Özgürlükçü
sol, otoriter salgın devletine hiç tepki göstermedi. Son iki yılın bize öğrettiği
şu: devletin antifaşist solunun ortaya koyduğu politika, birbirlerinden
bağımsız bireylerden oluşan bir topluma değil, herkesi burjuva medeniyetinin
kalıntılarını ortadan kaldırmakla tehdit eden eğitimci bir devlete yol açtı. Bu
sürecin başka boyutları da var:
I
Solun
hukuka yönelik nihilizmini çöpe, solun hukuk fetişizmi değil, otoriter salgın
devleti attı. Politik muhakemede bulunma yetisini kaybetmemiş olan herkes,
hukukun işlemekte olan düzeni ile salgın devletinin ilân ettiği olağanüstü hâlde
hukukun askıya alınışı arasındaki, medeniyeti ilgilendiren, niteliksel farkı
gördü.
Hukuk,
hâkimiyet ilişkilerinin makulleştirilmesi ve insanileştirilmesinden başka bir
şey değildir.
Soldaki
hukuk fetişizminin yol açtığı yanılsamaları kimse görmüyor. Hukukun temeli,
devlet iktidarı ile ideolojik konsensüsün güvencesi altında olan politik
iktidardır.
Eğer
iktidarla hukuk karşı karşıya gelirse, hukuk, bir gecede askıya alınır. Koşulsuz
ve genel olan temel hakların devredilmesi ve bölünmesi gündeme gelir. Devletin
antifaşist solu, hukukun imha sürecinde güçlü bir katalizör olduğunu, disiplin
devleti için bir kılıf işlevi görebileceğini ispatlama imkânı buldu. Hukukun koşulsuz
oluşu, onu hiç ilgilendirmiyor. Sol, hukuku teorik tespitlerini pratikte
doğrulayan bir şey olarak ele alıyor, onu herhangi bir yüce norma tabi olmayan
politik güç ilişkilerinin bir ifadesi olarak görüyor.
Alman
Anayasası’nın en başında yazılı olan İnsanlık Onuru ilkesine dokunulamaz, bu
ilke bölünemez. Ama salgın devletinin otoriter talimatlarına boyun eğmeyenler,
insanlık onuru ile ilgili haklarını kaybettiler. Tabiatı gereği bağımsızlıkla
bağlantılı bir husus olan onur, artık her insanın insanlığı üzerinden sahip
olduğu bir şey değil, o sadece devletin antifaşist solunun yaptığı ayrım
temelinde, “iyi yurttaş” olanlarda olan bir şey. Özgürlük kazanılmalı, devletin
İslamcı teröriste, faşist çeteye, çocuk katiline kaptırmamak için uğraştığı
onur, bugün artık devletin zorla dayattığı aşıyı kabullenmeye bağlı.
Devletin
antifaşist solu, bu aşıyı herkese ne pahasına olursa olsun dayatmak istiyor. Tıbbın
aşı konusunda ne dediğine hiç bakmıyor. Savaşın bile meşru kılamayacağı şeylerin
yapılmasına bir virüsün imkân sağlıyor olması, tüm yapılanları meşrulaştırması,
bize bir şeyler öğretiyor olmalı. Öğrettiği bir şey de solun devletin ideolojik
aygıtları dâhilinde hareket ettiği gerçeği.
Sağlıkla
alakalı acil durum bahanesiyle burjuva anayasasını temel alan devlet askıya
alınmışsa, kamuoyu eşi benzeri görülmemiş bir ideolojik bombardımana tabi
tutulmuşsa ve bu süreci koronavirüs mümkün kılmışsa, geleceğin ne tür
ihtimallerle yüklü olduğu gerçeği hepimizi korkutmalı.
Devletin
gerçekleştirdiği tıbbi müdahaleye kimse itiraz etmedi. Bu sayede halkın temel hak
ve özgürlüklerden mahrum kılınması süreci meşrulaştı. Herkese mafyavari bir
üslupla şantaj yapıldı. Devletin antifaşist solu, bu şantajı yapanları rezil
etmek, hukukun ayaklar altına alındığı gerçeği üzerinde durmak yerine, tüm
müdahalelere onay verdi. Ona göre artık insan, onurlu ve kendisinden geri alınamayacak
haklara sahip, özerk bir varlık değil, sağlığa ve iklime yönelik risk teşkil
eden bir unsurdu. Biraz önce bir aileyi arabasıyla ezip öldürmüş sarhoş bir şoförü
de ardı ardına sigara içeni de elini eteğini dünya nimetlerinden çekmiş,
sağlığına hastalıklı bir biçimde düşkün olan birini de eşit görüp tedavi eden
doktorlara bile rastlanmaz oldu. Aşı olmayanlar, toplum karşıtı damgası yediler ve
sadece onlar suçlandılar. Tedaviye ihtiyaç duyduklarında aşı olmak isteyen kesimden
ayrı muamele gördüler ve onlardan para istendi. Bu mantık uyarınca
özgürlüğünden fedakârlıkta bulunmayanlar, sağlığını koruyacak adımlardan muaf
tutuldular. Araba kullanırken, bir merdiveni tırmanırken veya başka bir şeyi
yaparken, başkalarını veya kendisini tehlikeye attığı üzerinde duruldu. Bu mantık
uyarınca işleyen süreçte toplum, dayanışma mefhumundan tümüyle koptu, sağlık
düşkünlüğü iyice bireyselleşti, kolektif intihar talebi gündeme geldi. Neticede
“ortada yaşayan tek bir insan kalmayınca sağlık sistemi çökmez, iklim felâkete
sürüklenmez” diye düşünüldü.
II
Kimse,
artık akıntıya karşı yüzmek zorunda değil. Herkes, yelkenini şişiren rüzgâra teslim
olmuş durumda. Kötü olaylar, insanların düşünme kabiliyetini de ortadan
kaldırıyor. Devletin antifaşist solunun tartışmada kullandığı mantık, esasen bir
safsatayı temel alıyor. Her şeyi ucuz bir yaklaşımla antisemitik komplo teorisine
indirgeyen akıldışı eleştiri üzerinden bu sol, eleştirilenin rasyonel
tespitlerini, yani hâkim koşullara, mevcut siyasete, tıbba ve bilime vs. dair tespitlerini
yanlış anlıyor.
“Toplum,
sanayide ve siyasette söz sahibi olan liderlerin hâkimiyeti altındadır” diyen Horkheimer
(Traditional and Critical Theory, 1937), bugün bu lafı etseydi,
antisemitizmle suçlanırdı. Horkheimer’in tekelci kapitalizme mafya tarzı müdahalelerle
düzen verildiğini söyleyen haraç teorisi, varolanın hâkimiyetten azade bir akla
sahip olduğunu söyleyen, Hegelcilikle malul bir sistem teorisi ile materyalist bir
soyut hâkimiyet teorisi arasındaki farkı ortaya koyuyor. Sermayeye otomatik bir
biçimde tabi olan karakter masklarının ardındaki kişilerin isimlerini,
adreslerini ve yüzlerini bildiği için (Bertolt Brecht) suçla ekonomi arasında mevcut
olan genetik bağ konusunda çok şey bilip söyleyen bir teori bu. Bu düzenin kusursuz
işlemesi için arka planda ipleri çeken ve hep orada olan birer güç değil de
belirli çıkarlar peşinde koşan güçlü aktörlere ihtiyaç var. Ekonomik rekabetin çirkinleştirdiği,
hayatın sürüklediği diğer insanlar kadar iyi, onlar kadar kötü olan insanlar
bunlar.
“Sorumlu
aktörler kimdir?” veya “bu işler kimin hayrına?” sorularını sormayanlar, soranları
antisemit olarak damgalayanlar, bilimsel aydınlatma faaliyetini yürütmüyorlar,
sadece egemen sınıfın propagandasına alet oluyorlar. Bu türden bir hamle,
sadece eleştirel analizi hınçla tanımlamakla kalmıyor, aynı zamanda
antisemitizmi tarihsel açıdan alabildiğine revizyonist olan bir üslup dâhilinde
önemsizleştirip araçsallaştırıyorlar.
Geçmişte
“faşizm” gibi bu “antisemitizm” sloganı da keyfe keder kullanılan bir slogandan
başka bir şey değil. Bu sloganı atanlar, kavramsal farklılıkları siliyorlar. Oysa
bilimsel çalışma, öncelikle kavramlar arasındaki farklılıkları belirlemek
zorunda.
Mevcut
düzene yönelik eleştiriyi antisemitik diye yaftalayıp çöpe atabileceğini düşünenler,
mevcut düzeni savunuyorlar. Antisemitizm, tam da bu sebeple var. Tüm akıl
dışılığıyla ve yapısal niteliğiyle antisemitik olan düzene yönelik eleştiriler
değil, eleştirileri antisemitizm yaftasıyla susturmak isteyenler.
III
Sol,
bu başvurduğu taktikle rasyonel toplumsal eleştiriyi ortadan kaldırdı.
Bu
taktik, bilimsel eleştiriyi yok etmek amacıyla üniversitelerde kullanıldı. Makul
zemine sahip argümanlar öne sürmek ve anlamlı tartışmalar yürütmek yerine
üniversiteler, otoriter bir üslupla dile yasak getirdiler. Yanlış bir
yaklaşım üzerinden ahlaki görülen bu hamle ile aydınlatma faaliyetinin yerini karşı
tarafı mahkûm eden pratik aldı.
Bir
yandan da bu taktik, cahil bilimciliği körükledi. “Cahil bilimcilik”, çelişkili
bir ifadeymiş gibi gelebilir, fakat o, aslında kendisini aklı kullanmakla meşru
kılmayan, tek hedefi, özerk bireylerden oluşan sınıfsız toplum olmayan, toplumun
temeli olarak yanılsamalı bir yaklaşım üzerinden “söylemin egemenliği”ni öne
çıkartan, düşüncenin hegemonyası için mücadele eden siyaset teorisinin bir
sonucu.
Devletin
antifaşist solunu hakikat, zerre ilgilendirmiyor. Onun için sadece güç önemli. Ünlülerden
gelse dahi tüm muhalif görüşleri tahammül edilmez bulan bu sol, medyanın ilgili
görüşleri dümdüz etmesini istiyor. Bilimi de seçmeci bir yaklaşımla ve
yönlendirme amacıyla kullanıyor. Popüler olmayan şeyler dışlanıyor veya eziliyor.
Devletin
antifaşist solu, politik iktidara hakikatin nesnelliğini feda etmek amacıyla,
bilimi güç ve yapısalcılıkla tanımlayan, olguları temel alan postmodern kibrin
yeniden üretilmesi anlamında ele alınan, epistemolojik açıdan çocuksu olan
nesnel bilgi düşüncesini temsil ediyor. Bu birbiriyle çelişiyormuş gibi görünen
iki ucu, otoriterlikle ilgili kanaat birbirine bağlıyor.
Bedenlerimizin
ve “cinsiyetler”imizin doğası inkâr ediliyor. Özgürce seçilebilecek şeylermiş
gibi görülüyorlar. Bu düşünce, virüsü veya iklimi tahta oturtan, onları insanların
teslim olması gereken mütehakkim otorite olarak gören düşünceyle besleniyor. Her
şeye kadir olmaya dair çocuksu hayaller ile otoriteye teslim olma, birbirini
tamamlıyor.
ABD’deki
Hastalık Önleme ve Kontrol Merkezleri’nin Almanya’daki muadili olan Robert Koch
Enstitüsü’nün sunduğu rakamlar, gerçekliği temsil etmiyorlar. Bunun bir nedeni, ilgili rakamların eksikli bir biçimde kaydediliyor olması, bir nedeni de rakamların
zaten kaba olgular (brutum factum) olması. Pozitif bilimde gördüğümüz
üzere rakamlar, teorinin aracılık ettiği, tümüyle politikleştirilmiş şeyler.
Devlet
ve devletin antifaşist solu, bilimle siyaseti yan yana getirdi. Böylelikle bilimin
de siyasetin de akliliğini ortadan kaldırdı. Bilimselmiş gibi yapan siyaseti
depolitize etti, bilimsel araştırmaları ve bilimsel bilgiyi siyasetin düştüğü şerhlere
tabi kıldı. Otoriter salgın siyasetinin rezil hâline tek laf etmeyenler, resmi
istatistiklerin sunduklarını kabul etmekle yetindiler, rakamlar hâlinde
aktarılması güç olan, hoş karşılanmayacak olguları çöpe attılar, aydınlatma faaliyetine
yönelik ilgiyi ortadan kaldırdılar ve sadece güçle ilgilendiler.
Sağlık
bakanı Karl Lauterbach gibi devlet medyasının uyguladığı şiddetle her türden
çelişkisinin üzerini örten ve yumuşatan “uzmanlar cemaati”, herkesin ne pahasına
olursa olsun attıkları yalanlara inanacağı yalanına sığındı.
Bu
cemaate girmeyen ve düşünme melekelerinin elinden alınmasına izin vermeyen
isimlerse bu cemaatin gerçeklik için uygun kabul edilen dini için tehlikeli unsurlar
olarak görüldüler. Bunlara baskı uygulanmalı, bu isimler bir bir mahkûm edilmeliydi.
Kendi
yalanlarının üzerini örttüler. Fiziksel projeksiyon mekanizması devreye sokuldu.
Kovid tedbirlerini eleştirendeki radikalleşmeyi dindirmeye çalıştılar. Halkı bu
tedbirleri eleştirenlere karşı uyardılar ve sürekli doğru fikrin kendilerinde
olduğunu söylediler.
Almanya’da
bu kişileri daha uzun süre göreceğiz. Salgın politikasındaki çelişkilerin bu
ülkede tümüyle ortadan kaldırılması mümkün değil. Ama öte yandan, diktatörlüklerde gördüğümüz türden, ümitlenmemizi sağlayacak bazı emareler de var.
Resmi kamuoyu ile gayriresmi kamuoyu arasındaki mesafe açılıyor.
Resmi
kamuoyu, devletin ve ona itaat eden medyanın güdümünde. Sadece kendi laflarını
dinleyen bu çevre, güçleniyor ve artık hegemonik bir güce sahip. Ama sadece kendi
kendisini teyit etmekle meşgul olan ve dışlayıcı bir tutum sergileyen resmi
görüş, gerçeklik için her zaman uygun değil. Tüm saflığıyla gidip aşı
olanların, salgın devletinin vaatlerine kananların, Ağustos 2021’den beri aşı
olanların artık zorunlu aşılama kampanyasının ne anlama geldiğini idrak etmesi
gerekiyor: aşılananlar, yarının aşısızları. Hatırlatıcı doz, yeni varyantlarla
birlikte çoktan çöpe atıldı.
Bu
süreç, toplumu bölerek, çatlatarak ilerleyecek. Sadece düzenle uzlaşmayan, ihmal
edilebilir görülen, küçük bir azınlığı değil, herkesi etkileyecek. Buradan, şu
meseleyi ele almak zorundayız: her hâlükârda devlet, meşruiyetini yitirdi.
Üstelik bu kayıp, tebaa hâline getirilmiş olan yurttaşlarının ve kendisinin
inandığından daha fazla.
Max
Weber’in tespitiyle, eğer devlet, sırtını bir yandan meşru fiziksel güç
kullanımı konusunda sahip olduğu tekele bir yandan da meşruiyetine dair inanca
dayıyorsa, süreci tırmandırma, germe stratejisi, muhtemelen meşruiyetine büyük
bir zarar verecektir. Burada alınacak zarar, sadece Alman İmparatorluğu Yurttaşları
Hareketi veya AfD kitlesi ile sınırlı kalmayacak, kendilerini bugüne dek
devleti hiç düşmanı olarak görmemiş milyonları da etkileyecektir. Bu sebeple
devlet iktidarındaki tehditkâr kibir de egemenlikten yoksun bir şey olarak
görülecek. Ama sessiz kitlelerin yalanları ve çelişkileri soğuracağı
düşünülecek. Bu hesabı yapanlar, öngörülerinin doğru çıkacağını düşünüyorlar. Önümüzdeki
birkaç yıl, bu hesabın uzun vadede ne tür sonuçlar doğuracağını bize
gösterecek.
IV. Tarihsel-Felsefi Son Söz
Otoriter
salgın devleti, Hegel’in nihai zaferidir. Akıl ve gerçeklik, onda birleşmiştir.
O, akıl ve hakikatle tanımlıdır. Bu zafer, Kant’a ve Aydınlanma’nın “başkalarının
kılavuzluğu olmadan kendi aklını kullan” şiarına karşı elde edilmiştir. Zafere aracılık
edense, üçüncü konum gibi tehlikeli bir şeyden söz eden, bugünkü uzmanlar diktasıdır.
Devletin finanse ettiği teyitçi pozitivizm de kusursuz kabul edilen, “sahte
pozitivizm”i Marx tarafından eleştirilmiş (Toplu Eserler, Cilt 40, s. 581)
Hegelciliğin bir uzantısıdır.
İncelemeye
tabi tutulan, ifadelerin gerçek olup olmadığı değil, bu ifadelerin devletin akılla
eş tutulan resmi açıklamalarına uyum gösterip göstermediğidir. Devletin bu
şekilde biçimlendirdiği kamusal alana önceleri, sadece proletaryanın dünyevi
ruhu olarak tarihsel misyonlarını ifa etmek zorunda olduğunu düşünen diktatörlüklerde
rastlıyorduk. Bugünse hakikat ve devlet bir tutuluyor ve bu birlik, ana akım
medyanın kendisine ait imajı hâline getiriliyor.
Sistemin
mantığı içinde maddileşmesi gereken bu düşünce, gerçeğe de somut bir varlık
olarak taşınıyor. Sonuçta dünyanın Alman felsefe tarihinin en önemli öğretmeni
kabul edilen kişinin şahsında vücut bulan ruhu, Jürgen Habermas’ın ağzından
konuşuyor. Frankfurt Okulu Eleştirel Teorisinin uzun tarihi, onun şahsında son
darbeyi yiyor: “Bu şekilde pandemi döneminde meşru görülen tedbirleri ancak
biyopolitikanın ürettiği fazlalık olarak Korona inkârcıları karalayabilir.”
(Habermas: “Corona and the Protection of Life”. Blätter für deutsche und
internationale Politik içinde, Eylül 2021). Federal Anayasayı Koruma Bürosu’ndan
gerekli bilgileri alan Habermas, “otoriter salgın devletine yönelik eleştirinin
“radikal sağcı bir özü” bulunduğunu, “liberter biçimler alan, merkeze ait tehditkâr
bir aşırıcılığın ürünü olduğunu biliyor. Ona göre, otoriter salgın devletinin
yürüttüğü, kitlesine “türün kendisine karşı yürüttüğü savaş” olarak yutturduğu
siyasetin hiçbir alternatifi yok.
Pandemi,
“doğal bir olay”. Filozofa göre, olağanüstü hâli meşrulaştıran bu tespit, gayet
de anayasaya uygun. Anayasada yüce tutulan insanlık onuru, ancak ona fiziken
sahip olan muhafaza edildiği takdirde korunabilir. Temel haklar ortadan
kaldırılsın ki aşırı ölüm vakalarına mani olunabilsin. Bunun için Federal
Devlet Konferansı denilen anayasaya aykırı hükümet cuntası teşkil edilsin. Sonra
da bu hamle ile anayasanın inkâr edilmediği, gerçek kılındığı iddia edilsin.
Devlet,
insanlık onuruna sahip olanı korumak için kapsamı giderek genişleyen,
alabildiğine otoriter, vasi olarak belirlediği yasakları ve emirleri dillendirip
duruyor. Habermas, bu durumu asla bir sorun olarak görmüyor. Özünde Habermas’ın
o alışık olduğumuz jargonuyla ürettiği laf salatası, sadece tıbbi açıdan
kitleleri eğitmeyi dert edinmiş devlete hukuki ve felsefi gerekçeler sunmaktan başka
bir işe yaramıyor. Oysa aynı devlet, halk sağlığı konusunda verdiği açık çeki, temel
hak ve özgürlüklerin askıya alınması için veriyor. Hukukun egemenliği, sadece
sağlıkla ilgili tedbirleri alan devlete itiraz edilmemesi koşuluyla uygulamada
tutuluyor. Ortadaki rezilliği yüceltmek adına, tüm inşa edilen yapı neticede
demokratik bir şeymiş gibi yutturulmaya çalışılıyor, zira egemen unsur olarak
yurttaşlar, kendilerini hep birlikte koruyacak mekanizma için bir son tarih
belirliyorlar.
Bugün
korkuyu yaşayanlar, salgın devletinin gerçeğini de salgın devletinin gerçekte
ne anlama geldiğini de idrak etmiş durumda. Özgürlüğün ideolojik bir olgudan
ibaret olduğu, bir yanılsamadan başka bir şeyi ifade etmediği, gerçek ve genel olan
özgürlüğün en azından düşüncede gerçekleşebileceğini düşünmenin mümkün olduğu
dönemin sonuna geldik.
Geçmişten
kalan özgürlüklerin yok oluşu konusunda hiçbir düşüncesi olmayan, bu süreci “doğal
bir olay” olarak görüp politika dışına atan veya özgürlüklerin ortadan
kaldırılması sürecinin birebir faili olan sol, artık kokusu semayı tutmuş olan tarihin
çöplüğüne atılmalıdır.
Hendrik Wallat
11
Mayıs 2022
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder