol siyasette yaygınlaşmış meselelerdir. Çünkü bu davranışları üniversitede öğrenen aynı kişiler, artık ABD solundaki katılımcıların büyük çoğunluğunu oluşturmaktadır. Bu gerçeklik, DSA’in “çarpık sınıf yapısının, kampüs aktivizminin patolojisini ve işlevsizliğini yeniden üreten, aşılmaz bir orta sınıf alt kültürüne dönüştüğüne” dair tespitimizin temel sebebidir.

Son olarak şu söylenmeli: birçok radikalin akademik kariyer alanına çekilmesi, solun kendi önceliklerine dair anlayışını olumsuz yönde etkilemiştir. Akademisyenler, geleneksel bilgi birikimini altüst eden yeni fikirler üretmeye ve birbirlerini gölgede bırakmaya teşvik ediliyorlar. Bu yenilik arayışı, işyeri örgütlenmesinin temel ilkelere dayalı, koalisyon odaklı ve açıkçası çoğu zaman sıkıcı çalışma biçimiyle çelişiyor. Bu “sorunları yalnızca fikirler alanında çözme girişiminin” karakteristik bir örneği, Bascuñán’ın ırk ve sınıf yaklaşımıdır.

Bascuñán, ırk ve sınıfı incelerken, “sınıf” kavramının tamamen soyut bir şekilde anlaşılmasının, grup farklılaşması veya işçiler arasındaki rekabet gibi karmaşık ampirik gerçeklikleri açıklayamayacağını savunuyor. Ancak bizim için tartışmanın konusu bu değil; daha ziyade, bu özelliklerin günümüze nasıl devam ettiği, hangi tarihsel değişimlere uğradığı ve nasıl ele alınabileceği sorusu. Bascuñán buna, üstesinden geldiğini iddia ettiği türden tarih dışı soyutlamalarla dolu, basmakalıp liberal kesişimselci söylemle cevap veriyor.

Bascuñán’ın ırkçılık anlayışı, Yeni Düzen ve Jim Crow gibi çeşitli tarihsel dönemlerden yararlanarak, günümüz eşitsizliklerinin tarihsel koşullarını yaratan ırksal politikalara vurgu yapıyor. Bugünü açıklamak için tarihe işaret eden yazarın yaptığı açıklama, cevaplardan çok daha fazla soruyu doğurmaktadır: “Okullar da ayrılmış durumda, kamu eğitimini yerel emlak vergileriyle finanse eden bir ülkede, ırksallaştırılmış sınıf çizgileri boyunca farklı yaşam sonuçlarının yeniden üretimi, açıkça ırkçı yasalara ihtiyaç duyulmadan ortaya çıkar.” Eğer Bascuñán’ın buradaki amacı, yalnızca ırksal eşitsizliklerin hâlâ var olduğunu belirtmekse, o zaman analizi boş olduğu kadar tartışma götürmez bir iddiayı temel almaktadır: ırksal eşitsizlikler gerçektir, ancak analiz etmeye çalıştığı şeyin nedeni değil, sonucudur. Eğer açık, kurumsal olarak onaylanmış ırkçılığa ırksal eşitsizlikleri devam ettirmek için ihtiyaç duyulmuyorsa, o zaman bu ırkçılık neden vardır?

Bascuñán, Reagan’ın “sosyal yardım alanının efendileri” ve “polislik kültürü” ile ilgili demagojisine dair örneklere değiniyor. Oysa bunlar, yirmi birinci yüzyılda ırksal eşitsizliklerin neden devam ettiği konusunda ikna edici bir açıklama sunmuyorlar. İkna edici değiller, çünkü yazar, esasen bu örneklere değinirken lafı dolandırıyor.

Bascuñán, ırkçılığın günümüzde “gerçek bir maddi güç” olarak sürekliliğini göstermeye çalışırken, belirli bireylerin benimsediği günümüzdeki ırkçı tutumlar ile sendikalarda ırk ayrımcılığı veya Jim Crow ayrımcılığı gibi ırksallaştırılmış toplumsal uygulamalar arasındaki ayrımı bulanıklaştırıyor. Irkçı tutumlar, ırksallaştırılmış toplumsal uygulamaları meşrulaştırmak için açıkça gerekli olsa da ve daha genel olarak ırksal eşitsizlikleri meşrulaştırmaya hizmet edebilseler de, ikincisinin devam eden ekonomik varlığını açıklayamazlar. Bu nedenle, “şovenizm” gibi muğlak yapılara karşı mücadele etmek, maddi bir değişim getiremez, çünkü “şovenizm”, maddi bir kategori değildir.

Buscuñán’ın kendisi de “işçilerin (beyazların üstünlükçü kültürü gibi) soyut bir toplumsal ilişkiye karşı mücadele etmediğini”, medeni haklar, ayrımcılık karşıtı yasalar, eşit barınma ve istihdam ve bütünleşik okullaşma gibi belirli maddi hedefler için mücadele ettiklerini belirtiyor.

Bascuñán, kendisindeki ve DSA’deki “ırkçılık karşıtlığı”nın programatik veya politika temelli değil, kültürel olduğu gerçeğini örtbas etmek için bu tür maddi hedeflere işaret ediyor. Kişisel tutum veya inançlardan bağımsız olarak, sermaye birikiminin teşviklerinin nasıl eşitsiz toplumsal sonuçlar ürettiğini anlamak yerine, “ezilmenin kişilerarası yönünü” ve “Soldaki şovenist tutumları” vurguluyor. Liberal ırkçılık karşıtlığını sözde reddetmesine rağmen, Bascuñán, ırksal eşitsizliklerin kültür tarafından düzeltilmesi gereken muğlak bir “ırkçılık” tarafından sürdürüldüğü inancını paylaşıyor.

Bascuñán, kültür politikalarını çağdaş siyasal ekonomiyle uzlaştıramıyor. Bu nedenle o, aslında kendisinin de eleştirdiği “kapitalizmden ayrı, kendi özerk mantıklarına sahip tarih ötesi güçler”le ilgili anlayışa yol açan bir “zulüm ve baskı” anlayışı geliştiriyor. Bu durumda, “tikel ve genel” ile ilgili lafları anlamını yitiriyor. Çünkü sınıf mücadelesi kavramını, kapitalist üretimle bir ilişkisi bulunmayan, “belirli baskı biçimlerine karşı gelişen tüm mücadelelerin” basit bir toplamına indirgiyor. Yakın zamanda başka bir yerde belirttiğimiz gibi, böyle bir analiz, “gelişmiş kapitalist toplumlarda yaygın olan, bireysel haklar ideolojisini esas alan sıradan ve dürüst liberalizmden” gayrısına ihtiyaç duymaz.

Bascuñán, DSA’in günlük siyasi çalışmaları için somut bir rehberlik sunamaz. “Irkçılık karşıtlığı”, programatik olmaktan ziyade kültürel olduğu için, bizim “sınıf indirgemeci” politikamız ile kendi “kesişimselci sosyalist” politikası arasında pratik bir ayrım yapmayı başaramamaktadır. Hem polis reformu hem de Herkes İçin Sağlık Hizmeti, tüm işçilere yardımcı olacak önerilerken, aynı zamanda azınlıklara fayda sağlayacak genel politikalardır. Birini “ırkçılık karşıtlığı” olarak niteleyip diğerini nitelemeyen, gerçek ayrımı görmüyor, salt sözdeki farklılığa odaklanıyordur.

Son tahlilde, Bascuñán’ın “kesişimselci sosyalizmi”nin ya pratikte bizim “sınıf indirgemeciliğimiz”le aynı şeyi ifade ettiğini ya da halkın enerjisini, karşıt sınıf çıkarları tarafından güvenli bir şekilde etkisizleştirilip özümsenebileceği baskın liberal ırk ilişkileri çerçevesine geri yönlendirmeye hizmet ettiğini görüyoruz.

Sacayağının İkinci Ayağı: Medya

Yakın dönemde açığa çıkan Bernie Sanders dalgasının bileşeni olan solcular, eski solculardan daha kapsamlı bir sol medyaya sahipler. Ellerinde artık çok sayıda radikal podcast ve dergi var. Bunlar, doksanların ve iki binlerin o karanlık günlerinde gördüğümüz yayınlardan çok daha radikal ve herkesçe ulaşılabilecek pratikler. Fakat bu medya, içerik itibarıyla solcu olsa da biçimde halen daha kapitalist. Abonelerin desteğine muhtaç olan yayın organları, istikrarlı bir izleyici kitlesi oluşturmak zorunda.

Dahası, sol medyanın yükselişi, birçok ana akım liberal yayın kuruluşunun duyarcılaşmasıyla aynı zamana denk geldi ve bu durum, sol medyada da karşılık buldu. Bu eğilim, Teen Vogue, Vox web sitesi ağı gibi kuruluşların, milenyum kuşağının üniversite sosyoloji seminerlerinin etkisinde olan içeriklere yönelik talebini fark etmesiyle 2013-2014’te ivme kazanmaya başladı. Söz konusu kitle için bu, yalnızca tipik üniversite nostaljisinin değil, aynı zamanda 2008 krizinin ardından üniversite eğitimine yaptıkları yatırımın, kendilerine vaat edilen finansal ve sosyal açıdan ödüllendirici kariyerleri üretememiş olmasından kaynaklanan derin bir şikâyetin neticesiydi. Duyarcı medyanın ilk dalgası, “belki de üniversite eğitiminiz sizi finansal olarak rahat ettirmedi, ama sizi daha iyi bir insan yaptı, çünkü bu politik ve sosyal açıdan hassas içeriği okuyabiliyorsunuz” diyerek, bu haklı şikâyet duygusuna hitap etti (ve onu yeniden yönlendirdi).

Trump’ın beklenmedik zaferi ve ardından gelen genel liberal çılgınlığın ardından, New York Times, Washington Post, NPR gibi ana akım liberal yayın kuruluşları da aynı yolu izledi. Bu kitlelerin, Jacobin veya gelişmekte olan podcast evreni gibi sosyalist medya kuruluşlarıyla örtüşmesi göz önüne alındığında, sol medya kuruluşları, kendilerini, liberal kuruluşların yaptığı gibi, ahlaki olarak yatırım yaptıkları öz imajlarını yüceltmedikleri takdirde, geçmiş tvitleri ortaya çıkarıp iptal etmeye istekli bir kitleye bağımlı buldular. Sol medya figürleri, örneğin siyasi muhalifler tarafından 2020 Bernie Sanders kampanyasına yöneltilen asılsız ırkçılık ve cinsiyetçilik suçlamaları gibi hassas konuları eleştirel bir şekilde ele almaları gerektiğinde, ne kadar eleştiriye katlanmaya hazır olduklarını hesaplamak zorunda kaldılar.

Elizabeth Warren’ın Sanders’a yönelik saldırılarının hedefine ulaşmasına imkân sağlayan, Warren liberalizmi ile Sanders sosyalizmi arasında bir çizgide duran kitleye mali açıdan bağımlı olan sol medyaydı. Sanders’ın yenilgisinin ardından sol medya daha da kötüleşti. Artık önemli bir siyasi projeye bağlı olmayan sol medya, sol ilkeler üzerine dolaylı tartışmalarla aklanmış olsa da, salt ticari bir girişime dönüştü.

Sol medyanın kritik bir kusuru da ortak değerler ve kimlik etrafında şekillenen “topluluklar” anlayışını normalleştirmesidir. Öncelikle, ABD’deki sol söylemin büyük bir bölümünün dayandığı internet medyası, özünde kapitalist bir girişim. Dolayısıyla, bu tür “toplulukların ortak çıkarları ve kimlikleri” niş medya pazarlarına zaten önceden paketlenmiş olarak gelir. Bu toplulukların kimliksel göstergeleri, baskıcı bir toplumsal ana akımdan gizlenen, eğitimli ve uyumlu iç grubu, sıradan dış gruptan ayıran kültürel referanslardan daha az yıkıcı göstergelerdir. Bu iç grup markalaşması, sol kimlikli web sitelerine ve podcast’lere daha fazla insan çekmekle kalmaz, aynı zamanda sol kimlikli medya figürlerini, kimin gerçek kesişimselci sosyalizmi temsil edip etmediğinin temel yargıçları olarak konumlandırır; bu da onların öngörülebilir kişisel çıkarlarıyla umutsuzca çatışan bir rol üstlenmelerine neden olur.

Sol medyanın kimlikçi bir referans çerçevesine bağlı oluşu, sosyalist siyaset için ölümcül bir sonuca yol açıyor: Sol medya, kendilerini hem sol hem de azınlık sesleri olarak konumlandıran Alexandria Ocasio-Cortez gibi politikacıların sicilini ve eylemlerini ciddi ve kapsamlı bir şekilde eleştiremiyor. Müesses nizama bağlı Demokrat Partilileri eleştirenleri ırkçılıkla suçluyor.

Sol medya, son dönemde kimlik karalamalarına suç ortaklığı yapıyor. Bu suç ortaklığı, esasen, ana akım Demokratların “kim olursa olsun maviye oy verin” şantajının kırmızı boyalı bir versiyonuna dönüşme tehlikesi taşıyor. Bu şantajda siyasi figürler, kötü sicillerini gizlemek ve sonuç alamamalarına rağmen tutsak, ahlaki açıdan yatırım yapmış bir kitleyi kendilerine oy vermeye zorlamak için itaatkâr medyaya güveniyor.

Daha genel olarak, tabandaki DSA üyelerinin siyaseti anlamaları ve solcu olarak kendilerini anlamaları için sol medyaya bağımlı olmaları, temel çatışmaları görünmez kılıyor veya çıkarlarını çarpıtıyor. Örneğin, Bernie kampanyasında neyin yanlış gittiğine dair değerlendirmeye halen daha rastlanamıyor. Çünkü solcu birçok yazar ve podcast yayıncısı, sorumluluklarını dürüstçe değerlendirirlerse bağlantılarını sonlandırmak zorunda kalacak. Bu durum, aslında ticari olan rekabetin taraflarına gereğinden fazla önem atfedilmesine neden oluyor. Kitleyi konsolide etme girişimleri, siyaset kisvesine büründürülüyor.

ABD’deki sol medyaya özgü temel düzeydeki çıkar çatışması ve sahtekârlık, tabandaki sosyalistleri, solun karşı karşıya olduğu temel sorunlar konusunda sürekli kafa karışıklığı içerisinde tutuyor, sol örgütlerin etkinliğini baltalıyor ve niş medya pazarının dilimlenmesi üzerinden egemen sınıfın böl-yönet stratejilerine hizmet ediyor.

Biz, sol medyanın, egemen sınıfın böl-yönet stratejisine, somut olmayan idealist bir boşlukta yardım ve yataklık ettiğini iddia etmiyoruz. Bu, sol medya figürlerinin satılmış kişiler olmasıyla ilgili bir mesele değil. Aksine, sol medyada yeniden üretilen belirli kimlik temsili modelinin kendisi, sınıf siyasetini bastırmayı doğrudan mali çıkarı olarak gören bir dizi güçlü kurum tarafından destekleniyor. Bu baskılar ve iyi eğitimli bir izleyici kitlesinin histerik eleştirilerinin baskısı altında, sol medya, katılımcılarının en iyi (veya en kötü) niyetlerine rağmen, egemen sınıfın böl-yönet stratejisini yeniden üretmekten kendini alamıyor.

Sacayağının Üçüncü Ayağı: Liberal STK’lar

Bascuñán’ın sahici olanla olmayanı karşı karşıya getiren analizi, hem Nixon’dan Reagan’a uzanan kültürel gericilik döneminin hem de Jim Crow yasaları üzerinden işletilen ayrımcılık siyasetinin hukuki ve somut zemine kavuştuğu rejimin yaşadığı yenilginin ardından, ABD’de verilen insan hakları mücadelesini müteakip oluşan Siyah Güç dönemini referans alıyor. Ama bu analiz, bir yandan da bu Siyah Güç hareketinin öne çıktığı dönemde Demokrat Parti’ye yakın siyahi profesyonel sınıfın mülk edinildiği ve saflara katıldığı gerçeğini göz ardı ediyor. Reed, bu gerçeği şu şekilde tarif ediyor:

“Bu anlamda, Siyah Güç’ün milliyetçi yorumu, hem yeterince öz-bilinçli olmaması hem de kültürün eserlerini ve kendine özgü özelliklerini bütünlüğüyle karıştırıp onları tarih dışı bir özgünlük teorisine dönüştürmesi bakımından naifti. Bunun iki sonucu oldu. İlk olarak, somut tarihsel bağlamından soyutlanan siyah kültürü, dinamizmini yitirdi ve meta biçimini aldı (örneğin, kırmızı, siyah ve yeşil bayraklar, daşiki denilen Afrika kıyafetleri, kabarık Afro saç tarzı, Siyahilerin çektikleri çileyi anlatan “siyahistismar” filmleri, kötü şiir koleksiyonları vb.). İkinci olarak, kültürü bir çatışma alanı olarak tanımlamak suretiyle, görünürde siyasallaştırırken, siyah milliyetçiliği aslında hareketi depolitize etti, böylece somut milliyetçi çerçeve güncelle, ancak basitleştirilmiş bir birlik siyaseti aracılığıyla ilişki kurabildi. Dolayısıyla, siyasi programlar üzerindeki hegemonyasını siyah toplumundaki en iyi örgütlenmiş unsura, yani idari elite devretti.”[8]

Bu “idari elit”in yükselişi ve Siyah Güç dönemindeki profesyonel ırki temsil politikaları, ABD solunda, sınıf sömürüsüne karşı sosyalist mücadelede gerekli eşit bir ortak olarak örtük biçimde genele teşmil edilmiş, tarih dışı bir “zulm”e işaret eden, artık çok daha yaygın bir eğilimin ideolojik referans noktası olmakla kalmıyor. O dönemin kentsel refah yönetimi kurumları, aynı zamanda ilerici kâr amacı gütmeyen kuruluşların ve diğer STK’ların modern ekosisteminin de tarihsel prototipidir. Bu ekosistem, siyahların meselelerinin kapladığı alanın çok ötesine yayılmış, toplumun birçok farklı kesimindeki radikal hoşnutsuzluğu, yapısal olarak kapitalist elite karşı sorumlu kanallara yönlendiren bir tür “simüle edilmiş sivil toplum” haline gelmiştir.

Kamu yönetimi ile sermaye arasında yer alan bu geniş sözde “üçüncü sektörün” tarihi ve siyaseti, yakın zamanda yayınlanan bir Catalyst makalesinde kapsamlı bir şekilde ele alındı.[9]

Bu makalede Fong ve Naschek, STK politikalarının üç özelliğini şöyle tanımlıyor:

1. STK politikaları teknokrattır ve aleni politik çatışmaların bastırılmasına, böylelikle, toplumsal sorunların yetkili profesyoneller tarafından yönetilmesini sağlamaya odaklanırlar.

2. Bu politikalar hizmet odaklıdır ve siyasi olarak parçalanmış seçmen gruplarına sunulan hizmetlerin verimliliğini ve kalitesini artırmaya odaklanırlar; bu grupların siyasi gücünü inşa etmeye çalışmazlar.

3. Bunlar topluluk odaklıdır, çünkü “topluluk” kavramının belirsizliği, hem toplumsal reformların kapsamını sınırlar hem de profesyonelleşmiş topluluk temsilcilerinden oluşan bir liderlik sınıfının yetiştirilmesine imkân tanır.

İlk madde, DSA’in büyük kent merkezlerinde neden önemli kararları kapalı kapılar ardında aldığını, bu kararların neden üyelere onaylatılmak üzere takdim edildiğini, örgütün şubelerinin mesleki açıdan utanç verici kabul edilen açık çatışmalardan kaçınıldığı bir makine gibi nasıl yönetildiğini açıklamaya yardımcı oluyor. Üçüncü madde de önemli, çünkü kimlik siyasetinin nasıl anlaşılacağına dair somut ve maddi bir çerçeve sunuyor.

İlerici görülen STK’ların bilindik taktikleri, önceden belirlenmiş üyeleri güden profesyonel politik görevlileri esas alır. Bazen bu üyeler, eposta listelerinden seçilir. Üyeler, katıldıkları toplantılarda önceden belirlenmiş planlara dair görüşlerini aktarırlar. Başarılı bir toplantı, tüm anlaşmazlıkların yönetildiği bir toplantıdır. Bu siyasi görevliler, büyük metropol bölgelerinde yaygın olduğu gibi, DSA liderliğine katıldıkları ölçüde, bu profesyonel alışkanlıklarını da beraberinde getirirler ve çatışmayı bastırarak, tabandaki üyelerin siyasi gelişimini etkili bir şekilde engellerler.

STK’cı âlemde dile getirilen “topluluk” kavramı, fazlasıyla değişkendir. Bu sayede STK profesyonelleri ile girişimci siyasetçiler, topluluğun çıkarlarını dile getirme imkânı bulurlar. Üniversitede marjinalliği aşma ile ilgili öğrendikleri hikâyeleri satarlar. Bu süreçte kendilerini dinleyecek özel bir kitle oluştururlar. Kimse, gerçek fiziki topluluklara resmi demokratik yollardan hesap verme gereği duymaz. Topluluğun temsilcileri topluluklarını, sahip oldukları biyografiler, itina ile oluşturulmuş medya imajları ve akademik-mesleki kimlik bilgileri aracılığıyla temsil ederler.

Bu profesyonellerin içinde yaşadıkları STK ekosisteminin temel yapısal özelliği, bu kuruluşların sermayenin yapacağı bağışlara dönük mali bağımlılığıdır. Tarihsel olarak, özel kapitalist vakıflar (özellikle Ford, Kresge, Clinton vb. gibi büyük hibe dağıtımcıları), bu sektörü kendilerine bağımlı hale getirecek şekilde tasarlamışlardır. Dolayısıyla STK’lar, kapitalizme açıktan meydan okumadan, onun içinde kalarak, yalnızca teknokratlarca yönetilen, toplum tarafından onaylanan hizmetler sunabilirler. Mesleki kariyer temelli çıkar ve sektörün mali çıkarı bu noktada iç içe geçer. “Kimlik siyasetini profesyonel-yönetici sınıfın sınıf siyasetine” dönüştüren, tam da bu bileşimdir.

Neoliberal dönemde STK tarzı örgütlenmiş “topluluk örgütleri”, Roosevelt döneminden Carter dönemine kadar uzanan süreçte kurulan NAACP [Ulusal Siyahların Gelişimi Derneği] gibi sivil toplum kuruluşlarının, işçi sendikalarının hatta Elks Derneği gibi yardım kuruluşlarının yerini aldı. Bahsi edilen örgütler, eskiden geniş kitle tabanlarından besleniyor, sermayeye halkın sınırlı ama gerçek taleplerini dayatabiliyordu. Neoliberal dönemde ise bunların yerini profesyonel STK’lar aldı. Bu değişim sayesinde piyasa, kitle demokrasisi karşısında önemli bir zırha kavuştu, ayrıca, hükümetin sosyal yardım hizmetlerini sunma işine son verdiği koşullarda, bu işi üstlenmek suretiyle STK’lar, kitle demokrasisinin devlete zararlı yanlarını törpülediler.

Fong ve Naschek’in de ifade ettiği biçimiyle, DSA, tüm o kitlesel yapısı ve kendi içinde seçim yapıyor olma haliyle hayırlı bir kurum tabii. Bu anlamda DSA, neoliberalizm öncesi dönemin kitleleri esas alan demokratik örgütlerin geleneğini yeniden canlandırdı. Ancak bir yandan da DSA’in büyük kentlerdeki şubeleri, kendilerini kuşatan STK ekosistemi içerisinde, bu alanın basıncı altında yaşamaya çalışıyorlar. Aynı ekosistem, haklı olarak, DSA’i yurttaş katılımı ve topluluk temsiliyeti konusunda önemli bir rakip olarak görüyor. Bu gerçeklik dâhilinde ilerici STK’ların emekçileri, siyasi kadrolar, sendika bürokratları vs. DSA lideri oluyor. Bu da DSA’in sermayeyle mücadele etmesi gereken üçüncü sektör olma vasfını yitirmesine ve belirli odaklara bağımlı hale gelmesine yol açıyor.

Profesyonel topluluk örgütlenmesinin doğduğu yer olan Şikago’da bahsini ettiğimiz sacayağının STK ayağı oldukça sağlamdır. Saul Alinsky’nin kırklarda faal olan Endüstriyel Alanlar Vakfı’nın ilk günlerinden bu yana şehir, kentsel misyon alanında örgütçü olmayı uman aktivistler ve ilahiyat öğrencileri için bir eğitim alanı olarak hizmet vermiştir. Yerel ve küresel soldaki çağdaş örgütlenme kültürünün teknik içeriğinin çoğu (birebir görüşmeler, hedefler, ilişkisel çalışma, derinlemesine dinleme, ajitasyon, lider yetiştirme vb.) köklerini yüzyıl ortasında Şikago’da ortaya çıkan yapılara borçludur.

Şehirde mahalle temelli kâr amacı gütmeyen kuruluşların yoğunluğu, Endüstriyel Alanlar Vakfı’nın etkisinin hâlen daha kalıcı olduğunun kanıtıdır. Ancak, altmışların sonlarına doğru Şikago’daki Alinskici topluluk örgütlenmesi, şehirde faal olan hayırsever vakıfların öncelikleri ve akademisyenlerin araştırma konusunda yoğunlaştıkları ilgi alanlarıyla derinlemesine iç içe geçmiş, bir laboratuvara dönüşen kentte “katılımcı-müdahaleci” olmaya yönelik yeni teşvikler açığa çıkmıştır.

Daley mekanizması yetmişlerin sonunda dağılma noktasına geldiğinde, “makine karşıtı”, “bağımsız”, “reformist” veya “ilerici” kisvesi altında hizalananlar, aynı zamanda STK dünyasında derin çıkarları olanlardı. Barack Obama’nın Şikago’daki ilk yıllarına dair anlatılar, kent üniversiteleri, topluluk örgütleri ve hayırsever vakıflar arasında uzanan birçok rotaya dair canlı bir yol haritasıdır.

Seksenlerin ortalarına gelindiğinde, organik bir sese atıfta bulunurken kasıtlı olarak belirsiz olan “topluluk” ifadesi, daha gerçek ve sınırlı bir tanıma kavuşmuş; yerel vakıflara dayanan, makul derecede istikrarlı bir fon akışına sahip, topluluk temelli kâr amacı gütmeyen kuruluşlar kümesi olarak tanımlanmıştı.

Bugün Woods, Crossroads, Joyce, Wieboldt, Crown ve Field gibi vakıflar, Şikago’da etkili güçler olmayı sürdürüyor, şehrin topluluk temelli sivil toplumunu finanse ediyor ve şehirdeki sol siyasetin kapsamını sınırlandırıyor.

Vakıflar, seksenlerde ve doksanlarda okul reformu meselesinde olduğu gibi ya da 2020’de George Floyd vakası sonrası yaşanan protestoların ardından “Siyahların hayatlarını merkeze almak ve Siyah karşıtlığıyla mücadele etmek” amacıyla 10 milyon dolarlık bir fon oluşturma kampanyasında yaptıkları gibi bir araya geldiklerinde, eğitimcilere, medyaya, STK yöneticilerine bu vakıfların borusunu öttürmekten başka bir seçenek kalmıyor.

DSA içinde faal olan STK’lar, bizim yönelttiğimiz eleştirilere yaygın şekilde maruz kalıyorlar. Gelgelelim, 2016-2020 arası dönemde Bernie Sanders rüzgârının estiği koşullarda sol, tüm o aşırı özgüveniyle, STK liderlerinin sol içerisinde önemli mevkilerde oluşunu, “sosyalist hareketin STK’lara sosyalist hatta ilerlemeleri konusunda baskı uygulama fırsatını sunduğunu” düşündü. Ama Bernie rüzgârının dinmesi sonrası sola ilişkin yapılan her türden dürüst değerlendirme, sürecin tam tersi yönde işlediğini ortaya koydu. “İdeolojik netliğe ve sayısal güce sahip, ilerici müttefiklerin ya yüzeceği ya da boğulma riskiyle karşı karşıya kalacağı bir dalga yaratan kitle örgütlerinden oluşan bir sosyalist hareket” yerine, liberallerin kitle örgütleri aracılığıyla hareket ederek, liberal bir dalgayı peşinden sürükledikleri bir hareketin oluştuğuna tanıklık ettik.

Sonuç: DSA’de Güç Yapısı Gerçekte Ne Durumda, Nasıl Olmalı?

Burada aktardığımız solcu sacayağa dair analizi yapmamızın nedeni, bizim içeride koltuk kapmak istememiz değil. Bilâkis biz analizi, Sınıfın Birliği’ne katılmadan önce Bernie’ye yakın olan, ama sonra DSA’in devrimciymiş gibi çınlayan sosyalist söylemiyle, pratikte aşırı liberal pozu kesen, politik açıdan liberal STK’ların kuyruğuna takılan, seçilen temsilcilerin hesap vermemesini sağlamak adına onlara kol kanat geren yaklaşımı arasındaki çelişkiyi anlamlandırmak isteyen üyelerimizin müşterek çabalarının verdiği ilham ve şevkle yapıyoruz.

Bizim analizimiz, DSA içerisinde güç yapısının nasıl işlediğini ortaya koyma amacını güdüyor. Çünkü biz, işçi sınıfına dayanan sağlıklı ve geniş kitleleri kucaklayan bir sosyalist örgütün inşasının, uğruna çabalamaya değer bir hedef olduğunu düşünüyoruz.

Hâsılı; mevcut haliyle DSA, gücü kitlesel üyelerin eline teslim edemez. Güç, DSA’in (kırılgan olan) resmî iç demokrasisi veya Ulusal Siyasi Komite’deki (NPC) resmi görevli hiyerarşisi aracılığıyla uygulanmaz. DSA’in fiili liderleri, neredeyse sadece New York, Şikago, Los Angeles, Vaşington ve San Fransisko Körfez Bölgesi gibi ana merkezlerde yoğunlaşmış, kariyerist aktivistlerden oluşuyor. Bu isimler, birbiriyle bağlantılı bir toplumsal-mesleki ağ içerisinde hareket ediyorlar. İlgili ağ ise liberal sol sacayağına ait kurumlara bağımlı. Bu liderler, nüfuz, medyada yer alma, bazı durumlarda doğrudan istihdam konusunda ilgili kurumlara çalışmak zorundalar. Araştırmalar konusunda buralardan teşvikler ve yardımlar alıyorlar. Yeni üyeler, bu tür ilişkilere şaşırıyorlar, bu da bir bütün olarak örgütün sosyalist hedeflerine zarar veriyor.

Bu liderlik ağı, iç içe geçseler de bahsini ettiğimiz sacayağına bağlı kurumlardan farklı bir yerde duruyor. Söz konusu liderler, zaten Bernie Sanders’ın 2016 kampanyasının ardından DSA’in içine girdiği büyüme sürecinde ortaya çıktılar. Liderlerin oluşturduğu ağ ile sacayağı arasındaki temel farka, kafa karışıklığına yol açan asli meseleye odaklanmak gerekiyor: Liderlerin oluşturduğu ağ, kariyerist niteliğini gizlemek adına, sosyalist hareketin eskiden beri kullandığı terimlere başvuruyor.

Kendi içinde örgüt liderleri, profesyonellerden oluşan bir ağ kurma çabasını “kadro geliştirme” olarak yaftalıyorlar. profesyonel sınıfın ağın içindeki kişileri asla kötülememe alışkanlığı, “kadro disiplini” veya “yoldaşlık” olarak görülüyor. Ara sıra sıkıntı çıkartan insanların angarya işlere koşturulması “kitle stratejisinin icra edilmesi” olarak sunuluyor. Üniversiteleriyle övünen, kendilerini oradan tanımlayan, orta sınıfa mensup veya mensup olmak isteyen DSA üyelerine yaranma çabası, “çok ırklı işçi sınıfındaki potansiyel müttefiklerden kopmamak” olarak yutturuluyor.

Tüm bunlar, Bernie kampanyalarının ivmesini büyük ölçüde heba eden bir örgütte bir araya geldi. Ülke genelindeki küçük ve orta ölçekli şubelerin kahramanca çabaları kıymetliydi, ama birçok büyük şehirdeki şube çürüdü, STK’ların eline geçti veya her ikisine birden tanıklık etti. Üye sayısındaki artış neredeyse durma noktasına geldi. Örgüt küçüldü. Ayrıca ortada işçi sınıfı içerisinde önemli bir kitle tabanına ulaşıldığına dair bir emare de yok.

DSA siyasetçileri, birkaç istisna dışında, dikkat çekici bir şekilde kontrolden çıkmaya meyilli olduklarını kanıtladılar. Bugün DSA, en az elli kat daha büyük bir örgüt olmasına rağmen, Sosyalist Alternatif’ten Kshama Sawant kadar etkileyici bir başarı öyküsü yazdığını asla iddia edemez.

Bascuñán görmüyor olabilir ama biz, bu durumu sosyalist siyasi proje için ciddi bir sorun olarak görüyoruz. Sol, işçi sınıfını örgütlemek için var. Biz de bu yüzden buradayız. Eğer bunu başarıyla yapamıyorsak ki yapamadığımız gayet açık, neyi yanlış yaptığımızı dikkatle sorgulamalıyız. Tuhaf ve giderek işlevsizleşen bir DSA, işçi sınıfının kurtuluşu davasına pratikte fiilen zarar veriyor. Anlamsız soyutlamalar dile getirmek, ütopik ama ateşli hayallere dair tembellere has ahlak dersler vermek yerine, Bascuñán ve arkadaşlarının mevcut durumu hak ettiği ciddiyetle ele almalarını tercih ederiz.

Sınıfın Birliği
3 Ocak 2022
Kaynak

Dipnot:
[7] Blake Smith, “The Woke Meritocracy”, 5 Nisan 2021, Tablet.

[8] Adolph L. Reed Jr. “Black Particularity Reconsidered”, 1979, Libcom.

[9] Benjamin Y. Fong ve Melissa Naschek, “NGOism: The Politics of the Third Sector”, Bahar 2021, Catalyst.

0 Yorum: