Max Ajl Söyleşisi
Alejandro Pedregal
26 Temmuz 2022
Max
Ajl, konuşurken de yazarken de lafını esirgemeyen biri. Kır sosyolojisi üzerine
çalışmalar yürüten Ajl, Tunus’ta yaşıyor, ayrıca Wageningen Üniversitesi’nde
bulunan Kır Sosyolojisi Grubu ve Tunus Gıda Güvenliği ve Çevre Gözlemevi ile
birlikte araştırmalar yürütüyor. Ajl, Yeşil Yeni Mutabakat’ın sosyal demokrat
ve liberal versiyonlarını sert bir dille eleştiren bir isim. Ploto
Yayınevi’nden çıkan A People’s Green New Deal [“Halkın Yeşil Mutabakatı”]
isimli kitabı, hem Batı’daki çevreci politikalarda karşımıza çıkan
Avrupamerkezciliği eleştiriyor hem de alternatif öneriler sunuyor. Kitap, Ruy
Mauro Marino veya Vania Bambirra’nın Marksist bağımlılık teorisinden Samir
Amin’in Üçüncü Dünyacı dünya sistemleri analizine, ayrıca Enrique Dussel’in
dekolonyalizm teorisine dek uzanan Küresel Güney’in ürettiği zengin radikal
düşüncenin beslediği emperyalizm ve sömürgecilik karşıtı enternasyonalizmden
aldığı yöntemi kullanıyor ve bu yöntemi merkez-çevre arasındaki ekolojik açıdan
eşitsiz değiş tokuşu, mevcut iklim acil durumunu ele almak için devreye
sokuyor, buradan da toplumsal açıdan adil işleyen bir küçülme süreciyle
birlikte ele alınması gereken bir ekososyalist geleceği tahayyül ediyor. Ekonomik
antropolog Jason Hickel, Ajl’ın kitabını “yeşil yeni mutabakatla ilgili olarak
bugüne dek yazılmış en iyi kitap” olarak nitelerken, tarihçi Roxanne
Dunbar-Ortiz, kitabın “duru ve kapsamlı bir metin” olduğunu, aynı zamanda “her
cümlesiyle önemli ve alıntılanması gereken bir çalışma” olarak kitabın hayatta
kalma ve yenilenme için gerekli politik programı sunduğunu söylüyor, yerli
aktivist Nick Estes, kitabı iklim acil durumu karşısında Kuzey’in Güney’deki
kapitalizm ve emperyalizm karşıtlığındaki ısrarı anlamasını sağlayacak “önemli
bir çalışma” olarak tarif ediyor; evrimci biyolog Rob Wallace ise “iklim
felâketinden sağ çıkması için türümüzün ihtiyaç duyduğu şeyleri öğrenmek
isteyen herkes”i bu kitabı okumaya davet ediyor. Bu söyleşide Ajl ile hegemonik
yeşil yeni mutabakata yönelik eleştirileri ve sunduğu alternatifleri, bunun
yanında, çevreci düşünce içerisinde açığa çıkan tartışmalarla ilgili konumunu
ve Ukrayna’daki savaşın tüm dünyada yol açtığı yeni jeopolitik dizilim ışığında
Küresel Güney’in yüzleştiği güçlükleri konuştuk.
* * *
Kitabın,
Batı solu içindeki belirli kesimlere hâkim olan liberal ve sosyal demokrat
görüşlerin sunduğu yaklaşımlara itiraz ediyor ve bu itiraz üzerinden, yeşil
yeni mutabakat tartışmalarına müdahil oluyor. Liberal ve sosyal demokrat
yaklaşımın, bilhassa sosyal demokrasinin gelişimi ve onun sosyalist bloğun
tarihiyle bağlantısı bağlamında, ne gibi özellikleri ve kısıtları var?
Liberal
ve sosyal demokrat politikalar, birbirlerine hem uzak hem de yakın duruyorlar.
Her iki politika da kısa ve orta vadede kapitalizme alan açıyor. İkisi de
emperyalizmin ekolojik tarihi de dâhil olmak üzere emperyalizmi anlayacak
yapıları gören bir yaklaşımdan mahrum. İki politika da çevrenin ulusal
kurtuluşu fikrine destek sunmuyor. İkisi de en genel manada tarımı, bilhassa
çevre ülkelerde küçük toprak sahiplerinin icra ettiği tarımı ve hayvancılığı
ihmal ediyor. İki görüş de kapitalistlerin geliştirdikleri teknolojik çözümlere
sıcak bakıyor.
Liberaller
ve sosyal demokratlar, dünya ölçeğinde ekonomik dönüşümü gerçekleştirecek
toplumsal özneler konusunda net bir görüşe sahip değiller. Onlar, özünde
oportünist, sıklıkla şovenist olan bir siyaseti uyguluyorlar, ırkçılık karşıtı
liberal ilericileri uyuşturup onların akıllarını çelmeye çalışıyorlar, Güney’de
radikal güçlerle müşterek bir cephe meydana getirme fikrine karşı çıkıyorlar,
ayrıca politik bir pratik olarak antiemperyalizme itiraz ediyorlar (örneğin
NATO’nun yürüttüğü soğuk savaştan yana duran kimi Troçkistlerin zırvalarında
“kampçılık” lafı bir tür küfür olarak kullanılıyor, bugünse aynı ifade,
antiemperyalistleri utandırmak veya susturmak adına onlara leke sürmek için
devreye sokuluyor.)
Yeşil
yeni mutabakatla ilgili bu iki yaklaşım, Kuzey’de İkinci Dünya Savaşı sonrası
sanayiyle ilgili olarak gündeme gelen Fordizmin ve sosyal demokrasinin, dünyada
kalkınma gündemini sistematik bir düzeye taşıyan komünist güçlerin yol açtığı
tehdide karşı önerildiğini, bu öneriye ülke içinde fazlasıyla radikal yeniden
dağıtım politikalarının eşlik ettiğini, komünistlere yönelik sempatinin
arttığını ve komünistlerin bu süreçte örgütlendiklerini unutuyorlar. Benim de
karşı çıktığım ve gerçekleştirilemez bulduğum maddeler içeren politik
makaleleri için Rockefeller Vakfı’ndan tam da bu gerçeği unuttukları için mali
destek alıyorlar.
Egemen
sınıf, toplumsal-ekolojik krizin yol açtığı rahatsızlığı reformist
teknokrasinin eliyle boğmanın kendi çıkarına olduğunu anlamış görünüyor. Bu
türden öneriler, bir yandan da savaş sonrası kurulan refah devletlerinin hâlen
daha devam etmekte olan yeni sömürgeci değer transferiyle ve sömürgelerin
yağmalanmasıyla tanımlı olan tarihi temel aldığını unutuyorlar. Dolayısıyla,
Kuzey’de sosyal demokrat veya sosyalist bir yeşil yeni mutabakat konusunda dile
getirilen birçok önerinin, Venezuela veya Zimbabve’deki toplumsal dönüşümle
ilgili radikal çabalarını karalamasına, ABD’nin Bolivya’da Morales karşıtı
darbede ABD’nin oynadığı rolü silikleştirmesine veya Filistin mücadelesine
boyun eğdirmek istemesine şaşırmamak gerekiyor. Bu önerilerin sahipleri, millet
meselesini görmezden geliyorlar veya alaya alıyorlar. Kuzey için ekolojik
piyasa sosyalizmini veya ekolojik medeniyeti önerirlerken, bir yandan da
Güney’in yeni sömürgecilerin hâkimiyetinde olması fikrine destek sunuyorlar.
Peki
senin yaklaşımın bu konumlardan hangi yönlerden ayrışıyor?
Aslında
kitabımı bugün yazsaydım, şimdiki hâlinden farklı olurdu. Kitabı yazım
sürecinde yetmişlere ait kitapları okumak için daha fazla zaman harcar, milletin
kurtuluşu meselesini kitabın özüne yerleştirir, ekolojik devrim gibi başlıkları
klasik Leninist hipotezlerle birlikte ele alır, buradan, dünya sistemindeki
zayıf halkaları belirlemeye çalışırdım. Bugün bu halkalarda ilkel birikim,
kalıcı bir meseledir. Ekolojinin toplumsal yeniden üretimi ve bu süreçteki
yetersizlik örtüşüyor. Yeni sömürgeciliğin mağdurları millet, toplum ve
ekolojiyle ilgili çelişkilerle aynı anda yüzleşiyorlar. Bu, “Kuzey’de
ekososyalizm mücadelesi verilemez” demek değil elbette. Sadece antiemperyalizm,
milli egemenlik, iklim borcu gibi hususlarla ilgili bilinci artırmamız
gerektiğini, Kuzey’de kapitalizmi insanın insan dışı doğayla birlikte, akıl
temelinde kolektif olarak yönetileceği, ekolojinin sürdürülebilirlik esası
üzerinden yönetileceği bir ekososyalizme evriltmek için bu bilinci devreye
sokmak gerektiğini söylüyorum.
Eğer
tarımı, sürdürülebilir/uygun teknolojiyi, mimariyi, millet meselesini, iklim
borcunu dünyadaki kalkınmayla birlikte ele alıp, kapitalizmin teşvik ettiği
aşırı tüketim ve aşırı emtia üretimi meselelerini dikkate aldığımızda,
yürütülecek tartışmaların merkezine bu hususları koyduğumuzda, hep birlikte
belirli bir politik stratejiye ulaşacağız. Bu strateji ise halkın örgütlenmesi
meselesini temel almalı. Burada amaç, Kuzey’deki işçi sınıflarının elinde
bulunan kullanım değerlerinin niteliğini artırmak, onları toplumsal haklara
dönüştürmek ve Güney’in milli-halkçı güçleriyle ilkeleri temel alan bir
antiemperyalist cephe meydana getirmek olmalı.
Yöntem
ve analiz düzleminde Küresel Güney’de yaşayan, mücadele eden radikal yazarların
geliştirdikleri eşitsiz değiş tokuş teorisi ile bağımlılık teorisini nasıl ele
alıyorsun? Bu teoriler, antiemperyalist radikal geleneğin ve milli kurtuluş
hareketlerinin talepleriyle nasıl ilişkilendirilebilir? İçinde yaşadığımız
ekolojik acil durumla bu teoriler arasındaki bağ nedir?
Milli
kurtuluş hareketlerinin ardındaki fikir, ekolojik planlama sürecinin merkezine
egemenliği esas alan siyaseti, ülkeyi odağa yerleştiren kalkınma siyasetini
veya bölgesel düzeyde farklı ülkelerin hep birlikte kendi kaynaklarını
kullandığı bir düzeni koyuyor. Resmi sömürgeciliğin perdesinin kapandığı yerde
yeni sömürgeciliğin perdesinin açıldığını biliyoruz. Bu anlamda Güney’den
Kuzey’e değer aktarımı süreci, hâlen daha işliyor.
Kuzeyli
birçok akademisyenin değersiz kılmak için çok çaba sarf ettiği bağımlılık
teorilerinin özünde artı-değerin başka yere akıtılmasına ve çevredeki toplumsal
yapıların değerin dışa doğru akışına imkân sağladığı gerçeğine vurgu yapan
fikir duruyor. Değerin ülke dışına doğru akışını durdurmak istiyorsanız, sizin
o ülkedeki toplumsal yapıları yeniden kurgulamanız, ülke içiyle uğraşacak
yapılara dönüştürmeniz, kalkınma sürecinin merkezine ülkeyi koymanız, üretici
güçleri halkın ve proletaryanın kontrolüne bırakmanız gerekir. Amilcar
Cabral’dan İsmail Sabri Abdullah’a dek uzanan bir düşünce hattı, bu görüşü benimsiyor.
Söz konusu hattın pratikte ulaştığı zirvenin Çin devrimi olduğunu görmek
gerekiyor.
Eşitsiz
değiş tokuş, değerin ülke dışına akması için başvurulan mekanizmalardan biri
sadece. Gayrimeşru borç ödemeleri, fikri mülkiyet alanındaki tekeller, doların
hâkimiyeti gibi başka mekanizmalar da var. Ben, esas olarak ekolojik açıdan
eşitsiz değiş tokuş meselesini ele alan yeni teorilerden besleniyorum. Bu
teoriler, Kuzey’in tarım ürünlerini ve maden kaynaklarını giderek daha fazla
temellük etmesi üzerinde duruyorlar. Ayrıca bazı ülkelerin dünyadaki
kirlilikten daha fazla nasibini aldığını söylüyorlar. Aslında burada insan dışı
doğanın yeterince yeniden üretilmediği gerçeğini temel alan bir aşırı sömürü
söz konusu. Bu durum, insan hayatına zarar veriyor, onu tarihsel düzlemde
ulaşması muhtemel seviyenin altında bir seviyeye mahkûm ediyor. Bu anlamda biz,
Güney’in proleterlerinin, yarı-proleterlerinin, gecekondulularının,
köylülerinin, ormancılarının, çobanlarının günlük geçimlerini etkileyen bir
ekolojik krizle karşı karşıya olduklarını, dolayısıyla bu krizin kurtuluş
vizyonunun merkezine yerleştirilmesi gerektiğini söylüyoruz.
Kitabında
Kuzey’in Güney’e verdiği çevresel zararı ciddiyetle ele alacak ekolojik borç ve
tazminatın gerçek bir halkın yeşil yeni mutabakat için sahip olduğu önem
üzerinde duruyorsun. Bu talep ne anlama geliyor? Koçabamba Anlaşması, bu açıdan
ne tür bir öneme sahip, tarihsel açıdan neleri düzeltebilir?
Ekolojik
borç, doksanların başından beri gündemde olan bir konu. Sömürgeci kapitalist
birikimin ve emperyalizmin diğer yüzünde faal olan, köle ticareti, sömürgelerin
boşaltılması, yakın dönemde atmosferin yeni sömürgeci bir yaklaşımla çitlenmesi
ve biyosferin karbondioksit salınımlarını değişime uğratıp absorbe etmek için
mülk edinilmesi gibi alanlarda faaliyet yürüten güçlerden alınacak
tazminatlarla ilgili bir konu bu. Güney, Kuzey kadar sera gazı salmıyor
dünyaya. Ayrıca onun gibi ucuz enerji kullanma imkânına da sahip değil. Ama o
da küresel ısınmadan zarar görüyor. Bu anlamda Kuzey, Güney’e borçlu.
İlk
talepler temelinde kaleme alınmış olan Koçabamba Halkın Anlaşması, OECD
ülkelerinin gayrisafi milli hâsılalarının yüzde altısını tazminat olarak
ödemesini öngörüyor. ABD’nin tek başına ödeyeceği tutar 1,2 trilyon dolar. Bu
tazminatların ne kadar süreyle ödeneceği belli değil. Meselenin sayısal yönü
netleştirilmiş durumda, ama asıl üzerinde durulması gereken yanı, politik yanı.
Bu konuda benim net bir fikrim yok. Ben sadece şunu söyleyebilirim: ekolojik
krizin sorumluluğu, temelde Kuzey’e ait. Ama somut konuşursak, Kuzey’in Güney’e
para aktarabilmesi için koşulların köklü bir biçimde değişmesi gerek. Zira bu
süreç, aynı zamanda Kuzey’deki üretimin ve tüketimin ekoloji üzerine bindirdiği
yükün kontrollü olarak azaltılmasını gerekli kılıyor. Küçülmeyi ifade eden bu
azaltma işlemi, Kuzey’deki tüketimin ekolojiye dönük etkisini azaltmayı ifade
ediyor. Burada tek başına ürünlerin meta olmaktan çıkartılması kâfi değil, Kuzey’deki
“yaşam tarzı”na dair bilinç de değişmek, böylece birçok insanın yaşama imkânı
bulacağı bir gezegen meydana getirilmek zorunda. Biz, şu anki düzeyde böylesi
bir durumdan çok uzaktayız.
Sen,
kitabında küresel hâkimiyete dair çıkarları dâhilinde emperyalist odakların
çevreyle alakalı makul endişeleri ve terminolojiyi (örneğin ilk akla,
ekstraktivizm anlayışı ile ilgili tartışma geliyor) nasıl kullandığını, kendine
yarayan birer araca nasıl dönüştürdüğünü ortaya koyuyorsun. Bolivya, Venezuela,
Ekvador gibi ülkeler bağlamında çevreci solun belirli kesimleri
emperyalistlerce kullanılıyor mesela. Bu tür görüşlerin sınırları ve yol
açacağı tehlikeler nelerdir?
Bu
meseleye bence bilgi sosyolojisiyle yaklaşılmalı. İnsanlar, ekolojideki
kötüleşmenin düzgün hayatlar yaşama becerisine zarar verdiği koşullarla
yüzleştiğinde, öncelikle bu kötüleşmenin adını koyarlar ve ona karşı koyarlar.
Bu, gayet doğal bir gelişmedir. Bu tür koşullarda yaşayan insanlarla ilişki
kurmak zorundayız. Ama bu tür bir ilişki, tek başına politik yol haritasını
temin etmez. Sorunun adını koymak da her zaman masum ve doğal bir işlem
değildir.
Ben,
Alberto Acosta, Eduardo Gudynas ve Maristella Svampa gibi akademisyenlerin
çalışmalarında dillendirildiği biçimiyle, ekstraktivizmin gerekli politik yol
haritasını temin ettiğinden pek emin değilim. Örneğin rejim değişikliğinde
kullanılan solu benimsemiş olan Svampa’yı ele alalım. Svampa şunu söylüyor:
“Günümüzde yeni ekstraktivizm,
hem büyük ölçekli ve ihracata dönük oluşuyla tanımlı, yenilenemeyen doğal
ürünlerin aşırı sömürüsünü hem de sömürünün sınırlarının yeni topraklara doğru
genişletilmesini temel alan, doğayı temellük etme yolunu ve kalkınma modelini
ifade ediyor.”
Dışadönüklüğü,
dağıtılmış birikimi ve dünya ticaretindeki eşitsiz değiş tokuşu temel alan,
önceden dillendirilen merkez-çevre analizi veya bağımlılık analizi karşısında
bu analiz bir ilerlemeyi ifade ediyor mu? Burada aslında Marx’ın kaos anlayışı
dediği şeyi temel alan, kaosu analiz düzlemine taşıyan bir yaklaşıma
başvurulmalı. Bu yaklaşım, kendi toplumsal ihtiyaçlarını güvence altına almak
adına emtia ihracatından gelecek sermayeye ihtiyaç duyan (ve sosyalist geçiş
sürecinin parçası olarak makul düzeyde sanayileşme yolunu yürüyerek belirli
malları işlemek zorunda olan) çevre halkların belirli kesimlerinin toplumsal
ihtiyaçlarının dengelenmesini şart koşuyor. Alvaro Garcia Linera’nın da dile
getirdiği biçimiyle, analiz düzleminde “tıpkı bizim gibi toplumlarda ekstraktivizmin
uluslararası işbölümüne ait ağların ayrılmaz parçası olduğu gibi, hammaddelerin
veya bilgilerin sanayide işlenmesi de dünya kapitalist sistemindeki aynı
işbölümünün parçasıdır. Bu dünya genelinde tesis edilmiş hâkimiyetin çözümü ne ekstraktivizm
ne de ekstraktivizm dışılıktır.”
Çevreye
uygun hâle getirilmiş sanayileşme sürecine nasıl geçiş yapacağımızı tartışmak
zorundayız. Bu bağlamda ülkenin kendisini savunması ile ilgili gerekçelerin
sıralanması, ulusal kurtuluşun bir parçası olarak bu savunmanın temellendirilmesi,
yeni sömürgeci bağımlılık koşullarında kurtuluşun zemininin tartışılması
gerekiyor. Ele alınması gereken sorunlar bunlar.
Sol,
ekstraktivist söylem üzerinden makro ekonomik planlama meselesini ciddiyetle
ele almaktan kaçınıyor, sanayileşme ihtiyacını görmüyor, sanayileşme meselesini
yeniden ele almıyor, dolayısıyla kaynakları çıkartarak toplumlara zarar
verenlerle çevre ülkelerde ertesi güne çıkmak için o kaynakların çıkartılmasına
ihtiyaç duyanlar arasındaki ayrımı gözetmiyor.
Ben,
kendisini zirai ekoloji davasına adamış biri olsam da ekolojiyi gözeten tarımsal
üretimin yirmi birinci yüzyıla ait kalkınmayla alakalı sorunları tek başına
çözüme kavuşturamayacağını söylüyorum.
Daha
önce de dile getirdiğin gibi, Kuzey’deki ülkelerin ekonomilerinin çevreye verdiği
zarardan en fazla Güney’in halkları etkileniyor. Bu duruma son vermek için toplumu
yeniden örgütlerken ne tür bir yola başvurulmalı?
Kuzey’deki
ülkelerin ekonomilerinin kapitalizm dışı bir hat üzerinden yeniden
yapılandırılması şart. Yani buralarda üretim, artı değerin biriktirilmesi
amacıyla gerçekleştirilmemeli. İnsanların düzgün bir hayat yaşaması, evi
olması, kültürünü koruması, uygun bir sanayileşme düzeyine ulaşması, temiz
gıdalar tüketmesi, tıbbi bakım hizmetlerinden yararlanması ve ulaştırma
sistemlerini kullanabilmesi için gerekli olan şeylerin çevreyle bağlantılı
şekilde üretilmesi gerekiyor. Biz, tüm bunların çevreye en az zararı vererek
yapılabileceğini biliyoruz. Bu konuda önleyici sağlık hizmetlerinden, zirai
ekolojiden, sürdürülebilir/yöreye uygun inşaat malzemelerinden ve
tasarımlarından, kolektif kitlesel taşımacılık yöntemlerinden ve yeniden planlanmış
şehirlerden istifade edilebilir.
Kuzey’de
hayat somut kimi yollara başvurularak değiştirilmek zorunda. Bu yolun dışında
bize sadece tek bir yol kalıyor, o da sosyal demokratların yeşil sanayileşme
programının tüm maliyetini Güney’in sırtına yüklemek. Oysa bu, felâketten başka
bir şeye yol açmaz.
Kır
sosyologu olarak sen, tarımı toprak ve arazi üzerinden tartışıyorsun. Kuzey’deki
hâkim çevreci anlayışların pek değer vermediği bu tür konuların neden
geçerlilik arz ettiğini düşünüyorsun? Halkın yeşil yeni mutabakatına dair düşünce
geliştirirken dikkate almamız gereken ana meseleler nelerdir?
Batı
düşüncesinde köylülük karşıtı önyargı epey derin köklere sahip. Bu karşıtlık,
Batı Marksizminde de gözlemleniyor. Burada doğa karşıtlığından çok köylü karşıtlığı
söz konusu, zira batı düşüncesi doğaya dair belirli bir kurgu her daim fetişleştiriyor.
İnsanlar,
doğalında yiyeceklerini nereden temin edeceklerini pek düşünmüyorlar, çünkü
makinelerin o ürünleri kendileri için temin edeceklerini düşünüyorlar. Oysa dünyada
emek rejimlerinin önemli bir kısmı, emperyalizme ve genelde küresel birikime
destek sunacak şekilde oluşturulmuş. Kuzey’in şirketlerinin imzaladığı anlaşmaların
bir parçası olarak Kuzeyli işçilere ucuz tropikal gıda ürünleri sunuluyor.
Bugün
bu emek rejimleri görünmez kılınıyor, çünkü bu rejimler, Kuzey’deki
çevreciliğin karşısına farklı teorik ve politik yükümlülükler çıkartıyor. Genel
anlamıyla, ulusal kurtuluş ve tarım meselesini, Kuzey ve Güney denilen
olguları, sosyalist planlamanın, düşünce ve pratiğinin merkezine taşımayı
gerekli kılıyor.
Karbondioksit
salınımlarını gerçek manada sıfırlama konusunda en önemli sektörlerden biri de
tarım. Karbondioksit düzeyini aşağı çekmek için emeği değil, hangi ürünlerin
ekileceği meselesini merkeze almak gerekiyor. Karbondioksit düzeyini aşağı
çekmek, Güney’deki devletin bu yüzyılda yaşamaları için şart. Dolayısıyla, biz,
tarımın merkezine toprak kullanımının planlanması denilen meseleyi yerleştirmek
zorundayız. Bu bağlamda zirai ekolojik üretimi ulus düzeyinde planlamalıyız. İşsiz
sayısının düşürülmesi, kırsaldaki tüketimin artırılması, egemen ülkenin sanayileşmesiyle
belirli düzeyde artık üretebilmesinde tarımsal meselelerin sahip olduğu önem
görülmeli. Üçüncü dünyada (ve birinci dünyada) sanayileşme çevreye duyarlı bir
biçimde gelişmeli, gerekli girdilerin temini güvence altına alınmalı, mümkün
olduğu yerde sürdürülebilir ve yenilenebilir ürünlere geçiş yapılmalı. Bu da
tarımı tüm dünyayı genel manada planlama işinin parçası hâline getirmeyi
gerekli kılıyor.
Çevrecilik,
hatta sol içerisinde belirli kesimler, ekolojik acil duruma cevap üretmek için
sadece teknolojik açıdan ele alınmış çözümlere odaklanıyorlar. Bu teknofetişizm
ve tekno-optimizm, Kuzey-Güney ilişkilerinin üzerini nasıl örtüyor? Teknoloji, halkın
yeşil yeni mutabakatında ne tür bir rol oynayacak?
Her
şeyden önce teknofetişizm, düşünce karşıtı, beyne hasar veren bir aygıttır. Bizi
teknoloji konusunda ilkeli bir Marksist konum almaktan alıkoyar. Aslında kimse
teknolojiye karşı değil. Herkes belirli teknolojilerin hayatlarında olmasını
ister. Ama asıl mesele, verili hâliyle bazı teknolojilerin aslında teknoloji
olmamasıdır. Bazı teknolojiler, piyasa fiyatlarının düzenlenmesini, kirletici
alanlara erişimi, emek girdilerini temel alıyor. Teknolojinin gelişim güzergâhını
belirleyecek konumda olanların sınıfsal çıkarlarının somut tezahürleri bunlar. Burada
kirlenmeye katkıda bulunmakla kalınmıyor, aynı zamanda Kuzey’den çok Güney’i
etkileyecek, jeomühendislik veya biyoyakıtlar türünden küresel ısınmaya yönelik
“çözüm önerileri” gündeme getiriliyor. Örneğin küresel ısınmaya imkân
sağlanıyor, gelecekte teknolojinin hepimizi kurtaracağı umuduyla fosil yakıtlar
tüketilmeye devam ediliyor. Oysa Bangladeş veya Karayipler için çok geç
kalınmış olabilir. Çözüm önerileri dâhilinde bir yandan da Kuzey’deki tekelci
kapitalizmin yarattığı “yaşam tarzı” muhafaza ediliyor, ama öte yandan çevre
ülkelerdeki gıda tüketimi düzeyi aşağı çekiliyor, bu işleme biyoyakıtlar da
dâhil ediliyor.
Sosyalist
bir yeşil yeni mutabakat veya halkın yeşil yeni mutabakatı da teknolojiye
fazlasıyla bel bağlayacak elbette, ama bu yeni düzen teknolojik değişimi
gerçekleştirirken ihtiyatlılık ilkesine başvuracak, fikri mülkiyetin kamuya veya
radikal devletlere ait olmasını sağlayacak, teknolojiyi ona ihtiyaç duyan
yoksul halkla birlikte geliştirmeye çalışacak, endüstri dışı teknolojiler karşısında
endüstriye ait teknolojilerin çevreye yönelik etkilerini dikkate alacak. Bu
anlamda ekstraktivizm tartışmasının hiçbir sonuca yol açmasa bile gerçek
meselelere dokunduğunu görmek gerekiyor.
Görünen
o ki Ukrayna’daki savaş, çevre tartışmasını kamusal tartışma sürecinin
merkezine yerleştirdi. Sonuçta acilen uygulamaya konulması gereken belirli
çevre politikaları askıya alındı. Aynı zamanda savaş, tüm dünya genelinde
enerji jeopolitiğini de yeniden biçimlendirdi, bir yandan da Kuzey ile Güney
arasındaki ayrım iyice belirginleşti, bu da ticaretle ilgili ihtimalleri ve
finans sektörünün yeniden örgütlenme sürecini etkiledi. Bu bağlamda çevre
mücadeleleri açısından ne tür senaryolar gündeme gelecek? Güney’deki ülkeler,
bu meselede ne tür bir rol oynayacaklar?
Görebildiğim
kadarıyla ABD, Venezuela’ya uyguladığı yaptırımları kaldırırsa bu, son yıllarda
varlığını sürdüren, emperyalizmin dayattığı Thermidor’un ardından Latin Amerika’da
sosyalist inşa sürecinin yenilenmesi için yeni bir kapı aralayacak. Seçim
düzleminde solun elde ettiği başarılar, kesintisiz süren halk eylemleri, politik
yönetim tarzı olarak kapitalizm değilse bile neoliberalizmin tümden
itibarsızlaşması karşısında bizim, ekstraktivizm tartışmasının gündeme getirdiği
meseleleri ciddiyetle ele alan, ama bunları ekososyalizm düzleminde tartışan
yeni bir politik-ekolojik ve ekososyalist dil oluşturmamız gerekiyor. Daha da
özelde emperyalist yağmanın yoğunluğunun azaldığı yeni politik ortam, sosyalizmin
yeniden gündeme getirilmesi ve son on yıl içerisinde güç kazanmış olan tekelci
sermayeyle uyumlulaşma biçimlerine karşı pratikte karşı konulması konusunda önemli
bir fırsat olarak görülmeli. Son olarak şunu söyleyeyim: dünya genelinde sol
güçler, ABD-AB tekelci sermayesinin kalkınma karşıtı ajandasının sırtını
döndüğü kalkınma alanını açan, yeni gelişen çok kutupluluğun sunduğu fırsatları
ve sahip olduğu sınırları değerlendirmek zorunda.
0 Yorum:
Yorum Gönder