Hollandalı
çiftçiler, hükümetin azot politikasını protesto etmek adına, “hiçbir yere
gitmediklerini” söylemek için traktörleriyle “Kalıyoruz” yazdılar.
Fransa
alevler içinde. İsrail, kendi içinde infilak ediyor. Amerika, ikinci 6 Ocak
vakasıyla (kongre baskınıyla) yüzleşiyor. Hollanda ise dünya düzenini
istikrarsızlaştırmakla tehdit eden, bugün başka yerlerde yaşanan protestolardan
farklı tipte bir protesto sebebiyle, politik yapının sarsılışına tanıklık ediyor.
Son seçimlerde Çiftçi Yurttaş Hareketi (BBB) kurulalı sadece üç yıl olmuş olan,
düzen karşıtı bir parti için oldukça yüksek bir oy aldı. Bu anlamda, sıradan
bir dönemden geçtiğimizi kimse söyleyemez.
BBB
denilen hareket, hükümetin ülkedeki tarım sektöründe 2030 yılı itibarıyla azot
salınımlarının yüzde elli oranında kesilmesi önerisine karşı gelişen kitlesel
gösterilerin bağrında doğdu. Hükümetin belirlediği bu hedef, Avrupa Birliği’nin
getirdiği salınımları azaltma ile ilgili kurallara uyum zorunluluğu üzerinden
belirlenmişti. Büyük tarım şirketleri, bu hedefe ulaşacak araçlara sahipler. Daha
az azotlu gübre kullanabiliyorlar, büyükbaş hayvan sayısını aşağıya
çekebiliyorlar. Ama küçük çiftlik sahipleri, mülklerini ya satmak ya da
kapısına kilit vurmak zorunda. Aslında sık sık yeniden düzenlenen Avrupa Komisyonu
raporuna göre, bu tür kuralların belirlenmesindeki asıl stratejik hedef, “tarımsal
faaliyetin ekstansif kılınması, bunun için de çiftliklerin satın alınması veya
faaliyetlerinin sonlandırılması, böylece büyükbaş hayvan sayısının aşağı
çekilmesi. Bugün bu süreç gönüllülük esası üzerinden işliyor, ama yarın
gerekirse zorunlu satışlar gündeme gelebilir.”
Dolayısıyla,
bu tür planların çiftçilerin gösterilerinin fitilini ateşlemesinde şaşılacak
bir yan yok. Çiftçiler, bu planları geçim imkânlarına yönelik bir saldırı
olarak görüyorlar. BBB, bu sebeple “Çiftlik Yoksa Ekmek de Yok” sloganını
atıyor. Bu slogan, tam da bu sebeple seçmende bir karşılık buluyor. Fakat alınan
bu tedbirin ülkenin gıda güvenliği ve Hollanda’nın ulusal kimliğinin ayrılmaz parçası
olan yüzlerce yıllık köylü yaşam tarzını etkilemesinin yanında, bu ağır
tedbirin uygulanması için başvurulan gerekçenin de sorgulanması gerekiyor.
Tarım,
bugün ülkedeki karbondioksit çıktısının neredeyse yarısından sorumlu, buna
karşılık, Hollanda’nın dünyadaki salınımlarda sahip olduğu sorumluluk binde 4’ten
az. Bu sebeple birçok Hollandalı, ülkedeki çiftçilik sektörünün denetim altına
alınmasını bu türden ihmal edilebilir rakamlar üzerinden meşrulaştırmanın
mümkün olmadığını düşünüyor. Son yirmi yıl içerisinde önemli ürünlerin suya
bağımlılık düzeyi yüzde 90 oranında azaldı, tüm seralarda kimyasal böcek
ilâçlarının kullanımına yasak getirildi.
Çiftçiler,
ayrıca azot kesintisinin Hollanda haricinde başka ülkeleri de etkileyeceğini
söylüyorlar. Nihayetinde Hollanda, Avrupa’nın en büyük et ihracatçısı, aynı
zamanda ABD’den sonra dünyadaki en büyük ikinci tarım ihracatçısı. Dolayısıyla
önerilen plan, gıda ihracatının dünyanın gıda ve kaynak kıtlığı sorunu ile
yüzleştiği bir dönemde dibe vurmasına neden olacak. Bunun ne tür bir sonuca yol
açacağını zaten biliyoruz. Geçen yıl Sri Lanka’da azot gübresine benzer türde
bir yasak getirildi ve korkunç sonuçlara yol açtı: ülkede yaklaşık iki milyon
insanın gıda kıtlığı ile yüzleşmesine ve yoksullaşmasına neden oldu. Bunun sonucunda
hükümetin devrilmesiyle neticelenen bir ayaklanmaya şahit olundu.
Uygulanan
politikanın akıl dışı olduğunu gören çiftçiler, sadece kentlerde yaşayan ve
Hollanda hükümetini yöneten “çevreci elitler”in suçlanamayacağını düşünüyorlar.
Onlar, bu hamlenin asıl sebeplerinden birinin küçük çiftlik sahiplerini
piyasadan çekmek, ülke toprağının değerini gören devasa çokuluslu zirai işletme
şirketlerinin bu çiftlikleri satın almasını sağlamak olduğunu söylüyorlar. Çiftçilere
göre bu şirketler, oldukça verimli olan, aynı zamanda Kuzey Atlantik sahiline
kolayca erişilmesine imkân veren (ki Rotterdam, Avrupa’daki en büyük limandır) stratejik
bir konumda bulunan ülke toprağının sahip olduğu muazzam değeri görüyorlar. Çiftçiler,
aynı zamanda Başbakan Rutte’nin şirketlerin yönettiği Dünya Ekonomi Forumu’na
ajandalar konusunda katkı sunan üyesi olduğu gerçeğine işaret ediyorlar. Dediklerine
göre, maliye bakanı ile toplumsal işler ve istihdam bakanı da aynı kuruluşa
bağlı.
Görünen
o ki Hollanda’da sürmekte olan mücadele, uluslararası gıda sistemini “sıfırlamaya”
çalışan büyük bir oyunun parçası. Bugün Belçika, Almanya, İrlanda ve (hükümetin
geleneksel çiftçileri yeni ve “sürdürülebilir” çiftçilere alan açmak için
ilgili sektörü terk etmeye zorladığı) İngiltere’de benzer tedbirlere
başvuruluyor. Enerji sektöründen sonra sera gazı salınımlarına en fazla katkıyı
sunan sektör olarak tarım, doğalında Sıfır Sera Gazı fikrini savunanların, yani
büyük uluslararası ve küresel örgütlerin ilgi odağı hâline geliyor. Bu örgütler,
bize yegâne çözümün “sürdürülebilir tarım” olduğunu söylüyorlar. Birleşmiş Milletler’in
belirlediği 17 Sürdürülebilir Kalkınma Hedefi, 2030 Ajandası’nı meydana
getiriyor.
Bu
mesele, küresel ajandanın en başına yerleştiriliyor. Geçen Kasım ayında Bali’de
düzenlenen G20 toplantısında, “gıda sistemlerinin iklim değişikliğinin
zararlarını azaltma ve ona uyum sağlama sürecine katkıda bulunmasını sağlamak
amacıyla sürecin sürdürülebilir ve dirençli tarım ve gıda sistemlerine doğru
dönüştürülmesi çağrısı”nda bulunuldu. Birkaç gün sonra, Birleşmiş Milletler
İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin 27. Oturumu Yeşil Ajanda İklim Zirvesi
Mısır’da düzenlendi. Burada “sürdürülebilir, iklim değişikliğine dirençli, sağlıklı
beslenme alışkanlıkları”nın teşvik edilmesine karar verildi. Bir yıl içerisinde
kuruma bağlı Gıda ve Tarım Örgütü, tarım sektöründe sera gazı salınımlarını
azaltmak için bir yol haritası hazırlayıp uygulamaya koymayı amaçlıyor.
Birleşmiş
Milletler’in hazırladığı bir dizi belgede sürecin asli hedefleri bir bir
aktarılıyor: azot kullanımının ve dünya genelinde büyükbaş hayvan üretiminin
azaltılması, et tüketiminin düşürülmesi, bitki temelli veya laboratuvarda
üretilmiş ürünler, hatta böcekler türünden daha “sürdürülebilir” olan protein
kaynaklarının teşvik edilmesi.
Örneğin
Birleşmiş Milletler Çevre Programı, küresel et ve süt ürünleri tüketiminin 2050
yılı itibarıyla yarı yarıya azalması gerektiğini söylüyor. Küresel gıda
sisteminin dönüştürülmesi konusunda başka uluslararası ve çok taraflı örgütler de
kendi planlarını gündeme getirdiler.
Avrupa
Birliği’nin geliştirdiği “Tarladan Sofraya Stratejisi”nde amaç, sürdürülebilir
gıda sistemine geçiş sürecini hızlandırmak. Dünya Bankası ise hazırladığı
2021-2025 dönemiyle ilgili iklim değişikliği eylem planında bankanın yardım
amaçlı dağıttığı paranın yüzde 35’inin iklim değişikliği meselesinin çözüme
kavuşturulması amacıyla tarım ve diğer önemli sistemlerin dönüştürülmesi işine
teksif edileceğini söylüyor.
Bu
farklı hükümetleri ve kurumları içeren yapıların yanında, bugün geniş bir “hissedar”
ağı da tarımın ve gıda üretiminin “yeşillendirilmesi” işine odaklanıyor. Özel vakıflar,
özel-kamu ortaklıkları, STK’lar ve şirketler bu alana eğiliyorlar. 2020’de Rockefeller
Vakfı’nın hazırladığı “Masayı Sıfırla” isimli raporda, “hissedar gelirlerinin
azami düzeye çekilmesi yerine, tüm paydaşlara adil kazanç ve fayda getiren
eşitlikçi sistemlere odaklanılması gerektiğinden” söz ediliyor. Bu fikir, ilk duyunca
kulağa hoş geliyor, ama bilinmeli ki bu “paydaş kapitalizmi” denilen fikrin
arkasında, dünyadaki en büyük ve en güçlü şirketlerin çıkarlarını savunan Dünya
Ekonomi Forumu var.
Rockefeller
Vakfı’nın Dünya Ekonomi Forumu (WEF) ile sıkı bağları mevcut. Forum, 2030 yılı
itibarıyla sıfır sera gazı aşamasına ve doğaya zararsız gıda sistemlerine
geçişi sağlamak için “iklim dostu” yöntemleri benimsemeleri konusunda çiftçileri
teşvik ediyor. WEF, aynı zamanda büyükbaş hayvan üretiminin ve et tüketiminin azaltılmasının
şart olduğuna, alternatif protein kaynaklarına geçişin zaruri olduğuna
inanıyor.
Küresel
gıda sistemimizi dönüştürme işine kendisini adamış en etkili özel-kamusal
örgütlerden biri de Davos’ta geliştirilmiş olan “çok paydaşlılık” yaklaşımını
temel alan EAT-Lancet Komisyonu. Bu komisyon, akademik kurumlar ve çok uluslu
şirketler gibi hükümetlerle birlikte çalışan, seçimle işbaşına gelmemiş olan “paydaşlar”ca
biçimlendirilmiş politikaların uygulanmasını istiyor. Wellcome Vakfı’nın teşkil
ettiği bu ağ, BM kurumları, dünyanın önde gelen üniversiteleri ve Google ve
Nestle gibi şirketlerden oluşuyor. EAT denilen yapının kurucusu ve başkanı olan
Gunhild Stordalen, Norveç’in en zenginlerinden biriyle evli. Yardım
faaliyetleri içinde yer alan bu isim, asıl niyetinin “Gıda İçin Davos Zirvesi”ni
örgütlemek olduğunu söylüyor.
EAT’in
çalışmalarına ilk başta Dünya Sağlık Örgütü destek sunuyordu, fakat 2019’da
örgüt, İtalya elçisi ve Cenevre’deki daimi BM temsilcisi Gian Lorenzo Cornado’nun
EAT’in bitki temelli gıdalara odaklanan, eti ve diğer hayvan kaynaklı gıdaları
dışlayan beslenme rejimine odaklanan beslenme anlayışının bilimsel temelini sorgulaması
ardından, desteğini çekti. Cornado, cinsiyeti, yaşı, sağlığı ve yeme alışkanlıklarını
görmezden gelen standart bir beslenme tarzının tüm gezegene önerilmesinin
bilimsel bir zemini olmadığını, birçok ülkede kültürel mirasın ve toplumsal
uyumun parçası olan, bin yıllık sağlıklı geleneksel beslenme tarzlarının yok
olmasına neden olacağını söyledi.
Cornado’ya
göre asıl önemli olan, komisyonun tavsiye ettiği beslenme rejiminin “besleyicilik
açısından yetersiz, dolayısıyla insan sağlığına zararlı olması, neticede
bilhassa gelişmekte olan ülkelerde ekonomik buhrana yol açacak olması.” Cornado’nun
üzerinde durduğu diğer bir konu da “hayvan kaynaklı gıdaların tümüyle veya
büyük ölçüde yok edilecek olması.” Ona göre bu türden bir işlem, büyükbaş
hayvan yetiştiren çiftlikleri ve et-süt ürünleri üretimiyle alakalı diğer
faaliyetleri ortadan kaldıracak.
Dünyanın
en önemli kamusal sağlık kurumunun önde gelen üyelerinden birinin dillendirdiği,
81 ülkede 200 milyon küçük mülk sahibi çiftçiyi temsil eden ağın da paylaştığı
bu türden endişelere rağmen, EAT, gıda sistemlerinin kökten dönüştürülmesi ile
ilgili ajandanın tüm dünyaya dayatılmasına dönük çalışmaların merkezinde
durmaya devam ediyor.
2021’de
WEF ile BM Genel Sekreteri Stordalen arasında kurulmuş olan ortaklığın
örgütlediği Birleşmiş Milletler Gıda Sistemleri Zirvesi’ne bu süreçte öncü rolü
bahşedildi.
Zamanla
tarım sektöründe ve gıda sektöründe kamu kuruluşları ile özel-şirketlere ait
alan arasındaki sınırlar tümüyle kaldırıldı. Bill Gates’in merkezinde durduğu
bu dönüşüm süreci dâhilinde başka alanlarda da sınırlar silindi.
Sağlık
hizmetleri yanında tarım da Bill ve Melinde Gates Vakfı’nın en çok ilgilendiği
alanlardan. Birçok girişimi finanse eden vakıf amacının gıda güvenliğini
artırmak ve Gates Ag One, CGIAR ve Afrika’da Yeşil Devrim İttifakı gibi araçlar
üzerinden sürdürülebilir çiftçilik çalışmalarını teşvik etmek olduğunu
söylüyor.
Buna
karşılık, sivil toplum örgütleri, vakfı nüfuzunu çok uluslu şirketlerin
çıkarlarını küresel güneyin yoksul ülkelerinde savunmak ve küresel gıda
üretiminin artırılmasına hiçbir katkı sunmayan etkisiz (çok kâr getiren) yüksek
teknoloji temelli çözümleri dayatmak için kullandığını söylüyorlar. Dahası,
Gates’in “sürdürülebilir tarımsal faaliyetleri”, sadece gelişmekte olan ülkelerle
sınırlı değil. Etin Ötesinde ve İmkânsız Gıdalar gibi bitki temelli protein
şirketlerine yatırım yapan Gates, ABD’de büyük miktarlarda çiftlik arazileri
satın aldı, hatta öyle ki ülkedeki en büyük çiftlik arazisi sahibi hâline
geldi.
Gates’te
cisimleşen küreselci eğilimde mevcut olan sorun, inkâr edilemeyecek bir
gerçeklik: Nihayetinde küçük ve orta ölçekli tarım faaliyeti, geniş biyolojik
çeşitlilik ve doğal unsurların korunmasıyla bağlantılı bir faaliyet olması
sebebiyle, geniş ölçekli endüstriyel tarıma kıyasla daha fazla sürdürülebilir. Ayrıca
küçük çiftlikler, diğer türde kamusal ürünlerin neredeyse tamamını üretiyor. Tarımsal
alanların ve uzak bölgelerin canlı kalmasına katkıda bulunuyor, bölgelerin
kimliklerini muhafaza ediyor, bunun yanında, daha az iş imkânı sunan bölgelerde
istihdamın artmasını sağlıyor. Daha da önemlisi, küçük çiftlikler dünyanın
karnını doyuyorlar. 2017 tarihli bir çalışmada dile getirildiği biçimiyle, büyük
tarım şirketleriyle bağlantısı olmayan, küçük ölçekli üreticilerin oluşturduğu,
“köylülerin gıda ağı” dünyadaki tarımsal kaynakların sadece yüzde 25’ini
kullanarak dünyanın yarısından fazlasının karnını doyuruyor.
Geleneksel
çiftçilik, daha önce hiç tanık olmadığı bir saldırıyla karşı karşıya. Küçük ve
orta ölçekli çiftlik sahipleri, hayatta kalmalarını imkânsız kılacak ağır
toplumsal ve ekonomik koşullara maruz kalıyorlar. Avrupa ve diğer bölgelerde çiftlikler
alarm verecek bir hızda ortadan kayboluyor. Bu, dünyadaki gıda oligarkları lehine
işleyen bir süreç dâhilinde gerçekleşiyor. Üstelik her şey, “sürdürülebilirlik”
adına yapılıyor. Dünya genelinde bir milyara yakın insanın açlığın pençesinde
olduğu bir dönemde Hollandalı çiftçilerin verdiği ders acilen edinilmeli. Bu
dersten daha acil ve daha ilham verici başka bir ders yok. Zira en azından
şimdilik, Büyük Gıda Sıfırlaması’na direnmek için hâlen daha vakit var.
Thomas Fazi
28
Mart 2023
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder