Dünya, bir kez daha çalkalanıyor. Tüm çıplaklığıyla,
tam bir kargaşa içinde bulunan bir dizi Arap ulusu, onlarca yıl süren
adaletsizliğe karşı isyan ediyor. Ancak mücadeleleri her daim bir ideolojiye
yaslanmıyor ve hatları belirsiz bir nitelik arz ediyor. Batı, mevcut kafa
karışıklığından her yönüyle istifade ediyor, kendi gündemini dayatıyor, Suriye
gibi ülkeleri istikrarsızlaştırıyor ya da Libya örneğinde görüldüğü üzere, bu
ülkelere doğrudan saldırıyor.
Avrupa ve Kuzey Amerika sömürgeciliğinin yeni dalgası
ve yeni bir türü tarafından imha edilen Afrika ise kan kaybediyor. Kongo’da,
bir önceki ve şimdiki sömürgeci güçlerin ekonomik ve jeopolitik çıkarlarının
teşvik ettiği birkaç yıl süren katliamda on milyon kişi ölüyor.
Batı, yüksek ekonomik büyüme düzeyleri için Hindistan
ve Endonezya’yı övüp duruyor ama dürüst olmak gerekirse, bu iki ülke, toplumsal
adaletin dağıtımı konusunda tökezliyor ve o dehşetengiz feodalizm umacısına
sarılmak zorunda kalıyor.
Haziran 2012’de Boston MIT’de karşılaştığım Noam
Chomsky’nin ifadesiyle, “belki de Arap ülkeleri bugünlerde Latin Amerikalı
ulusların on yıl önce oldukları yerde bulunuyor.”
Muhtemel, ama aynı zamanda Arap coğrafyası ile Latin
Amerika arasında hem tarihsel hem de kültürel düzlemde çok sayıda farklılık
olduğu görülüyor.
Güney Amerika kıtası bağımsızlık ve gerçek özgürlük
için verdiği mücadeleyi kazanıyor. Kıtada Paraguay’daki batı destekli darbe ve
Kolombiya’nın umutsuzca bölünmesine yol açan fiilî durum gibi bir dizi
aksaklıktan söz etmek mümkün. Ancak toplamda Güney Amerika kıtası, emperyalizme
karşı verdiği o uzun ve destansı savaşı kazandı ya da en azından şimdilik
muzaffer görünüyor.
Soru şu: Latin Amerika, mevcut deneyimini dünyanın
geri kalan kısmı ile paylaşabilir mi? Onun Arap halkına, Hintlilere,
Pakistanlılara, Endonezyalılara ya da Afrikalılara ilham vermesi mümkün mü?
Bu sorunun cevabını bilmesem de galiba bir cevap
vermek zorundayım. Bu bizim sorumluluğumuz ve görevimiz. Hedefimiz, mücadelemiz
ve halkımız önemli. Devrimlerimiz, zihin açıklığına, enternasyonalizme ve
dayanışmaya dayanıyor.
Umudu paylaşıp yaymak çocuksuluğun ispatı ise varsın
olsun; biz milyarlarca hayatı daimi sefalet durumu içine fırlatıp atan
olumsuzcu ve yenilgici düşünceyle mücadele edelim, bunlara Latin Amerika’nın
dağlarında, ovalarında ve ormanlarında uzun zamandır mücadele ettiğimiz gibi, o
büyük yüreklerimiz ve güzel iradelerimizle birlikte karşı koyalım.
Resmî batı basını bize gülüyorsa, varsın gülsün. Bugün
Latin Amerika’nın dünyayla paylaşacağı çok şeyi var: kıta fakirler için on
milyonlarca konut inşa ediyor, açları doyuruyor ve yüzlerce yıl cehaletin
karanlığına mahkûm edilenleri eğitiyor. Yeni sömürgeci tasarımlar aleyhine
Birleşmiş Milletler’de oy kullanıyor. Ve imparatorluğun tehdit ettiği ülkeleri
giderek artan oranda, destekliyor.
Ancak ben, “vaaz vermeyi bırakıp deneyimlerimizi
paylaşalım” diyorum.
Latin Amerikalı yoldaşlarımı ve meslektaşlarımı
mücadelemiz ve devrimlerimizle ilgili ilham verici analizler dizisi üretmeye
davet ediyorum. Gelsinler ve (batının değilse de) bizim tanık olduğumuz o
toplumsal adalet ve özgürlük için onlarca yıldır verilen kararlı mücadelemizi
izah etsinler.
Böylesi raporlar bizim tarafımızdan, (benim gibi)
Latinleşip yeni bir kimlik elde edene dek onlarca yıl Latin Amerika’da
yaşayanlar ve Latin Amerikalılarca kaleme alınsın.
Bu raporlar, CounterPunch ve Z gibi ilerici yayınlar
ve sitelerce yayılsın etrafa.
Ayrıca çağrım Arap ülkeleri, Afrika, Endonezya,
Pakistan ve Hindistan’daki yoldaşlarıma ve meslektaşlarıma. Herkes bu raporları
kendi dillerine tercüme edip ülkelerinde yaygın bir biçimde dağıtsın. O vakit
doğrudan bir tartışma içine girelim hep birlikte.
Güney Amerika’daki başarının yinelenip
yinelenemeyeceğini görelim. Küba, Venezüella, Ekvador ve Brezilya’nın Mısır,
Fas, Bahreyn, Hindistan, Uganda, Kongo, Endonezya ve Pakistan’a ilham verip
veremeyeceğine bakalım.
* * *
Bu makaleyi, Güney Amerika’daki değişimler ve
devrimler üzerinde şiirin ve şarkıların yol açtığı derin etki hakkında kelâm
edebilmek için kaleme alıyorum. Bizi muzaffer kılan sadece beyinlerimiz değil,
kalplerimiz, yaratıcı erkek ve kadınlarımızın tüm kıta genelinde başkalarına
gitme, onlara ilham verme, hatta çoğu vakit onları öfkelendirme konusunda
gösterdikleri o büyük yetenek ve beceridir bizim kazanmamızı sağlayan.
Aramızdaki kültürel farklılıkların çok büyük olup
olmadığından ya da şarkılarımızın çok uzak düşüp düşmediklerinden pek emin
değilim. Bize dokunan, bizleri sokaklara ve barikatlara taşıyan şeylerin aynı
şekilde Karaçi ya da Kahire’deki insanları kuşatıp kuşatmayacağını bilmiyorum.
Yeminle bilmiyorum. Ama gene de cevap vermeye çalışayım. Bizim şarkılarımız ve
şiirlerimiz güzel, bunların bizim kazanmamıza katkı sunduğu kesin. Paylaşmanın
kimseye zararı olmaz herhâlde!
Hindistan, Kuzey Afrika ya da Sahraaltı Afrika’ya ya
da Ortadoğu’ya gittiğimde bana sürekli Venezüella, Bolivya, Küba ve Brezilya
hakkında sorular soruluyor.
Herkes “bir şeyler duymuş” ama kimse sezgisel olarak
batılı kaynaklara pek güvenmiyor. Bu nedenle herhangi bir aracıya ihtiyaç
duymaksızın, onlara gerekli bilgileri doğrudan bizler verelim.
Ayrıca salt konuşmakla yetinmeyip yazılar yazalım.
Zaferlerimizi ve mücadelemizin güçlüklerini onlarla paylaşalım. Sevgili Latin
Amerika’mızı ayağa kaldırıp, bugünkü gibi dik tutmanın nelere mal olduğunu
onlara izah edelim.
Şiir ve Devrim
Onun üç evi vardı. Kendi elleriyle yaptığı bu evlerin
üçü de müthişti. Yirminci yüzyılın en büyük şairlerinden biri olan bu kişi,
Şili’de “Don Pablo”, dünya genelinde Pablo Neruda olarak biliniyordu.
Evlerden biri Şili’nin Santiago şehrinde, Bellavista
denilen kural tanımaz bir mahallede, bir tepenin üzerindeydi. İkincisi bir
liman şehri olan Valparaiso’da, o muhteşem körfez manzarasına sahip, ufuk
boyunca uzanan okyanusa bakan bir evdi. Üçüncüsü ise “Kara Ada” (Isla Nehra)
denilen mütevazı bir sahil köyündeydi. Ada olarak anılsa da ada değildi burası,
mükemmel, falezli bir sahilin yakınında, bir avuç evden oluşan bir yerdi. Isla
Nehra, Pasifik’in devasa dalgaları karşısında, küçük bir tahta kulübede, şairin
o en güçlü şiirlerini kaleme aldığı yerdi.
Neruda’nın birçok şiiri öfke yüklü; bu şiirler
silâhlanmaya dönük birer ateşli çağrı. Komünistti Don Pablo ve Latin
Amerika’nın verdiği hakiki bağımsızlık mücadelesine inanıyordu, o devrime ve
her şeyin ötesinde kıtanın birliğine bağlı bir isimdi. Muhtemelen en büyük ve
en abidevî şiiri, “Machu Picchu Tepeleri”. Şiir, muhteşem bir isyankârlık ve
dayanışma ruhu ile bitiyor:
Bana sükût, bana su ve umut ver.
Bana mücadeleyi, demiri ve volkanları.
Bırak yapışsın bedenler bedenime mıknatıs gibi.
Hızla ak damarlarımda, ağzımın içinde dolaş.
Benim sözümle konuş, benim kanımla dile gel.
Ama sahip olduğu kudrete rağmen bu, La Sebastiana’nın
(Neruda’nın müzeye çevrilen evinin) ön yüzündeki sütunlara nakşedilmek için
seçilmiş olan bir şiir değildi tabiî. Bu şiir, faşizmin o uzun ve karanlık
yılları boyunca gençleri dışarıdan dayatılmış olan o korkunç diktatörlüğe karşı
dövüşme konusunda ilham veren şiir de değildi. Bu şiir, Şili ve Şili’nin
özgürlüğü için bu gençleri hayatlarını riske atıp ölmeye itmemişti.
Şaşırtıcı olan şu ki, âşık olduğu bir kadına yazdığı
en basit ve en mütevazı dizeler bile direnişin içinde atılan bir savaş çığlığı
hâline gelebiliyordu:
… Beşinci mesele de gözlerin,
Matilda’m, aşkım,
Gözlerin olmadan uyumak,
Sen bana bakmıyorsan yaşamak isteyen kim:
Bana baktığını görmek için
Baharı bile feda edebilirim.
İşte işin sırrı da burada! Latin Amerika Devrimi ve
son dönemde yaşanan zaferler, sadece toplumsal adalet için verilen mücadeleyle
bağlantılı fikirler üzerine inşa edilmedi. Neredeyse kıtanın tümünü kucaklayan
başarıları ve zaferleri getirenin solcu muhakeme, diyalektik ve çerçevesi iyi
çizilmiş pragmatik hedef ya da ilkeler olduğunu düşünenler süreci tümüyle
yanlış anlıyorlar.
Dünyanın bu kısmındaki devrimler, duygu, şiir,
duygusal taşkınlar ve sanatla ilgilidir aynı zamanda. Söz konusu devrimlerin
temelde bu denli donkişotvari, duygusal ve güzel olması elbette kaçınılmazdı.
* * *
Silâhlı mücadele içindeyken bile, sanat ve düşler
dünyası, Latin Amerika’daki adalet ve eşitlikçi toplum mücadelesinde önemli bir
rol oynadı.
Burada isyan çoğunlukla şiirlerde, şarkılarda ve
tuvallerde mayalandı. Buenos Aires ve Şili-Santiago tiyatroları semteks
(plastik patlayıcı) yüklü bir kamyonet kadar infilak edici olabiliyor.
Devrimle şiir arasında belirli bir sınıra tesadüf
etmek, çoğunlukla mümkün değil; ikisi her daim harmanlanıyor.
Şili’nin liman kenti Valparaiso’da bir tiyatro
oyuncusu bir seferinde bana, “Kolera Zamanında Aşk” romanındaki Florentino
Ariza isimli adamın “hayatının aşkı kendisini reddettiğinde tüm düşlerinin
paramparça olduğunu” söylemişti.
Aktörün benim oyunumda oynaması gerekiyordu, bu
sebeple rolü tartışmak için onunla buluştum ama toplantı bir süre sonra felsefî
bir içerik kazandı.
“Fermina
Daza başkasıyla evlendi, dolayısıyla Florentino’nun önünde sadece iki seçenek
vardı: ya kadın için aşkından vazgeçip dövüşecekti… Ya da bekleyecekti… Bunun
ne kadar süreceğinin bir önemi yoktu, sadece bekleyecekti. Ariza elli bir yıl
dokuz ay dört gün beklendi… Ama sonunda kazanan o oldu. Âşık olduğu kadın onun
oldu… Yetmiş küsur yaşlarında olsa da sevdiği kadın onundu. Anlıyor musun?”
Ben hemen analize geçtim: “Takmış kafaya bir kere”.
“Hayır!” diye bağırdı aktör umarsızlıkla. “Nasıl bu
kadar kaba olabiliyorsun!” dedi bana. Bir bardak daha beyaz şarap söyledi.
“Görmüyor musun? Tıpkı devrim gibi! Biz bekledik; dövüştük. Çok şeyi feda
ettik… Ama işte sonuç: nihayet zafer bizim oldu.”
Gabriel Garcia Marquez elbette ki büyük bir komünist
romancı. Kolera Zamanında Aşk romanı da muazzam bir edebî başarı, gayet
güçlü ve derinlikli bir roman. Ama ben, Fermina Daza ile devrim arasındaki
paralelliği hiç düşünmemiştim daha önce. “Ama neden olmasın?” Şarabımı
yudumlayıp arkamda hüzünlü bir tango eserini çalan akordiyoncuyu dinlerken,
“Neden olmasın? Fermina Daza’yı beklemek devrimi beklemek gibi…” diye düşündüm.
* * *
Hikâyeler, şiir, müzik, dans ve tiyatro, bunların tümü
burada çok önemli. Latin Amerika’da hiçbir devrim bunlar olmadan
gerçekleşemezdi.
Barikatlara koşmadan önce bu kıtanın halkının sadece
“ikna” edilmesi değil, bu halkın ruhuna dokunulması, onun biraz kıpırdatılması
gerekiyordu.
Birkaç yıl önce Avustralyalı dostum Tamara Pierson’ı
Venezuela’da, And Dağları’nın ortasındaki Merida şehrinde ziyaretim esnasında
(Tamara Venezuela’ya ve devrime çok şey katmış bir isim.), hükümetin fakirlere,
milyonlarca kitap dağıttığı bir kampanyaya tesadüf ettim. Ülke genelinde Don
Quixote gibi çok sayıda klasik, halka dağıtılıyordu. Bunlara ek olarak
devletin elindeki kitapçılarda bulunması mümkün şiir ve dünya edebiyatının
şaheserlerine de ulaşmak mümkündü.
Bu jest gayet muhteşemdi ama sadece bir jestten ibaret
de değildi. Venezuela, Bolivya, Uruguay, Ekvator ve diğer ülkeler fiiliyatta
hümanizmin temel ilkeleri için mücadele ettiğinden, bu yaklaşım oldukça
mantıklı ve stratejik bir hamleydi. İnsanların epey yol alıp Karl Marx’a,
Başkan Mao’ya, Lenin’e ya da Chavez’e gitmeleri gerekmiyordu, zira meselenin
özü bu kitaplardaydı, Victor Hugo, Cervantes, Maxim Gorki, Tolstoy ve Tagore’un
yazdığı eserlerde.
İşçi sınıfının ve köylülüğün şiir ve roman gibi
entelektüel üretimleri asla anlamayan beyinsiz hayvanlar olduğu bahanesiyle
dünyadaki birçok seçkin, felsefî düşünce ve “asil duygular”ı hep kendilerine
sakladılar. Oysa tam aksine, Latin Amerika’daki bazı ülkelerde herkesin düşünme
ve hissetme hakkına sahip olduğunu söylüyor, bu nedenle herkese o muhteşem
eserleri dağıtıyorduk. Seçkinci teorilere meydan okumak suretiyle, en mütevazı
insanların bile klasikleri okuyup bunlardan haz duyabileceklerini ve bu eserleri
kolaylıkla anlayabileceklerini söylüyorduk.
Anladıkça kendilerini eşitleri olarak görenleri de
daha fazla destekleyeceklerdi. İnsanlar ideoloji değil, doğal insanî güdüler
aracılığıyla devrime ulaştılar. Halk kendisine saygı duyanı, her şeyi
kendisiyle bölüşeni ve kendisine insaniyetle yaklaşanı kucakladı.
Sanatın kapılarını topluma açmak, ilerici Latin
Amerika toplumlarındaki birçok eğilim üzerinde oldukça olumlu ve derinlemesine
bir etkiye yol açmaya başladı. Örneğin eğer insanlar erken yaşta sadece şiddet
yüklü, kaba videolara ve standardize edilmiş, çoğunlukla ruhsuz ve ticaretin
güdülediği eğlencelere maruz kalmışsa, ortaya ne tür bir sonuç çıkabilirdi ki?
Marti, Neruda ya da Tagore okuyan bir adamın karısını ve çocuklarını giderek
daha az dövmeye başlayacağı açık değil mi?
İnsanlar yüzeysel olmayan bir biçimde iyi ile kötüyü
kıyaslamaya yatkındırlar, dinleri veya ideolojileri gereği ama iradî biçimde ve
derinlemesine, gözleri önünde doğrudan sokaklarda ya da gecekondularda insanlar
çürürken onları o şekilde boş bir ifadeyle izlemeyi mantıken reddederler.
* * *
Merida’yı terk etmezden önce, “Tamara, ‘Valparaiso’nun
Hayaleti’ isimli tiyatro oyunumu beğendin mi?” diye sordum.
“Erkek arkadaşımla birlikte sesli sesli iki kez üst
üste iki gece okuduk.” Tamara, o devrimci ruhunun eşlik ettiği ciddi yüz
ifadesiyle bu cevabı verdi ve devam etti: “İki gece boyunca ağladık.” Daha
ekleyecek bir söz yoktu bu cevaba ve ben çok mesuttum; Latin Amerika
ölçütlerine göre o bana oldukça saf ve samimi bir takdir emaresi göstermişti
bir kere.
Peru ve Kolombiya’da, geceleri Marti ya da Cesar
Vallejo’nun şiirlerini okuyup sabahları korkusuzca en şiddetli savaşların içine
atılmakta tereddüt etmeyen insanlar tanıdım. Siperlerde eşlerine ya da kız
arkadaşlarına şiirler yazan adamlar gördüm. Burada, Latin Amerika’da güçlülük
ve dayanıklılık gerçek manada esas ve gerekli ise, bir kişi güçlü ve dayanıklı
olduğu ölçüde, hissetmek ve duygusal olmak utanılacak ya da saçma kabul
edilecek bir şey olarak görülmez.
* * *
Sanat insanlara düş kurmayı öğretir, sonra da düşler
toplumları ileri iterler.
Şiir sadece ateşli bir çağrı değil; çoğunlukla şefkat,
merhamet ve düşüncelilikle ilgilidir. Birçok şiiri sarıp sarmalayan duygusal ve
melankolik yastık, alışılageldiği biçimiyle, ruhu en çok delip geçen acıyı
dindirip bağışlamayı teşvik edebilir.
Ama Latin ruhunu biçimlendiren ve derinlikli,
büyüleyici bir ulusal ve kıtasal kimliğin oluşmasına yardım eden yegâne şey
şiir değil; sinemadan tiyatroya, edebiyattan müziğe, sanatsal ifadelerin tüm
kapsamı.
Bu, aynı zamanda bir hayat tarzı. O cuma ve cumartesi
gecelerinde, Bazen dans edip bazen içerek ama hep konuşarak, bir tiyatrodan
diğerine, bir sergi salonundan bir başka sanat galerisine dolaşıp sabahlara
kadar arkadaşlarla birlikte fikir, bilgi ve keder alışverişi içine girmekle
malul bir hayat bu.
O dolaysız alışverişleri ve fırtınalı tartışmaların
yerini alacak bir sosyal ağ, Skype ya da herhangi bir internet iletişimi yok,
dudakların kıpırtısını, dostların yüz ifadeleri ve el hareketlerindeki
sıcaklığın yerini alacak bir elektronik medya da…
Latin Amerika’nın birçok büyük toplumsal ve politik
anlayışı, sahnede ya da ekranda o devasa eserleri dostlarla birlikte izledikten
sonra kafe masaları etrafında toplaşıp geceler boyunca tartışarak oluşturuldu.
Sanat eğitmekle kalmaz ayrıca insanlara düşünme ve
hissetme konusunda cesaret verir, ayrıca onların iyiyle kötü arasında temelli
bir ayrım yapmalarına yardım eder. Bu niteliklerinden soyulmuş her türden
devrim, bahtsız kimi yerlerde yaşandığı üzere, sadece katliama yol açar.
Neredeyse tüm Latin Amerika devrimlerinin şiire
yaslanması, aşk ve güzelliğe özlem duyması, “alçakgönüllü” ve “ölçülü” hareket
etmesi şaşırtıcı değildir. Gaddarlığı, kıyımı ve tecavüzü devreye sokan hep
batı destekli faşist salgı olmuştur.
* * *
Batılı yeni sömürgeci yönetimlerin eline düşen tüm
ülkelerde sanatın hızla marjinalize ya da imha edilmesi ve sanatçılarla birçok
aydının hapse tıkılması ya da doğrudan tasfiye edilmesi pek şaşırtıcı bir
gelişme değil. Faşist yöneticilerin en son istediği şeyin kitlelerin kültürlü
ve en iyi şekilde bilgilendirilmiş tutkulu bir hareket teşkil etmesi olması
sebebiyle, bu gelişme gayet mantıklı.
Ama darağaçlarından ve cellâdın ilmeğinden daha yıkıcı
ve etkili olan bir şey de sanatın “eğlence” derekesine düşürülüp
itibarsızlaştırılmasını amaçlayan o acımasız kampanyalar. Kanaatime göre bu
politika, sadece Güneydoğu Asya’da değil, birçok Arap ülkesinde de başarılı
oldu.
Düşünmek yorucu ve modası geçmiş, “ciddi konular”
(ülkeyi geliştirecek ya da halkın kaderini değiştirecek her şey) sıkıcı, saf
duygular ise olumsuz bir “hissiyat” olarak tarif edilmiş hep.
İnsanın “havalı” ve “sakin” olması için “hafif” olması
gerektiği iddia edilmiş. Bu da önceden seçilmiş ezgileri dinlemeyi, önceden
imal edilmiş gıdaları tüketmeyi, Hollywood ve Disney izlemeyi kabul etmek
anlamına geliyor.
Oysa Latin Amerika tüm bunlara direndi. En ciddi
konuları muhteşem şaheserlere dönüştürdü. Şairler ve ozanlar stadyumları
doldururken, Buenos Aires ve Santiago şehirlerinin ana caddelerindeki sinemalar
İran ya da Çin filmlerini gösterdi. Kıta, uzun şiirler, kitaplar ve uzun
soluklu makaleler kaleme almaya devam etti. Anlamsız addedilen o “hafif” olmak
denilen şey burada zerre saygı görmedi. Buranın ana şiarı, “hayatı
olabildiğince dolu dolu yaşa ama düşünüp yaratmaya da devam et.” oldu.
* * *
Arjantin’deki askerî diktatörlük 1982’de rezil olmaya
yüz tuttuğu günlerin öncesinde, dönemin en büyük şarkıcılarından biri olan
Mercedes Sosa sürgünden eve döner. Tüm kıtanın âşık olduğu ve o peygambervari,
güçlü sesini hayranlıkla dinlediği Sosa, medyanın onlarca yıl “mükemmel kadın”
olarak takdim ettiği imajının tam aksine, göz alıcı bir kadındı. Bayan Sosa,
etine dolgun ve yerli bir simaydı. Ama Sunset Bulvarı’na değil, El Puerto’ya
aitti her hâliyle.
Bir akşam vakti, “Avrupa kültürü”nün kesinlikle en
yüce kubbesi olan, dünyadaki en büyük opera binalarından birine, Buenos
Aires’teki Teatro Colon sahnesine çıktı.
Salon hıncahınç doluydu. Konser esnasında söyleyeceği
bazı şarkılar hâlâ yasaklıydı. Ama sahnedeki görünümü, faşizmin yarattığı
korkuların kısa bir süre sonra sona ereceğini vaat ediyordu. İleride konseri
izlemiş olanlar salonun herkesi heyecanlandıran havasını anlatıp durdular.
Mercedes Sosa, o çıplak sesinin tüm gücüyle, askerî cuntanın tecavüzcülerine ve
katillerine meydan okuyor gibiydi. Söylediği ezgiler, karanlığın o uzun yılları
boyunca duygusal ve ruhsal açıdan tüm insanları ayakta tutan ezgilerdi. Sahnede,
dünyada başka hiç kimsenin yapamayacağı bir şekilde, dile döktü şarkılarını.
Maria ve güneş hakkında bir şarkı söyledi: “Gidiyor
Maria”. Bu şarkıyı, direniş, tutku, aşk ve devrim yüklü diğer şarkılar izledi.
Tüm şarkılar bu müstesna kadının sesinde can buldular.
Sonrasında bu konserin kaydı tüm zamanların en büyük
klasik eserlerinden biri hâline geldi. Seyirci ağladı, kükredi. O ân ıstırap
bitmişti. Hapishanelerde, evlerde, mahzenlerde, işkence odalarında söylenen,
geceleri fısıldanan bu güzelim şarkılar, Buenos Aires opera binasının
sahnesinden kan ve gözyaşı gibi serbestçe süzülüyordu.
Onun şarkılarında tüm sisteme meydan okuyan neydi?
Şarkıları savaşa çağrı mı yoksa sisteme savrulmuş bir küfür müydü, bu şarkılar
politikanın kendisi miydi?
Nueva Cancion [“Yeni
Şarkı”] hareketinin Şilili kurucusu, 1967’de intihar eden büyük müzisyen ve
şair Violetta Parra’nın bestelediği bir şarkıyı seslendirdi.
Gracias a la vida que me ha dado tanto
Me dio dos luceros, que cuando los abro,
Perfecto distingo lo negro del blanco
Y en el alto cielo su fondo estrellado
Y en las multitudes el hombre que yo amo
Bana bunca şeyi bahşetmiş hayata şükürler olsun
İki yıldız verdi bana ve ben onları açtığımda
Siyahla beyazı hakkıyla ayırabiliyorum
Gökyüzünün en tepesindeyken en derini aydınlatıyor
Ve kalabalığın içindeki sevdiğim adamı bana gösteriyor.
Mercedes ayrıca büyük bir umutsuzlukla kendisini Mar
de Plata’da denize atan Arjantinli şair Alfonsina Storni ile ilgili melankolik,
müthiş bir şarkı söyledi:
İşte sen de gidiyorsun Alfonsina
O yalnızlığınla
Hangi yeni şiirleri buldun söyle?
Rüzgârdan ve tuzdan
Eski bir ses
Ruhunu kırıyor
Ve düşlerindeki gibi
Seni alıp götürüyor
Suyun yüzünde
Uyuyor, Alfonsina
Denizi giymiş canına
Tüm bu şarkılar üzerine Kahire ya da Kazablanka’daki
sabırsız bir genç reformcu, “E, devrim bunların neresinde?” diye sorabilir.
“Hep hüzün, aşka hasret, melankoli ve güzellik, hep ayrılık ve umutsuzluk…
Barikatlara çağrı nerede, nerede isyan?”
Muhtemelen Latin Amerikalılar bu sorulara “İşte tam da
orada… O şarkıların içinde… Tüm o aşk şiirlerinin içinde, işitmiyor musun?”
diye cevap verecektir.
Ansızın her şey dolaysızlaşır bu şarkılarda.
Sanki bu tartışmayı duymuşçasına, konser esnasında
Mercedes Sosa aniden ritmi değiştirir. Uruguay’dan güzel bir eski milonga
seslendirmeye başlar:
Sürüyle erkek kardeşim var.
Sayısını ben bile bilmiyorum.
Seyircinin nefesi kesiliyor. Bundan sona neyin
geleceğini biliyor zira. Gece doruk noktasına ulaşmak üzeredir.
Sosa, fakir insanların sıcak elleriyle ilgili şarkılar
söylüyor, sonra birden ölümden, nereden geldiği önemli olmayan, bizi takip
etmiş insanlarımızın ölümünden bahsediyor.
Çıt çıkmayan salon birden yerini kulakları sağır eden
bağırışlara bırakıyor. Mercedes Sosa, tam bu noktada, samuray kılıcı misali, o
tek, kısa, mükemmel ve ölümcül darbeyi indirir:
Sürüyle erkek kardeşim var.
Sayısını ben bile bilmiyorum.
Bir tek kızkardeşim var ama
En güzeli
Adı özgürlük!
Birkaç ay sonra askerî cunta devrilir.
Mercedes Sosa 2009’da vefat eder ama Latin Amerika
devrimi hayatta kalır. Sosa’nın son yolculuğundan hemen önce, kendisinin büyük
hayranı olan Arjantin Cumhurbaşkanı Cristina Kirchner sembolik ve hayli
duygusal merasimde ulus ve tüm Latin Amerika adına elini tutar ozanın. Bu iki
güçlü kadın birçok yolu katederek modern Arjantin’in sembolü hâline gelmiştir.
Cristina Kirchner’i gençliğinde dönüştüren de muhtemelen Mercedes Sosa
olmuştur.
* * *
Duygusal patlamalar, şiir, güçlü lirik şarkılar,
umutsuzluk, ortaya saçılmış duygular ve düş kurma becerisi olmaksızın Latin
Amerika’da gerçek özgürlük ve adalet mücadelesinin muzaffer olması imkânsızdı.
Duygusalız, evet. Hayalperestiz ayrıca. Dünyamız epey
soyut. Birçok farklı şeyden oluşmuşuz, bu doğru.
Küba’da bile müzisyenlerin ve ozanların en yetenekli
ve en popüler isimlerinden biri olan Sylvio Rodriguez dolaysız bir dille
devrimden nadiren söz etmiştir. Genel olarak dili soyuttur. Neredeyse tüm
şarkıları felsefîdir, çok azı silâha davet eder. Ama bu şarkıları dinleyen
birisinin Küba’yı savunurken ölme konusunda tereddüt etmeyeceği açıktır. “La
Maza” isimli şarkısı tam da bu gerçeği anlatır:
En zoruna inanmasaydım.
İnanmasaydım arzuya.
İnandığıma inanmasaydım
O saf olana
İnanmasaydım her bir yaraya.
İnanmasaydım can bulana.
İnanmasaydım arkasında saklı olana.
Hayatından geçercesine birini kardeş kılmaya.
İnanmasaydım beni dinleyene
Beni incitene
Geride kalana.
İnanmasaydım o savaşanlara!
Biz düşlerin ve duygusal eğitimin devrim için gerekli
hazırlık çalışması için zorunlu olduğunu öğrendik. Bir insan, dudaklarında
şiir, yüreğinde aşk, savunup yeniden biçimlendirmek istediği vatanına dönük
bağlılığı olmazsa, bir savaşa nasıl girebilir ki? İşte Latin Amerika’nın yolu
yordamı budur. Bu yaklaşım burada işe yaramaktadır. Dünya ne düşünürse
düşünsün, bu akıl ve yürek bu kıtada işlemektedir!
Yıllar yılı hasımlarımızın şiirlerinden ve
şarkılarından daha iyi eserlere sahip olduk hep. Yıllardır hedeflerimiz ve
hümanizm ayrılmaz ikiz kardeşlerdi. Yıllardır savaşıyor ve kaybediyorduk, çünkü
düşmanın orduyu ve seçkinleri yozlaştırmak için elinde daha çok tankı ve daha
çok parası vardı.
Sonra birden her şey değişti.
Gördüğünüz gibi, her şey değerlerle ilgili. Birileri
ülkeyi soyuyordu, çünkü arabalar ve villalar dürüstlük, bilgi, insaniyet veya
güzellikten daha fazla “itibar” kazandırıyordu. Değer sistemini değiştirme
yönünde kararlı bir mücadele içine girilmeden yozlaşmaya karşı koyulamazdı.
Bu tezi uç noktasına vardıralım artık: eğer iyi
yazılmış bir şiir, insanlardan ve ulustan açık kırmızı renkli bir Ferrari’ye
kıyasla daha fazla takdir topluyorsa, o vakit insanlar çalıp çırpmaya son verip
yazmaya başlayacaklardır. Küba’da halkın büyük bir çoğunluğu tercihini şiirden
yana yapmaktadır. Venezuela gibi ülkelerde aynı ilkelerle yetiştirilmiş bir
nesil vardır artık.
* * *
Latin Amerika devriminin en köklü şiirlerinden biri,
Nikaragualı şair Ernesto Cardenal’in “Papağanlar” isimli şiiridir:
Dostum Michel Honduras sınırı yakınındaki
Somoto’da görevli bir subay
Anlattığına göre Birleşik Devletler’e
İngilizce öğrenmeleri için kaçırılmayı bekleyen
Birkaç kaçak papağan bulmuş.
186 papağan varmış,
Bunların 47’si kafeslerde ölmüş.
Dostum onları getirildiklere yere geri götürmüş.
Plains denilen bir yere yaklaşmış kamyon.
Papağanların yurdu olan dağların yakınındaki o yere.
(o düzlüklerin hemen arkasında yüce dağlar yükselir)
Papağanlar heyecanlanmış birden, başlamışlar kanatlarını çırpmaya
Kafeslerin içinde itişip kakışmaya.
Kafesleri açılınca
Sağanak misali bağırarak
Uçup gitmişler dağlara.
Devrimin de bizim için yaptığı bu bence:
Kafeslerimizden kurtardı bizleri
İngilizce konuşmamız için kapatıldığımız o kafeslerden.
Ülkemizi bize geri verdi
Sökülüp atıldığımız o yurdumuzu.
Yeşil dağlar papağanlara
Geri verildi
Yeşil bayraklı yoldaşlarınca.
Ama geride 47 ölü kaldı.
Ernesto Cardenal ile tanışma imkânı buldum. Çok
gençtim, Şili’deki diktatörlük yeni devrilmişti ve Avrupa’da çıkan bazı
dergiler için komşu Peru’daki iç savaşla ilgili haberlerin peşinde koşmaktan
yorulmuş, birkaç ay sonra mola vermek için Santiago’ya gelmiştim.
Cardenal, restore edilerek şehrin en önemli kültür
merkezlerinden biri hâline dönüşen Estacion Mapocho’daki kitap fuarında okuma
yapmak için gelmişti.
Bir izdihamın yaşandığı söylenemezdi, Şilililer bu tip
konularda gayet kibarlardı ama içeri girmek için dirseklerinizi de kullanmanız
gerekliydi. O muazzam alan, çoğunluğu gençler olmak üzere, tıka basa doldu.
Cardenal, Latin Amerika solunun ikonlarından
birisiydi, o bir şair, sonrasında bir devrimci, daha sonra ilk Sandinist
hükümeti süresince Nikaragua Kültür Bakanı, sonrasında bir rahip ama hâlâ
devrimci ve hâlâ şairdi. Çok az konuştu. Hacimli kitabını, en son çıkan o
abidevî “Kozmik İlahiler”i eline alıp okumaya başladı.
Her bir şiir tıpkı “devrimci futbolcu” Diego
Maradona’nın attığı gollere verilen tepkiye benzer bir tepkiyle karşılandı.
Yaşanan tam bir çılgınlık hâliydi. İnsanlar bağırıyor, kucaklaşıyor ve
ağlıyordu.
Cardenal’in sesi bir peygamberin, savcının ve ozanın
sesine benziyordu.
Onunla konuşmalıydım. Bu gücün, bu büyünün kökenini
ona sormak zorundaydım. Sahne arkasına geçer geçmez fırladım yerimden. Yanına
gittim. Genç kızlar, orta yaşlı kadınlar, gazeteciler ve fotoğrafçılar vardı
yanında. Herkes birbirini itiyordu ve şairi kuşatma altına almıştı.
“Hiç şansım yok” dedim kendi kendime. Ama vazgeçmeye
de niyetim yoktu.
“Don Ernesto!” diye bağırdım. “Don Ernesto, sizinle
konuşmam lâzım!”
Fark etti beni. “Lâzımsa konuş o vakit” dedi.
“Ama…” deyip insanları gösterdim. “Bir toplantı, bir
randevu için gün belirleyelim mi?”
“Evlat!” diye bağırdı ümitsizlikle. “Evlat, randevu mu
dedin sen? Gezegen yanıyor, insanlar her yerde çile çekiyor. Randevu için vakit
yok! Ya şimdi konuş ya da kaybol!”
Konuştum sonra. O muhabbetin ardından artık kimseden
randevu istemedim, kimseye de randevu vermedim. Sonuçta Cardenal haklıydı. Eğer
bir iş acilse derhal konuşup eyleme geçmek gerekir, acil değilse böylesi bir
işle uğraşmak zaman kaybıdır.
* * *
Latin Amerika, efsaneler, masallar ve doğaüstü
varlıklar ve hikâyelerle doludur. Şili’deki eski bir liman şehri olan
Valparaiso’ya, Peru ve Bolivya Andlarına ve Brezilya ve Venezüella’daki vahşi
ormanlara gidip bunları dinleyebiliriz.
Yüzeyden bakıldığında, o aşk şiirleri gibi,
hikâyelerde de masallarda da devrime dair bir şeye rastlanmaz. Daha yakından
bakıp dinlendiğinde, birçok düşünürün ve devrimcinin hayal evreni hemen fark
edilir. Onlardaki hayal dünyası çoğunlukla daha iyi bir dünya ve daha iyi bir
toplumla ilgili fikirlerden oluşur.
Güney Amerika’da çok sayıda efsanevî yaratığa,
hayalete ve geçmişe ait fantastik olaylara tanık olunur. Burada “kendi
dünyalarında” ya da daha kesin bir ifadeyle, iki ayrı dünyada yaşayan insanlar
vardır: bu dünyalardan biri gerçekliğe, diğeri de düşlere aittir.
Birçok insan “neden böyle olmasın ki?” diye
düşünecektir. Biz insanların yarattıkları dünya değerli ya da mükemmel değildir
her vakit. Her kadın, her erkek ve her çocuk kendi hayal âleminden ilham almak
için gayret gösterme konusunda kendisini suçlu hissetmemeli, bu hususta asla
utanmamalıdır. İnsanlar, kendi arzularının ve hassasiyetlerinin barınacağı
gizli bir evren inşa ederler her daim.
Şu ân tarif ettiğim şey, bugün Kuzey Asya, Çin,
Japonya ve Kore için de geçerlidir. Oysa ben Kuzey Afrika, Ortadoğu hatta Latin
Amerika’da bile yanlış anlaşılıyorum. Bunun nedenini ben de bilmiyorum.
Tekrar Latin Amerika’ya dönersek: burada insanlar
önceden tespit ettiğimiz üzere, tutkulu birer hayalperesttirler.
Kendi iç evrenleri, o düşler evreni çoğunlukla
kapılarını açar, düşler bu kapılardan taşar ve bu dünyanın gerçekliğini
ilerletmeye çalışırlar.
Muhtemelen Güney Amerika’daki yaşayan en büyük yazarı
Eduardo Galeano’dur. Üç ciltlik eseri “Ateş Anıları” ve “Latin Amerika’nın
Kesik Damarları” yazarın kıtanın istilasını ve yağmalanmasını anlatır.
Bir seferinde, Montevideo’da bulunan Café Brazilero’da
birlikte otururken kendisine alaycı bir üslupla, “kitabının yayınlanmasından
onca yıl sonra, Latin Amerika’nın damarlarının hâlâ kesik olup olmadığını”
sordum.
Ama Galeano, o düşlerin yazarı, bu soruyu somut bir
dille cevaplama niyetinde değildi pek: “Geçen gün Buenos Aires sokaklarında
yürürken Kont Drakula’ya rastladım.” diye başladı söze. Taş gibi soğuk bir yüz
ifadesiyle konuşuyordu ve ben onun kesinlikle şaka yapmadığını düşünmeye
başlamıştım. “Drakula çok zayıftı, pek gıdasız kalmıştı ve berbat görünüyordu.
‘Ne oldu sana?’ diye sordum, o da şu cevabı verdi: ‘Hayat zor’. ABD ve
İngiltere’nin dünyanın kanını emdiği ve cümle âlemi yağmaladığı bir dönemde efendi
bir vampirin pek bir şansı yoktu. Rekabet çok yoğun seyrediyor zira.”
Çok sayıda erkek ve kadın konuşur burada. Çoğu pek
kıymetlidir. Halkın ekseriyeti bu insanları anlamakta hiç güçlük çekmez.
Düşlerin ve hayal âleminin dili bu büyük kıtanın kullandığı ana lehçelerden
biridir. Bu dil kıtanın her köşesinde anlaşılır ve kullanılır!
Kıtayı devrime sürükleyen Fidel Castro, Evo Morales,
Hugo Chavez gibi isimler, kararlı “romantikler” olarak tarif edilebilecek
amansız birer hayalperesttirler. Onların konuşmaları dinlendiğinde, yazdıkları
yazılar okunduğunda bu gayet açık biçimde görülür.
Ernesto Che Guevara donkişotvari bir simadır. En genel
anlamda Küba da öyle. Hem Che’nin hem de Küba’nın dünyanın birçok yerinde
sevilmesinin ve saygıya mazhar olmasının ana sebebi budur.
Dünyadaki en güçlü imparatorluğun saldırısına maruz
kalan ve kuşatma altında tutulan bu küçük Karayip ülkesi için kendi evlatlarını
Angola, Namibya ve Kongo’ya özgürlük için ölmeye göndermesi ya da herhangi bir
karşılık beklemeksizin en yetenekli insanlarını, kendi doktorlarını dünyanın
fakir uluslarına yollaması, büyük ve güçlü bir şiirin yansıması, mevcut
idealizmin en yüce ifadesidir.
* * *
Latin Amerika’da şiir, mücadele, duygular, müzik ve
devrim, her şey iç içe geçer.
Şiirler mürekkep ve kanla yazılırken, dizeler ve gitar
telleri devrimi geleceğe taşır.
Kıtanın hayal dünyası sınırsızdır, yaratıcılığı hayret
vericidir. Ama gene de sanatın da sınırları vardır.
Bir seferinde Arjantinli ressam Alberto Bruzzone’nin
söylediği gibi, “öğrencilerim sokak ortasında vurulup öldürülürken, çiçeklerin
ya da bir annenin resmini yapamam ben!”
Bruzzone, döneminin, özellikle batıdaki birçok
ressamın çok ilerisinde bir isimdir. Kaliforniya ya da Londra’da kaç ressam şu
çığlığı atabilir ki: “İmparatorluğun dünyanın yarısını kölelik ve sefalet
koşullarına mahkûm ettiği bir dönemde ciddiyetsiz ve beyinsiz filmler yapmayı
reddediyorum!”
Tekrar şiire geri dönecek olursak: burada bazı
erkekler ve kadınlar o muazzam dizeleri kendi hayatları ile birlikte kâğıda
dökerler. Che, Hugo Chavez, Subcomandante Marcos, Fidel ya da şimdilerde
Şili’deki öğrenci isyanının genç lideri Camila Vallejo böylesi bir isimdir.
Ve elbette Pablo Neruda, Jose Marti ve Başkan Salvador
Allende’yi de anmak gerekir.
Başkan Allende, Birleşik Devletler’in ve ona ait
şirketlerin çıkarlarına hizmet eden 11 Eylül 1973 tarihli darbede Şili hava
kuvvetlerinin düzenlediği saldırıda La Moneda isimli barok mimarîye sahip eski
saraydaki alevlerin içinde öldü.
Düşman, Allende’nin intihar ettiğini söyledi. Ama
bunun böyle olmadığına o kadar eminiz ki.
Allende darbe yapılacağını biliyordu. Ona yakın birçok
Şililinin bana anlattığına göre, kendisi bu konuda gerekli istihbarata sahipti.
Ama gerçek bir demokrat olduğu için salt şüphe üzerine tek bir kişiyi bile
tutuklamayı reddetti.
Benim tarih yorumum ise şöyle: jetler başkanlık
sarayını bombalamaya başladığında Allende ayağa kalktı ve pencereye, jetlere ve
nihai ölümüne doğru yürümeye başladı. O hâlâ Şili’nin başkanıydı. Yeryüzündeki
en eski demokrasilerinden birinin, güneşin altındaki en iyi kalpli ülkelerinden
birinin demokratik olarak seçilmiş başkanıydı. Kendisine, esasında Şili’ye
ihanet etmiş o pilotların üzerine yürüdü. Zira yaptıklarından bağımsız olarak
bu pilotlar Allende’nin yönetme görevini elinde bulundurduğu ülkenin yurttaşlarıydılar.
Başkan onların üzerine yürüdü, kaçmadı. Gururla, mağlubiyet yüzü görmeden
jetlerin, silâhların ve roketlerin üzerine hamle yaptı. Kalın çerçeveli
gözlükleriyle bu kibar adam gerçek bir hümanistti.
Allende’nin pencereye doğru ilk adımlarını attığı
dakikalarda Pablo Neruda da La Moneda’ya çok uzak olmayan bir yerde kanserden
ölmek üzereydi. Seçimler süresince Don Pablo’nun Şili Komünist Partisi’nin
adayı olacağı beklenirken o La Unidad Popular’ın “[Halkın Birliği”]
temsilcisi Allende’yi destekledi.
Bu iki büyük insan, Şili’nin bu iki yüce kişiliği yan
yana olmasa bile, aynı zamanda ölüyordu. Ülkeleri, o güzelim ülkeleri, istila
ediliyordu ve bu ülkeye batılı yeni sömürgecilerle Kuzey’in kindar ve bayağı
hizmetkârlarından oluşan bir çete eliyle neredeyse yirmi yıl boyunca tecavüz
edilecekti.
Don Pablo son şiirini yazmıştı zaten. Yanında Matilda
vardı; dostlarıyla ve ulusuyla vedalaştı. O hâlâ kendi bedeni, eti ve kanıyla
yazıyordu şiirini.
Pablo Neruda, bizim en iyi şiirlerimizin nasıl
yazıldığına ilişkin güzel bir örnektir. Burası şiirle devrimin iç içe geçtiği
yerdir. O, her ikisinin tek ve bölünmez bir bütünlüğü nasıl meydana getirdiğini
izah eder.
* * *
Darbenin ardından ordu Santiago’daki Ulusal Stadyum’u
binlerce tutsakla doldurur. Latin Amerika’nın en büyük ozanlarından biri olan
Victor Jara’nın kaburga kemikleri ve her iki eli burada kırılır. Askerler
ellerindeki gitarı onun yüzüne fırlatırlar: “Şimdi de bizim için şarkı söyle”
diye bağırıp gülüşürler. Victor Jara askerlerin gözlerinin içine baka baka
söyler Venceremos isimli şarkısını. Makineli tüfekler ateş alır sonra.
Bize ilham veren ve nihayetinde bizi zafere taşıyan bir başka şairin büyük ve
gururlu hayatı oracıkta son bulur. Faşizmle karşı karşıya kaldığınızda merhamet
dilenmeyin ondan. Kazanamıyorsanız, düşmanın yüzüne tükürün ve ölün. Nokta.
Yaklaşık 30 yıl sonra, 2002’de Caracas’ta ABD destekli
bir darbe ve tüm imkânsızlıklar karşısında mağlup olan, Chávez’e bağlı,
Maracay’daki paraşütçü birliğinin lideri General Raúl Baduel bir şiir kaleme
alır. Bazı şiirler çelikle yazılır, yazılmak zorundadır.
* * *
Latin Amerika devrimlerinde şiirin ne türden bir rol
oynadığı ve şiirin nelerden meydana geldiği artık açıktır sanırım.
Şiir, onlarca, yüzlerce yıldır gerçek manada kurtuluşu
beklemiş bir kıtanın hakikati ile iç içe geçmiştir. Kıta dövüşmüş, yenilmiş,
tekrar dövüşmüş ve tekrar yenilmiş, Kuzey’in Guatemala, Dominik Cumhuriyeti,
Brezilya, Şili, Nikaragua ve daha birçok yerde kendi meşru liderlerini nasıl
katlettiğine ya da devirdiğine tanık olmuştur.
Tüm bunlar tarih oldu artık. Birlik, dayanışma ve
yaratıcılığın muazzam yaratıcılığı hâlâ canlıdır. Tüm bunlar gerçekleşme,
erişilme ve elde edilme ihtimaline hâlâ sahiptir.
Ama henüz kutlama yapılmamakta, tek bir havai fişek
patlatılmamaktadır, zira hâlâ her tarafta gözyaşı ve hüzün ve melankoli
hâkimdir. Aynı yüzde hem umutlu bir gülümseme hem de gözyaşına rastlanmaktadır.
Nihayetinde devrim, kıtanın büyük bölümünü
kazanmıştır.
Ama geride on milyonlarca şehit bırakarak.
Andre Vltchek
26 Ekim 2012
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder