İçinde
yaşadığımız sömürü düzenini sona erdirmede çözülmesi gereken en önemli
sorulardan biri “Bu kadar sömürü ve zulme rağmen insanlar neden sessiz kalıyor?”
sorusudur. Bu soru, ideolojinin ve aygıtlarının nasıl işlediği
çözümlenmediğinde öznel ve idealist yönelsemeler içeren yanıtlarla açıklanma
hatasıyla karşılaşabilir.
Bugün
temel insan hakkı olan güvenceli iş, barınma, beslenme, eğitim ve sağlık
hizmetleri, enerji kullanımı nüfusun önemli bir bölümünün erişimi açısından
neredeyse ulaşılmaz noktada. İş cinayetleri, çocuk ve mülteci işçiler,
yangınlar, seller, depremler, trafik kazaları, şiddet, ekolojinin tahribatı,
kabalık, bozulan ruh sağlığı, insan ilişkilerindeki çürüme ve birçok toplumsal
sorun hayatın gündeliği durumuna gelmiş durumda.
Sömürü
düzenini son erdirmede nesnel şartların geldiği aşamayla öznel
niteliğin/şartların kapasitesi arasında güçlü ilişki vardır. Saydığımız
sorunlar nesnel bir tablo çizer. Öznel kapasite ise mücadele yeteneği,
birikimi, deneyimi, geleneği ve donanımıdır. Bu da tek insandan ibaret olmayıp
sömürü düzenine maruz kalan insanlar toplamının sınıf bilinciyle bir araya
gelmesiyle oluşur.
Ülkemiz
özelinde düşündüğümüzde, birçoğumuz yaşanılan sömürü ve zulüm kuşatması altında
yaşanılan olaylara, kişilere, kesimlere hem bizim yaşadığımız hem onların
yaşadığı hem de onların yaşadığı hâlde sesini çıkarmadığı haksızlıklar
karşısındaki tepkisizliğe kızıyoruz, üzülüyoruz, verdiğimiz bir mücadele varsa
bunun karşılığı olmadığını düşünerek, çıkmaz sokaktaki duvarla karşılaşmışız
duygusuna kapılıyoruz. Hepsi de insani. Mücadele edenlerin öfkeli olması da
gayet doğal, olmalıdır da.
Yakın
dönemden birkaç örnek vermek gerekirse 2007 seçimleri sonrası 2009 belediye
seçimleri öncesinde Ordu’da çiftçiler Karadeniz sahil yoluna fındık dökerek
yolun saatlerce trafiğe kapanmasına ve bürokratların görevden alınmasına yol
açmıştı. 2011’de Reyhanlı’da, 2013’te Soma’da insanlar ve işçiler katledildi;
depremde on binlerce can göçük altında yaşamını yitirdi, tarikat yurtlarında
çocuklar yangında kaldı ve başka yurtlarda tecavüze uğradı, çocuk yaşta
evlilikler ve intiharlar gerçekleşti. En keskin örnekler olarak belleğimizde
yer aldı. Her toplumsal vaka sonrası seçimlerde partilere çıkan oy oranlarına
göre halka kızıldı. Tecavüzler ve iş cinayetleri sonrası ilgili kişilerin
ailesinin adalet aramayışına kızıldı. Hepsi de insani duygusal tepkilerdi. 2024’e
böyle geldik.
Verilen
tepkiler ideolojik değildi. Örneğin çocuğu ya da iş cinayetinde katledilen eşi
için adalet aramayan ya da bu arayıştan vazgeçen aileler/eşler için “Bu kadarı
da nasıl olur, insan tecavüze uğrayan ya da iş cinayetlerinde katledilen canı
için nasıl olur da ses çıkarmaz? Biz boşa çabalıyoruz, elimizdeki gerçek bu ama
kabul etmemekten vazgeçmeliyiz, bizim derdimiz ne, bak yine sandıklardan çıkan
oy oranları belli!” tepkileri toplumsal bir söyleme dönüştü.
Bir
ailenin canı yandığında önce feryat ediyor, sonra hakkını arayacağını ifade
ediyor. Mazlumun feryadından oy yönelsemesinin değişmesi bekleniyor ama bir
günde oluşmayan yaşam felsefesi bir günde de değişmiyor. İnsanlar adalet
aramada başarısız olanları, karşılarında baskı ve zor aygıtlarını gördükçe geri
çekiliyor, öğrenilmiş çaresizlik yaşıyor, bu pasif ve atıl durum da yayılma
etkisi gösteriyor.
Kayseri’de
seyyar satıcıyla sorun yaşayıp tezgâhına el konan satıcının yanında gönüllü bir
avukat, demokratik kitle kurumu, sendikalar, partiler yer almıyor; ezilen
yalnızlaşıyor. Kötü örnek başka bir kötü örneğin yaşanmasının yolunu açıyor.
Bu
sessizliğin ya da tepkisizliğin başka nedenleri de var. İşsizliğin çözümü
olarak ülkemizde hâlen süren feodal bağların kurtarıcılığı devreye giriyor.
Kapitalizmin değer tahribatı karşısında henüz tam çözülme yaşamayan feodalizm
birçok sorunda düzenin imdadına yetişiyor. Kaderciliğin getirdiği kabullenme ve
boyun eğme, yaşamdaki zorluklar karşısında tutunmanın bir aracına dönüşüyor.
Feodalizmin hüküm sürdüğü bölge illerinde aidiyet devreye girip yoksulluk
yoksunluğun karşısında geri plana itiliyor.
Bugün
algı manipülasyonu diye gündelik dilde yer eden, bizi özünde ideolojinin kavram
alanına, araçlarına ve işleme biçimine götüren toplum yönetimi anlayışı
kızdığımız kesimleri şekillendiren bir gerçek olarak düşünülmelidir. Bu yüzden
Nâzım’ın demeye de dilinin varmadığı ama “kabahatin çoğu senin canım kardeşim”
diye sitem etmesinde bir ayrıntı var. “Kabahatin hepsi” demiyor sonuçta, “çoğu”
diyor. Geriye kalan kısım, bugünün tartışılması gereken gerçeği.
Belirli
bir eğitim sisteminden geçtikten sonra okuduğu kitapların etkisinde kalan
sekülerin, çağdaşın, solcunun anlayamadığı bir gerçek var. Değişmesini ya da
kendisi gibi düşünmesini istediği halk yığınları, sınıflar ve kitleler onunla
aynı eğitimden, aynı “medenileşme” sürecinden, sorgulama aşamasından geçmiyor.
Halk; günlük çıkarlarını önemseyen, kendine düşen görevi başkalarının yapmasını
bekleyen, yolda karşılaştığı bir olayda şahit yazılmak istemeyen, propaganda
yağmuru altında algısı çarpıtılan, bütünün ne düşündüğüne göre hareket edip
doğruyu kabulün ölçütü olarak onu savunan nicel güce bakan bir yapıdır.
Gündelik yaşamı içindeki koşuşturmacada kendi varoluşunu en asgari garantilerle
sağmaya çalışır.
Orhan
Veli’nin şiirinde geçtiği gibi “to be or not to be (olmak ya da olmamak)” gibi
varoluş sancısı çekmez, ağırlıklı olarak fiziki bir ayakta kalma mücadelesini
verir. Kendini savunanın da dışarıdan değil, içeriden yani kendi içinden
olmasını ister; onu savunan ondan olmalı, derdiyle dertlenen olmalıdır.
Bir
deprem yaşadık. Ülkemiz solunun önemli bir bölümü Hatay’ı dayanışma merkezi
seçerek bütün varlığını burada konumlandırdı. Bir beklentiye girdi. Hatay’ın
tarihi, kültürel ve sosyopolitik yapısı bu dayanışma tercihinde etkili oldu.
Seçim sonucunda Hatay’dan çekilen sol, dayanışmayı bir lütuf olarak gördüğünden,
yine halka kızdı ama gerçek şu ki seçimden sonra o şehirden sol çekilmişti.
Birkaç
ayda oluşmayan sosyal yapı birkaç ayda da çözülmüyordu, çözülmesi de
beklenemezdi. Bu tepeden bakışın sonuçlarını halk bir kez daha gördü, bu
samimiyeti hissetmedi. Solun yaptığı da acı ve dayanışma turizmiydi. Halkın
yanında kalan sollar az da olsa vardı. Temel ayrışma da burada başlıyordu,
halkı nesne olarak değil, özne olarak görmek gerekliliği.
Bir
insan ya da bir aile zulme maruz kaldığında neden tepkisi bir yere kadar gelip
duruyordu? Durur çünkü bundan sonraki aşamada erdem ve politik sınıfsal bilinç
devreye girer. Bunu da sağlayan sol gelenektir. Bu eksiklik, hak aramanın her
aşamasında cüret, uzlaşma, geri çekilme, ikna olma, kabullenme gibi eylemlerle
kendini gösterir. Bir aileye kızalım, çok öfkelenelim, onları “Bu kadarına da
nasıl razı olur diye!” eleştirip umutsuzluğa düşelim. Kabul, ancak bir şartla.
Bir
gecede işinden, ekmeğinden, emeğinden olan ihraçlar konusunda neden başka bir
bütünlük ya da aile olması gereken sendikalar, partiler, siyasi oluşumlar
direnme kararlığı göstermez, bunu gösterene de uzak durur? Solun en büyük
açmazı içinde yaşadığı topluma dışarıdan bakıp onları bireyler toplamı görerek “aile”
gibi en küçük bütünlükler özelinde tüm bütünlükleri geri saymasıdır. Bütünlük
parça ve ayrışmazlık içerirken toplam, ayrıştırılabilir bağımsız tekillerin
birleşimine işaret eder. Halk, ne sendikalarda ne partilerde bütünlüğü görüyor,
aksine halkla kurulamayan ilişki sendikanın birey toplamına dönüşüp, halkın da
aile olarak kalmaya çalışmasındandır.
Aile,
en temelde içinde doğulan güven ve aidiyet içeren yapıdır. İlk öğretmen anne
babadır. Sevgi de değerler de bağlar da ailede oluşur, kardeşlik bağı güçlenir.
Halk da ailelerin kardeşliğine bağlı bir yapıdır. Bugün çağdaşlaşma ve
ataerkillik karşıtlığı altında aileye saldırmak en başta halk bütünlüğüne
saldırmaktır. Hatta mücadele eden çevreyi aile düzleminin dışına çıkarmak,
mücadele içinde yer alan insanlarda aidiyet, karar ve cüret boşluğu oluşturur.
Aile, her şeye rağmen parçasını kabul eder, bu da güven üretir. Güven üretmeyen
hiçbir yapıda o yapının parçası ya da kendisi olarak görmeyen insan düşünceden
mücadele aşamasına geçemez, çünkü insan ilişkilerinde güven geriye çekildiğinde
fedakârlık da rafa kaldırılır.
Edebiyattan
sanata sinemaya medyaya kadar düzenin çürümüş değerleri; insanın ve genin kötü
ve insanın özünde vahşi bir varlık olduğu, yapısında bencilliğin bulunduğu, bu
yüzden bütünlüktense tekil kalarak kendi kabuğunda yaşamanın en doğru yol
olduğu üzerine şekillenir. “Başkaları için bir adım atmaya değmez!” telkininin
asıl iletisi “kendiniz için bir adım atmayın”dır. Düzenin bütün propagandası bu
iletiden ibarettir çünkü insanların birleşmesi düzen için en büyük tehlikedir.
Dalmaçya adaları tarzı birbirinden kopuk ve birbirinin derdine duyarsız insan
yığınları oluşturmak zulmün, baskının ve sömürünün devam etmesi demektir. Kimse
için değil, atacağımız/atmayacağımız her adım bizim içindir, kendimiz için.
Duyarsız
kaldığımız her çarpıklık; otobüste kavga, trafikte can tehdidi, kabalık,
yoksulun yoksula şiddeti ve sırt dönmesi, fırsatçılık olarak bize geri dönüyor.
Vücutta bir damar tıkandığında zamanla başka damarlar da tıkanır. Bu yüzden
halk kitleleri içindeki bir çarpıklık tekrar bize ya da içinde yaşamamız
istenen kabuğa darbe vurur. Bugün arkadaşlıktan dostluğa yoldaşlık ilişkilerine
kadar tüm bütünlükleri insanca yaşama ulaşmak için savunmak zorundayız. Bizi
sömürenler, ekonomik rekabetlerine karşı tüm baskı ve zor aygıtlarını yanlarına
alıp sömürdükleri sınıfa karşı yan yana durarak sınıf bilinciyle hareket
ederken bizim birbirimize Alevi, Sünni, Türk, Kürt, erkek, kadın gibi kimlikler
üzerinden konumlanmamız daha fazla ezilip sömürülmemize neden oluyor.
Düzen
bizden arkadaşlığa, dostluğa, aileye güvenmememizi; birbirimizin sırtına basıp
yükselmemizi; fırsatçılığı ayakta kalmanın tek yolu olarak yaşam biçimi haline
getirmemizi; psikolojimiz bozulursa ilaçlarla idare etmemizi, haz ve kurtuluş
adına uyuşturucu kullanmamızı; her birimizin sosyal medya hesabımızın olup
sanal muhaliflikle yetinmemizi; mahremiyetin yerine yüzümüzü, konumunuzu, tüm
bilgilerimizi sosyal medyadan açık etmemizi; sürekli tüketmemizi, bankalara
borçlanmamızı; insan gerçeğine dokunmayan kitapları okuyup yoz dizileri
izlememizi, medya “Şundan nefret et!” derse ondan nefret etmemizi; alkol almayı
demokratlık ilericilik kabul etmemizi; ünlülerin hayatıyla gündeliğe
kapılmamızı istiyor.
Faşizm,
insan şekillendirme ve insanları aynılaştırma sürecidir. Bu süreç; sınıf
çelişkisi olan yoksula gerici, ırkçı, nefret dolu, otoriteye koşulsuz biat
eden, yoksul insan karşıtı bir ideolojidir. Paramiliter bir güç oluşturur. Bu
güç esnaftan da oluşur, işsizden de, yoksuldan da...Gezi’deki palalı esnaf da
Eskişehir’deki sopalı fırıncılar da çocuk tacizcisi de halk bütünlüğü içinde
değerlendirilemez. Objektif olarak bu şekilde hareket edenler var ama asıl
sorun, faşizmin sokaktaki insanın davranışlarıyla yeniden üretilmesidir.
Trafikte aracı üstünüze sürer, esnafsa girdiğiniz sokakta sizi inceler, yerde
yatıp acı çeken birini videoya alır, tartışırsanız sizin görüntünüzü alır, bir
parkta otursanız sizi olağan “şüpheli” diye bildirir, tanıştığınızda sizi Google’dan
aramak için sohbet ediyormuş havasında memleketinizden girip kimlik
bilgilerinizden çıkmaya çalışır, güçlünün yanında saf tutar, herkese şüpheyle
bakar, aidiyetini meşru kabul edip kendinden olmayana fırsatını bulup
saldırmaya çalışır, sorgulamaz, feodal kültürü yeniden üretir. Gücünü kendinden
zayıf gördüğü insanlar, kadınlar, çocuklar ve sokak hayvanları üzerinden test
eder, mahrem algısı yoktur, insanlar hakkında bilgi toplamayı ödev sayar. En
makbul vatandaşın kendisi olduğunu kanıtlamanın yöntemlerini bulmaya çabalar.
Yürüyüşünde ve konuşmasında külhanbeyi olmaya çalışır. Kendinden güçlünün
önünde eğilir, bunu saygı kabul eder. Güruhla hareket etmeyi sever.
Faşizm,
şekillendirdiği insana yeni bir kimlik ve kişilik kazandırır. Kutsal değerleri
savunurken yoz işleri yapmayı meşru sayar. Dostluk ve arkadaşlık yoktur, çabuk
kırılır, ihanete uğradığını düşündüğünde davasından anında vazgeçer. Aldığı
emri yerine getirmek ritüelidir. Halk gerçeği bu kişilik yapısına göre inşa
edilmez, edilmeye çalışıldığında halk diye bir şey kalmaz.
Artık
halk cesur ama sınıf bilincinden uzakken solun önemli bir bölümü sınıf ezberci
ama korkak. Bu çelişki de tüm değerlerin aşınıp bizi biz yapan
bütünlüklerimizin parçalanmasına yol açıyor. Halka ve sınıfa bilinç taşıyacak
olanlar, sınıf bilincinin ve mücadelesinin gereğini yapmaktan fersah fersah
uzak.
Sol,
kendini var eden tarihe sahip çıkmıyor. Bu mücadeleyi yükseltmek için yaşamıyla
bayraklaşıp tarihin burçlarına dikilenler sol nezdinde kimsesizler mezarlığına
çevriliyor. Yurtsuzlaşma da tarihle ilişki kurmanın köprüsü olan geçmişe sahip
çıkmaktan geçiyor.
Burjuvazi
ve egemenler, tüm manipülatif söylemleri zihinlere çeşitli araçlarla
yerleştiriyorken sınıf mücadelesi vermesi gereken solun ne söylemi ne mücadele
azmi aşılayan türküleri ve marşları ne edebiyatı ne de mücadelede halka bilinç
aşılayacak medyası var. Kültür merkezi lokal, müzisyeni arabesk, dergisi
liberal, çevresi “özgür” birey toplamı, kalbi Avrupalı, değerleri yoz, sohbet
ortamı bar ve meyhane, sendikal etkinliği kokteyl, sendikal eğitim yeri otel
lobisi, söylem alanı sosyal medya olanın halka kızmaya da hakkı yoktur.
Sol
neden tepkisiz kalıyor? Solun önemli bölümünün ideolojik, siyasi ve ekonomik
mücadele alanı kafe ortamına dönüşmüş durumda. Sosyal medyada son dönemde
gelişen arşivcilik kültürü bize birçok meseleyi düşündürüyor.
Sol
Müzik Arşivi adlı sosyal medya hesabının paylaşımlarına bakıldığında ülkemiz
sınıflar mücadelesi tarihine katkı sunmuş birçok müzik grubu olduğu gerçeği
ortaya çıkıyor. Bu müzik gruplarının her biri belirli bir siyasi çevre ve
anlayışın üretimi. O zaman “mücadelesi olmayanın sanatı da olmaz” tespiti
doğrulanıyor. Çevre liberalleşince ya da sınıf gerçeğine sırt çevirince müzik
grubu da dağılma dönemine geçiyor.
Burjuvazi
ve egemenler, halkı sınıflar mücadelesi tarihinden ayrıştırıp
belleksizleştirirken sol da kendi öncellerine, ideolojisine, mücadele tarihine
sırt çevirip kendi geçmişini reddederek sınıfı atıl duruma taşıyor. Sınıf
hareketi olması gereken sendika konfederasyonunun depremde yitirdiğimiz canlar
için pencere önünde “mum yakma” gibi bir anma içine girmesi sınıfta bilinç
çarpıtmasına yol açar, açıyor. Romantik zamanlardan geçiyoruz!
İnsan’a
güveniyoruz. Bir mumun geceyi devirebilme gücüne inanıyoruz ama sadece o geceyi
devirir. Daha fazla insanın bütünlük içinde ışık vermesidir bizi kurtaracak
olan. Halka kızamayız, halka kızmak için solun tarihsel sorumluluğunu yerine
getirmesi gerekir.
Akbelen’de
vatan toprağını savunmak için ağaca sarılan analardan, Kayseri’de ekmek
teknesine ve emeğine sahip çıkmak için cüret eden, emeğine ve onuruna sahip
çıkmak için yerlerde sürüklenen, derelerini savunmak için köyünü vatan diye
savunan, üzümünü ve kayısısını yollara döken, OHAL şartlarında iş bırakan
üçüncü havalimanı inşaatı işçilerinden, hakkını almak için birleşen
motokuryelerden, market deposu işçilerinden ve adlarını saymakla
bitiremeyeceğimiz yoksul halk kitleleri ve insanlarından öğreneceğimiz ve solun
öğreneceği şey emeğin meşru gücünden gelen cesarettir.
Ermenek’te
maden göçüğünden çıkarılan işçinin sedyeyi kirletmemek için gösterdiği
davranıştan öğreneceğimiz, tevazudur. Kaybettiği yakınlarını bayramlarda ve
mevlitlerde anan, onun için yemek veren halktan sahiplenme kültürünü öğrenip
yaşatacağız. Kimle sofraya oturulacağını, kimin sevincini paylaşıp derdiyle
dertleneceğimizi, kendi kültürümüzden utanmamayı hatırlamamız gerekiyor.
Bugün
neden Filistin halkı Hamas öncülüğündeki direnişe sahip çıkıyor? Direnişi halk
sahiplenmese üç ay boyunca siyonizmin gücünün karşısında bir avuç insan kırılıp
giderdi. Ülkemiz solunun ve sendikalarının anlamamakta ısrar ettiği gerçek,
halktan ve sınıftan kaçıp onları “geri” kabul etmesidir.
Bütün
bu sorunları aşıp davranıştan ahlakına, sanatına, cesaretine, fedakarlığına ve
duyarlılığına kadar bir bütün olarak “yeni insanı” sömürü düzeninin karşısına çıkartmak
gerek. Mücadeledeki en büyük eksik ise gerçek bir sınıf hareketi ve partisi.
Sınıf ailesini oluşturacak sınıf hareketi kurulduğunda o zaman sendikalar da
volan kayışı olma görevini yerine getirmek zorunda kalacak, kalmazsa tarihin
tozlu sayfalarında sararmaya yüz tutacak.
Fizikçinin
dediği “Bana bir dayanak noktası verin, dünyayı yerinden oynatayım!” iddiası
gibi sömürüle sömürüle insanlığımızı yitirdiğimiz bu sömürü düzenini sona
erdirecek olan sınıf hareketi/ailesi oluştuğunda dünya cennet olacak. Bunu
başaramazsak işte o zaman iş cinayetlerinde can verdiğimizde onuru için bizi
sahiplenip düzenin karşısına dikilecek bir eşe de çocuğa da dosta da sahip
olamayacağız. Bizden alınmaya çalışan insan onurunu ve emeğimizi savunmak
zorundayız. İşçi ve emekçiysek sömürüyle mücadele etmemiz için en başta
sendikalarımızı harekete geçirmek için sesimizi yükseltmek zorundayız. Sendikal
bürokrasinin rahatı kaçmasın diye sendika bürokratlarının her türlü direnme
biçimini kırmak zorundayız. İnsanlık dışı bir yaşama razı olmamak için bu
zorluğa göğüs gerebilmek adına emeğimiz için birleşmek zorundayız. “Zorundayız”
çünkü bu düzen bize hiçbir insani değeri vermiyor, insan öğüten bir çarkın
içinde kaybolmak istemiyoruz. Bize birleştiren ortak noktamız emeğimiz. Emek
dayanışması ve emekçilerin birliği gerçekleştiğinde bizi kimliklere bölen
burjuvazinin ve egemenlerin hesabı da boşa düşecektir. İşçi direnişlerinin
öğretici bir yanı var, emekçiler hakkını aramak için birleştiğinden ne
birbirinin kimliğini sorun yapar ne inancını ne de kültürünü.
İnsanız,
insan olmakta ısrar ediyoruz. Güveni, samimiyeti, dayanışmayı, içtenliği, sahiplenmeyi görmediğimizde de umutsuzluğa kapılıp mücadele
azmimizi zayıflatıyoruz. Yine söylemek gerekirse halka ve sınıfa kızamayız.
Kimi öğrenci bir kez anlatınca kimi öğrenci birkaç kez anlatınca konuyu öğrenir
ama aslolan öğrenciyle birlikte öğrenme sürecinin içerisinde yer almaktır ki o
zaman öğrenme kalıcı hâle gelir. Depremin ardından solun çıkaracağı ders buydu
ama sonuç nafile. Bir kere halkın yanında yer alıp seçim süreci tamamlanınca
halk yine yüzüstü bırakıldı. Sınıfsız sömürüsüz düzen iddianız varsa yeri
geldiğinde o halkın paramiliterleşip size saldırabileceği riskini de göze alıp
meşruiyette ısrar etmek gibi sorumluluğunuz var demektir. Elimizdeki gerçek bu,
halk da bu sınıf da. Öyle olmasaydı 12 Eylül’ü 13 Eylül’e bağlayan gece halk
sessizleşir miydi! Halk 71 mücadelecilerinden fedakârlık istemedi, onlar kendi
halkının gerçeğini bilerek yola çıktığından halka kime güveneceğini
gösterdiler. Aynı aşk tanımı gibi âşık olunan talep etmediği hâlde ona kendinde
olmayanı vermeye çalışmak.
Sözlü
gelenekten sanat yapan bir halkın kültüründen gelmenin güveniyle, Turgut Uyar’ın
şiiriyle yazımızı bitirirken onun dediğini yineleyelim: korkulacak hiçbir şey yok
çünkü her şey naylondan. Sınıfsız sömürüsüz bir düzen için umut insanda ve bu
yüzden bir adım bir adım daha ileri.
“Halbuki
korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta
Her şey naylondandı o kadar
Ve ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe karşı.
Ama geyikli geceyi bulmadan önce
Hepimiz çocuklar gibi korkuyorduk” [Turgut Uyar]
S. Adalı
5 Ocak 2024
0 Yorum:
Yorum Gönder