KESK
“olağan” kongresi, 19-20-21 Ocak’ta Ankara’da tamamlandı. Yeni yönetim ve
kongrede öne çıkan başlıklar tartışmaya açıktır.
Öncelikle
yeni yönetim oluşturulurken, iki yöneticinin Eğitim-Sen genel merkezinden değil,
şubelerinin yönetiminden geldiği görülüyor. Özellikle iki yıl önce İstanbul’da
180 üye kaybederek bir önceki yıla göre düşüşe geçen tek sendika, Eğitim-Sen
oldu, fakat bunun ne bir özeleştirisi verildi ne de bu konu hakkında bir
açıklama yapıldı.
Şahıslardan
bağımsız olarak yönetici konumu esas alınıp tartışma yürütülecek olursa, ki
öyle olmalı, ilgili yöneticilerin bağlı olduğu şubede hangi sendikal politikayı
hayata geçirip iş yerleriyle bağ kurduğu sorgulanabilir. Eğitim-Sen genel
merkez seçiminde aday olmayıp KESK’e geçmek de bir geleneğe dönüştüğünden KESK’e
3+3 yıl süresine doldurduklarında Eğitim-Sen genel merkezine geçiş
yapabilirler. Böylece 12 yıl “profesyonel” sendikacılık yaparak iş yerlerinden
kopuk şekilde emekli olmak mümkün.
Şu
an Eğitim-Sen’de altı yılını dolduran bir yönetici KESK yönetimine geçti, daha
önce de benzer durumlar yaşandı. Teknik yönden KESK’in geldiği durum bu.
Sendikalarımızı,
genel oy hakkını yerellerde uygulamayan ve ısrarla bunu görmezden gelen
sendikal anlayışların kurduğu ittifak “yönetiyor”. Kendi içinde demokrat
olmayanlar, KESK’i demokratik mücadelenin önemli merkezi sayıyorlar.
Eğitim-Sen
üyelerinde hem genel merkez hem de konfederasyon kongreleri için herhangi bir
heyecan ve gündem oluşmadı. Ne şubelerde kongrelere dair talepler tartışılıp
öne çıkan başlıklar talep olarak sunuldu ne de buna yönelik iş yeri ziyaretleri
gerçekleştirildi. Online sendikacılık yapıldığı hâlde buna yönelik basit bir Google
form anketi bile düzenlenmedi. Üyede heyecan yok çünkü umut ve güven yok. Bunun
temel nedeni, güveni ve umudu aşılayacak olan sınıf bilinci ve kültürüyle
sendikacılık yapılmaması.
KESK
kongresinde hemen her başlık konuşuluyor. Neredeyse bir parti kongresinde bu
kadar çok konunun gündeme getirildiği görülmemiştir. Her şey sadece bir şeyleri
söylemekten ibaret, günlük yaşamda söylemin pratikle somutlaştırılması yok
denilebilir.
Uluslararası
ilişkiler başlığında Filistin halkının “amasız fakatsız” yanında olunması
gerektiği söyleniyor. Söylemekle bir şey kaybedilmiyor, sadece kaydediliyor.
Konuşmakla dünya değişmiyor. Filistin halkının yanında olan KESK’i 7 Ekim’den
beri sokakta ve eylem alanlarında görmedik. Buna yönelik bir yürüyüş,
konsolosluk önü açıklama, boykot çağrısı, gazete ilanı, açık mektup, yardım
gönderme talebi ve daha yapılabilecek birçok şey yapılmadı.
KESK,
askeri paktların gitgide genişlediğini iddia ediyor. Doğru, genişliyor. Bu
iddiasını da Ukrayna’nın askeri pakta alınacak olması üzerine Rusya’nın işgali
başlatmasıyla askeri pakta yeni ülkeler katılıyor ve bunu da “bir ironi”
diyerek açıklıyor. O tam olarak ironi değil, tarihsel materyalizmin ilkelerini
ve emperyalizm kavramını manipüle etmek demek. Şöyle düşünelim, işçiler greve
çıkıyor fakat zor aygıtlarıyla karşılaşıyor. Sonra da zor aygıtlarının greve
müdahale etmesine yönelik bir yasa kabul ediliyor ve hak arama mücadelesine
yönelik şiddet yasal hale geliyor. Şimdi ne demeliyiz? İşçiler greve çıkmasaydı
bu yasa da gelmeyecekti mi demeliyiz? Bu “ironi” mi oluyor?
“Aksa
Tufanı başlamasaydı 11 bin çocuk katledilmeyecekti zaten siyonistlerin hedefi
soykırımdı, bak o da gerçekleşti, bu da ironidir” mi demeliyiz? Bırakınız
yapsınlar, geçsinler, ezsinler, sömürsünler yıksınlar anlayışını KESK tarihin
yasası olarak algılatmayı hedefliyor. Bu anlayış Filistin’e de öyle bakıyor,
ihraç edildiği için direnen üyesine de. Daha başka örnekler verirsek liberal
anlayış daha da zararlı çıkar.
İran’daki
toplumsal olaylarda sınıf dinamiğinin etkili olduğunu söylüyor fakat sadece
oradaki slogandan dolayı İran’ı sahipleniyor. Filistinli kadınlar yaşam
biçiminden dolayı Hamas’a karşı çıkan gösteriler düzenleseydi onlara ilk sahip
çıkacak olan da KESK olurdu. Niyet okumuyoruz, verili gerçeklik esas
alındığında Taliban başa geçince Afganistan akıllarına geldi, sonra da
unutuldu. Şu an öyle bir gündemi yok KESK’in.
Emperyalizme
ve askeri paktlara karşı olduğunu söyleyen KESK, Suriye’nin kuzeyine sahip
çıkıyor fakat bu bölgedeki emperyalistlere ve onların kurduğu radar üstlerine
dair tek sözcük sarf etmiyor. Ekoloji mücadelesi verdiğini söylüyor, “Akbelen”
diyor fakat radar üslerini ekolojik tahribat olarak da görmüyor.
Barınma
sorunu hakkında konuşuyor fakat KESK’e bağlı sendikalarda bu soruna yönelik ne
bir komisyon kuruluyor ne de kiracı haklarını savunacak avukatlarla geçici
süreli sözleşme imzalıyor. TMMOB ve DİSK ile birlikte sorunun çözümüne yönelik
geliştirilen bir mücadele hattı bile yok. Ev kiraları bir asgari ücret tutarına
ulaşmışken söylemde bile olsa hiçbir çözüm getirmiyor.
Salgın
döneminde eşitsizliğin arttığını, aşıya ulaşmada da eşitsizlik yaşandığını,
yoksulluğun derinleştiğini söylüyor fakat eve kapanmanın tek çözüm olarak
sunulup balkonda 1 Mayıs kutlamayı sendikacılık sayan anlayış, doğrudan salgın
döneminde bankaların yüzde sekiz yüz kâr yapmasına katkı sağlıyor. Aynı şekilde,
TTB’ye kayyum atanmasına tepki gösteriyor fakat TTB salgın döneminde zaten
kendine kayyum atamıştı. TTB üyelerinin özgür iradesiyle seçilen yönetime
kayyum atanması anti demokratik bulunuyorsa o zaman siz neden aynı şekilde
seçilmiş sendika şubesine kayyum atadınız? Doğru ya, değirmen sizin, buğday
sizin, un sizindi değil mi? Aç tavuk hikâyesi de var, kendini buğday ambarında
zanneden.
Şu
an Almanya’da aşı tazminatları verilirken KESK de TTB de başka bir türküyü
söylüyor. İnsanların günlük kazançla ayakta kalmaya çalıştığı ülkemizde temel
ihtiyaçların karşılanmayacağını bildiği halde eve kapanmayı savunanlar,
maaşlarının yatacağını bilmenin güvencesiyle hareket etti, evlerine paket
siparişler verdi, kargosunu ve yemeğini kapıya bıraktırarak başta o karşılaşmak
istemediği işçiyi yok saydı. Trendyol işçilerinin direnişini sahiplenmeleri
sadece bir söylemden ibaret.
“Başta
Kürt sorunu olmak üzere” diye söylem geliştirilen başlıkta güvenlik
harcamalarının derin bir ekonomik krize neden olduğu iddia ediliyor. Bu da
ekonomi-politiğe liberal bakışın sonucu. Güvenlik harcamaları gerçekleşmese
ülkede sınıfsız sömürüsüz bir düzen mi oluşacaktı? Mesela çözüm sürecinde Soma
gerçekleşmedi mi? Gezi gerçekleşmedi mi? Çedes ve Mesem’in hazırlığı olan 4+4+4
gerçekleşmedi mi? Çocuklarını fön makinesiyle ısıtmaya çalışan bir ana, başka
bir odaya geçip intihar etmedi mi? Uyuşturucu çeteleri, onlara karşı çıkan
gençleri katletmedi mi? Ataması yapılmadığı için intihar etmedi mi öğretmenler?
TÜSİAD’da halay çekmedi mi radikal demokratlar?
KESK
kongresinde emekçilere dair hiçbir gelişme yaşanmadı. Radikal demokrat partiler
ve onların ardına takılanlar kongreyi selamladı, konuşmalar yapıldı, yüce
söylemler geliştirildi; ihraç edilen üyelerin durumu görüşülmedi, barınma
sorununa dair nasıl bir mücadele hattının hayata geçirileceği belirlenmedi,
kamudaki güvencesizleşmeye dair mücadele takvimi belirlenmedi ama her şey konuşuldu.
Akvaryumdaki
balık gibi turun yarısı tamamlanınca baştan aynı yol takip edildi, ediliyor.
Geçmişin mirası da tüketildi. STK’cılığa devam sözü verilerek egemenlere,
burjuvaziye, emperyalizme güven verildi.
Değirmenin
elinde olduğunu sananlar buğdaya sahip değil, o yüzden havanda dövebilirler ama
son sözü yine emekçiler söyleyecek çünkü değirmensiz de buğdaydan un
çıkarılacak yolu emekçiler bulur. İmkân dâhilinde ve gündemde olmayana hazır
olan sadece işçi ve emekçilerdir, sınıfsız sömürüsüz düzen de yine bizim
ellerimizde size rağmen.
S. Adalı
25 Ocak 2024
0 Yorum:
Yorum Gönder