Pages

07 Nisan 2023

Otoriter Salgın Devleti ve Sol


Özgürlükçü sol, otoriter salgın devletine hiç tepki göstermedi. Son iki yılın bize öğrettiği şu: devletin antifaşist solunun ortaya koyduğu politika, birbirlerinden bağımsız bireylerden oluşan bir topluma değil, herkesi burjuva medeniyetinin kalıntılarını ortadan kaldırmakla tehdit eden eğitimci bir devlete yol açtı. Bu sürecin başka boyutları da var:

I

Solun hukuka yönelik nihilizmini çöpe, solun hukuk fetişizmi değil, otoriter salgın devleti attı. Politik muhakemede bulunma yetisini kaybetmemiş olan herkes, hukukun işlemekte olan düzeni ile salgın devletinin ilân ettiği olağanüstü hâlde hukukun askıya alınışı arasındaki, medeniyeti ilgilendiren, niteliksel farkı gördü.

Hukuk, hâkimiyet ilişkilerinin makulleştirilmesi ve insanileştirilmesinden başka bir şey değildir.

Soldaki hukuk fetişizminin yol açtığı yanılsamaları kimse görmüyor. Hukukun temeli, devlet iktidarı ile ideolojik konsensüsün güvencesi altında olan politik iktidardır.

Eğer iktidarla hukuk karşı karşıya gelirse, hukuk, bir gecede askıya alınır. Koşulsuz ve genel olan temel hakların devredilmesi ve bölünmesi gündeme gelir. Devletin antifaşist solu, hukukun imha sürecinde güçlü bir katalizör olduğunu, disiplin devleti için bir kılıf işlevi görebileceğini ispatlama imkânı buldu. Hukukun koşulsuz oluşu, onu hiç ilgilendirmiyor. Sol, hukuku teorik tespitlerini pratikte doğrulayan bir şey olarak ele alıyor, onu herhangi bir yüce norma tabi olmayan politik güç ilişkilerinin bir ifadesi olarak görüyor.

Alman Anayasası’nın en başında yazılı olan İnsanlık Onuru ilkesine dokunulamaz, bu ilke bölünemez. Ama salgın devletinin otoriter talimatlarına boyun eğmeyenler, insanlık onuru ile ilgili haklarını kaybettiler. Tabiatı gereği bağımsızlıkla bağlantılı bir husus olan onur, artık her insanın insanlığı üzerinden sahip olduğu bir şey değil, o sadece devletin antifaşist solunun yaptığı ayrım temelinde, “iyi yurttaş” olanlarda olan bir şey. Özgürlük kazanılmalı, devletin İslamcı teröriste, faşist çeteye, çocuk katiline kaptırmamak için uğraştığı onur, bugün artık devletin zorla dayattığı aşıyı kabullenmeye bağlı.

Devletin antifaşist solu, bu aşıyı herkese ne pahasına olursa olsun dayatmak istiyor. Tıbbın aşı konusunda ne dediğine hiç bakmıyor. Savaşın bile meşru kılamayacağı şeylerin yapılmasına bir virüsün imkân sağlıyor olması, tüm yapılanları meşrulaştırması, bize bir şeyler öğretiyor olmalı. Öğrettiği bir şey de solun devletin ideolojik aygıtları dâhilinde hareket ettiği gerçeği.

Sağlıkla alakalı acil durum bahanesiyle burjuva anayasasını temel alan devlet askıya alınmışsa, kamuoyu eşi benzeri görülmemiş bir ideolojik bombardımana tabi tutulmuşsa ve bu süreci koronavirüs mümkün kılmışsa, geleceğin ne tür ihtimallerle yüklü olduğu gerçeği hepimizi korkutmalı.

Devletin gerçekleştirdiği tıbbi müdahaleye kimse itiraz etmedi. Bu sayede halkın temel hak ve özgürlüklerden mahrum kılınması süreci meşrulaştı. Herkese mafyavari bir üslupla şantaj yapıldı. Devletin antifaşist solu, bu şantajı yapanları rezil etmek, hukukun ayaklar altına alındığı gerçeği üzerinde durmak yerine, tüm müdahalelere onay verdi. Ona göre artık insan, onurlu ve kendisinden geri alınamayacak haklara sahip, özerk bir varlık değil, sağlığa ve iklime yönelik risk teşkil eden bir unsurdu. Biraz önce bir aileyi arabasıyla ezip öldürmüş sarhoş bir şoförü de ardı ardına sigara içeni de elini eteğini dünya nimetlerinden çekmiş, sağlığına hastalıklı bir biçimde düşkün olan birini de eşit görüp tedavi eden doktorlara bile rastlanmaz oldu. Aşı olmayanlar, toplum karşıtı damgası yediler ve sadece onlar suçlandılar. Tedaviye ihtiyaç duyduklarında aşı olmak isteyen kesimden ayrı muamele gördüler ve onlardan para istendi. Bu mantık uyarınca özgürlüğünden fedakârlıkta bulunmayanlar, sağlığını koruyacak adımlardan muaf tutuldular. Araba kullanırken, bir merdiveni tırmanırken veya başka bir şeyi yaparken, başkalarını veya kendisini tehlikeye attığı üzerinde duruldu. Bu mantık uyarınca işleyen süreçte toplum, dayanışma mefhumundan tümüyle koptu, sağlık düşkünlüğü iyice bireyselleşti, kolektif intihar talebi gündeme geldi. Neticede “ortada yaşayan tek bir insan kalmayınca sağlık sistemi çökmez, iklim felâkete sürüklenmez” diye düşünüldü.

II

Kimse, artık akıntıya karşı yüzmek zorunda değil. Herkes, yelkenini şişiren rüzgâra teslim olmuş durumda. Kötü olaylar, insanların düşünme kabiliyetini de ortadan kaldırıyor. Devletin antifaşist solunun tartışmada kullandığı mantık, esasen bir safsatayı temel alıyor. Her şeyi ucuz bir yaklaşımla antisemitik komplo teorisine indirgeyen akıldışı eleştiri üzerinden bu sol, eleştirilenin rasyonel tespitlerini, yani hâkim koşullara, mevcut siyasete, tıbba ve bilime vs. dair tespitlerini yanlış anlıyor.

“Toplum, sanayide ve siyasette söz sahibi olan liderlerin hâkimiyeti altındadır” diyen Horkheimer (Traditional and Critical Theory, 1937), bugün bu lafı etseydi, antisemitizmle suçlanırdı. Horkheimer’in tekelci kapitalizme mafya tarzı müdahalelerle düzen verildiğini söyleyen haraç teorisi, varolanın hâkimiyetten azade bir akla sahip olduğunu söyleyen, Hegelcilikle malul bir sistem teorisi ile materyalist bir soyut hâkimiyet teorisi arasındaki farkı ortaya koyuyor. Sermayeye otomatik bir biçimde tabi olan karakter masklarının ardındaki kişilerin isimlerini, adreslerini ve yüzlerini bildiği için (Bertolt Brecht) suçla ekonomi arasında mevcut olan genetik bağ konusunda çok şey bilip söyleyen bir teori bu. Bu düzenin kusursuz işlemesi için arka planda ipleri çeken ve hep orada olan birer güç değil de belirli çıkarlar peşinde koşan güçlü aktörlere ihtiyaç var. Ekonomik rekabetin çirkinleştirdiği, hayatın sürüklediği diğer insanlar kadar iyi, onlar kadar kötü olan insanlar bunlar.

“Sorumlu aktörler kimdir?” veya “bu işler kimin hayrına?” sorularını sormayanlar, soranları antisemit olarak damgalayanlar, bilimsel aydınlatma faaliyetini yürütmüyorlar, sadece egemen sınıfın propagandasına alet oluyorlar. Bu türden bir hamle, sadece eleştirel analizi hınçla tanımlamakla kalmıyor, aynı zamanda antisemitizmi tarihsel açıdan alabildiğine revizyonist olan bir üslup dâhilinde önemsizleştirip araçsallaştırıyorlar.

Geçmişte “faşizm” gibi bu “antisemitizm” sloganı da keyfe keder kullanılan bir slogandan başka bir şey değil. Bu sloganı atanlar, kavramsal farklılıkları siliyorlar. Oysa bilimsel çalışma, öncelikle kavramlar arasındaki farklılıkları belirlemek zorunda.

Mevcut düzene yönelik eleştiriyi antisemitik diye yaftalayıp çöpe atabileceğini düşünenler, mevcut düzeni savunuyorlar. Antisemitizm, tam da bu sebeple var. Tüm akıl dışılığıyla ve yapısal niteliğiyle antisemitik olan düzene yönelik eleştiriler değil, eleştirileri antisemitizm yaftasıyla susturmak isteyenler.

III

Sol, bu başvurduğu taktikle rasyonel toplumsal eleştiriyi ortadan kaldırdı.

Bu taktik, bilimsel eleştiriyi yok etmek amacıyla üniversitelerde kullanıldı. Makul zemine sahip argümanlar öne sürmek ve anlamlı tartışmalar yürütmek yerine üniversiteler, otoriter bir üslupla dile yasak getirdiler. Yanlış bir yaklaşım üzerinden ahlaki görülen bu hamle ile aydınlatma faaliyetinin yerini karşı tarafı mahkûm eden pratik aldı.

Bir yandan da bu taktik, cahil bilimciliği körükledi. “Cahil bilimcilik”, çelişkili bir ifadeymiş gibi gelebilir, fakat o, aslında kendisini aklı kullanmakla meşru kılmayan, tek hedefi, özerk bireylerden oluşan sınıfsız toplum olmayan, toplumun temeli olarak yanılsamalı bir yaklaşım üzerinden “söylemin egemenliği”ni öne çıkartan, düşüncenin hegemonyası için mücadele eden siyaset teorisinin bir sonucu.

Devletin antifaşist solunu hakikat, zerre ilgilendirmiyor. Onun için sadece güç önemli. Ünlülerden gelse dahi tüm muhalif görüşleri tahammül edilmez bulan bu sol, medyanın ilgili görüşleri dümdüz etmesini istiyor. Bilimi de seçmeci bir yaklaşımla ve yönlendirme amacıyla kullanıyor. Popüler olmayan şeyler dışlanıyor veya eziliyor.

Devletin antifaşist solu, politik iktidara hakikatin nesnelliğini feda etmek amacıyla, bilimi güç ve yapısalcılıkla tanımlayan, olguları temel alan postmodern kibrin yeniden üretilmesi anlamında ele alınan, epistemolojik açıdan çocuksu olan nesnel bilgi düşüncesini temsil ediyor. Bu birbiriyle çelişiyormuş gibi görünen iki ucu, otoriterlikle ilgili kanaat birbirine bağlıyor.

Bedenlerimizin ve “cinsiyetler”imizin doğası inkâr ediliyor. Özgürce seçilebilecek şeylermiş gibi görülüyorlar. Bu düşünce, virüsü veya iklimi tahta oturtan, onları insanların teslim olması gereken mütehakkim otorite olarak gören düşünceyle besleniyor. Her şeye kadir olmaya dair çocuksu hayaller ile otoriteye teslim olma, birbirini tamamlıyor.

ABD’deki Hastalık Önleme ve Kontrol Merkezleri’nin Almanya’daki muadili olan Robert Koch Enstitüsü’nün sunduğu rakamlar, gerçekliği temsil etmiyorlar. Bunun bir nedeni, ilgili rakamların eksikli bir biçimde kaydediliyor olması, bir nedeni de rakamların zaten kaba olgular (brutum factum) olması. Pozitif bilimde gördüğümüz üzere rakamlar, teorinin aracılık ettiği, tümüyle politikleştirilmiş şeyler.

Devlet ve devletin antifaşist solu, bilimle siyaseti yan yana getirdi. Böylelikle bilimin de siyasetin de akliliğini ortadan kaldırdı. Bilimselmiş gibi yapan siyaseti depolitize etti, bilimsel araştırmaları ve bilimsel bilgiyi siyasetin düştüğü şerhlere tabi kıldı. Otoriter salgın siyasetinin rezil hâline tek laf etmeyenler, resmi istatistiklerin sunduklarını kabul etmekle yetindiler, rakamlar hâlinde aktarılması güç olan, hoş karşılanmayacak olguları çöpe attılar, aydınlatma faaliyetine yönelik ilgiyi ortadan kaldırdılar ve sadece güçle ilgilendiler.

Sağlık bakanı Karl Lauterbach gibi devlet medyasının uyguladığı şiddetle her türden çelişkisinin üzerini örten ve yumuşatan “uzmanlar cemaati”, herkesin ne pahasına olursa olsun attıkları yalanlara inanacağı yalanına sığındı.

Bu cemaate girmeyen ve düşünme melekelerinin elinden alınmasına izin vermeyen isimlerse bu cemaatin gerçeklik için uygun kabul edilen dini için tehlikeli unsurlar olarak görüldüler. Bunlara baskı uygulanmalı, bu isimler bir bir mahkûm edilmeliydi.

Kendi yalanlarının üzerini örttüler. Fiziksel projeksiyon mekanizması devreye sokuldu. Kovid tedbirlerini eleştirendeki radikalleşmeyi dindirmeye çalıştılar. Halkı bu tedbirleri eleştirenlere karşı uyardılar ve sürekli doğru fikrin kendilerinde olduğunu söylediler.

Almanya’da bu kişileri daha uzun süre göreceğiz. Salgın politikasındaki çelişkilerin bu ülkede tümüyle ortadan kaldırılması mümkün değil. Ama öte yandan, diktatörlüklerde gördüğümüz türden, ümitlenmemizi sağlayacak bazı emareler de var. Resmi kamuoyu ile gayriresmi kamuoyu arasındaki mesafe açılıyor.

Resmi kamuoyu, devletin ve ona itaat eden medyanın güdümünde. Sadece kendi laflarını dinleyen bu çevre, güçleniyor ve artık hegemonik bir güce sahip. Ama sadece kendi kendisini teyit etmekle meşgul olan ve dışlayıcı bir tutum sergileyen resmi görüş, gerçeklik için her zaman uygun değil. Tüm saflığıyla gidip aşı olanların, salgın devletinin vaatlerine kananların, Ağustos 2021’den beri aşı olanların artık zorunlu aşılama kampanyasının ne anlama geldiğini idrak etmesi gerekiyor: aşılananlar, yarının aşısızları. Hatırlatıcı doz, yeni varyantlarla birlikte çoktan çöpe atıldı.

Bu süreç, toplumu bölerek, çatlatarak ilerleyecek. Sadece düzenle uzlaşmayan, ihmal edilebilir görülen, küçük bir azınlığı değil, herkesi etkileyecek. Buradan, şu meseleyi ele almak zorundayız: her hâlükârda devlet, meşruiyetini yitirdi. Üstelik bu kayıp, tebaa hâline getirilmiş olan yurttaşlarının ve kendisinin inandığından daha fazla.

Max Weber’in tespitiyle, eğer devlet, sırtını bir yandan meşru fiziksel güç kullanımı konusunda sahip olduğu tekele bir yandan da meşruiyetine dair inanca dayıyorsa, süreci tırmandırma, germe stratejisi, muhtemelen meşruiyetine büyük bir zarar verecektir. Burada alınacak zarar, sadece Alman İmparatorluğu Yurttaşları Hareketi veya AfD kitlesi ile sınırlı kalmayacak, kendilerini bugüne dek devleti hiç düşmanı olarak görmemiş milyonları da etkileyecektir. Bu sebeple devlet iktidarındaki tehditkâr kibir de egemenlikten yoksun bir şey olarak görülecek. Ama sessiz kitlelerin yalanları ve çelişkileri soğuracağı düşünülecek. Bu hesabı yapanlar, öngörülerinin doğru çıkacağını düşünüyorlar. Önümüzdeki birkaç yıl, bu hesabın uzun vadede ne tür sonuçlar doğuracağını bize gösterecek.

IV. Tarihsel-Felsefi Son Söz

Otoriter salgın devleti, Hegel’in nihai zaferidir. Akıl ve gerçeklik, onda birleşmiştir. O, akıl ve hakikatle tanımlıdır. Bu zafer, Kant’a ve Aydınlanma’nın “başkalarının kılavuzluğu olmadan kendi aklını kullan” şiarına karşı elde edilmiştir. Zafere aracılık edense, üçüncü konum gibi tehlikeli bir şeyden söz eden, bugünkü uzmanlar diktasıdır. Devletin finanse ettiği teyitçi pozitivizm de kusursuz kabul edilen, “sahte pozitivizm”i Marx tarafından eleştirilmiş (Toplu Eserler, Cilt 40, s. 581) Hegelciliğin bir uzantısıdır.

İncelemeye tabi tutulan, ifadelerin gerçek olup olmadığı değil, bu ifadelerin devletin akılla eş tutulan resmi açıklamalarına uyum gösterip göstermediğidir. Devletin bu şekilde biçimlendirdiği kamusal alana önceleri, sadece proletaryanın dünyevi ruhu olarak tarihsel misyonlarını ifa etmek zorunda olduğunu düşünen diktatörlüklerde rastlıyorduk. Bugünse hakikat ve devlet bir tutuluyor ve bu birlik, ana akım medyanın kendisine ait imajı hâline getiriliyor.

Sistemin mantığı içinde maddileşmesi gereken bu düşünce, gerçeğe de somut bir varlık olarak taşınıyor. Sonuçta dünyanın Alman felsefe tarihinin en önemli öğretmeni kabul edilen kişinin şahsında vücut bulan ruhu, Jürgen Habermas’ın ağzından konuşuyor. Frankfurt Okulu Eleştirel Teorisinin uzun tarihi, onun şahsında son darbeyi yiyor: “Bu şekilde pandemi döneminde meşru görülen tedbirleri ancak biyopolitikanın ürettiği fazlalık olarak Korona inkârcıları karalayabilir.” (Habermas: “Corona and the Protection of Life”. Blätter für deutsche und internationale Politik içinde, Eylül 2021). Federal Anayasayı Koruma Bürosu’ndan gerekli bilgileri alan Habermas, “otoriter salgın devletine yönelik eleştirinin “radikal sağcı bir özü” bulunduğunu, “liberter biçimler alan, merkeze ait tehditkâr bir aşırıcılığın ürünü olduğunu biliyor. Ona göre, otoriter salgın devletinin yürüttüğü, kitlesine “türün kendisine karşı yürüttüğü savaş” olarak yutturduğu siyasetin hiçbir alternatifi yok.

Pandemi, “doğal bir olay”. Filozofa göre, olağanüstü hâli meşrulaştıran bu tespit, gayet de anayasaya uygun. Anayasada yüce tutulan insanlık onuru, ancak ona fiziken sahip olan muhafaza edildiği takdirde korunabilir. Temel haklar ortadan kaldırılsın ki aşırı ölüm vakalarına mani olunabilsin. Bunun için Federal Devlet Konferansı denilen anayasaya aykırı hükümet cuntası teşkil edilsin. Sonra da bu hamle ile anayasanın inkâr edilmediği, gerçek kılındığı iddia edilsin.

Devlet, insanlık onuruna sahip olanı korumak için kapsamı giderek genişleyen, alabildiğine otoriter, vasi olarak belirlediği yasakları ve emirleri dillendirip duruyor. Habermas, bu durumu asla bir sorun olarak görmüyor. Özünde Habermas’ın o alışık olduğumuz jargonuyla ürettiği laf salatası, sadece tıbbi açıdan kitleleri eğitmeyi dert edinmiş devlete hukuki ve felsefi gerekçeler sunmaktan başka bir işe yaramıyor. Oysa aynı devlet, halk sağlığı konusunda verdiği açık çeki, temel hak ve özgürlüklerin askıya alınması için veriyor. Hukukun egemenliği, sadece sağlıkla ilgili tedbirleri alan devlete itiraz edilmemesi koşuluyla uygulamada tutuluyor. Ortadaki rezilliği yüceltmek adına, tüm inşa edilen yapı neticede demokratik bir şeymiş gibi yutturulmaya çalışılıyor, zira egemen unsur olarak yurttaşlar, kendilerini hep birlikte koruyacak mekanizma için bir son tarih belirliyorlar.

Bugün korkuyu yaşayanlar, salgın devletinin gerçeğini de salgın devletinin gerçekte ne anlama geldiğini de idrak etmiş durumda. Özgürlüğün ideolojik bir olgudan ibaret olduğu, bir yanılsamadan başka bir şeyi ifade etmediği, gerçek ve genel olan özgürlüğün en azından düşüncede gerçekleşebileceğini düşünmenin mümkün olduğu dönemin sonuna geldik.

Geçmişten kalan özgürlüklerin yok oluşu konusunda hiçbir düşüncesi olmayan, bu süreci “doğal bir olay” olarak görüp politika dışına atan veya özgürlüklerin ortadan kaldırılması sürecinin birebir faili olan sol, artık kokusu semayı tutmuş olan tarihin çöplüğüne atılmalıdır.

Hendrik Wallat
11 Mayıs 2022
Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder