Devrimci sosyalistler, zor zamanlardan geçiyorlar.
Sovyetler Birliği’nin hızlı çöküşü ve dağılması, Sandinistlerin seçim
mağlubiyeti, Küba’da yaşanan birçok mesele, Afrika’da devrimci
Marksizm-Leninizm’in terk edilişi, temel fikirlerin ve stratejilerin ciddi
anlamda sorgulanmasını gerektiriyor. Küresel sermayenin dünya genelinde
neredeyse herhangi bir itirazla karşılaşmaksızın hâkim olduğu bir dönemden
geçiyoruz. Eğer devrimci sosyalizm yeniden dirilecekse, devrim ve sosyalizmle
ilgili gerçeklerin yeniden gözden geçirilmesi gerekiyor. Mevcut ciddi sorunlar
sorgulanmayı bekliyor. Birçok başarısız devrim, neden bazı seçkinci yönetim
biçimleri ile sonuçlandı? Bu soruya verilen birçok cevap, yeniden dirilen
kapitalizmin küresel bağlamına vurgu yapıyor. Ancak aynı zamanda sosyalist devrimlerin
içeriden de incelenmesi önem arz ediyor.
Sosyalist devrimler, çoğunlukla merkezden çok, dünya
kapitalizminin çevresinde meydana geldiler. 1917’de Marksist devrim, Marx’ın
devrim beklentisi içinde olduğu Büyük Britanya ya da Almanya’da değil, Rusya’da
gerçekleşti. 1949’da ise devrim sahnesi, Çin’di. 1959’da sıra Küba’daydı. Güney
Asya, Afrika ve Orta Amerika’da da yakın dönemde devrimler gerçekleşti.
Gelişmiş tekelci kapitalizmin temel çelişkisinin
gelişmiş merkez ülkelerle sömürülen çevre arasında yaşandığını söyleyen Lenin,
Buharin ve yakın döneme ait bir isim olarak Samir Amin, muhtemelen haklı.
Elbette klasik Marksizm, sosyalist devrimi çoğunluğu teşkil eden endüstriyel
işçi sınıfının failliği altında gelişmiş dünyada gerçekleşecek bir olay olarak
gördü. Oysa çevrede meydana gelen devrim, farklı bir toplumsal fail
aracılığıyla gerçekleşiyor ve öte yandan ikamecilik mantığına ilişkin kimi
tehlikeleri içeriyor.
Sosyalist devrimler, tam anlamıyla endüstrileşmemiş,
üretim güçlerinin en iyi ihtimalle gelişme aşamasında bulunduğu, sanayi
proletaryasının çok küçük olduğu, halkın önemli bir bölümünün köylü ve çiftlik
emekçisi olarak yaşadığı yerlerde gerçekleşti.
Küresel kapitalizmin mevcut niteliği ve yapısal
ayarlamalarla yeniden sömürgeleştirme sürecinin koşulladığı ekonominin yol
açtığı giderek artan sefalet, özellikle Üçüncü Dünya’da devrimci durumlar
oluşturmaya devam ediyor. Bir kez daha sosyalizmin geleceği, Marx ve Engels’in
çok az çalışma imkânı bulduğu bölgelerde yatıyor. Sosyalistlerin küresel
kapitalizmin çevresiyle ilgili bir devrim teorisi geliştirmeleri gerekiyor.
Bereket versin ki fikirleri doğrudan bu durumu ele alan Amilcar Cabral gibi
devrimci sosyalist teorisyenlerimiz var.[1]
Amilcar Cabral
Amilcar Cabral, Gine-Bisav’ı Portekiz
sömürgeciliğinden kurtaran millî kurtuluş hareketinin devrimci sosyalist
lideridir. Önemli bir tarihsel aktör olmasına karşın, ben, burada daha çok
çevrede gerçekleşecek sosyalist devrimin genel teorisi dâhilinde deneyimlediği
gelişimle ilgileneceğim.
Portekiz sömürgesi Gine’de 1924’te doğan Amilcar
Cabral, eğitimini Cape Verde Adası’nda tamamladı ve Lizbon’da tarımbilim
bölümünü bitirdi. 1951’de Gine’ye tarımbilimci olarak dönen Cabral, burada
sömürge ülkesi için ulus genelinde kapsamlı bir ziraat araştırması yaptı. Bu
çalışma, onun ülkesindeki sömürgeciliğin sosyo-ekonomik yapısı konusunda
derinlikli bir bilgi edinmesini sağladı. 1954 ise ileride Gine ve Cape Verde
için Afrika Bağımsızlık Partisi’ne (GCABP) dönüşecek olan kurtuluş hareketinin
örgütlenme sürecine katkı sundu.
GCABP, küçük bir örgüttü ve merkez kadroları küçük
burjuva memurlarla diğer maaşlı çalışanlardan oluşuyordu. Cabral’ın devrimci
stratejisi, kitlelerin büyük teorik ideallerden ziyade, pratik maddî meseleler
üzerinden politik anlamda seferber edilmesine vurgu yapıyordu. Cabral,
Portekizlilerin ve içteki muhaliflerin tasarladığı bir parti içi darbe sonucu
gerçekleşen trajik bir suikasta kurban gitti. Gine-Bisav 1962’de, Cabral’ın
vefatından sekiz ay sonra onsuz, bağımsız oldu.
Cabral’ın Teorisi
Cabral’ın sosyalist devrim teorisi, Üçüncü Dünya’nın
gerçek sosyo-ekonomik durumuna dair kapsamlı bir anlayışa dayanan, Marksizmin
metodolojik materyalizmine sadık bir teoridir. Cabral, bu bağlamda üretim
güçlerinin gelişiminin tarihi harekete geçiren güç olduğu kanaatindedir.
Belirli üretici teknolojilere dayanan her bir üretim biçimi özel bir toplumsal
sınıf yapısı ile sonuçlanır. Sömürge ekonomileri ve tarım politikaları, toprak
mülkiyetindeki yoğunlaşma ve üretimin makineleşmesi üzerinden, sömürgelerin iç
durumunu önemli ölçüde değiştirmiştir. Yani özel küçük ya da komünal
arazilerdeki tarım faaliyeti, yerini giderek makineleşmiş ziraatın hüküm
sürdüğü özel mülk arazilerine bırakmıştır.
Toplumsal sınıflar, zamanla özel mülkiyete ve teknik
bilgiye bağlı hâle gelmişlerdir. Yüksek maliyetli makineler ve ihracata dayalı
üretim, yabancı kapitalistlerin, teknisyenlerin ve yereldeki müttefiklerinin
ülkenin ekonomik yönü üzerinde kontrolü ele geçirmelerini sağlamıştır. Ayrıca
sömürgecilik, Avrupa yaşam tarzının özümsenmesi ve yerel kültürlerle
kimliklerin inkâr edilmesi ile sonuçlanmıştır. Cabral’a göre emperyalizm,
emperyalist gücün bir başka toplumda üretim güçlerinin gelişiminin kontrolünü ele
geçirdiği ve ülkenin tarihine hükmetmeye başladığı sömürüye ait bir yapıdır.
Bir yandan emperyalizmin ülkesindeki üretime ait faal
güçleri değiştirdiğinin farkında olan Cabral, aynı zamanda ülkedeki millî
proletaryanın da kütle olarak çok küçük olduğunun da gayet farkındadır.
Gine-Bisav halkının önemli bir bölümü köylüdür. Şehirlerde hâkim olan ana
nitelik, kırsaldan gelen genç ve yeni göçmen grupları ile lümpen proletaryadan
oluşan “sınıf dışı” unsurlardır. Aynı zamanda ülkede görece az sayıda olan
küçük burjuvazi de meslek sahipleri ile üst düzey memurlar ile alt kesimdeki
memurlar ve çiftçilerden oluşan iki ana bölüme ayrışmış durumdadır. “Üst” küçük
burjuvazi olarak nitelenebilecek ilk grupta genel eğilim, emperyalist/sömürgeci
politikaları kabul etmek yönünde iken, alt küçük burjuvazi eğitimine ve
sömürgeci ayrımcılık ile emperyalist sömürü deneyimine bağlı olarak millî
kurtuluş mücadelesine katılma imkânı barındırmaktadır. Bir de bu noktada küçük
bir komprador seçkin grubundan da söz etmek gerekir. Elbette bu grup, küresel
kapitalizmin çevresinde epey yaygın olan bir sınıfsal yapıdır. Kimilerinin
teorik dogmatizmine aldırış etmeksizin söylemek gerekir ki küresel kapitalizmin
çevresindeki toplumlar, büyük ölçüde şehirlerin dış mahallerinde yaşayanlar,
köylüler, küçük burjuvazi ve küçük bir millî seçkin grubundan oluşurlar.
Cabral, çevre toplumlarının çoğunlukla köylülerden müteşekkil olduğunu ve
başarılı bir toplumsal devrimde bu sınıfın en önemli fizikî güç olması
gerektiğini kabul eder.
Cabral’a göre, tekelci kapitalizm çağında emperyalizme
karşı sürdürülen Üçüncü Dünya hareketleri tarihin merkezî unsuru hâline
gelmiştir. Bir yandan üretim güçlerinin yereldeki kontrolünü içeren gerçek bir
toplumsal değişim bir yandan da saf bir politik bağımsızlık yeni sömürgecilik
olarak zuhur eden emperyalizmin sürekliliğine halel getirmemektedir. Politik
bağımsızlık kurtuluş mücadelesinin sonu değildir, sadece bu mücadelenin
aşamalarından biridir. Her şeyin ötesinde tarihi belirleyen, üretim güçlerinin gelişimidir,
o hâlde bir halk kendi tarihini ancak kendi üretici teknolojilerinin kontrolünü
eline aldığı takdirde kazanabilir. Bundan daha azını yapmak, basit anlamda yeni
sömürgecilikten başka bir şeye işaret etmez.
Cabral’ın Gine’nin sınıfsal yapısına ilişkin tespiti,
onun Üçüncü Dünya’ya dönük kimi Marksizm uygulamalarının aksine, başarılı bir
devrimi yapabilecek tek bir sınıfın bulunmadığı fikrine dayanır. Ona göre,
çevre toplumlarındaki ana toplumsal sınıf çelişkisi, emperyalizmin içeride ve
dışarıdaki destekçileriyle bir “millet sınıfı” olarak kitleler arasındaki
çelişkidir. Devrim için gerekli potansiyel, köylülük ve küçük burjuvaziyi
içeren muhtelif toplumsal sınıflar arasında anti-emperyalist bir ittifakın oluşmasına
bağlıdır. Bu “millet sınıfı”, kendi bütünlüğü dâhilinde politik bağımsızlığı
arzulayabilir ama tek başına ancak görece daha radikal kesimlerinin öncülük
edeceği bir toplumsal devrimle sonuçlanacak bir süreci başlatabilir. Ancak
bağımsızlık ardından bir millî burjuvazi, seçkinler ve alt küçük burjuvazi ile
Cabral gibi aydınlar grubunu içeren “alt toplumsal sınıflar” oluşacak, bu
aydınlar grubu devrimin teorik liderliğini üstlenecek, devrimci sosyalist
hedeflere ulaşma noktasında büyük bir işçi sınıfının olmadığı koşullarda önemli
roller oynayacaktır.
Şurası açığa kavuşturulmalıdır ki, Gine’nin kimi özel
niteliklerini dışarıda tutarsak, Cabral, Üçüncü Dünya genelinde yaygın olan bir
toplumsal-sınıfsal yapıyı tarif etmektedir. Buralarda gerçekleşecek sosyalist
devrimler işçi sınıfı çoğunluğu olmaksızın yapılmalıdırlar. Rusya’dan
Nikaragua’ya dek yaşanan tüm tarihsel sosyalist devrimlerin içinde bulunduğu
durum bu şekildedir. Üçüncü Dünya devrimcileri, “işçi sınıfı olmayan bir
toplumda bir işçi sınıfı bilinci tesis etmelidirler.” Devrimin ana “fizikî” gücünü
teşkil eden toplumsal çoğunluk, köylülerdedir. Köylüler, anti-emperyalist
olabilirler ama onların ideoloji ve liderlik olmaksızın sosyalist devrimci
olmaları gayet güçtür. Liderlik, küçük burjuvazinin devrimci kanadı üzerinden
kurulur, bu sınıfsa hem emperyalizm hem de devrimci sosyalist teori ile
doğrudan temas içerisindedir.
“Sınıf İntiharı”
Cabral, çevrede başarılı bir devrimci sosyalizmin
oluşma imkânının millî hareketin küçük burjuva liderliğinin bağımsızlık sonrası
üstleneceği role dayandığını düşünür. Bu sınıf, politik açıdan saf anlamda
bağımsız olmakla yeni sömürgeciliğin vaatlerine kanacak mı, ellerindeki politik
kontrolü devleti hâkim sınıfsal formasyona ait bir araca dönüştürmekle mi
yetinecekler, ana mesele budur. Eğer öyle ise, politik bağımsızlık, üretim
güçlerinin halk kontrolüne geçmesi olarak tarif edilebilecek hakiki kurtuluşu asla
getirmeyecektir. Eğer milliyetçi liderlik, küresel kapitalizmin bağlamı içinde
kendi dar sınıfsal çıkarı uyarınca hareket ederse, küçük burjuva sınıfı
kendisini imtiyazlı bir sınıf olarak muhafaza edip kendi varlığını yeniden
üretecek ve belki de sahte bir millî burjuvaziye dönüşecektir. Küçük
burjuvazinin millî bir politik zafer sonrası liderlik konumunu ve iktidarını
muhafaza etmesine neden olan da bu cazip durumdur. Ancak toplumsal devrim,
bağımsızlık hareketlerinin küçük burjuva liderliğinin bir tür “sınıf intiharı”
gerçekleştirmesini gerektirir.
Devrimci küçük burjuva liderliğin gerçekleştireceği
sınıf intiharı, sınıfın kendi toplumsal ve maddî çıkarları uyarınca hareket
etmek yerine, kendi devrimci bilincine kulak vermeyi emreder. Liderlik,
kendisini emekçi sınıflarla tanımlamak suretiyle sınıfsal konumunu,
imtiyazlarını ve gücünü feda etmelidir. Bu ise küçük burjuva kesimlerindeki
devrimci bilincin gücüne ve maddî temeline tabidir. Devrimci liderliğin sınıf
intiharı gerçekleştirmesine ilişkin fikir, muhtemelen Cabral’ın bugünün
sosyalist devrimcilerine dönük en önemli mesajıdır.
Sınıf intiharının yaşanmadığından, başlangıç
itibarıyla sosyalizm bayrağı altında harekete geçen birçok devrimin ilerici
potansiyeli körelmiştir. Muhtemelen devrimci mücadelelerin liderlerinden
“sönümlenme”lerini ve iktidarı sosyalizme geçiş aşamasında iktidarı terk
etmelerini beklemek, romantik bir beklenti olacaktır. Böylesi bir şey asla
mümkün değildir. Ancak şurası açık ki, bu yapılmazsa, sosyalist devrimler
gerçek bir sosyalist demokrasiden ziyade, ister sahte sosyalist isterse
devletçi kapitalist olsun, şu veya bu şekilde otoriter bir devletçiliğe
meyledeceklerdir. Kapitalizmin küresel bir sistem olarak elde ettiği iktidar,
ulusötesi kapitalizmi, kendi sınıfsal çıkarlarına uygun düştüğü için
benimsemeyi seçen milliyetçi küçük burjuvazinin muhafazakâr hizbine dayanır.
İlk bakışta küçük burjuva liderliğin gerçekleştireceği
“sınıf intiharı” anlayışı gerçek dışıymış gibi gelebilir ancak Üçüncü Dünya’da
sosyalist devrimle ilgili, halklar arasında mevcut rakip birçok imaj için
“sınıf intiharı” ilgili gerçekliğini bir biçimde muhafaza etmektedir.
Kimilerine göre, “gerçek” sosyalist devrimler, kitlelerin kendiliğinden
patlamaları şeklinde gerçekleşmelidir. Bu yaklaşıma göre söz konusu olaylar,
resmî bir politik örgüt ya da liderlikle kitleler arasında politik rol
paylaşımları olmaksızın yaşanırlar. Buradaki tartışma, sosyalizmin hükümet olma
arzusu taşımayan devrimci bir hareket ya da hatta silâhlı bir mücadelenin uzun
soluklu ateşi içine giren bir hareket olarak bile olsa, radikal manada
demokratik olması ile ilgilidir. Kendiliğinden kitle demokrasisi olarak
sosyalist devrim imajı, sınıf intiharı fikrinden daha da romantik bir fikirdir.
Hiçbir devrim, örgüt ya da liderlik olmaksızın başarılı olamaz. Sosyalizmin
ancak liderleri, takipçileri, örgütü, ideolojisi ve yönü olmaksızın gerçekleşeceğini
söylemek, sosyalizmin hiç gelmeyeceğini söylemek demektir.
Üçüncü Dünya’da sosyalist devrime ilişkin ikinci imaj
da onun işçi-köylü ittifakı liderliğinde, bu sınıflardan çıkan “organik
liderlik” ile birlikte örgütlenen bir hareket eliyle gerçekleştirileceğine
ilişkindir. Benim de eğimli olduğum bu imaj da tarihsel gerçeklikle
örtüşemeyecek kadar romantik bir yaklaşımdır. Tarihin verdiği derslerin de
gösterdiği üzere, çevre ülkelerdeki sosyalist devrimler, Çin’de Mao, Vietnam’da
Ho, Küba’da Castro ve Che, Nikaragua’da Ortega, Mozambik’te MonDlane ve Machel,
Zimbabwe’de Mugabe liderliğinde gerçekleşmiştir. Elbette bu, Marksist sınıf
analizinin bu noktada köylü bilincinin radikal olduğunu ve köylülerin büyük
toprak sahiplerinin elindeki toprakları almak istediğini, Üçüncü Dünya’da işçi
sınıfının, kendisi için sınıf anlamında, sayıca az ve yeni olduğunu, henüz
sosyalist dönüşümlere dönük maddî bir çıkara sahip toplumsal bir sınıf hâline
gelmediğini keşfetmesiyle ilgilidir.
Üçüncü Dünya’da işçiler ve köylüler, sosyalist teoriyi
bilen ve bu sınıfları temsil edebilecek bir politik liderlik üretebildiği
noktada, sosyalizm için temel bir güç hâline geleceklerdir. Çevre toplumlarının
önemli bir bölümünde hem Marksist bilgi birikimine sahip olan hem de
emperyalizm ve sömürgeciliğin elinde zulüm gören tek sınıf, küçük burjuvazidir.
Her şeyin ötesinde sosyalizm, eğitim, düşünce ve hatta tartışmanın bulunmadığı
koşullarda, ancak az sayıda insanın vakıf olabildiği “bilimsel” bir teori ve
davranıştır. Üçüncü Dünya’daki sosyalist hareketlerin liderlerinin küçük
burjuvazinin çeşitli kesimlerinden çıkması tesadüfî değildir. Dolayısıyla
sosyalizmin bir tür “sınıf intiharı” gerçekleştirmesi gereken küçük burjuva
liderlere sahip politik örgütler aracılığıyla çevre ülkelere taşınacağını
düşünmek asla romantik bir yaklaşım değildir. Esasında romantik olan, bunun
aksini düşünmektir.
Gerçek bir ihtimal hâline gelebilmek için sınıf
intiharının küçük burjuva liderliği iktidarın cazibelerinden alıkoyacak ve onu
imtiyazlı konumlarını terk etmeye zorlayacak radikal manada yeni toplumsal
kurumlar gibi belirli bir maddî zemine yerleştirilmesi zaruridir. Kanaatime
göre bu, görevdekilerin derhal görevden alınmaları, politik liderlere işçi
ücreti verilmesi, görev rotasyonu, halk mahkemeleri ve halk milisleri gibi,
Marx ve Engels’in savunduğu doğrudan demokrasiye ait politik mekanizmaların nihai
önemini izah eder.[2]
Şurası açık ki eğer liderler sürekli görevde kalırsa,
çok yüksek maaşlar alırsa ve özel becerilere sahip olduklarını iddia ederlerse
derhal görevden alınırlar. Bu noktada “sınıf intiharı”, irade gücü ya da bilinç
üzerinden gerçekleşmez. Ancak liderlerin maddî deneyimleri, radikal sosyalist
demokrasinin kurumsal yapıları eliyle oluşturulduğu takdirde gerçekleşir.
Askerî örgütlenme ve “demokratik merkeziyet”, silâhlı mücadele ve iktidarın
alınması öncesi yaşanacak belirli dönemler için gerekli olabilir ancak bunların
“devrim sonrası”na ait politik kurumların tasarlanması aracılığıyla
reddedilmeleri gerekir.
Hem kurtuluşun bizatihi kendisi hem de sosyalizm,
devrimci hareketin içindeki ve dışındaki imtiyaza dayalı tüm hiyerarşilere bir
son vermeyi gerektirir. İşçi sınıfı çoğunluğuna dayalı kendiliğinden bir
sosyalist devrim romantikliği üzerinden gerçekliği inkâr etmek yerine, “sınıf
intiharı” gibi gereklilikleri de içeren bağımsızlık sonrası sınıf mücadelesi
için hazırlık yapan ve kendisini buna göre örgütleyen liderlere ve yapılara
sahip olmak evladır.
Tom Meisenhelder
Kasım 1993
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Cabral’ın çalışmaları ve hayatı ile ilgili iyi bir inceleme için bkz.: Jock
McCulloch, In The Twilight of Revolution (1983) ya da Ben Magubane,
“Amilcar Cabral: Evolution of Revolutionary Thought”, Ufahama (1973),
Cabral’ın yazılarının iyi bir takdimi için Revolution in Guinea (1969)
isimli çalışmaya bakılabilir.
[2] Fransa’da İç Savaş ve Gotha Programı
Eleştirisi’ndeki tartışmalara bakınız.
0 Yorum:
Yorum Gönder