Eğer sınıf mücadelesi, burjuvazi/sermaye ile işçi
sınıfı, emekçiler, ayaktakımı vs. arasında doğrudan cereyan eden bir mücadele
olsaydı, muhtemelen komünist siyasetin işi epeyce kolaylaşırdı. Ama bu
mücadelenin doğasını belirleyen çok sayıda faktör mevcut.
“Sınıf mücadelesi” dediğimiz şey, temelde ya da belki
son kertede, bizim şeylere nasıl baktığımızla ilgili bir mesele, bu anlamıyla
da bir yöntem ve üslup sorunu.
Çevremizde olan biten pek çok şeyi nasıl gördüğümüze,
onlara nereden baktığımıza ilişkin bir sorunsal. Bu, tabii ki bir partinin ya
da örgütün her şeyin bilicisi olduğu ve bilinçsiz kitlelere bilinç taşıdığı
anlamına gelmiyor, bunu yapmaya çalışanlara pek de yüz verilmediği ortada.
Burada gerçekleşen, daha çok hayatın akışı içinde hem örgütlerin hem de
kitlelerin bakışında yaşanan değişimler ve bunun özünü diyalektik ve diyalog
oluşturuyor. Diğer bir ifadeyle, birbirlerinin dilini anlayıp iletişime
geçebilmek, vs.
Burada iki önemli düzlem var; maddi hayat ve manevi
hayat. Esasında Marx “din halkın afyonudur” önermesini ortaya koyduğunda, bu
ikinci düzleme, manevi hayata gönderme yapıyor. Burada olan, kitlelerin, halkın
ya da işçi sınıfının din vasıtası ile uyuşuk bir duruma geçmeleri değildir.
İnsanlar, kendi maddi hayatlarının gayet farkındadırlar.
Bu hayatı her gün deneyimler, onu her defasında yeniden üretirler. Asıl olan,
dinin ya da başka bir maneviyat biçiminin insanların acılarını yatıştırması,
kendi varlıklarını metafizik bir dünyada koruyacak olan sabrı sunmasıdır.
AKP, iktidara geldiğinden beri sınıf mücadelesini
başka bir eksende yürüttü (ortada bir mücadele olduğuna göre, bunu sadece
komünistler yürütmüyor, başkaları da bunun bir aktörü), farklı bir bakış açısı,
bakma biçimi geliştirdi. Maddi ve manevi hayatı birleştirecek bir düzlem
oluşturdu.
Geçmişte kendisini sistemin dışında hisseden pek çok
kesim, bu süreçte kendilerini daha merkezde hissedecek yeni bir bakışa sahip
olmaya başladı. Böylelikle geçmişte rahatsız oldukları pek çok uygulama, onlara
bugün meşru ve haklı görünmeye başladı. Bir zamanlar kendi ulaşamadıkları
mekânlarda yapılan şeyler ve onları rahatsız eden mekânlar, mesela Çeşme,
Bodrum başta olma üzere yağmalanan bütün kıyı şeritlerine karşı bugün onlar
için açılan yeni mekânları meşru gördüler.
Hürriyet’in
yıllar önce attığı “halk plajlara akın edince vatandaş denize girmedi”
ideolojisini bu yeni eksende yerle bir ettiler ya da bunun böyle olduğuna
inandılar. Yani sömürü ve yağma düzeni devam ederken, buna ilişkin bakış
açısında bir değişim yaşandı.
Sorun şu ki bugün AKP’ye oy veren, Demokrasi
Mitingleri’nde “Allahu ekber” sloganlarıyla nöbet tutan kitleler, yıllardır
komünistlerin örgütlemeye çalıştığı, yani ortak bir amaç için ortak bir
duygulanım ve düşünce dünyasına eklemeye uğraştığı kitlelerdi.
Bu kitlelerin büyük bir çoğunluğu Gezi Parkı
Direnişi’ne destek vermedi, aksine, onun karşısında yer aldı, çünkü onun
çağrıştırdığı şey, gene bu direnişe katılanların büyük bir çoğunluğunun böyle
bir yönelimi olmasa da, kazanmış oldukları mevcut durumu kaybedip yeniden
çepere itilecekleri yönündeydi.
Burada maneviyatın yanında maddi olan da bir o kadar
belirleyici oluyor ve bu yüzden mevcudun sürmesini istiyorlar, Gezi Parkı’nın
mevcut durumunun sürmesini ya da kendi yaşam biçimlerine dokunulmamasını
isteyenler de olduğu gibi. Edindikleri bu yeni bakış açısından memnuniyet
duruyorlar.
Şimdi asıl mesele, genel olarak ülkedeki komünist
siyasetin birincisinde zayıf ama doğru bir biçimde Gezi Direnişi’nde yer
alırken, yani geniş kitlelerin mevcudunu koruma hareketinde, ikincisinde niye
yer almadığı ya da alamadığı. Kuşkusuz bunun pek çok cevabı ve bir kısım haklı
görünebilecek cevapları olabilir. Ne var ki buradaki temel sorun, aslında son
kertede belirginlik kazanacak sınıf mücadelesinin asıl bileşenlerinde yer
almakta. Bu anlamda işçi sınıfının, emekçilerin, ayaktakımının büyük çoğunluğunun
demokrasi nöbetinde olduğunu kabul etmek gerekiyor.
Bu yüzden Gezi Direnişi’ne büyük destek veren
Cihangir, Beşiktaş, Kadıköy, Karşıyaka, Alsancak gibi yerler bugün epeyce
suskun. O gün susan sınıf, bugün başka bir dilde konuşuyor. Bunu kendi dilimize
tercüme etmek, anlamak ve en ilkel kitle iletişim aracı olan karşılıklı
diyalogu fazlası ile yaratmamız gerekiyor. Bu iş biz bilirizci, tepeden bakıcı,
aşağılayıcı siyaset biçimleri ile olmuyor. Zarafet ve nezaket gerektiriyor.
Şeylere ortak bir bakışı komünist bir ufuktan ancak böyle örgütleyebiliriz.
Burak Bakır
8 Ağustos 2016
0 Yorum:
Yorum Gönder