Pages

08 Nisan 2023

Liberalizm, Sosyal Demokrasi, Emperyalizm

Max Ajl Söyleşisi

Alejandro Pedregal

26 Temmuz 2022


Max Ajl, konuşurken de yazarken de lafını esirgemeyen biri. Kır sosyolojisi üzerine çalışmalar yürüten Ajl, Tunus’ta yaşıyor, ayrıca Wageningen Üniversitesi’nde bulunan Kır Sosyolojisi Grubu ve Tunus Gıda Güvenliği ve Çevre Gözlemevi ile birlikte araştırmalar yürütüyor. Ajl, Yeşil Yeni Mutabakat’ın sosyal demokrat ve liberal versiyonlarını sert bir dille eleştiren bir isim. Ploto Yayınevi’nden çıkan A People’s Green New Deal [“Halkın Yeşil Mutabakatı”] isimli kitabı, hem Batı’daki çevreci politikalarda karşımıza çıkan Avrupamerkezciliği eleştiriyor hem de alternatif öneriler sunuyor. Kitap, Ruy Mauro Marino veya Vania Bambirra’nın Marksist bağımlılık teorisinden Samir Amin’in Üçüncü Dünyacı dünya sistemleri analizine, ayrıca Enrique Dussel’in dekolonyalizm teorisine dek uzanan Küresel Güney’in ürettiği zengin radikal düşüncenin beslediği emperyalizm ve sömürgecilik karşıtı enternasyonalizmden aldığı yöntemi kullanıyor ve bu yöntemi merkez-çevre arasındaki ekolojik açıdan eşitsiz değiş tokuşu, mevcut iklim acil durumunu ele almak için devreye sokuyor, buradan da toplumsal açıdan adil işleyen bir küçülme süreciyle birlikte ele alınması gereken bir ekososyalist geleceği tahayyül ediyor. Ekonomik antropolog Jason Hickel, Ajl’ın kitabını “yeşil yeni mutabakatla ilgili olarak bugüne dek yazılmış en iyi kitap” olarak nitelerken, tarihçi Roxanne Dunbar-Ortiz, kitabın “duru ve kapsamlı bir metin” olduğunu, aynı zamanda “her cümlesiyle önemli ve alıntılanması gereken bir çalışma” olarak kitabın hayatta kalma ve yenilenme için gerekli politik programı sunduğunu söylüyor, yerli aktivist Nick Estes, kitabı iklim acil durumu karşısında Kuzey’in Güney’deki kapitalizm ve emperyalizm karşıtlığındaki ısrarı anlamasını sağlayacak “önemli bir çalışma” olarak tarif ediyor; evrimci biyolog Rob Wallace ise “iklim felâketinden sağ çıkması için türümüzün ihtiyaç duyduğu şeyleri öğrenmek isteyen herkes”i bu kitabı okumaya davet ediyor. Bu söyleşide Ajl ile hegemonik yeşil yeni mutabakata yönelik eleştirileri ve sunduğu alternatifleri, bunun yanında, çevreci düşünce içerisinde açığa çıkan tartışmalarla ilgili konumunu ve Ukrayna’daki savaşın tüm dünyada yol açtığı yeni jeopolitik dizilim ışığında Küresel Güney’in yüzleştiği güçlükleri konuştuk.

* * *


Kitabın, Batı solu içindeki belirli kesimlere hâkim olan liberal ve sosyal demokrat görüşlerin sunduğu yaklaşımlara itiraz ediyor ve bu itiraz üzerinden, yeşil yeni mutabakat tartışmalarına müdahil oluyor. Liberal ve sosyal demokrat yaklaşımın, bilhassa sosyal demokrasinin gelişimi ve onun sosyalist bloğun tarihiyle bağlantısı bağlamında, ne gibi özellikleri ve kısıtları var?

Liberal ve sosyal demokrat politikalar, birbirlerine hem uzak hem de yakın duruyorlar. Her iki politika da kısa ve orta vadede kapitalizme alan açıyor. İkisi de emperyalizmin ekolojik tarihi de dâhil olmak üzere emperyalizmi anlayacak yapıları gören bir yaklaşımdan mahrum. İki politika da çevrenin ulusal kurtuluşu fikrine destek sunmuyor. İkisi de en genel manada tarımı, bilhassa çevre ülkelerde küçük toprak sahiplerinin icra ettiği tarımı ve hayvancılığı ihmal ediyor. İki görüş de kapitalistlerin geliştirdikleri teknolojik çözümlere sıcak bakıyor.

Liberaller ve sosyal demokratlar, dünya ölçeğinde ekonomik dönüşümü gerçekleştirecek toplumsal özneler konusunda net bir görüşe sahip değiller. Onlar, özünde oportünist, sıklıkla şovenist olan bir siyaseti uyguluyorlar, ırkçılık karşıtı liberal ilericileri uyuşturup onların akıllarını çelmeye çalışıyorlar, Güney’de radikal güçlerle müşterek bir cephe meydana getirme fikrine karşı çıkıyorlar, ayrıca politik bir pratik olarak antiemperyalizme itiraz ediyorlar (örneğin NATO’nun yürüttüğü soğuk savaştan yana duran kimi Troçkistlerin zırvalarında “kampçılık” lafı bir tür küfür olarak kullanılıyor, bugünse aynı ifade, antiemperyalistleri utandırmak veya susturmak adına onlara leke sürmek için devreye sokuluyor.)

Yeşil yeni mutabakatla ilgili bu iki yaklaşım, Kuzey’de İkinci Dünya Savaşı sonrası sanayiyle ilgili olarak gündeme gelen Fordizmin ve sosyal demokrasinin, dünyada kalkınma gündemini sistematik bir düzeye taşıyan komünist güçlerin yol açtığı tehdide karşı önerildiğini, bu öneriye ülke içinde fazlasıyla radikal yeniden dağıtım politikalarının eşlik ettiğini, komünistlere yönelik sempatinin arttığını ve komünistlerin bu süreçte örgütlendiklerini unutuyorlar. Benim de karşı çıktığım ve gerçekleştirilemez bulduğum maddeler içeren politik makaleleri için Rockefeller Vakfı’ndan tam da bu gerçeği unuttukları için mali destek alıyorlar.

Egemen sınıf, toplumsal-ekolojik krizin yol açtığı rahatsızlığı reformist teknokrasinin eliyle boğmanın kendi çıkarına olduğunu anlamış görünüyor. Bu türden öneriler, bir yandan da savaş sonrası kurulan refah devletlerinin hâlen daha devam etmekte olan yeni sömürgeci değer transferiyle ve sömürgelerin yağmalanmasıyla tanımlı olan tarihi temel aldığını unutuyorlar. Dolayısıyla, Kuzey’de sosyal demokrat veya sosyalist bir yeşil yeni mutabakat konusunda dile getirilen birçok önerinin, Venezuela veya Zimbabve’deki toplumsal dönüşümle ilgili radikal çabalarını karalamasına, ABD’nin Bolivya’da Morales karşıtı darbede ABD’nin oynadığı rolü silikleştirmesine veya Filistin mücadelesine boyun eğdirmek istemesine şaşırmamak gerekiyor. Bu önerilerin sahipleri, millet meselesini görmezden geliyorlar veya alaya alıyorlar. Kuzey için ekolojik piyasa sosyalizmini veya ekolojik medeniyeti önerirlerken, bir yandan da Güney’in yeni sömürgecilerin hâkimiyetinde olması fikrine destek sunuyorlar.

Peki senin yaklaşımın bu konumlardan hangi yönlerden ayrışıyor?

Aslında kitabımı bugün yazsaydım, şimdiki hâlinden farklı olurdu. Kitabı yazım sürecinde yetmişlere ait kitapları okumak için daha fazla zaman harcar, milletin kurtuluşu meselesini kitabın özüne yerleştirir, ekolojik devrim gibi başlıkları klasik Leninist hipotezlerle birlikte ele alır, buradan, dünya sistemindeki zayıf halkaları belirlemeye çalışırdım. Bugün bu halkalarda ilkel birikim, kalıcı bir meseledir. Ekolojinin toplumsal yeniden üretimi ve bu süreçteki yetersizlik örtüşüyor. Yeni sömürgeciliğin mağdurları millet, toplum ve ekolojiyle ilgili çelişkilerle aynı anda yüzleşiyorlar. Bu, “Kuzey’de ekososyalizm mücadelesi verilemez” demek değil elbette. Sadece antiemperyalizm, milli egemenlik, iklim borcu gibi hususlarla ilgili bilinci artırmamız gerektiğini, Kuzey’de kapitalizmi insanın insan dışı doğayla birlikte, akıl temelinde kolektif olarak yönetileceği, ekolojinin sürdürülebilirlik esası üzerinden yönetileceği bir ekososyalizme evriltmek için bu bilinci devreye sokmak gerektiğini söylüyorum.

Eğer tarımı, sürdürülebilir/uygun teknolojiyi, mimariyi, millet meselesini, iklim borcunu dünyadaki kalkınmayla birlikte ele alıp, kapitalizmin teşvik ettiği aşırı tüketim ve aşırı emtia üretimi meselelerini dikkate aldığımızda, yürütülecek tartışmaların merkezine bu hususları koyduğumuzda, hep birlikte belirli bir politik stratejiye ulaşacağız. Bu strateji ise halkın örgütlenmesi meselesini temel almalı. Burada amaç, Kuzey’deki işçi sınıflarının elinde bulunan kullanım değerlerinin niteliğini artırmak, onları toplumsal haklara dönüştürmek ve Güney’in milli-halkçı güçleriyle ilkeleri temel alan bir antiemperyalist cephe meydana getirmek olmalı.

Yöntem ve analiz düzleminde Küresel Güney’de yaşayan, mücadele eden radikal yazarların geliştirdikleri eşitsiz değiş tokuş teorisi ile bağımlılık teorisini nasıl ele alıyorsun? Bu teoriler, antiemperyalist radikal geleneğin ve milli kurtuluş hareketlerinin talepleriyle nasıl ilişkilendirilebilir? İçinde yaşadığımız ekolojik acil durumla bu teoriler arasındaki bağ nedir?

Milli kurtuluş hareketlerinin ardındaki fikir, ekolojik planlama sürecinin merkezine egemenliği esas alan siyaseti, ülkeyi odağa yerleştiren kalkınma siyasetini veya bölgesel düzeyde farklı ülkelerin hep birlikte kendi kaynaklarını kullandığı bir düzeni koyuyor. Resmi sömürgeciliğin perdesinin kapandığı yerde yeni sömürgeciliğin perdesinin açıldığını biliyoruz. Bu anlamda Güney’den Kuzey’e değer aktarımı süreci, hâlen daha işliyor.

Kuzeyli birçok akademisyenin değersiz kılmak için çok çaba sarf ettiği bağımlılık teorilerinin özünde artı-değerin başka yere akıtılmasına ve çevredeki toplumsal yapıların değerin dışa doğru akışına imkân sağladığı gerçeğine vurgu yapan fikir duruyor. Değerin ülke dışına doğru akışını durdurmak istiyorsanız, sizin o ülkedeki toplumsal yapıları yeniden kurgulamanız, ülke içiyle uğraşacak yapılara dönüştürmeniz, kalkınma sürecinin merkezine ülkeyi koymanız, üretici güçleri halkın ve proletaryanın kontrolüne bırakmanız gerekir. Amilcar Cabral’dan İsmail Sabri Abdullah’a dek uzanan bir düşünce hattı, bu görüşü benimsiyor. Söz konusu hattın pratikte ulaştığı zirvenin Çin devrimi olduğunu görmek gerekiyor.

Eşitsiz değiş tokuş, değerin ülke dışına akması için başvurulan mekanizmalardan biri sadece. Gayrimeşru borç ödemeleri, fikri mülkiyet alanındaki tekeller, doların hâkimiyeti gibi başka mekanizmalar da var. Ben, esas olarak ekolojik açıdan eşitsiz değiş tokuş meselesini ele alan yeni teorilerden besleniyorum. Bu teoriler, Kuzey’in tarım ürünlerini ve maden kaynaklarını giderek daha fazla temellük etmesi üzerinde duruyorlar. Ayrıca bazı ülkelerin dünyadaki kirlilikten daha fazla nasibini aldığını söylüyorlar. Aslında burada insan dışı doğanın yeterince yeniden üretilmediği gerçeğini temel alan bir aşırı sömürü söz konusu. Bu durum, insan hayatına zarar veriyor, onu tarihsel düzlemde ulaşması muhtemel seviyenin altında bir seviyeye mahkûm ediyor. Bu anlamda biz, Güney’in proleterlerinin, yarı-proleterlerinin, gecekondulularının, köylülerinin, ormancılarının, çobanlarının günlük geçimlerini etkileyen bir ekolojik krizle karşı karşıya olduklarını, dolayısıyla bu krizin kurtuluş vizyonunun merkezine yerleştirilmesi gerektiğini söylüyoruz.

Kitabında Kuzey’in Güney’e verdiği çevresel zararı ciddiyetle ele alacak ekolojik borç ve tazminatın gerçek bir halkın yeşil yeni mutabakat için sahip olduğu önem üzerinde duruyorsun. Bu talep ne anlama geliyor? Koçabamba Anlaşması, bu açıdan ne tür bir öneme sahip, tarihsel açıdan neleri düzeltebilir?

Ekolojik borç, doksanların başından beri gündemde olan bir konu. Sömürgeci kapitalist birikimin ve emperyalizmin diğer yüzünde faal olan, köle ticareti, sömürgelerin boşaltılması, yakın dönemde atmosferin yeni sömürgeci bir yaklaşımla çitlenmesi ve biyosferin karbondioksit salınımlarını değişime uğratıp absorbe etmek için mülk edinilmesi gibi alanlarda faaliyet yürüten güçlerden alınacak tazminatlarla ilgili bir konu bu. Güney, Kuzey kadar sera gazı salmıyor dünyaya. Ayrıca onun gibi ucuz enerji kullanma imkânına da sahip değil. Ama o da küresel ısınmadan zarar görüyor. Bu anlamda Kuzey, Güney’e borçlu.

İlk talepler temelinde kaleme alınmış olan Koçabamba Halkın Anlaşması, OECD ülkelerinin gayrisafi milli hâsılalarının yüzde altısını tazminat olarak ödemesini öngörüyor. ABD’nin tek başına ödeyeceği tutar 1,2 trilyon dolar. Bu tazminatların ne kadar süreyle ödeneceği belli değil. Meselenin sayısal yönü netleştirilmiş durumda, ama asıl üzerinde durulması gereken yanı, politik yanı. Bu konuda benim net bir fikrim yok. Ben sadece şunu söyleyebilirim: ekolojik krizin sorumluluğu, temelde Kuzey’e ait. Ama somut konuşursak, Kuzey’in Güney’e para aktarabilmesi için koşulların köklü bir biçimde değişmesi gerek. Zira bu süreç, aynı zamanda Kuzey’deki üretimin ve tüketimin ekoloji üzerine bindirdiği yükün kontrollü olarak azaltılmasını gerekli kılıyor. Küçülmeyi ifade eden bu azaltma işlemi, Kuzey’deki tüketimin ekolojiye dönük etkisini azaltmayı ifade ediyor. Burada tek başına ürünlerin meta olmaktan çıkartılması kâfi değil, Kuzey’deki “yaşam tarzı”na dair bilinç de değişmek, böylece birçok insanın yaşama imkânı bulacağı bir gezegen meydana getirilmek zorunda. Biz, şu anki düzeyde böylesi bir durumdan çok uzaktayız.

Sen, kitabında küresel hâkimiyete dair çıkarları dâhilinde emperyalist odakların çevreyle alakalı makul endişeleri ve terminolojiyi (örneğin ilk akla, ekstraktivizm anlayışı ile ilgili tartışma geliyor) nasıl kullandığını, kendine yarayan birer araca nasıl dönüştürdüğünü ortaya koyuyorsun. Bolivya, Venezuela, Ekvador gibi ülkeler bağlamında çevreci solun belirli kesimleri emperyalistlerce kullanılıyor mesela. Bu tür görüşlerin sınırları ve yol açacağı tehlikeler nelerdir?

Bu meseleye bence bilgi sosyolojisiyle yaklaşılmalı. İnsanlar, ekolojideki kötüleşmenin düzgün hayatlar yaşama becerisine zarar verdiği koşullarla yüzleştiğinde, öncelikle bu kötüleşmenin adını koyarlar ve ona karşı koyarlar. Bu, gayet doğal bir gelişmedir. Bu tür koşullarda yaşayan insanlarla ilişki kurmak zorundayız. Ama bu tür bir ilişki, tek başına politik yol haritasını temin etmez. Sorunun adını koymak da her zaman masum ve doğal bir işlem değildir.

Ben, Alberto Acosta, Eduardo Gudynas ve Maristella Svampa gibi akademisyenlerin çalışmalarında dillendirildiği biçimiyle, ekstraktivizmin gerekli politik yol haritasını temin ettiğinden pek emin değilim. Örneğin rejim değişikliğinde kullanılan solu benimsemiş olan Svampa’yı ele alalım. Svampa şunu söylüyor:

“Günümüzde yeni ekstraktivizm, hem büyük ölçekli ve ihracata dönük oluşuyla tanımlı, yenilenemeyen doğal ürünlerin aşırı sömürüsünü hem de sömürünün sınırlarının yeni topraklara doğru genişletilmesini temel alan, doğayı temellük etme yolunu ve kalkınma modelini ifade ediyor.”

Dışadönüklüğü, dağıtılmış birikimi ve dünya ticaretindeki eşitsiz değiş tokuşu temel alan, önceden dillendirilen merkez-çevre analizi veya bağımlılık analizi karşısında bu analiz bir ilerlemeyi ifade ediyor mu? Burada aslında Marx’ın kaos anlayışı dediği şeyi temel alan, kaosu analiz düzlemine taşıyan bir yaklaşıma başvurulmalı. Bu yaklaşım, kendi toplumsal ihtiyaçlarını güvence altına almak adına emtia ihracatından gelecek sermayeye ihtiyaç duyan (ve sosyalist geçiş sürecinin parçası olarak makul düzeyde sanayileşme yolunu yürüyerek belirli malları işlemek zorunda olan) çevre halkların belirli kesimlerinin toplumsal ihtiyaçlarının dengelenmesini şart koşuyor. Alvaro Garcia Linera’nın da dile getirdiği biçimiyle, analiz düzleminde “tıpkı bizim gibi toplumlarda ekstraktivizmin uluslararası işbölümüne ait ağların ayrılmaz parçası olduğu gibi, hammaddelerin veya bilgilerin sanayide işlenmesi de dünya kapitalist sistemindeki aynı işbölümünün parçasıdır. Bu dünya genelinde tesis edilmiş hâkimiyetin çözümü ne ekstraktivizm ne de ekstraktivizm dışılıktır.”

Çevreye uygun hâle getirilmiş sanayileşme sürecine nasıl geçiş yapacağımızı tartışmak zorundayız. Bu bağlamda ülkenin kendisini savunması ile ilgili gerekçelerin sıralanması, ulusal kurtuluşun bir parçası olarak bu savunmanın temellendirilmesi, yeni sömürgeci bağımlılık koşullarında kurtuluşun zemininin tartışılması gerekiyor. Ele alınması gereken sorunlar bunlar.

Sol, ekstraktivist söylem üzerinden makro ekonomik planlama meselesini ciddiyetle ele almaktan kaçınıyor, sanayileşme ihtiyacını görmüyor, sanayileşme meselesini yeniden ele almıyor, dolayısıyla kaynakları çıkartarak toplumlara zarar verenlerle çevre ülkelerde ertesi güne çıkmak için o kaynakların çıkartılmasına ihtiyaç duyanlar arasındaki ayrımı gözetmiyor.

Ben, kendisini zirai ekoloji davasına adamış biri olsam da ekolojiyi gözeten tarımsal üretimin yirmi birinci yüzyıla ait kalkınmayla alakalı sorunları tek başına çözüme kavuşturamayacağını söylüyorum.

Daha önce de dile getirdiğin gibi, Kuzey’deki ülkelerin ekonomilerinin çevreye verdiği zarardan en fazla Güney’in halkları etkileniyor. Bu duruma son vermek için toplumu yeniden örgütlerken ne tür bir yola başvurulmalı?

Kuzey’deki ülkelerin ekonomilerinin kapitalizm dışı bir hat üzerinden yeniden yapılandırılması şart. Yani buralarda üretim, artı değerin biriktirilmesi amacıyla gerçekleştirilmemeli. İnsanların düzgün bir hayat yaşaması, evi olması, kültürünü koruması, uygun bir sanayileşme düzeyine ulaşması, temiz gıdalar tüketmesi, tıbbi bakım hizmetlerinden yararlanması ve ulaştırma sistemlerini kullanabilmesi için gerekli olan şeylerin çevreyle bağlantılı şekilde üretilmesi gerekiyor. Biz, tüm bunların çevreye en az zararı vererek yapılabileceğini biliyoruz. Bu konuda önleyici sağlık hizmetlerinden, zirai ekolojiden, sürdürülebilir/yöreye uygun inşaat malzemelerinden ve tasarımlarından, kolektif kitlesel taşımacılık yöntemlerinden ve yeniden planlanmış şehirlerden istifade edilebilir.

Kuzey’de hayat somut kimi yollara başvurularak değiştirilmek zorunda. Bu yolun dışında bize sadece tek bir yol kalıyor, o da sosyal demokratların yeşil sanayileşme programının tüm maliyetini Güney’in sırtına yüklemek. Oysa bu, felâketten başka bir şeye yol açmaz.

Kır sosyologu olarak sen, tarımı toprak ve arazi üzerinden tartışıyorsun. Kuzey’deki hâkim çevreci anlayışların pek değer vermediği bu tür konuların neden geçerlilik arz ettiğini düşünüyorsun? Halkın yeşil yeni mutabakatına dair düşünce geliştirirken dikkate almamız gereken ana meseleler nelerdir?

Batı düşüncesinde köylülük karşıtı önyargı epey derin köklere sahip. Bu karşıtlık, Batı Marksizminde de gözlemleniyor. Burada doğa karşıtlığından çok köylü karşıtlığı söz konusu, zira batı düşüncesi doğaya dair belirli bir kurgu her daim fetişleştiriyor.

İnsanlar, doğalında yiyeceklerini nereden temin edeceklerini pek düşünmüyorlar, çünkü makinelerin o ürünleri kendileri için temin edeceklerini düşünüyorlar. Oysa dünyada emek rejimlerinin önemli bir kısmı, emperyalizme ve genelde küresel birikime destek sunacak şekilde oluşturulmuş. Kuzey’in şirketlerinin imzaladığı anlaşmaların bir parçası olarak Kuzeyli işçilere ucuz tropikal gıda ürünleri sunuluyor.

Bugün bu emek rejimleri görünmez kılınıyor, çünkü bu rejimler, Kuzey’deki çevreciliğin karşısına farklı teorik ve politik yükümlülükler çıkartıyor. Genel anlamıyla, ulusal kurtuluş ve tarım meselesini, Kuzey ve Güney denilen olguları, sosyalist planlamanın, düşünce ve pratiğinin merkezine taşımayı gerekli kılıyor.

Karbondioksit salınımlarını gerçek manada sıfırlama konusunda en önemli sektörlerden biri de tarım. Karbondioksit düzeyini aşağı çekmek için emeği değil, hangi ürünlerin ekileceği meselesini merkeze almak gerekiyor. Karbondioksit düzeyini aşağı çekmek, Güney’deki devletin bu yüzyılda yaşamaları için şart. Dolayısıyla, biz, tarımın merkezine toprak kullanımının planlanması denilen meseleyi yerleştirmek zorundayız. Bu bağlamda zirai ekolojik üretimi ulus düzeyinde planlamalıyız. İşsiz sayısının düşürülmesi, kırsaldaki tüketimin artırılması, egemen ülkenin sanayileşmesiyle belirli düzeyde artık üretebilmesinde tarımsal meselelerin sahip olduğu önem görülmeli. Üçüncü dünyada (ve birinci dünyada) sanayileşme çevreye duyarlı bir biçimde gelişmeli, gerekli girdilerin temini güvence altına alınmalı, mümkün olduğu yerde sürdürülebilir ve yenilenebilir ürünlere geçiş yapılmalı. Bu da tarımı tüm dünyayı genel manada planlama işinin parçası hâline getirmeyi gerekli kılıyor.

Çevrecilik, hatta sol içerisinde belirli kesimler, ekolojik acil duruma cevap üretmek için sadece teknolojik açıdan ele alınmış çözümlere odaklanıyorlar. Bu teknofetişizm ve tekno-optimizm, Kuzey-Güney ilişkilerinin üzerini nasıl örtüyor? Teknoloji, halkın yeşil yeni mutabakatında ne tür bir rol oynayacak?

Her şeyden önce teknofetişizm, düşünce karşıtı, beyne hasar veren bir aygıttır. Bizi teknoloji konusunda ilkeli bir Marksist konum almaktan alıkoyar. Aslında kimse teknolojiye karşı değil. Herkes belirli teknolojilerin hayatlarında olmasını ister. Ama asıl mesele, verili hâliyle bazı teknolojilerin aslında teknoloji olmamasıdır. Bazı teknolojiler, piyasa fiyatlarının düzenlenmesini, kirletici alanlara erişimi, emek girdilerini temel alıyor. Teknolojinin gelişim güzergâhını belirleyecek konumda olanların sınıfsal çıkarlarının somut tezahürleri bunlar. Burada kirlenmeye katkıda bulunmakla kalınmıyor, aynı zamanda Kuzey’den çok Güney’i etkileyecek, jeomühendislik veya biyoyakıtlar türünden küresel ısınmaya yönelik “çözüm önerileri” gündeme getiriliyor. Örneğin küresel ısınmaya imkân sağlanıyor, gelecekte teknolojinin hepimizi kurtaracağı umuduyla fosil yakıtlar tüketilmeye devam ediliyor. Oysa Bangladeş veya Karayipler için çok geç kalınmış olabilir. Çözüm önerileri dâhilinde bir yandan da Kuzey’deki tekelci kapitalizmin yarattığı “yaşam tarzı” muhafaza ediliyor, ama öte yandan çevre ülkelerdeki gıda tüketimi düzeyi aşağı çekiliyor, bu işleme biyoyakıtlar da dâhil ediliyor.

Sosyalist bir yeşil yeni mutabakat veya halkın yeşil yeni mutabakatı da teknolojiye fazlasıyla bel bağlayacak elbette, ama bu yeni düzen teknolojik değişimi gerçekleştirirken ihtiyatlılık ilkesine başvuracak, fikri mülkiyetin kamuya veya radikal devletlere ait olmasını sağlayacak, teknolojiyi ona ihtiyaç duyan yoksul halkla birlikte geliştirmeye çalışacak, endüstri dışı teknolojiler karşısında endüstriye ait teknolojilerin çevreye yönelik etkilerini dikkate alacak. Bu anlamda ekstraktivizm tartışmasının hiçbir sonuca yol açmasa bile gerçek meselelere dokunduğunu görmek gerekiyor.

Görünen o ki Ukrayna’daki savaş, çevre tartışmasını kamusal tartışma sürecinin merkezine yerleştirdi. Sonuçta acilen uygulamaya konulması gereken belirli çevre politikaları askıya alındı. Aynı zamanda savaş, tüm dünya genelinde enerji jeopolitiğini de yeniden biçimlendirdi, bir yandan da Kuzey ile Güney arasındaki ayrım iyice belirginleşti, bu da ticaretle ilgili ihtimalleri ve finans sektörünün yeniden örgütlenme sürecini etkiledi. Bu bağlamda çevre mücadeleleri açısından ne tür senaryolar gündeme gelecek? Güney’deki ülkeler, bu meselede ne tür bir rol oynayacaklar?

Görebildiğim kadarıyla ABD, Venezuela’ya uyguladığı yaptırımları kaldırırsa bu, son yıllarda varlığını sürdüren, emperyalizmin dayattığı Thermidor’un ardından Latin Amerika’da sosyalist inşa sürecinin yenilenmesi için yeni bir kapı aralayacak. Seçim düzleminde solun elde ettiği başarılar, kesintisiz süren halk eylemleri, politik yönetim tarzı olarak kapitalizm değilse bile neoliberalizmin tümden itibarsızlaşması karşısında bizim, ekstraktivizm tartışmasının gündeme getirdiği meseleleri ciddiyetle ele alan, ama bunları ekososyalizm düzleminde tartışan yeni bir politik-ekolojik ve ekososyalist dil oluşturmamız gerekiyor. Daha da özelde emperyalist yağmanın yoğunluğunun azaldığı yeni politik ortam, sosyalizmin yeniden gündeme getirilmesi ve son on yıl içerisinde güç kazanmış olan tekelci sermayeyle uyumlulaşma biçimlerine karşı pratikte karşı konulması konusunda önemli bir fırsat olarak görülmeli. Son olarak şunu söyleyeyim: dünya genelinde sol güçler, ABD-AB tekelci sermayesinin kalkınma karşıtı ajandasının sırtını döndüğü kalkınma alanını açan, yeni gelişen çok kutupluluğun sunduğu fırsatları ve sahip olduğu sınırları değerlendirmek zorunda.

Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder